Sam Adian
10.02.2013
15:18
| Kur’an ilimleri ve Tefsir
MÜCMELİN TEBYİNİ:
Mücmel, kendisinden ne kastedildiği anlaşılamayacak derecede kapalı olan ayet demektir.Bunların bir kısmının Allah,bir kısmı da Peygamber tarafından açıklandığı varsayılmaktadır. Bunların başında gayb, kader, yaratılış, kader, kıyamet vb. konuları içeren ayetler gelir.
MÜBHEMİN TAFSİLİ:
Mübhem kavramı,insan,melek ve cin gibi varlıkların veya bir topluluk ya da kabilenin veyahut bir kelime veya nitelemenin Kur’an’da açık değil de ism-i işaretler, ism-i mevsuller, zamirler, cins isimleri, belirsiz zaman zarfları ve belirsiz mekan isimleriyle zikredilmesi anlamına gelmektedir. Böyle olunca mübhem olan hususların açıklığa kavuşturulmasında doğal olarak bir zaruret söz konusudur. Örneğin ; Bakara 238. ayetteki ‘’salatu’l-vusta’’ lafzındaki müphemlik Rasulullah’ın :’’Orta namaz ikindi namazıdır’’ sözüyle ortadan kaldırıldığı düşünülmektedir.
MUTLAKIN TAKYİDİ:
Mutlak, herhangi bir lafzın anlam yönüyle kayıt altına alınmaması, bir başka kelime veya niteleme ile belirginleştirilmemesi demektir. Tanımı tarifi olmayan, kendiliğinden olandır.
MÜŞKİLİN TAVZİHİ:
Sözlükte karışık olan anlamına gelen müşkil kavram olarak da Kur’an’ın bazı ayetleri arasında ihtilaf ve tezat gibi görünen hususlar diye tanımlanmaktadır. Ancak Nisa Suresi 82. ayet Kur’an da birbiriyle çelişen ayetlerin bulunmasını imkansız kılmıştır.
Peygamberin vefatının ardından Kur’an’ı tefsir etmek gibi bir sıkıntı ile karşı karşıya kalan sahabileri, bu husustaki yaklaşımları itibariyle 2 gruba ayırmak mümkündür. Bir grup,özellikle müteşabih nassları tefsir etme konusunda oldukça çekingen davranarak re’y ile tefsire karşı çıkıyordu.Buna mukabil bir kısım sahabe de naklin bulunmadığı yerde kendi içtihatlarıyla Kur’an’ı tefsir etme cihetine gidiyordu. Sahabe tefsiri, daha sonra ortaya çıkacak olan TEFSIR ve bağlı ilimlere kaynak teşkil etmesi açısından önemli Kabul edilmektedir.
Özellikle sahabe tefsirinin en yalın tefsir olduğu Kabul edilmektedir. Oysa, genel olarak Sahabe tefsirinin sünnete dayandığı iddia edilmekle birlikte, daha çok Yahudi ve Hıristiyan kültürleri, Arap şiiri ve kendi ictihatlarına dayanmaktadır. Ayetleri daha çok inmiş oldukları olaylarla irtibatlı olarak anlamışlardı. En önemli özelliği ise, “Ahkam ayetlerinden herhangi bir hüküm istinbat etmemeleri idi” Daha çok REY kullanarak sonuca ulaşıyorlardı.
Daha sonraları Sahabe dönemi tefsirler örnek gösterilerek geliştirilen ilimlerin dayanağı Abdullah bin Mesud, Ubeyd bin Ka’b, Ali bin Ebi Talib olmuştur. Bunların vahip katibi olmaları, vahyi takip etmiş olmaları vs. sebebiyle ürettikleri sonuçlardan hareketle en Doğru tefsirin böyle yapılacağı varsayılmaktaydı. Mesela Ali bin Ebi Talib’in hadis alanında bir otorite olduğu varsayılmaktadır ancak, tarihsel süreçte onun Hadis rivayetlerine şiddetle karşı çıktığı da bir vakıaıdr.
