S.A.: Sam Aidan, S.K.: Süleyman Karagülle
S.A.-- Kuşkularımız ve sorularımızla sizi rahatsız etmediğimizi umuyoruz. Ama bazı şeylerin altından kalkmakta zorlanıyoruz, çünkü yeterli kaynağımız yok. Araştırmak zaman alıyor. Metinde bize göre önemli tutarsızlıklardan biri veya bazılarına işaret etmek istiyoruz şöyle ki:
Bildiğiniz gibi metinde “Ben-i İsrail” – “Ben-i Ademe” gibi ifadeler var. Pratikte “Ademoğulları” veya “İsrailoğulları” gibi bir ifade kullanıyor olmasının kimseye bir yararı yok.
Yine “ebu-Leheb” ve benzeri ifadeler. Özellikle “Ebu-Leheb” kavramı. 1500 yıldır bir kimseye beddua etmek veya metnin zaten yaşamayan bir kimseye lanet okumasının bize hiç bir yararı yok. Bu durum metin açısından da oldukça sıkıntılı duruyor. Çünkü metin sanki bir kimseyi muhatap almış gibi bir izlenim ortaya koymuş oluyor. Bir tarihte yaşadığı varsayılan bir kimsenin elinden, gücünden veya kendisinden bize ne yarar temin eder? Evrensel bir metnin, bizim açımızdan hayali olan bir kimseye lanet okumasının hiç bir anlamı yok.
Kaldı ki, tercümelerin ve yazımın da son derece tutarsız olduğunu söylememiz gerek. Birinci fiilde müenneslik “T” si var ama ikinci fiil müzekker. Demek ki, bunun birbiri ile ilgisi yok. Ve cümle/ayet yanlış yerden bölünmüş. “ve tebbe” kelimesi ikinci cümlenin başına gelmiş olmalıydı.
S.K.- Birinci cümledeki Tebbet, “iki ele” gitmektedir. İki el insanın çift uzuvlarından olduğu için müennestir. İkinci tebbe, “ebi” kelimesine gitmektedir. Burada “Eb” sömürü sermayesidir. “yed” iki kuvvet, Kapitalizm ve Sosyalizmdir. “Leheb” savaş ateşidir. Önce Sosyalizm ve Kapitalizmin çökeceğini, sonra da sermayenin sömüremeyeceği ifade edilmektedir. Mazi sıgası ile gelmesi; kesinlik için olabileceği gibi, “İza cae” deki iza’nın cevabı olduğu için olabilir. O takdirde sığa mazi olsa da manası âti olur. Karısı Masonlardır. İkmal yapmaktadırlar. Savaşları o finanse etmektedir. “Habl” ise basın ve yayındır. “Mesed”, fesad demektir.
S.A.-- Benzer şekilde, “ebu”, “ibn”, “umm”, “ihvetun” “ehu” gibi ifadeler. Mesela, “Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum” ifadesi. Son derece tutarsız bir ifadedir. Çünkü gerçekte Muhammedin çocukları olmuştu. Yaşamamış olabilirler ama bir süre hayatta idiler ve çocukları da vardı. Öyleyse bu ayetin metinde yer alması, gerçekle çelişki teşkil eder. Geleneksel anlamlandırmaya göre bunlar anne baba çocuk gibi anlaşılmış. Ama var olmayan bir kimsenin veya kimselerin anne babaları veya çocukları veya bunun gibi akrabalık kardeşlik ilişkilerinin bize sağlayacağı hiç bir fayda yok. Bize bir anlam katmıyor.
S.K.- Ayette “min ricaliküm” diyor. Rical 15 yaşından sonra başlar. Muhammedin böyle bir çocuğu olmamıştır. Karıları vardı, olabilirdi. Ama Kuran bunu bildirerek, Kuran’ın mucizesini ifade etmiş oluyor. Kuran’da Peygamberlerin kıssaları olduğu gibi, Muhammed’in de kıssası vardır. Kuran’a gelinceye kadar başkanlık ve peygamberlik babadan oğula intikal ederdi. Hazreti İsa’nın hiç çocuğu olmamıştır. Muhammed’in de oğlu olmamıştır. Çünkü saltanat kalkmaz, devam ederdi. Böyle olmasına rağmen hala seyyitler vardır. Bu ayet seyyitliği reddeder.
S.A.-- Örneğin “Beni-Ademe” ifadesindeki “beni” kelimesi “Bny” kökünden geliyor olamaz mı? İnşa etmek, bina etmek anlamına gelseydi eğer, “birleştirmek/katıştırmak suretiyle bina etmek” gibi rasyonel bir anlam ortaya çıkmaz mıydı?
S.K.- “Beni” kelimesinin o manaya geldiği açıktır. Evlattan farklıdır. İki türlü miras vardır. Biri yakınlık mirasıdır. Kadınlar ve erkekler eşit alırlar. Bir de aile müessesesinin binasını sürdürme mirası vardır. Burada nafaka temin etme görevi erkeğe verildiği için; kızın iki mislidir. “Ebna” dediğimiz zaman, oğulların oğullarını da içine alır. İnsanlık tek ümmettir. Bu sebeple bir binadır. Kadınlar da yer alırlar. Sadece erkekler için “zeker” ve kadınlar için “ünsa” kullanılır.
S.A.-- İsrail kelimesi de kuşkulu duruyor. İsra ile olan benzerliğini göz ardı edemeyiz ancak, kelimenin yapısı Arapça kurallara uygun değil. Başka bir dilden geçmiş olmalı.
