ALLAH’I TANIMAK-2, TANRININ AÇMAZI
31.07.2012, İZMİR
- Hoş geldin evlat; hayrola, çok neşeli görünmüyorsun?
- Alabaş Koca; herkes ya çok şaşkın, ya da Ramazan rehaveti içinde görünüyor. Bir iki tepkinin dışında ortalıkta ses seda yok. Platform dışından bir kişi, “Bu da ne böyle, deli saçması şeyler. Devlet ne zamandan beri Allah oldu?” gibisinden bir cevap vermiş. Sanki sen “DEVLETİ KUTSUYORMUŞSUN” gibi bir algı oluşmuş. Doğrusu benim aklım da durulmuş değil. Şu Allah’ı, önce Allah’ın zatını, biraz daha anlatabilir misin bana?
ALABAŞ KOCA başladı anlatmaya:
“O zaman, şu SIFIR’a doğru gitmemiz gerek. Hani; zamanın olmadığı, mekânın olmadığı, hiçbir şeyin olmadığı, sıfırın kendisinin de olmadığı o olmayana noktaya. Hani sen bir makalende yazmıştın ya, “sıfır ve sonsuz, matematiğe ait kavramlar değildir” diye. Felsefeye ilgi duyan arkadaşlar buradan başlayabilirler, zira SIFIR, felsefeye ait bir tanımdır.
Sadece Allah var ve başka hiçbir şey yok olsun. Bu Allah da, bizim idrakle algıladığımız o mükemmel (SAMED)varlık olsun. Kendisi var ve mükemmel ama onu ve vasıflarını bilecek, tanıyacak ve tasdik edecek hiçbir varlık yok. Sen olsan ne yapardın evlat, nereden başlardın? Hani bir zamanlar koskoca Çin Devleti, Birleşmiş Milletler tarafından tanınmadığı için ne yapacağını bilemiyordu. Resmen tanınmak, hukuken tanınmak, resen tanınmak, her nasıl olursa olsun ama tanınmak önemlidir hem de çok önemli. Bu hem seni tanımıyorlar manasına, hem de seni kâle almıyorlar, muhatap almıyorlar manasınadır.
Bana göre O, önce (bu öncelik ve sonralık bize göredir bilirsin), ŞUUR’u (Türkçesi BİLİNÇ olsa gerek) var etti. Bilirsin tartışmış eskiler, Allah’ın sıfatları, isimleri, yani diyelim ki yetenekleri de onunla beraber zorunlu mudur, yoksa onları da o mu yaratmıştır? Bunu şimdilik bir kenara koy, dursun bakalım. Sen bunu biraz düşünürken ben sana laf olsun diye bir fıkra anlatayım…
Aslan ile Öküz arkadaş olmuşlar, gezip eğlenip güzel bir gün geçirmişler ve akşamın epey geç bir saatinde; Aslan, Öküze dönüp, “Öküz kardeş epey geç oldu, benim gitmem gerek. Yoksa evdeki kızar” demiş. Öküz epey şaşırmış ve “Aslan kardeş, bu nasıl olur? Siz ki ormanın kralısınız, kimseden korkunuz olamaz değil mi? Aslan, “öküz kardeş; evde beni, seninki gibi bir inek beklemiyor, benim evde bekleyen de bir aslan” demiş…
Durup dururken bunu sana niye anlattım diye düşünüyorsun değil mi? Şimdi ben sana, “TANRI AÇMAZI, TANRI PARADOKSU” adını verdiğim durumu anlatmaya çalışayım:
Allah her şeyi yaratmaya kâdirdir değil mi? Ne irade ederse, ona “OL” der ve o da oluverir. Peki, ALLAH, BAŞKA BİR ALLAH’I YARATABİLİR Mİ? Kendisinin aynı olan, tüm sıfatları ile muttasıf aynı Allah’ı yaratabilir mi? Eskiler bu sorunun cevabına “hayır” demişler. Allah, her şeyi yaratabilir, sadece Allah yaratamaz… Peki niçin..?