NAHIV Ve MEANI
Araplar, dillerini, tabiî selikalarına göre nesilden nesile öğrendikleri şekliyle kendi zevk ve mizaçlarına uyun bir tarzda konuşuyorlardı. Nitekim esas anlamı itibariyle nahiv, insanın yaratılıştan sahip olduğu ve dilini konuşurken ortaya koyduğu tabiî bir melekedir denmiştir. Her insan dilini konuşurken istisnasız bunu yerine getirmektedir. Zira dillerin gramerleri/kuralları derlenip tesbit edilmeden önce de o dillerde edip ve bilginler eserler vermişlerdir. Arap dili de bundan farklı değildir.
Nahvin dayanağı olan, I’rab’ın bozulması varsayımı tarihsel süreçte, ilk temel husus olmuştur. Vahyin ilk geldiği dönemde Arapların I’rab-I doğal haliyle kullandıkları, ancak daha sonra sınırların genişlemesi ve başka dillerle kaynaşması neticesinde İ’rab’ın bozulduğu varsayımından hareket eder. Daha sonra bu bozulmaların kelimelerin bünyesine sirayet ettiği düşünülmektedir.Özellikle Lahn lerin çoğaldığı varsayımı Peygamber dönemine kadar uzandığı varsayılır. Çeşitli hadislere dayanarak onun dildeki bu hataların düzeltilmesini istediği ileri sülürlemktedir.
Dilin kurallarının tesbiti yönündeki faaliyetlerin başlıca kaynakları Kur’ân, şiir, darbımeseller, nâdir ve hikmetli sözler ile daha çölde yaşayan bedevî Arapların kullandıkları sözler ve kullanım şekilleriydi. Bu amaçla daha sonraları bir çok dilci, henüz yabancı millet ve medeniyetlerle hiç teması olmayan ve dolayısıyla dilleri ve selikaları bozulmamış olan bedevîlerden dil malzemesi almak üzere çöllere yolculuk yapmış, az veya çok yaşamlarının bir bölümünü bedevîlerle birlikte oralarda geçirdikten sonra topladıkları şifahi malzemeyle geri dönmüş ve çalışmalarında bunları referans edinmişlerdir.Dilcilerin bedevî Araplarla olan temaslarında, belli zamanlarda şiir ve edebiyat tartışmaları yapılan ve Basra yakınlarında kurulan el-Mirbed önemli rol oynamıştır. Burada önemli olan husus, Bedevi Araplar ile kentli Araplar’ın aynı olduklarını Kabul etmektir. Oysa Kur’an kentli Araplar’a vahyedilmiş idi ve zaten vahyin geldiği dönemlerde, çöl arapları ile kentli araplar arasında önemli ölçüde dil farklılıkları da vardı.
Teknik anlamda ve bir bütün olarak ulûmü'l-Kur’ân tabirinin ne zaman kullanılmaya başlandığı konusunda bir açıklık bulunmamaktadır. Bazıları, bu tabirin ilk defa Muhammed b. Halef b. Merzübân’a (ö. 309/921) nisbet edilen el-Hâvî fî 'ulûmi'l-Kur'ân’da geçtiğini söylemiştir (İbnü'z-Nedîm, s. 213-214; Subhî es-Sâlih, s. 122). Ali b. İbrâhim b. Saîd el-Havfî’nin (ö. 430/1038) el-Burhân fî 'ulûmi'l-Kur'ân adlı eserinin bu terkibin terim anlamıyla ilk defa yer aldığı çalışmalardan olduğu kaydedilmişse de (M. Abdülazîm ez-Zürkanî, I, 33) onun kitabının tefsir ağırlıklı bir çalışma sayıldığı belirtilmiştir (Ebü'l-Ferec İbnü'l-Cevzî, neşredenin girişi, s. 73). Bu konudaki ilk sistematik çalışma İbnü'l-Cevzî’ye ait Fünûnü'l-efnân fî 'uyûni 'ulûmi'l-Kur'ân olup eserde Kur’an ilimlerinin büyük bir kısmı özetle tanıtılmıştır. Ancak yukarıda geçen eserlerin tamamı, Zerkeşî’nin el-Burhân fî 'ulûmi'l-Kur'ân’ı ile Süyûtî’nin el-İtkan fî 'ulûmi'l-Kur'ân’ının gölgesinde kalmışlardır. Konuyla ilgili olarak daha sonra yazılan eserler de İbn Akıle’nin ez-Ziyâde ve'l-ihsân fî 'ulûmi'l-Kur'ân adlı geniş eseri istisna edilecek olursa hacim bakımından bu iki çalışmaya ulaşamamıştır.