S.K.-İsrail kelimesi başka dilden geçse de Arapça’da manası vardır. Mısırdan gece çıkmış olmaları nedeniyle onların ismi olabilir. Yakub’un değil, Musa ile çıkanlar İsrailoğulları olabilir.
S.A.-- Biz ilkesel olarak, metinde yer alan her kelimenin kendi manası olması gerektiğini, belli kişileri değil, belli durumları veya olayları ifade ediyor olması gerektiğini benimsiyoruz. Gramerin bu konudaki iddiaları ile metindeki ifadeler örtüşmüyor. Nuh, İsa, İbrahim, İsmail, Musa, gibi isimlerin tamamı nekre gelirken, gramer bunların marife olma zorunluluğu olmadığı şeklinde bir açıklama getiriyor. Ancak Tevrat ve İncil söz konusu olduğunda metin bunları marife kullanıyor. Fil olayının Araplar açısından ne kadar önemli olduğu açık, takvim başlangıcı olarak kabul etmişlerdi. Ama metin bunu da marife kullanıyor. Burada “muzaf, muzafun ileyh” gibi bir açıklama yapılabilir belki ama yine de kelimenin marife kullanılması kuralını kuşkuya sürükler. Öte yandan byline hikâyede fil, tek değil çoktu. Oysa metinde fil, tekil kullanılıyor.
S.K.- Kuran Fil Kıssasını diğer kıssalar gibi anlatmaktadır. Bize bugün nazil olduğunda o olayı inkar etmemekle beraber, bugün “fil”den kasıt filo, “hicare”den kasıt füze, “siccil”den kasıt güdümlü, “asf”dan kasıt hortum, “me’kül”den kasıt emiş, sökülüp alınarak götürülen, yutulan olabilir. Bunlar Müteşabih olanlardır. Tevil edilmeden manaları anlaşılmaz. Tevil edilince de derin manalar çıkabilir. Tevil de her zaman mümkün olmaz, yaşanmalıdır. Günü gelmemiştir.
S.A.-- Sizin seminerlerinizi takip edebildiğimiz kadarıyla, bütün bu isimleri birer şahsiyet olarak alıyorsunuz. Ancak vahyin muhatabı doğrudan biz olduğumuza göre, tanımamız ve kıyas etmemiz mümkün olmayan, bilmemiz mümkün olmayan kimseleri bize örnek vermesi evrensel bir metin açısından büyük bir zaafiyet olur.
S.K.- Kuran’ın usulü “kıyas” sistemidir. Sadece domuz eti haramdır, der; diğer hayvanları saymaz. Siz illet bulursunuz ve onları haram kılarsınız. “Meyvecil hayvanlar haramdır” diyor, denilemez. Onun illetini siz bulursunuz. Gerçek olaylardan bahseder. Siz onu genişleteceksiniz. Fil olayı böyledir. Allah Mekke’yi korumuştur. Çünkü oraya Kuran inecekti. Allah birinci ve ikinci cihan savaşlarında Türkiye’yi korumuştur. Çünkü adil düzen orada hazırlanmaktadır. Allah sizi Hong Kong’da toplamıştır. Çünkü Adil düzenin yayıcılarına gerek vardır. Sadece Kuran’ın varlığından haberdar etmeniz yeterlidir. Fil kıssası bunları anlatmaktadır. Hemen arkasından gelen surede “li ilafi Kureyşin” denmektedir. Buradaki Kureyş de kabile adıdır. Kast edilen, tüccarlardır. Uluslararası ticarettir. Yeryüzü tek piyasa olacaktır.
S.A.-- Bilmiyoruz, bu konuyu farklı bir bakış açısı ile değerlendirdiniz mi? Veya buna ilişkin varsayımlarınız veya çıkarımlarınız veya ilkesel öngörünüz var mı?
S.K.- Biz başkaları için değil, kendimiz için çalışıyoruz. Ancak ilgilenenlerle de ilgileniyoruz. Biz de sizin gibi Kuran’ı atalarımızı izleyerek benimsedik. Sonra da tarafsız incelemeye başladık. “Tanrı sözü ise, tanrı sözü olarak kabul edelim; tanrı sözü değilse, doğrusunu bilelim” dedik. Bunun için sorduğunuz soruları biz de sorduk. Bizi en çok tatmin eden “teşabüh” ayeti oldu. Kuran’ı okuyacaksınız, müspet ilme uyuyorsa kabul edeceksiniz; uymuyorsa tevil edeceksiniz. Edemiyorsanız geçeceksiniz. Hala, bunu kabul eden Kuran’dan başka bir kitap yoktur.
Bizim Kuran anlayışımız tamamen rasyoneldir. Müspet ilme dayanır. Müspet ilmi de sermaye öyle söyledi diye kabul etmeyiz. Bizim onu ispat etmemiz gerekir. Batılıların deneylerine ve deneylerdeki verilere güveniyoruz. Aralarında ihtilaf yoksa, o doğrudur. Ama yorumları kendimiz için biz yaparız. Bunun gibi İslam alimlerinin verdiği bilgileri de aralarında ihtilaf yoksa, doğru kabul ederiz. Kuran’la karşılaştırırız, uygunsa kabul ederiz. Değilse reddederiz. Tespit edemezsek; ne kabul, ne de reddederiz.
S.A.--Saygılar, Sam
S.K.- Bil mukabele, Karagülle