Harun Özdemir’den “İSLÂM-CILIK” yazıları
HARUN ÖZDEMİR İKİ HAFTADAN BERİ “İSLAM-CILIK” İLE İLGİLİ YAZILAR YAZIYOR… ŞİMDİYE KADAR 6 YAZI YAZDI… YAZMAYA DEVAM EDİYOR…
İLK YAZILARINI YAZMAYA BAŞLADIĞINDA BENİ HABERDAR ETTİ; TAMAMI BİTTİĞİNDE DEĞERLENDİRMEYİ DÜŞÜNEBİLECEĞİMİ SÖYLEYİP YAZDIM…
KENDİSİNE www.akevler.org SİTEMİZDE TEKRAR YAZMASI GEREKTİĞİNİ VE BU YAZILARLA BAŞLAYABİLECEĞİNİ SÖYLEDİM / YAZDIM AMA HÂLÂ BAŞLAMADI!..
SİZİ İLK 6 YAZI İLE BAŞ BAŞA BIRAKIYORUM…
SELAM VE DUA İLE…
REŞAD
“Ne değildir”le başlarsak;
*İslamcılık, Müslümanlık değildir; ama Müslümanlığın dışında da değildir. Bir Müslüman, İslamcı olmak zorunda değildir.
*İslamcılık, ilmi bir ekol değildir; ama ilimsiz savunulabilecek bir görüş de değildir. Müslüman bilim adamı, İlahiyat dışındaki araştırma konularında Kur’an’ı kaynaklardan biri olarak gösteriyorsa bu kişinin iddiası ne olursa olsun gerçekte İslamcıdır.
*İslamcı, düşündüğünü kitap, dergi ve gazete aracılığıyla yazıya dökmedikçe kâmil bir İslamcı sayılmaz.
*İslamcılık, günah işlememek için çok çaba göstermek değildir. İslamcının ibadet ve ahlakında, helal ve haramlarında eksiği olabilir ama siyasal mücadelenin dışında olamaz!
*İslamcılık; varlığını klasik İslam kaynaklarına ve Batının yükselen değerleri arasında yer alan laiklik, demokrasi, cumhuriyet, parlamenter sistem, anayasal düzen, kadın hakları, liberalizim, sivil toplum, hukukun üstünlüğü, eşitlik, bireysel özgürlükler, adalet gibi yeni siyasal kavramları olumlamasına borçludur.
*İslamcılar, Batıda geliştirilen fen bilimleri ve mühendislik ürünü teknolojileri reddedemez.
*İslamcıların Batıya alternatif bir ekonomik modeli yoktur.
*Herhangi bir medreseli, klasik ilimlerde ne kadar iyi olursa olsun, modern sorunlara ilişkin pozitif bir gündemi yoksa bu kişi örnek bir Müslüman olabilir ama İslamcı değildir.
*Bir tarikat şeyhi de modern konulara ilişkin olumlayıcı bir tavrı yoksa o da İslamcı değildir.
*Müslümanların modern gündemi olmayan muhalefetleri de İslamcı değildir…
Bunlar İslamcılığın olmazsa olmazlarıdır.
İslamcılığın ne olduğuna gelince;
*İslamcılık; kurulu düzene karşı yürütülen siyasal bir muhalefettir.
*Batılı kavramları ve İslam’dan vazgeçilmezi konu edinir.
*Sıradan Müslümanın yaşam pratiklerini sarsabilecek bir muhalefet yapabilir ama yeni bir hayat ve yeni bir düzen inşa edemez.
*Tepkisel bir harekettir.
*İbadeti ve ahlakı konu edinir ama pratiklerinde zaaf gösterebilir. Bunu dert de edinmez.
*Mason ve gizli servis üyesi olabilir. İçlerinde bol miktarda ajan ve provokatör barındırabilir.
*Yazıları ve konuşmalarıyla aksiyon halindedir.
*Pratik hayatta bir değer yaratamadığı için de Batı tarafından himaye edilir.
*Batının fen bilimlerini ve teknolojisini vazgeçilmez görür.
*İçlerinde çok azı romantiktir.
*İktidara gelmeleri çok zordur; geldiklerinde de kamu bütçesini ganimet gibi yağmalarken zorlanmaz.
*Halkı uyarır ama halka hesap vermez.
*Allah’ı nasıl ikna edeceğini de iyi bilir!
İslamcılığın 1865’ten bugüne 150 yıllık bir geçmişi var. Geride bıraktıklarını yukarıda bir bir özetlemeye çalıştık.
Olumsuz yönleri fazla olan bir İslamcı tanımlaması yaparak bazılarını üzmüş olabiliriz.
Ama gerçek bu!
Örneğin, İslamcıların rahatlıkla Mason ve gizli servis üyesi olabileceklerini belirttim. Bu tespitim tepki görebilir.
Oysa yazdıklarım içerisinde hepsi yanlış olsa bile bu tespitim gerçektir. Abdülaziz’in muhalifleri gibi II. Abdülhamid’in İslamcı muhalifleri de tıpkı Batıcı ve Milliyetçi muhalifleri gibi hem Mason hem İttihad ve Terakkici hem de Teşkilat-ı Mahsusa üyesidir. İlk dönem İslamcılardan başlayıp son dönem İslamcılarından Mehmet Akif ve Bediüzzaman’a, Eşref Edib’e kadar hepsi hem Mason, hem İttihatçı hem de Teşkilat-ı Mahsusa üyesidir.
Kim ki, İttihad ve Terakki Cemiyetine üye olmak için Mason Locası’na gidip üyelik yemini etmiştir, o da bal gibi Masondur. Cami dururken Locaya giden adama bizim kitabımızda Mason denir.
Belki de, dönemin İslamcılarının gözünde masonluk kötü bir şey değildi.
Masonluğu abartan bizim gibi zavallılardır!
***
|
|
Tek parti yıllarında İslamcılar |
|
|
|
|
1923’ten 46’ya kadar geçen süreyi İslamcılar basın faaliyetlerini tatil ederek nekahette geçirdiler. Bu dönemde Osmanlı bakiyesi çoğu İslamcı, Hakk’ın rahmetine kavuştu. Az bir kısmı 1946 sonrasını, 1960’ı hatta 1970’i gördü. Bulardan hiçbiri Osmanlı döneminde savunduğu laiklik, demokrasi, cumhuriyet, parlamenter sistem, anayasal düzen, kadın hakları, liberalizim, sivil toplum, hukukun üstünlüğü, eşitlik, bireysel özgürlük, adalet... gibi kavramları Cumhuriyet döneminde inkar etmedi.
Cumhuriyet’ten şikâyetçi olanlar vardı ama reddeden yoktu. Çünkü Cumhuriyet ile umut edilen özgürlük, refah, huzur, adalet…’in gerçekleşmediğini düşünüyorlardı.
Osmanlı’da olduğu gibi Cumhuriyet dönemi basını da devletin desteğiyle yayın yapabiliyordu! 1923’ten 46’ya kadar herhangi bir İslamcının Batılı kavramları savunması için bir gazete ve dergi çıkarmasına imkân verilmedi. Dolayısıyla İslamcılar, Osmanlı’ya kabul ettirdikleri ve Cumhuriyet’e taşıdıkları çağdaş kavramları tartışma imkânı bulamadılar. 10 yılda yaratılan yeni gençlik sanıyordu ki, söz konusu kavramlar, bu topluma Cumhuriyetle girmişti.
İslamcıların matbuattan dışlanmasının nedeni çok basitti:
Osmanlı’da yeni ve eski bir arada var iken; Cumhuriyet, Osmanlı’nın eskilerini tasfiye etmiş, yenileri ile yola devam etmişti. Osmanlı’nın yenileri Cumhuriyet döneminde sanki ilk kez gündeme geliyormuş gibi takdim ediliyordu. Oysa Osmanlı’nın eskileri gibi yenileri de fetva müessesesinin onayı ile ve her ikisi bir arada var olabiliyordu. Fakat Cumhuriyet iradesi yeni devleti kuran kavramların İslam’la ilgisini tartışmaya yanaşmadığı gibi desteğinden de yararlanmak istemedi. En güçlü gerekçesi de yeni dönemde “din istismarı”na imkan tanınmayacağıydı. İcraatlar tamamen İslami bile olsa dini olduğuna dair hiçbir iddiada bulunulmayacaktı. Yapılanlar aklın, ilmin ve medeniyetin icabı olarak halka takdim edilecekti.
***
İslamcılar görüşlerini Osmanlı’da medrese ve cami kürsülerinde değil; basın aracılığıyla topluma duyurulmuşlardı. Bu imkânı tek parti döneminde bulamadılar.
İslamcılık Osmanlı’yı yıkan fikir akımlarının en etkililerinden biri ve Cumhuriyeti inşa eden en güçlü sivil toplum faaliyetiydi. Cumhuriyet de İslamcıların savunduğu kavramlarla kuruldu. TBMM’de milletvekili yapıldılar ama basın faaliyetlerinin dışında tutuldular.
1865’te ilk dönem İslamcılarının dergi ve gazetelerde savundukları kavramlar, kısa süre sonra Batıcı ve Türkçü yazarlar tarafından da savunuldu.
Cumhuriyete gelindiğinde Türkçülerin ve Batıcıların İslamcılar kadar halk arasında etkileri yoktu. Tek parti döneminde İslamcılar basından uzaklaştırılınca Cumhuriyet’in çağdaş kavramlarını “İslamsız Batıcı”, yer yer de “İslamsız Türkçü”ler savundu.
