Sayın Karagülle
Son seminerinizi okuduktan sonra size birkaç soru sormaya karar verdik. Vaktiniz olursa cevaplarınızı öğrenmek isteriz:
- Benim düşüncelerimi öğrenmek insan olarak hakkınızdır. Bu vesile ile sizin görüşlerinizi de öğrenme fırsatını veriyorsunuz. Bunları neden insanlıkla paylaşmıyoruz?
1. İkili sayı sisteminden hareketle kuranın “Tanrı sözü” olduğunun ispatı olduğunu söylüyorsunuz. Bunu neye dayandırdığınızı anlamış değiliz. Ancak sorumuz şu: Tanrı’nın ispata ihtiyacı var mı? Metin eğer Tanrı sözü değilse değeri yok mu?
Kuran; “kainat ikili sistemde yaratılmıştır”, diyor. “Kuran da ikili sistemle indirilmiştir”, diyor. Bir çokluk eğer bilinçli biri tarafından özel olarak yerleştirilmemişse matematikte “Gauss Dağılımı” ile dağılır. Dağılım bir matematik formülle ifade ediliyorsa ve zorunlu değilse, o bilinçli bir varlığın özgül iradesi ile yerleştirilmiş kabul edilir. Buna; tabii kanun, Sünnetullah denmektedir. Matematiğin kanunları kimse tarafından vaz edilmemiştir. Tanımlarla kendiliğinden doğar. Dolayısıyla matematik tabii kanunlardan değildir. Sünnetullahtan değildir. Dolayısıyla matematikler tanrıyı ispat etmezsiniz. Ama kainatın matematiğe göre düzenlenmiş olması ile kainatın bilinçli, bir varlığın eseri olduğunu ispat edersiniz. Bunu siz de düşünür ve tartışırsanız daha kolay anlaşılır.
- Eğer metnin Tanrı sözü olmadığını varsayarsak, bu durumda herhangi bir değeri olmadığı, işe yarar bir bilgi içermediği sonucuna mı varmalıyız?
- Her söz zorunlu olmayan ama kurallara göre söylenmiş bir cümledir. Mutlaka bir değeri vardır. Bu sebepledir ki, Kuran, her söze kulak verilmesini emrediyor. Yanlış da olsa her sözün değeri vardır. Çünkü doğrular ancak yanlışlarla karşılaştırılarak bilinirler. Bu sebepledir ki, biz Hong Kong Ekolüne önem veriyoruz.
2. Klasik İslam anlayışında ve yine klasik dinlere göre peygamberlik ve peygamberlerin önemini biliyoruz. Ancak metin açısından bir elçi olarak “Muhammed” ve benzer şekilde diğer peygamberlerin varlığını nasıl kanıtlayabiliyorsunuz?
- Bilgi demek, bilinenlerden bilinmeyenlere gitme demektir. Bu gidiş mantık ve matematikle olur. Önce bu gün sizin varlığınızı biliyoruz. Çünkü internete mesajlarınız geliyor. Bir başkasının bu mesajları gönderdiğini ispat edinceye kadar onu doğru kabul ederiz. Müspet ilim bu demektir. Kuran bunu içtihat müessesesi ile ortaya koymuştur. Kesinler icma ile, diğerleri içtihatla bilinir. Kesinlerle iman etmek, diğerlerine göre amel etmek gerekir. Yediğim yemeğin zehir olmadığını kimse iddia edemez. Nitekim zehirlenenler vardır. Ama kimse zehirlenme ihtimaldir diye yemeksiz yaşayamaz. Batı eskiden hep kesinleri aramış, zannileri amel için yeterli görmemiştir. Onun için karınca hızı ile ilerlemiştir. Ne zaman ki Kuran’ın içtihat sistemini benimsedi, hesaplara göre daha çok muhtemel olanları amele layık gördü ve buna müspet ilim dedi; işte bugünkü uygarlık doğdu.