Yeniden ilk duruma gelelim. Allah var ama kendinden başka onun var olduğunu bilecek kimse yok. Bütün evreni nebatat, hayvanat, bakteri, virüs ile doldursan, onların türlü türlüsünü halk etsen; bunlar Allah’ı idrak edebilirler mi? Bunlar şuurlu varlıklar değil ki, onu bilebilsinler. Bu bilme için, sadece onu görmek de yetmez. Nazar eden sadece görür, müdahale etmez. Bir nevi görgü şahitliği gibidir. Rü’yet, rey etme ise görüp fiilî müdahalede bulunmak demektir. Rai/Çoban güttüğünü görür, gözetir ve gerektiğinde onlara FİİLİ müdahale eder. Basar eden ise gördüğünü SENTEZ ve ANALİZ eder. O müşahede ettiği verilere bir proses/süreç uygular. Böylece gördüğünü akıl süzgecinden geçirip, rafine eder ve bir sonuca ulaşır. Allah’ın kendisini tam hakkıyla, tüm sıfatları ile bilecek varlık, ancak kendisi gibi olabilir. Bunu geçen sefer sana söylemiştim, sen de yazmışsın. Yarattığı varlığın şuurlu olması yetmiyor, Allah’ı bilebilmesi için onun tüm sıfatlarını taşıyor olması lazım ki, anlayabilsin ve takdir edebilsin. Bunu anlayabilmen için; sana, görmeyenle, duymayanın misalini vermiştim.
-“EVDEKİ DE ASLAN, EVDEKİ DE ASLAN!” diye bağırmaya başlamışım, farkında olmadan…
Alabaş Koca: “Evet evlat, şimdi anladın mı demin sana o fıkrayı niye anlattığımı? Allah iki olunca, ikisi de birbirinin aynı olunca, hangisi hangisini yok edebilir? Yok edemez değil mi? İlkini ne kadar güçlü, ne kadar güçlü düşünürsen düşün, madem ki aynını yaratmıştır (kendisi mükemmel olduğu için daha mükemmelini yaratma söz konusu olmayacaktır), diğeri de aynı güçlerle muttasıftır. Bu ise, onu yok etmeğe KENDİNİN DE gücü yetmez demektir. Tanrı’nın “gücünün yetmemesi” gibi durum düşünülemez, eğer bir acziyet varsa o varlık tanrı olmaz. Bunun imkânsızlığı bir yana, hiç kimse böyle bir şey istemez. Hiç kimseden de böyle bir şey beklenmez. Kendisini anlamak için kendisi gibisini yaratamıyor, ya da yaratmıyor, ama böyle bir varlığı yaratmazsa, o zaman kendisini ve vasıflarını kimse bilmiyor. Bu durumda da var olmanın, var olduğunu sanmanın bir anlamı olmaz ki…”
Dedim: “Alabaş Koca, bu ancak tanrıya yakışacak çapta bir açmazdır. Bu açmazın bir açarı yok mudur? Yaratsa olmuyor, yaratmasa bilinmiyor… Ne yapması lazım sence? Sen olsan ne yapardın?
Dedi: “Evlat, ben sana yine bir hikâyecik anlatayım da; sen bir yandan, Alabaş Koca’nın bunu anlatmaktaki muradı ne ola ki? diye düşünürken, ben de, Allah’ın çözümünü tam olarak bilmiyorum ama ben olsam ne yapardım, sana onu anlatmaya çalışayım.”
Eski pehlivanlar 40 oyun bilirlermiş. Kendilerine çırak yetiştirirken, ona bildikleri oyunların 39 unu öğretir, birini öğretmezlermiş. Bunu bilmeyen çırak, bir gün yeterince özgüveni oluştuktan sonra, ustasını da yenmeğe kalkarsa, usta, o öğretmediği 40 ıncı oyunla onu yener ve esas ustanın kim olduğunu ona hatırlatırmış…
“Senin bedeninde yaklaşık olarak 100 trilyon hücre var. Her bir hücre kendi içindeki programı sayesinde kendi işlevini yapıyor, bedeninle ticaret yapıp, ondan bir şeyler alıyor, ona bir şeyler veriyor. Doğuyor, gelişiyor, iletişim kurup, neyi nasıl yapması gerektiğini biliyor, üretim yapıyor, bedene atıklarını veriyor, sonunda da ölüyor. Tırnağındaki bir hücrenin, karaciğerindeki bir hücreden haberi bile yoktur ama onlar genel bir dengenin, üstün bir dayanışmanın fertleri olarak ortak bir yaşam sürüyorlar. Kimileri ölüyor, yerine yenileri geliyor, kimilerinin yeri doldurulmuyor. Senin bedenindeki bulunan (Nominal olarak) 100 trilyon hücre, 100 yıl yaşıyor ve yerini senin bir benzerine terk ediyor.