Tek parti dönemini kapatmadan son olarak şunu da belirtmekte yarar var:
İslamcılar gazete ve dergi çıkaramadılar ama Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır meal ve tefsirini, Mehmet Akif Ersoy bitiremediği mealini, Hasan Basri Çantay 3 ciltlik tefsirimsi mealini, Mehmet Vehbi Efendi 14 ciltlik tefsirini, İzmirli İsmail Hakkı ve Ömer Rıza Doğrul meallerini, Babanzâde Ahmed Naim ve Kamil Miras Buharî hadis çeviri ve yorumlarını tek parti döneminde yazdılar. Ünlü İslamcılar eserlerinden dolayı herhangi bir baskı görmediler. Mehmet Akif Ersoy, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Babanzâde Ahmed Naim ve Kamil Miras ise Kuran ve Hadis çalışmalarını TBMM kararları ve bütçe desteği ile yaptılar.
Osmanlı Devleti’nin yeterli ölçüde Batılılaşamamasına tepki olarak doğan ve siyasal muhalefete dönüşen İslamcılık, aynı muhalif tavrını tek parti döneminde sürdüremediğini belirtmiştik. Unutmayalım ki, devlet tüm desteğini İslamsız Batıcılara ve İslamsız Türkçülere verirken bu aydınların da muhalefet yapmasına izin vermedi.
***
İslamcılar; yazıları, vaazları, maddi ve manevi varlıklarıyla Cumhuriyeti kuran iradenin yanında yer aldı. Yılgın halkın ve askerin maneviyatını yükseltici her türlü propagandayı elden geldiğince yaptılar. Abdülhamit düşmanlığı ve İttihatçı - Mason dostluğu İslamcılarda derin bir pişmanlık duygusu yaratmıştı. Milli Mücadeleye verdikleri koşulsuz destekte bu pişmanlığın payı büyüktü.
Mustafa Kemal Paşa, hayallerindeki lider değildi ama Enver, Talat ve Cemal paşalardan çok daha iyi olduğunu biliyorlardı.
İzmir İktisat Kongresi günlerinde değişen strateji, İslamcıları hızla geri plana itti. Yeni stratejide, İslamcıların modern kavramlar ve araçlarla Cumhuriyet’i savunmasına yer yoktu. “Yeni icraatlar, İslam’a uygun da olsa İslam’ın gereği olarak değil; halka aklın, ilmin ve medeniyetin icabı olarak takdim edilecekti”.
Bunun bir benzeri Avrupa’da daha önce yaşanmıştı:
Burjuvazi, zekâsına güvendiği gençleri “Bu konuları tekrar ama İsa’sız düşünerek yeniden yaz!” diyerek destekleyerek kısa sürede Avrupa’da, her konuyu yepyeni yöntem ve görüşlerle açıklayan düşünürler, filozoflar ve entelektüeller yetiştirmişti.
Benzer bir zihin durulması bizde de olsun diye 1924’te başlatılan süreç, 1945’e gelindiğinde İslamcılık adına ortaya vahim bir tablo çıkardı:
İslamcıların 1865’te başlattıkları laiklik, demokrasi, cumhuriyet, parlamenter sistem, anayasal düzen, kadın hakları, liberalizim, sivil toplum, hukukun üstünlüğü, eşitlik, bireysel özgürlük, adalet... gibi çağdaş kavramların yaklaşık 60 yıllık İslam’la açıklanabilir pozitif ilişkisi, Cumhuriyetin ilk 20 yılında unutulur noktaya gelmişti.
Cumhuriyetin ilk 20 yılında çağdaş kavramlar konusundaki ısrarlarını ve temsilcilerini yitiren İslamcılık gibi -anti parantez ifade edelim- Türkçülük, Batıcılık ve Sosyalistlik de benzeri bir ters yüz oluşu yaşamıştı. İdeolojiler tanınmaz haldeydi. Çünkü Osmanlı’nın fikri zenginliği içinde gelişmiş bu akımlar, geride hatırı sayılır bir literatür ve gündem de bırakmışlardı. Batıyı yakından izleyen ciddi insanlar gitmiş, onların yerini bohem, hayalperest, analitik bir cümlesi dahi olmayan, sığ, ama bir o kadar gürültücü ve mugalâtacı Necip Fazıl, Nihal Atsız, Nazım Hikmet ve Cevat Rıfat Atılhan… gibi kişiler almıştı.
Yeni dönemin kahramanları, doğal mıydı yoksa devlet destekli miydi sorusuna benim vereceğim yanıt çok nettir: Fikir tarihimizin hiçbir dönemi bu kadar sığ, sahte, goygoycu ve devletçi değildi.
Bu kahramanları günümüze kadar ilham kaynağı yapan neden de kavga, küfür, hakaret ve çatışmacı mugalataların gençlik arasında “ilim ve tefekkür”den daha değerli görülmesidir.
1942 sonbaharından sonra Türkiye’de başlayan yeni dönem, demokrasiye geçişle toplumun bütün kesimlerine büyük fırsatlar sundu. Ne yazık ki, İslamcılık tarihinin en avantajlı fırsatını Necip Fazıl’ın başını çektiği Büyük Doğu ile her şeyi berbat etti.