Biz peygamberlerin varlığını bugünün müntesipleri ile biliyoruz. Fatih İstanbul’u fethetti, diyoruz. Delilimiz bugün 20 milyon Müslüman Türkün orada yaşadığıdır. Siz, Fatih değil de Kanuni fethetti diyebilirsiniz. Delillerinizi sunarsınız, biz de Fatih fethetti der, delillerimizi sunarız. İkisi de kesin değildir ama hangisi ihtimaliyet hesabına göre daha fazla doğru ise onu kabul eder, ona göre amel ederiz. Kimse ortaya çıkıp, İstanbul’u Müslüman Türkler fethetmedi diyemez. 20 Milyon insanı yok sayamaz.
Bugün de yeryüzünde on milyara ulaşan insan vardır. Bunlar dört dinde toplanmışlardır. Hepsi peygamberlere dayanmaktadır. Kuran elimizde vardır. Muhammed değil der, Mevlana getirdi diyebilirsiniz. Ama Muhammed getirmedi dediğiniz zaman kafirin ta kendisi olursunuz. Çünkü bugün milyarlara varan nüshası vardır ve yine milyarlarca müntesibi vardır. Sizin elinizde nüshaları vardır. Muhammed değil de kim? Bilmiyorum o halde yoktur, iddiası akıl hastalarının söyleyebileceği bir sözdür. Ben bunları sizi küçümsemek için söylemiyorum. Gerçek budur. İcma ile sabit olan budur. Kimse ben her şeyi biliyorum diyemez. Çünkü insan beynindeki bitler her şeyin milyarda, milyarda birini bile alacak kapasitede değildir.
3. Bildiğiniz gibi, metin ile ilgili yazılı bilgiler ve dolayısıyla peygamberlik ile ilgili tarihsel bilgiler, peygamberin yaşadığı varsayılan zaman diliminden yaklaşık 200-300 yıl sonra ortaya çıkan şeylerdir. Varsayımları doğru kabul edersek, yaşadığı iddia edilen peygamberin varlığına dair herhangi bir somut bilgi, belge, kanıt var mı? Örneğin, rivayete dayalı bilgilerde vahyin taşlar, kumaş parçaları, kemik parçaları gibi pek çok nesnenin üzerine yazıldığı iddia edilmekte. O halde bu yazılmış olan nesnelerin örneklerinin de var olması gerekir. Peygamberin varlığını kanıtlamak açısından bunlar elimizde var mı veya siz herhangi birine tanık oldunuz mu? (Diğer peygamberlerin varlığının anlaşılabilmesi için de benzer kanıtların olması gerektiği açıktır)
- 200 ve 300 sene sonra yazılan belgeler ize bir senaryoyu anlatmıyor. O günkü dünyayı anlatıyor. 300 sene içinde o belgeleri bize bırakacak bir uygarlığa ulaşılmış, o seneler içinde Endülüs ve Çin fethedilmiş. O günkü şartlar altında cilt cilt kitaplar yazılmış, yapılar yapılmış. Şimdi duruyorlar. Yaşlarını da bugünkü teknoloji ile tespit ediyoruz. Peki o uygarlığı gökten periler getirip koymadı. Kimlerin yaptığını o uygarlık ortaya koyuyor. Bunları Araplar değil de, Romalılar yaptı, diyebilirsiniz. Ama bunu kim yaptı bilmiyorum; o halde Ömer yoktur, Emeviler yoktur, Abbasiler yoktur, Ebu Hanife yoktur, Malik yoktur diyemezsiniz. Samimiyetle söylüyorum. Bunu ancak akıl hastaları söyler. Bu sözlerimi hakaret kabul edebilirsiniz. Bana da sizin söylediklerinizi akıl hastaları söyler diyebilirsiniz. Ama bana hakaret etti diye hakemlere gidemezsiniz. Asıl siz bana hakaret ediyorsunuz. İki milyar insanın bin seneden beri iddia ettiği bir gerçeği reddediyorsunuz. Siz Kuran’ın Allah sözü olmadığını, Muhammed’in sözü olduğunu iddia edebilirsiniz ama Muhammed yoktur, diyemezsiniz.