Bu eserlerde yer alan, Kur’an ilmi olarak adlandırılabilecek alanlar şunlardır: MekkîMedenî sûreler, esbâb-ı nüzûl, nâsihmensuh, Kur’an’ın isimleri, toplanması, çoğaltılması ve tertibi, sûre ve âyet bilgileri, münâsebâtü'l-âyât ve's-süver, kıraat ve tecvid bilgileri, fezâilü'l-Kur’ân, havâssü'l-Kur’ân, i‘râbü'l-Kur’ân, garîbü'l-Kur’ân, müşkilü'l-Kur’ân, mecâzü'l-Kur’ân, vücûhnezâir, emsâlü'l-Kur’ân, aksâmü'l-Kur’ân, üslûbü'l-Kur’ân, muhkemmüteşâbih, mutlakmukayyed, mücmel-mübeyyen, edebiyat konularından olan îcâz, ıtnab, hasr, kinaye, teşbih ve istiare, i‘câzü'l-Kur’ân, tefsir ve te’vil ilmi, müfessirin âdâbı ve şartları.
Arap gramerinin günümüze ulaşan ilk eseri Sîbeveyhi'nin el-Kitâb'ında meânî ilmini ilgilendiren cümle tahlilleriyle cümlelerdeki takdim-tehir, tarif-tenkir, hazif ve bazı edatların anlamları gibi konular yer aldığından Sîbeveyhi'yi meânî ilminin ilk kurucusu sayan araştırmacılar vardır. Ferrâ'nın Me'âni'i-Kur'ân'ı, Ebû Ubeyde'nin Mecâzü'l-Kur'ân'ı. İbn Kuteybe'nin Tedvinü müşkili'l-Kurân'ı, Müberred'in el-Kâmil ve Sa'leb'in Kavâ'îdü'ş-şerhinde de benzer konular dağınık olarak bulunur. Bişr b. Mu'temir'in Şahîfetü'l-Belâğa'smüa mevcut lafız-anlam uygunluğunun gerekliliği, mânaların değerinin durum ve konuma uygun düşmesinden ileri gelmesi, mânaların dinleyicilerin kültür seviyesine göre ayarlanma zarureti gibi düşünceler meânî ilminin nüvesini oluşturmuştur. İslâmî belagatın ilk kurucusu olup bu ilme beyân adını veren Câhiz, el-Beyân ve't-teb-yin'inde çeşitli belagat konularına dağınık bir vaziyette temas ettiği gibi îcâz-ıtnâb. lafızların yerine göre yumuşak, hafif, akıcı veya tumturaklı olarak seçilmesi ve telif güzelliği gibi meânî konularına da yer vermiştir. Arap belagatına dair ilk müstakil eseri telif eden İbnü'l-Mu'tez el-Bediinde İltifat, i'tirâz gibi meânî konularını incelemiş, Ebü'l-Hasan İbn Vehb, ilm-i meânî konularının ağırlıklı olarak yer aldığı el-Burhân ti vücûhi'l-beyân'mda haber, talep. hazif, iltifat (sarf), takdim-tehir, kat-atıf (fasıl-vasıl). Kelâmın muktezâ-i hâle mutabakatı, sözün dinleyicilerin durumuna uygunluğu ile îcâz-ıtnâbdan söz etmiştir.