Necip Fazıl’ın İslamî bir eğitimi yoktu ve İslamî hayata ilişkin alışkanlıklar da edinmemişti. Öğrenmeye karar verdiği felsefeyi başlamadan bırakmıştı. Kısa süren bankacılığı, onun ciddi işlere ne kadar yatkın olduğunu gösteriyordu. Kulaktan dolma İslam ve yakın tarih bilgisini hayalinde yarattığı bir mefkûreye kavga ve polemik malzemesi yaptı. En iyi yaptığı iş, bunalım şiirleri yazmaktı. Onu asıl popüler yapan ise polemik dolu yazıları ve kırbaç gibi kullandığı mefkuresiydi.
Namık Kemal’den Necip Fazıl’a kadar İslamcıların hepsi muhalifti. Ama böyle bir cahil ilk kez Müslümanlar önüne düşüyordu.
Necip Fazıl devletçi miydi?!
Elbette devletçiydi! Kumar paraları bile devlettendi!
Mason muydu?! Değildi; ama Mason arkadaşlarıyla sabahlara kadar kumar oynardı!
Gizli servislere üye miydi?!
Cevat Rıfat en iyi arkadaşlarından biriydi. Müslümanları beş para etmez gündemlerle bugünlere kadar zehirleyecek kadar gizli servislerin çıkarlarına uygun davrandı! Bir nevi, fareli köyün kavalcısıydı!
Necip Fazıl hain miydi?!
Asla! Ama İslam konusunda tedavi edilemez boyutlarda cahildi!
Özetlersek;
İslamcılığın olmazsa olmazı olan “laiklik, demokrasi, cumhuriyet, parlamenter sistem, anayasal düzen, kadın hakları, liberalizim, sivil toplum, hukukun üstünlüğü, eşitlik, bireysel özgürlük, adalet... gibi çağdaş kavramlar gitmiş, onun yerini Büyük Doğusayesinde Necip Fazıl’ın cehalet eseri polemikleri ve Cevat Rıfat Atılhan’ın Yahudi, Mason ve İsrail düşmanlığı almıştı.
Not: Sevgili okuyucu, öyle vahşetler yaşanıyor ki, inanın insanda lanetleme gücü bile bırakmıyor: Suruç’ta ve dünyanın her karış toprağında yaşanan her türlü terörü lanetliyorum!
***
|
|
Hilal Dergisi İslâmcılığı |
|
|
|
|
Büyük Doğu felaketine 1958’den sonra Hilal Dergisi faciası eklendi. Bin üç yüz yıllık İslâmî bilimleri ve deneyimleri kenara itip Müslüman gençleri kendi peşlerine takanlar, insanları nereye varacağı belirsiz yollara sevk ettiler.
Geleneksel ve modern İslâm, tartışmalı konularıyla 1924’e kadar gelmişti. İslâmcı birikim fena sayılmazdı. Geleneksel olan ile modern kavramlar bir şekilde içselleştirilmeye çalışılmıştı. Kuşaklar arasında az çok bilgi akışı da vardı. 1943’e gelindiğinde kuşaklar arasındaki bilgi akışı 20, 1958 gelindiğinde de 35 yıllık bir kesintiye uğramıştı. Geçen bu süre, milletin cehalet bataklığında boğulmasına ziyadesiyle yetmişti.
Yeni kuşaklar geleneksel kaynakları merak etmediği gibi Latin hurufatıyla yazılmış çok değerli meal, tefsir, hadis ve fıkıh kitaplarını da okumuyordu.
1958’e gelindiğinde geleneksel İslâm’dan koparılmış Müslüman gençlik, Salih Özcan, Hilal Dergisi ve yayınlarıyla tanıştı. Dünya sistemi Birinci Dünya Savaşı’nda İslâm dünyasına son darbeyi vururken Müslüman sorununu, dünya çapında temelden nasıl çözeceğinin planlarını da yapmıştı.
Bin üç yüz yıllık İslâmî ilimler birikimi ve Müslüman önderler unutturulmuş; bunların yerine kaynaklarından habersiz, Marksist muhalefet yöntemini kullanan birçok yazar yetişmişti. Hepsi birbirinden kavgacıydı. Aralarında ilimle meşgul olanlar vardı ama onlar da gençliğin umurunda değildi. Öyle bir döneme girilmişti ki, hapis hayatı olmayanın ve idam edilmeyenin değeri neredeyse yok gibiydi.
Hilal Yayınlarının yayımladığı tercüme kitaplar sömürgelerde, iç savaş ortamında ve Ortadoğu’nun baskıcı rejimlerinde yazılmıştı. Osmanlı İslâmcılarının sahiplendiği ve İslâm klasikleriyle açıklamaya çalıştıkları laiklik, demokrasi, cumhuriyet, parlamenter sistem, anayasal düzen, kadın hakları, liberalizim, sivil toplum, hukukun üstünlüğü, eşitlik, bireysel özgürlük, adalet... gibi kavramlar, Ortadoğu ve Hint Yarımadası yazarları için istisnasız kâfirlikti.