Ben olsam tam da böyle yapardım. Kendimi tanıyacak bu yeni varlığı(bir açıdan bakarsak düşük düzeyli bir rakip olacak bu varlığı); tek parça değil, binlerce, milyonlarca hatta trilyonlarca pikselden oluşan, her pikselin kendi içinde özgün ve kendi kendine yeterli olacağı ama tamamı bir araya gelmeden de bütünü oluşmayan bir varlık olarak tasarlardım. Bu da yetmez, bütünün oluşmasını da zamana bağlar, milyonlarca, milyarlarca yılda bu oluşumun tamamlanmasını öngörürdüm.
Her bir insanı en uygun kıvamda (“… fi ahseni takvîm…”) tasarlar, ama en yüksek popülasyonunu da (insan vücudundaki hücre sayısı kadar) 100 Trilyon (bu sayıyı biraz daha düşünmemiz gerek) insan olarak tasarlayıp, bunların tam ve mükemmel, yani kendisini kavrayacak düzeye gelmesi için de 100 milyar yıl ön görürdüm. Bu 100 Trilyon hücreli varlığa insan adını verdi, ben de bu 100 Trilyon hücreli/insanlı varlığa, İNSANLIK derdim. Her canlının tâbi olduğu “erginlik teorisi” gereği, 15 Milyar yılda ergenliğe erecek ve 100 Milyar nominal yaşta da ölecektir. Bu, dev bir Yapboz/Puzzle oldu değil mi? Bu yapboz, yavaş, yavaş dolacak, evrimleşecek, gelişecek, olgunlaşacak ve Allah’ı hakkıyla idrak edecek seviyeye gelecek. Bazıları; hangi parçanın nereye gideceğine zaman zaman, yine, bu Yapboz’u var eden Allah müdahale ediyor diyorlar. Bana göre O, insanı o kadar yeterli yarattı ki, deneme yanılma ile de olsa, akıl ve özellikle ortak akılla bulmacayı tamamlamaya devam ediyor. Bunu başaracağız evlat, çünkü Allah böyle irade etti…
Bizim dünyamız ortalama 10 Milyar nüfusludur. İnsan sayısı buralara geldiğinde, artan refah seviyesinin bir sonucu olarak, doğurganlık azalacak (zaten giderek azalmakta) ve dünya nüfusu 10 Milyarın etrafında salınım yapacaktır. Demek ki, bizim dünyamız gibi 1000 dünyaya daha ihtiyacımız var. Halbuki bizim galaksimiz gibi, nominal olarak söylüyorum, 100 milyar Galaksi var Evrende ve her Galakside de, nominal olarak 100 Milyar Güneş/Yıldız var. Eğer her Galakside bir yaşanabilir Dünya varsa, İnsan sayısı hemen 1 Seksilyon (10^21) olacaktır. Her Galakside birden çok insanlı dünya varsa, sen rakamları nasıl arttırabileceğini biliyorsun. Dünyadan başka yerde İnsan yoksa, o zaman tüm evrene buradan yayılacağız demektir. Yeteri kadar, yaklaşık 86 Milyar yılımız olduğuna göre, bu sürede Evreni rahat rahat doldururuz diye düşünüyorum. Bu durumda 100 Trilyon İnsan iyi bir rakam gibi görünüyor, bana…
“Sen bir makalende yazmıştın, ben de oradan başlayayım. Allah ŞUUR’u yarattı, bunu yaşatacak olan RUHU (PROGRAMI) OLUŞTURDU. Bilinci ve idraki sağlayan bu programdır. İnsanı da şuurlu olarak tasarlayacağı için, bu Şuur programından her insana yükledi. Her program gibi, bu da bir kompüterde çalışabilir. Bu kompüter senin beynindir. Kendi içinde prosesler yapar ve rüya gibi, ilham gibi, vahiy gibi kablosuz bağlantılarla da dışarıdakilerle iletişim kurar. Bu kompüterin çalışabileceği enerjinin üretilebilmesi için senin bedenine ihtiyaç vardır, senin bedenini de bunun için var etti. Senin bendinin oluşabilmesi ve yaşayabilmesi için Arza, o Arzların oluşabilmesi ve devinebilmesi için de bu koskoca evrene ihtiyaç vardır. Bu koskoca evren; senin beynindeki programın çalışabilmesi ve en az 100 Trilyonluk insan neslinin yayılabilmesi için var edilmiştir.”