Varsayalım ki dediğiniz doğrudur. Muhammet’ten 300 sene sonra Kuran son şeklini aldı. Siz itiraf ediyorsunuz. Muhammet’ten 300 sene sonra nereden bunu bildiniz. Onların söylediklerinden işinize geleni ilki deyip kabul ediyor, işinize gelmeyeni de nereden biliyorsunuz diyorsunuz. 300 sene sonra Kuran yirmi beş mucizesi ile Allah sözü olduğunu ispat etmektedir. Demek ki, Kuran’ı Allah gönderdi, ama 300 sene içinde peyderpey o zamanki ümmete gönderdi. Doğrudur söylediğiniz. Okundu, deride yazıldı. Kuran kesin olarak ancak 200 sene sonra bugünkü değişmez şeklini aldı. Ama onun karşısında ortaya çıkmış bir eser daha yok ki... Dört Kuran olsaydı, bunlarda bozukluk var, yanlışlık var diyebilirdiniz. Ama yeryüzünde Kuran tek nüshadır. Yirminci yüzyılda ortaya çıksa bile ilahi söz olur. Nitekim adil düzen yorumu ile Kuran’ın ikinci Kuran uygarlığı manası yeni nazil oluyor. Size de nazil oluyor.
4. Kuran’da bir harfin bile eksik veya fazla olmadığını söylüyorsunuz. O halde kastettiğiniz Kuran elimizdeki metin midir? Eğer elimizdeki metin ise, bu metnin 10. Yüzyılda kaleme alındığı biliniyor. Öyleyse bu metnin, sözünü ettiğiniz peygamber ve arkadaşlarına gelmiş olduğu varsayılan metin olduğu sonucuna nasıl varabiliyorsunuz?
- Metnin kime geldiği önemli değildir. Biz söyleyene değil, söylenene bakarız. Kuran kendisi; “bu ikisinden (Tevrat ve Kuran’dan, çünkü ikisinden başka şeriat kitabı yoktur) daha doğru yolu göstersin, biz ona uyarız deyin” diyor. Bizimim Hong Kong ekoluna önem vermemiz de buradan gelir. Bizim insanlıktan istediğimiz, Kuran’ın söylediklerine inanmaları değil, onun ne söylediğini duymalarıdır. Sonra kararlarını versinler. Hatta kasten de olsa inkar etsinler. Biz onlara karışmayız. Bizim görevimiz Kuran’ı öğrenmek isteyenlere yardımcı olmaktır. Peşin hükümlü olmamak, baştan Muhammed’in eseri değildir, şüphelidir diye reddetmemek. Doğrusu ne ise o. Kuran’ı Marks yazmışsa onu söyleyebilmemiz gerekir.
5. Ita kelimesini “vermek” olarak yorumluyorsunuz. Oysa metinde vermek anlamına gelen “ATY – عطي “ kökünden gelen kelimeler zaten vardır. Şu halde bahsettiğiniz bilimsellik ile subjektif varsayımları nasıl örtüştürebiliyorsunuz?
- Sizin eksiğiniz şudur: Bilimsellik nedir? Bilimsellik demek kesinlik demek değildir. Batılılar bu kelimeyi yanlış kullanıyorlar. Romalılara göre kat’iler ilmidir, zanniler ilmi değildir. Zannilerin değeri yoktur. İslamiyet’e göre kat’iler ilmidir, zanniler ilmi değildir. Ama zannilerin de değeri vardır. Amelidir. Onunla amel ederiz ama onu savunmayız. Karşı tarafın onu kabul etmesini isteyemeyiz. Siz sizin içtihadınızla, biz bizim içtihadımızla amel edelim deriz. Benim yazdıklarım benim anladıklarımdır. Kimseye doğruluğunu iddia etmem. Bundan dolayıdır ki, ben yazılarımı okuyup yanlışlarımı düzeltemem. Çünkü düzelttiğimde de aynı yanlış olma ihtimali vardır. İsteyen yazılarımı okuyacak, yararlanacak ama sonra onu doğru kabul edip amel etmeyecek. Kendisi içtihat yapacak. İcma olursa o zaman kat’i olur, hepimiz ona uyarız. Ona uymayanlara da; neden icmanın kat’ilerine uymuyorsun, deriz. Onlardan yollarımızı ayırırız. Onlar kendi kooperatiflerinde istedikleri gibi yaşarlar, biz de kendi semtimizde istediğimiz gibi yaşarız.
Saygılar sunuyoruz.
Sam Adian
-Bütün samimiyetimle çalışmalarınızı kutluyorum. Başarılarınız için rabbime( benim inandığım Tanrıya, Kuran’ı gönderene) dua ediyorum.