Tercüme yayınlar cahilleştirilmiş Türkiye Müslümanlarına okutturulup, iflahı mümkün olmayan bir yola sevk ettirildi ki, çok az kişi kendisini bu faciadan koruyabildi. Daha açık söylemek gerekirse, İslâm dünyasında yetişmekte olan genç Müslümanlar, yeni yazarlar sayesinde taa o günlerde bir gün yolları Hizbullah, Taliban, el-Kaide, IŞİD… e düşecek şekilde eğitilmekteydiler ama bunu öngörecek kimse yoktu.
İslâmi ilimler metodolojisinden kopuk Marksist mücadele yöntemini benimseyen Seyyid Kutub gibi yazarların ciltler dolusu tefsiri ve kitapları, Hilal Yayınları sayesinde Müslüman gençlik tarafından zihinlerine ve yüreklerine enjekte edildi. Müslüman bir “kurmay subay”ın ancak okuyabileceği, her cümlesi edebiyat kadar öfke de kokan bu kitapları, vatandaşın imanını sağlamlaştırmak için damardan tüketmesi telafisi mümkün olmayan sorunlar yarattı.
Klasik kaynakların yanında 1865-1923 arası yapılan yayınlar ve Cumhuriyet döneminde yazılıp Latin hurufatıyla yayınlanan Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın meal ve tefsiri,Hasan Basri Çantay’ın tefsirimsi meali, Mehmet Vehbi Efendi’nin 14 ciltlik tefsiri, İzmirli İsmail Hakkı ve Ömer Rıza Doğrul’un mealleri, Babanzâde Ahmed Naim ve Kamil Miras’ın Buharî hadis çeviri ve yorumları, en az bunlar kadar Ömer Nasuhi Bilmen’in Istılahat-ı Fıkhiyye Kamusu… gibi ilmî değeri olan kitaplar ne yazık ki, Müslüman gençlerin başucu kitapları olamadı.
Fakat Suudi Arabistan’ın finanse ettiği ve Salih Özcan’ın istikametini yitirmiş Müslümanlara reva gördüğü “Tercüme İslâm”, tek kelimeyle felaket oldu. Salih Özcan’ın açtığı tercüme yayın çığırı, Müslüman zekâsını, ahlâkını, üretkenliğini ve inceliğini adeta dumura uğrattı. Seyyid Kutub’tan Mevdudî’ye, Meryem Cemile’den Said Havva’ya,Ramazan el-Butî’den Muhammed Kutub’a ve Kardavî’ye kadar daha nicelerini “İslâmî hakikatler” diye halkın öğrenme açlığına servis edenler, bu yayın faaliyetlerini çok net söylemek gerekirse MİT az gelir; Suudi Arabistan finansmanı ve CIA, MI5 ve MOSADyönlendirmesiyle yaptılar.
Tarihte özgün bir medeniyet inşa etmiş Müslümanlar; bugün bilimden, ticaretten, teknoloji üretiminden, güzel sanatlardan, edebiyattan, yaratıcı faaliyetlerde, kentleşmeden habersiz, Batının yükselen değerlerinden nefret eden bir kin ve öfkeyle yaşamaktalar. Osmanlı İslâmcılarının revize ederek içselleştirdiği laiklik, demokrasi, cumhuriyet, parlamenter sistem, anayasal düzen, kadın hakları, liberalizim, sivil toplum, hukukun üstünlüğü, eşitlik, bireysel özgürlük, adalet... gibi kavramlarla savaşanlar, hangi despot rejimin vatandaşı olduklarının farkında oldular mı, bunu araştıran da çıkmadı!
Her devlet kendi aydınını, alimini ve gündemini çıkarları doğrultusunda yetiştirir. Buna hizmet edecek her fikirden insan bulmakta zorlanmaz. Bu kadar akıl, mantık ve İslâm dışı kitapları yazanların büyük çoğunluğu zaten despot rejimlerin ya Prof. ları ya da resmi din görevlileriydi. Bazılarının ise sadece petrol veya finans şirketlerine danışmanlık yapmaları sonucu değiştirmedi.
İslâm sadece Türkiye’de değil; bütün dünyada Mümin yetiştiremez noktaya geldi, burada demirledi. Güven veren Mümin kalmadı.
Şu soruyu sormak gerek:
Müslümanı doğruyu söylemekten imtina eder duruma getiren sebep nedir?
Dört milyonluk İzmir’de güneş kadar açık bir gerçek, hak ve hukuk için tek cümle kuracak bir Müslümanın bulunamaması neye alamettir, Ey Laikler!
Kimse gerçeği söylemeyecek mi?