III. (IX.) yüzyılın sonlarından itibaren Arap belagatını etkilemiş olan Aristo'nun Rhetorica'sında da muktezâ-i hâle uygun sözlerin meziyetleri, fasıl-vasıl, îcâz-ıtnâb -müsavat gibi meânîye ait temel konular yer alır.
Genel olarak Nahv’ın ilk müessisinin Ebu’l-Esved ed-Dü’elî olduğunu Kabul edenler olmakla birlikte, bu konudaki ilk basit eserlerin M.S. 9. Yüzyılın sonlarında ortaya çıkmaya bir vakıadır. Özellikle Esved’I Nahv’ın ilk kurucusu Kabul edenler arasında bile, Ebu’l-Esved’i dilin kurallarını koymaya sevk eden hususi sebepler farklı olduğu gibi, onun ilk olarak nahvin hangi kuralını veya kurallarını koyduğu hususunda da herhangi bir açıklık yoktur. İlginç olan, ilk nahivcilerin Arap yarımadasından olmamalarıdır. Bunlar ne Kureyş’in kullandığı Dile vakıf idiler, ne de onların aralarında bulunuyorlardı. Bu hususta, El Hadrami en önemli isim olarak zikredilir ki, Hadrami Basra’da yaşamakta idi. (Yaklaşık 8. Yüzyıl) Hadrami’nin el-Câmi‘ ve el-İkmâl adlı iki eserinin olduğu varsayılmakla birlikte bu eserlerin adlarından başka herhangi bir yazılı metin de yoktur.
Kısaca özetlemek gerekirse, çeşitli rivayetler ile, Arap yarımadası dışında ortaya çıkmaya başlayan Nahv’den yaklaşık 200 yıl sonra Kur’an ilimleri adı verilen ilimlerin ilk eserlerinin yazıldığı anlaşılmaktadır. Yaklaşık Vahiyden 400 yıl sonra. Dönemin konjonktürel yapısına baktığımız zaman ise, siyasal çekişmelerin çoğaldığı, tefsir yahut fıkhın siyasal iktidarın tercihleri doğrultusunda tedvin edildiği bir dönem olduğunu da rahatlıkla görmek mümkündür.
Sonuç itibariyle, Sahabe dönemi tefsirlerin ne hadis, ne de bahse konu olan ilimlere dayanmadığı, sahabe tefsircilerinin daha çok olaylara ve kendi reylerine gore hareket ettikleri de bir vakıadır. Sonraki 400 yıl içinde dilde meydana gelen kaymaların yahut değişimlerin bahse konu olan ilimlere nasıl yansıdığı ise asla bilinmesi mümkün olmayan bir durumdur. Yani bu ilimleri tedvin edenler bizlerden çok farklı bir durumda değillerdi.
Bütün bunlardan sonra, Kur’an ilimleri adı verilen hususların öğrenilmesi faydalı olabilir ama, Kur’an I anlamada bir zaruret olduğunu söylemek herhalde çok vahim bir hal olur. Tarihsel süreci bilmek, dilin doğal gelişimine gore hareket etmek de gereklidir. Çeşitli endişelerle yahut etkilerle yorumlama ile ilgili olarak getirilen bu kısıtlamaların dili de dar bir Alana hapsetmesi kaçınılmazdır. Bu çerçevede sadece gramer tesbiti ile yetinilmediği, aynı zamanda Mana’nın da sabitlenme gayreti olduğu açıktır. Hal böyle iken lafzın beyanı’nın nasıl olacağı üzerinde düşünmek gerekir.
Meselenin tarihçesi konusunda yapılmış pek çok araştırma ve eser vardır. Dileyen konuyu derinlemesine inceleyebilir. Kur'an Arapçası'ndan söz edilecekse eğer, elimizdeki kaynakların yahut bilgilerin yahut ilimlerin Kur'an arapçasını tarif etmediği herhalde bilinmeyen bir şey değildir.
Vesselam
|