“Artık ekranlarımızı, resimlerimizi piksel sayıları ile tarif ediyoruz değil mi? Bir birim karede ne kadar çok piksel varsa, o kadar kaliteli görüntü oluşur değil mi? Geçen sefer sana Allah’ın aynadaki görüntüsünden bahsetmiştim. İşte o Allah’ın görüntüsündeki pikseller insanlardır. Sürekli piksel sayısı artmakta, piksellerin bilinçleri ve ilmi seviyeleri artmakta, eskilerin yerine daha mücehhez pikseller gelmekte ve resim giderek netleşmektedir. Bu tablo; statik değil, dinamik bir tablodur. Allah için her zaman bir zaman; her yer de bir yer gibidir. Ama bizim için böyle değildir. Biz zamanı ve mekânı zorunlu yaşamaktayız. Bizler gittikçe çoğalmakta, gittikçe sosyal olarak ve ilmi olarak gelişmekteyiz. Bana göre Allah’ın kendisinin bilinmesini ve tanınmasını sağlayacak olan şuurlu varlık, insandır. Cinleri de buraya dâhil edenler vardır ama, Kuran’da onlara ruhundan verip vermediğine dair bir beyanı yoktur. İnsana verdiğini ise açıkça beyan etmektedir.”
“Sen erginlik teorisi kitabında yazmıştın; Adem oğullarının nominal yaşı 100.000 yıldır diye. Son Nebi ve Resul Hz. Muhammed ile ergenliğe ermişler, hukuken artık mümeyyiz yaşa gelmişler ve kalan 85.000 yıllık ömürlerinde, tasvirleri Kuran’da ip uçları olarak verilmiş olan Cennet hayatını oluşturacaklardır. Bu safhadan sonra Cennet hayatına geçilecek, tüm İnsin(ve evrenin) erginlik yaşı olan 15 milyar yılın dolmasına kadar kalan 1 milyar yıldan az fazla zamanda da, TAYY-İ MEKAN VE TAYY-İ ZAMAN özelliğini kazanarak; başta ilmi seviyeleri olmak üzere, daha da gelişeceklerdir. “Vechullah ve Vech-i Rabb” burada değildir. O, bundan sonraki safhanın sonunda tezahür edecektir. Bu ilmi ve sosyal evrim ve teknolojik gelişme hiç bitmeyecek ta ki…(?)
Kalan 85 Milyar yılın dolması ile “… sümme ileyna turceun…” ifadesi tahakkuk edecektir. Yani tablo o zaman tamam olacak, Allah’ın tam bir görüntüsü, sureti tezahür edecektir. Bundan kastım; Allah’ın bilinmesi, kavranması ve idrak edilmesidir, bu Allah’ın Vechidir. Zira biz onun zatını, aslını göremeyiz. Vechini basar ederiz. Sen bu “…sümme ileyna turceun…” ifadesini, “sonra bize döndürüleceksiniz / sonra bize dönersiniz / sonra bize dönüşürsünüz…” gibi anla… Hallaç’ın söylediği de bu olsa gerek. “Ben bu tablonun bir pikseliyim, öyleyse ben ondanım ve oyum” önermesini, böyle anlamaya çalış.
Her birimiz piksel, piksel ondan bir parçayız, tek başımıza onu temsil ve ilzam etmeyiz, onu temsil ve ilzam eden topluluktur demem, bundan dolayıdır. İşte Allah’ın başka bir Allah yaratması böyle bir şeydir. En sonunda ve ancak beraberce onu idrak edebiliriz, onu bilebiliriz. Problemi koyan da o, problemi çözen de o. Paradoksu güzel çözmüş, değil mi? Biz ise anlamaya çalışıyoruz, hepsi bu. Madem fıkralarla başladık, bir fıkra ile bitirelim evlat:
Bilim adamları sonunda insanı yaratmayı başarmışlar. Demişler, “Gidelim Tanrıya bunu söyleyelim.” Tanrının huzuruna varmışlar. Tanrı sormuş, “Buyurun, ne için gelmiştiniz? Sözcüleri; “Artık biz çok geliştik, her şeyi öğrendik. Biz de insan yaratmayı başardık.”
Tanrı; “Çok güzel, tebrik ederim. Peki, nasıl yapıyorsunuz?” demiş. Sözcüleri; “Biz de aynen, senin yaptığın gibi yapıyoruz. Şuradan bir avuç toprak alıyoruz ve “ der demez, Tanrı “Bir dakika” demiş, “Herkes kendi toprağını kullansın”…
“Allah’ım sen mükemmel ve münezzehsin. Benim bu anlattıklarım, anlayabilelim diye söylediğim benzetmelerdir. Aslını nasıl olsa sen bize 86 Milyar yıl sonra gösterirsin” diye dua ederek bitirdi yaşlı Alabaş Koca sözlerini…
Saygılarımla.
H.Kayahan