***
|
|
12 Mart 1971 sonrası İslamcılık |
|
|
|
|
1970’lere gelindiğinde matbuatta boy gösterenler arasındaNurettin Topçu ve Sezai Karakoç’u ayrı tutarsak, yazarlar arasında Necip Fazıl gibilerin sayısında hızlı bir artış oldu. Ancak, bir süre sonra Necip Fazıl ve Mehmet Şevket Eygi gibi yazarlar da artık Genç Müslümanları tatmin edemez oldu. Gizli servisler boş duracak değildi ya, destek devam ediyordu. 1973 koşullarına gelindiğinde “Tercüme İslâm” kuşağı yerli ürünlerini bir bir vermeye başlamıştı.
Gizli servislerin ajandasında tercüme İslam kuşağını sokak çatışmalarına yok etmek olsaydı, sizi temin ederim, en büyük zayiatı nev zuhur İslamcılar verirdi. O günlerde matbuatta, bu gelişmeleri doğru yorumlayabilecek ne bir göz ne de bir zekâ vardı. Yine hakkını yememek lazım, geniş bir alanda saygı gören Sezai Karakoç gibi yazarlar Müslüman gençliği uyandıramadıysa da, ki buna yetecek bir gücü de yoktu, yeni yetmelere pirim de vermedi.
***
Sıkılıkla tekrarladığım İslamcılığın ortaya çıktığı ilk dönemde “olmazsa olmaz” kabilinden “olumlanan” çağdaş kavramlar dizisi vardı: Laiklik, demokrasi, cumhuriyet, parlamenter sistem, anayasal düzen, kadın hakları, liberalizim, sivil toplum, hukukun üstünlüğü, eşitlik, bireysel özgürlükler, adalet… gibi. Tercüme İslâm kitaplarında en ağır küfürlükle itham edilen bu kavramlar, yerli İslâmcıların yazılarında da aynı şekilde “kâfirlik”le itham ediliyordu.
Necmeddin Erbakan, MNP ve MSP ile legal parti faaliyetini demokratik rejimin kurallarına göre yürütürken, tabanda karşılaştığı en ciddi sorun, çağdaş kavramlara savaş açan tercüme İslâm kitapları ve o kitaplardan beslenen Düşünce, Şûra, Tevhîd gibi dergilerin provakatif yazılarıydı. Türkiye’de siyasal kriz sağ - sol ekseninde derinleşirken İran Devrimi’nin etkisiyle İslamcılık, yepyeni bir evreye girdi.
Bu noktada okuyucunun affına sığınarak sınırları zorlayan bir tespitte daha bulunmak istiyorum: Klasik İslâm kaynaklarından habersiz, hal böyle olunca da, “usul ilimleri”nin ismini bile telaffuz edemeyen yeni kuşak yazarların tek sermayesi “çağdaş kavramları reddetmek” ve “tercüme İslâm’dan beslenmek”ti. Asıl söylemek istediğim ve okuyucunun affına sığındığım konu bu değildi. Bu ön tespitten sonra soruları sıralayabiliriz, sanırım:
* Bir iki makaleden sonra üstatlığa terfi eden yazarların makalelerini ve kitaplarını kim yazıyordu?
* Bir yerlerde yazılan kitaplar, kim adına ve neden yayınlanıyordu?
* Bir kişinin 10 kişi adına köşe yazısı yazdığı doğru muydu?
Soruları çoğaltalım:
* Tercüme kitaplar, aslına uygun muydu yoksa amaçlara uydurularak mı tercüme ediliyordu?
* Reddül Muhtar ve Hidâye’yi bile aslına uygun tercüme etmeyen yayıncılar, daha kötüsünü siyasal içerikli kitaplarda yaparak okuyucuya nasıl bir mesaj veriyorlardı?
* İran kaynaklı kitaplara ne kadar ekleme ve çıkarma yapılmıştı, bunlar araştırıldı mı?
Hala bir kişi, farklı gazetelerde, on kişi adına köşe yazısı yazıyorsa ve çeviri kitaplarda tahrifat devam ediyorsa lütfen yazdıklarıma dikkate alın!
***
1970’li yıllar kapanmak üzereydi. Türkiye gündemi sağ – sol çatışmasıyla sarsılırken, ülkeyi kurtarmaya hazırlanan Genç Müslümanlarsa hem yoğun çatışmalardan etkileniyordu hem de bilgi açlığını Ortadoğu, Hint Yarımadası ve İran kökenli tercüme yayınlarla gidermeye çalışıyordu.
Özetlersek;
İslamcılık 12 Eylül 1980’e gelinceye kadar Necip Fazıl, Salih Özcan, Mehmet Şevket Eygi’nin yoğun etkisi, Büyük Doğu, Hilal Dergisi ve Yayınları, Bugün Gazetesi… Yeni yetmelerden Düşünce, Şûra ve Tevhîd gibi dergilerin neşrettiği fikirlerle beslenerek bir Cuma sabahı tank sesiyle uyandılar ki, bu da sürpriz değildi!
Bu süreçte özel olarak konu edinmediğimiz Nurettin Topçu, Sezai Karakoç, Tayyip Okiç, Fazlurrahman, Muhammed Hamidullah, Hayreddin Karaman, Necmeddin Erbakan ve 1966’dan 2015 yılına kadar şaşırtıcı fikirlerin adamı Süleyman Karagülle ve Süleyman Akdemir’i ayrıca ele almanın uygun olacağını düşünüyorum.
Yazılarında açıkça “laiklik, demokrasi, cumhuriyet, parlamenter sistem, anayasal düzen, kadın hakları, liberalizim, sivil toplum, hukukun üstünlüğü, eşitlik, bireysel özgürlükler, adalet…” gibi çağdaş kavramları “olumsuzlayan” her kim ise, Ali Bulaç ve İsmet Özel gibi yazarlar dahil kalanını, izniniz olursa Tercüme İslâm’ın etkisindeki İslamcılar arasında ele almayı düşünüyorum.
***
|
|
Tercüme ve Devrim günlerinde İslamcılar |
|
|
|
|
12 Eylül 1980 Askeri Darbesi ile bütün siyasî ve ideolojik faaliyetler tatildeydi. Fakat Genç Müslümanlara lojistik yapan odaklar, Müslümanı başıboş bırakacak değildi! Gerekli yerlerde Müslümana reva yeni stratejik değerlendirmeler yapılmış, kitap ve dergi yayınının artarak devamına kara verilmişti.
Bir yandan Ortadoğu ve giderek etkisini artıran İran kaynaklı yayınlar, diğer yandan geleneksel İslâm’ı temsil eden tarikat ve cemaatlerde, T.C. tarihi boyunca görülmemiş bir hareketlenme ve canlanma vardı. Adeta Müslümanlığın ikiye ayrılması teşvik ediliyordu. Her iki kesimi temsil eden cemaatlerin, tarikatların ve daha nice üstat, ağabey, radikal… grubun dergileri hızla tiraj yapıp, çok geçmeden düşüşe geçerek kapanıyordu. Derken yenileri devreye alınıyordu. Tirajların yükseliş ve düşüş seyri çok hızlıydı.
İddialı ve ithamlı sorulara devam edersek;
- Bu dergilerin üstat yazarlarına ne oldu, bugünlerde ne yapmaktalar?
- Bir kişinin on kişi adına yazı yazdığı dergilerden geriye ne kaldı? Ben inanmasam da, bir kişinin farklı görüşlerde ve isimler altında iki - üç dergi çıkardığı bile söyleniyordu!
- Anadolu’nun ücra köşelerine kadar yayılan İslâmî kitapçılar, sattıkları kitaplardan ve dergilerden kaçının parasını yayıncıya geri ödüyordu, bu konuda bir araştırma yapıldı mı?
***
Bütün yerli, yabancı siyasal İslâmî yayınların “istisnasız” ortak noktası; laiklik, demokrasigibi çağdaş kavramların “kâfirlik” olduğuydu. Bu kadar net bir ittifakı aile içinde bile sağlamak mümkün değilken, çok parçalı Müslümanlar arasında, bu konularda görüş birliği nasıl sağlanıyordu, anlamak zordu! Sanki “anlaşmazlıklar” da “ittifaklar” da bir merkezin emir – komutasıyla sağlanmaktaydı!
İslâmî camiada din-i mübin-i İslâm’a hizmet “ancak tunç kanunu” kurallarına göre yapılabiliyordu! Birbirinin cenazesinde bile buluşamayan Müslümanlar, her konuda ihtilaf halindeyken, Kur’an ve Sünnet konusunda bile anlaşamazlarken, söz konusu çağdaş kavramlar olunca parça parça olmuş İslâmî camia “tek yumruk!” oluyordu.
Bu satırları gözden kaçıranlar “Hizbullah, Taliban, el-Kaide, IŞİD vb. örgütler nasıl ortaya çıkıyor” sorusuna sağlıklı yanıt bulamazlar.
Seyyid Kutub’un “Fî Zilâl-i Kur’an” tefsiri ve özellikle “Yoldaki İşaretler”i, Mevdudî’nin özellikle “Dört Terim”i, Ali Şeriati’nin “İslam Sosyoloji” ile başlayan ama bir türlü bitmek bilmeyen kitapları ve daha nice Ayetullahın İslam’dan çok Batı felsefesine kafa yorduklarını gösteren kitapları… okuyucuyu dinden ve zıvanadan çıkarıp kolayca “Osman’ı ve Ali’yi katleden” Haricîlerden biri yapabiliyordu.
İmam Hatip, Kur’an Kursu, Diyanet, İlahiyat Fakülteleri, doktor, doçent ve prof kariyerlilerinin sayısı her geçen gün artıyordu ama sözünü halka dinletebilen yoktu. Çünkü sözünü dinletmesi gerekenler devletin memurları, sivil toplumda yer edinmiş şeyh, ağabey, üstat ve cemaatlerin sözünü dinler halen gelmişti.
***
Afganistan’da SSCB işgaline karşı İslamcı bir direniş yapılıyordu. Bunun Genç Müslümanları etkileyen yönü, direnişin heyecan verici haberleriydi. Çok geçmeden Müslüman gruplar arasında da görülen ve giderek derinleşen çatışmanın, “uyuşturucu ticareti” olduğu ise çok sonraları anlaşılacaktı.
***
1979’da İran’da dünyaya parmak ısırtan bir devrim yaşanmıştı. Müslüman Gençliğin yelkenlerini dolduran rüzgar 1987’ye kadar İran’dan esecekti.
Bir daha çağdaş kavramları “olumlayan” birikimlerine geri dönemeyecek olan İslâmcılık, her hafta gündeme getirilen bir birinden tuhaf sorular ve yanıtlarla, Müslüman tanınmaz hale getirilmişti.
En çok okunan İranlı yazar Ali Şeriati’ydi. Şeriati; yaşamının önemli kısmında Marksist felsefe ve metodolojinin etkisinde kalmış, sonra da mücadele yöntemi olarak aralarında büyük yakınlık olan Şia İslâm’ına geri dönmüştü.
Marksist metodolojiyi ve pratiği bir cümle(!) ile özetlemek gerekirse “Sınıfını seç, mücadeleni yap!” diyebiliriz. Şia; zaten “taraf” demekti. Geriye; mantıklı - mantıksız, gücün yeter veya yetmez, sonunu düşünmeden ölmek kalıyordu ki, o da “Hz. Hüseyin gibi öl” demekti.
Ayetullahlar Marksist değildi ama Marksizm ve Batı felsefesi üzerine kariyer yapmayan yok gibiydi. Okudukları Marksizm, Ayetullahların inancını bozmamıştı ama Şah Rejimi’ne karşı yürüttükleri mücadelenin metodunu fazlasıyla etkilemişti.
İran rejiminden asıl etkilenmesi gereken Türkiye’nin Alevî Müslümanları idi ama o yıllarda Alevîler solun yoğun dumanı altında Alevî olduklarının farkında bile değillerdi!
Türk solu; İran Devrimi’ni izliyordu ve sonucun diyalektik materyalizmin mekaniği gereği kaçınılmaz bir şekilde Marksist TUDEH’ten yana tecelli edeceğini bekliyordu. Fakat tecelli Türk solu gibi dünya solunu da şaşırtmıştı. Devrim Ayetullahların kontrolüne girince İran, Müslüman Gençlik üzerinde adeta nükleer etki yapmıştı. Bu etki 1987’ye kadar hız kesmeden devam edecekti.
***
Sıklıkla tekrarladığım “İslamcı” ile “Müslüman Genç” hakkında kısa bir açıklama yapmam gerekiyor: İslamcılık çağdaş kavramaları Kur’an, Sünnet, İcma, Kıyas… yetmediği yerde içtihatlarla olumlamaya ve içselleştirmeye çaba göstermek iken, bu anlayış 1943’ten sonraki İslâmî muhalefetin elinde tersyüz edilerek “kâfirlik” olmuştu. Bunu daha önce belirtmiştik.
1943 sonrası İslamcılar, çağdaş kavramları kâfirlikte itham ettikleri için her geçen gün İslamcı olmaktan uzaklaşmaktaydılar. Bu nedenle yeni kuşaklara “Genç Müslüman veya Müslüman Gençlik” demeyi uygun gördüm.
1970’ten beri yaşananların az çok içinde bulunmuş biri olarak söyleyebilirim ki;
-1994’e gelindiğinde Necip Fazıl ve Eygi kuşağının ihtişamlı günlerinden eser kalmamış, hayranları da Tercüme ve Devrimci İslâm’ın kaosuna kapılmışlardı.
-Düşünce, Şûra ve Tevhîd gibi dergiler kapanmış yerlerini tirajları 50.000’in üstüne hızla çıkıp kısa süre sonra da kapanan çok sayıda dergi aldı.
-En çok okunan yazarlardan bir olan Ali Bulaç, “Çağdaş Kavramlar ve Düzenler”e karşı 1970’li yıllarda başlattığı muhalefeti 28 Şubat’a kadar sertleştirerek devam ettirdi.
-1978’den sonra popülaritesi hızla artan İsmet Özel, bir nevi yerli Ali Şeriati’ydi. Şair miydi ideolog mu, onu kimse ayırt edemedi. Özel’in durumunu pedagojik kavramlarla açıklamak gerekirse, şiirlerini ve düz yazılarını “parazit çağrışımlar”la yazıyordu. Okuyucusu boldu ama anlayanı yoktu. Çünkü ortalama Müslüman okuyucu, basit bir konuyu “parazit çağrışımlarla düşünen” bir yazarın konuyu nasıl anlaşılmaz hale getirdiğini bilemiyordu. Gençler kendilerini aptal, Özel’i ise çok derin sanıyorlardı!
Ali Bulaç gibi İsmet Özel’in de, çağdaş kavramların Müslüman Gençlik arasında reddedilmesine büyük katkısı oldu.
***
(wlSIi