İZMİR,07.05.2014
HUKUKUN DIŞINA ÇIKMA…
ŞERİAT (HUKUK) ve BAGÎLİK (TAŞKINLIK)
MUSA VE ABDLERDEN BİR ABD…
Kehf Suresi /60-81:
وَاِذْ قَالَ مُوسٰى لِفَتٰيهُ لَٓا اَبْرَحُ حَتّٰٓى اَبْلُغَ مَجْمَعَ الْبَحْرَيْنِ اَوْ اَمْضِيَ حُقُب ﴿٦٠﴾ فَلَمَّا بَلَغَا مَجْمَعَ بَيْنِهِمَا نَسِيَا حُوتَهُمَا فَاتَّخَذَ سَب۪يلَهُ فِي الْبَحْرِ سَرَباً ﴿٦١﴾ فَلَمَّا جَاوَزَا قَالَ لِفَتٰيهُ اٰتِنَا غَدَٓاءَنَاۘ لَقَدْ لَق۪ينَا مِنْ سَفَرِنَا هٰذَا نَصَباً ﴿٦٢﴾
قَالَ اَرَاَيْتَ اِذْ اَوَيْنَٓا اِلَى الصَّخْرَةِ فَاِنّ۪ي نَس۪يتُ الْحُوتَۘ وَمَٓا اَنْسَان۪يهُ اِلَّا الشَّيْطَانُ اَنْ اَذْكُرَهُۚ وَاتَّخَذَ سَب۪يلَهُ فِي الْبَحْرِۗ عَجَباً ﴿٦٣﴾ قَالَ ذٰلِكَ مَا كُنَّا نَبْغِۗ فَارْتَدَّا عَلٰٓى اٰثَارِهِمَا قَصَصاًۙ ﴿٦٤﴾ فَوَجَدَا عَبْداً مِنْ عِبَادِنَٓا اٰتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِنْ عِنْدِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِنْ لَدُنَّا عِلْماً ﴿٦٥﴾ قَالَ لَهُ مُوسٰى هَلْ اَتَّبِعُكَ عَلٰٓى اَنْ تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْداً ﴿٦٦﴾ قَالَ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْراً ﴿٦٧﴾ وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلٰى مَا لَمْ تُحِطْ بِه۪ خُبْراً ﴿٦٨﴾ قَالَ سَتَجِدُن۪ٓي اِنْ شَٓاءَ اللّٰهُ صَابِراً وَلَٓا اَعْص۪ي لَكَ اَمْراً ﴿٦٩﴾ قَالَ فَاِنِ اتَّبَعْتَن۪ي فَلَا تَسْـَٔلْن۪ي عَنْ شَيْءٍ حَتّٰٓى اُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْراً۟ ﴿٧٠﴾فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَا رَكِبَا فِي السَّف۪ينَةِ خَرَقَهَاۜ قَالَ اَخَرَقْتَهَا لِتُغْرِقَ اَهْلَهَاۚ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـٔاً اِمْراً ﴿٧١﴾ قَالَ اَلَمْ اَقُلْ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْراً ﴿٧٢﴾ قَالَ لَا تُؤَاخِذْن۪ي بِمَا نَس۪يتُ وَلَا تُرْهِقْن۪ي مِنْ اَمْر۪ي عُسْراً ﴿٧٣﴾ فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَا لَقِيَا غُلَاماً فَقَتَلَهُۙ قَالَ اَقَتَلْتَ نَفْساً زَكِيَّةً بِغَيْرِ نَفْسٍۜ لَقَدْ جِئْتَ شَيْـٔاً نُكْراً ﴿٧٤﴾
قَالَ اَلَمْ اَقُلْ لَكَ اِنَّكَ لَنْ تَسْتَط۪يعَ مَعِيَ صَبْراً ﴿٧٥﴾ قَالَ اِنْ سَاَلْتُكَ عَنْ شَيْءٍ بَعْدَهَا فَلَا تُصَاحِبْن۪يۚ قَدْ بَلَغْتَ مِنْ لَدُنّ۪ي عُذْراً ﴿٧٦﴾ فَانْطَلَقَا۠ حَتّٰٓى اِذَٓا اَتَيَٓا اَهْلَ قَرْيَةٍۨ اسْتَطْعَمَٓا اَهْلَهَا فَاَبَوْا اَنْ يُضَيِّفُوهُمَا فَوَجَدَا ف۪يهَا جِدَاراً يُر۪يدُ اَنْ يَنْقَضَّ فَاَقَامَهُۜ قَالَ لَوْ شِئْتَ لَتَّخَذْتَ عَلَيْهِ اَجْراً ﴿٧٧﴾ قَالَ هٰذَا فِرَاقُ بَيْن۪ي وَبَيْنِكَۚ سَاُنَبِّئُكَ بِتَأْو۪يلِ مَا لَمْ تَسْتَطِـعْ عَلَيْهِ صَبْراً ﴿٧٨﴾ اَمَّا السَّف۪ينَةُ فَكَانَتْ لِمَسَاك۪ينَ يَعْمَلُونَ فِي الْبَحْرِ فَاَرَدْتُ اَنْ اَع۪يبَهَا وَكَانَ وَرَٓاءَهُمْ مَلِكٌ يَأْخُذُ كُلَّ سَف۪ينَةٍ غَصْباً ﴿٧٩﴾ وَاَمَّا الْغُلَامُ فَكَانَ اَبَوَاهُ مُؤْمِنَيْنِ فَخَش۪ينَٓا اَنْ يُرْهِقَهُمَا طُغْيَاناً وَكُفْراًۚ ﴿٨٠﴾ فَاَرَدْنَٓا اَنْ يُبْدِلَهُمَا رَبُّهُمَا خَيْراً مِنْهُ زَكٰوةً وَاَقْرَبَ رُحْماً ﴿٨١﴾وَاَمَّا الْجِدَارُ فَكَانَ لِغُلَامَيْنِ يَت۪يمَيْنِ فِي الْمَد۪ينَةِ وَكَانَ تَحْتَهُ كَنْزٌ لَهُمَا وَكَانَ اَبُوهُمَا صَالِحاًۚ فَاَرَادَ رَبُّكَ اَنْ يَبْلُغَٓا اَشُدَّهُمَا وَيَسْتَخْرِجَا كَنْزَهُمَاۗ رَحْمَةً مِنْ رَبِّكَۚ وَمَا فَعَلْتُهُ عَنْ اَمْر۪يۜ ذٰلِكَ تَأْو۪يلُ مَا لَمْ تَسْطِـعْ عَلَيْهِ صَبْراًۜ۟ ﴿٨٢﴾
Musa ve Hızır olarak bilinen kıssayı hemen herkes duymuştur. Musa peygamber, şeriatcı/hukukcu kimliği ile, hukuka uymayan davranışlar yapan bu kişinin yaptıklarına dayanamamış ve yanından uzaklaşmıştır. Başta bu kıssaya dayanarak bazı kişiler de, “ALLAH TARAFINDAN GÖREVLİ OLDUKLARI ve kendilerinde buna benzer özellikler olduğunu” beyan ede gelmişlerdir…
Daha önceki yazılarımda ve yorumlarımda da değindiğim bu kıssayı; Üstad Karagülle’nin son makalelerinin bende çağrıştırdıkları üzerine biraz daha açmak istiyorum.
Fetasına/yardımcısına; “İki bahrın mecmuuna baliğ oluncaya (iki nehrin birleşimine ulaşıncaya) VEYA hukba imdat edinceye (azık çantası medet deyinceye) kadar berh etmeyeceğim (durmayacağım) demişti. Böylece iki şarta bağlı bir yolculuğa çıktığını bildirmişti. Hangisi önce gerçekleşirse oraya kadar devam edecekti.
İki bahrın mecmuunun beynine (iki nehrin birleşiminin arasına/yakınına) varınca hûtlarını/azıklarını unuttular. O da nehirde sebilini/yolunu bulup kayboldu… Burada henüz birleşim noktasına varmadılar, yalnızca “oranın BEYNİNE” vardılar… Böylece birinci şart henüz gerçeklememiştir.
Orayı aştıklarında yardımcısına; “gıdamızı getir, ……” dedi.
Yardımcısı ona “sahraya/karaya sığındığımızda ben onu unuttum….” Dedi.
Musa şartın ikinci kısmını, yani azıklarının(hût) kalmadığını anlar, anlamaz; “boğalaşacağımız/taşkın olacağımız şey odur/orasıdır…” dedi ve izleri üzerine oraya (AZIKLARININ TÜKENDİĞİ YERE) geri döndüler. Musa da burada, (ne olduğunu bilmediğim bir sebepten) “BAGV/BAGY” fiilini kullanıyor. BOĞA kelimesi buradan gelir. Azgınlık, taşkınlık manasındadır. Şeriattaki, Hukuktaki karşılığı; “YASANIN DIŞINA ÇIKMA, TAŞMA” demektir. Niçin böyle bir arzusu olduğunu, doğrusu bilmiyorum. Eski Mısır, “darül hukuk”; güneydeki Nübye/SUDAN ise “darül Bagy” olabilir. Merkezi hukuk, tüm devleti bağlayan merkezi yasalar orada olmayabilir. Bölge bölge farklı uygulamalar, keyfilikler olmuş olabilir belki o tarafta. Medeni dünyadakiler, bugün bile, “faşing” benzeri uygulamalarda her türlü taşkınlığı yapmaktadır… Dr. Mete Fridin’in buluşuyla, bu seyahatin Nil’in güneyine doğru, MAVİ NİL ile BEYAZ NİLİN birleştikleri yere doğru yapıldığını anlıyoruz ama bunun gerekçesinin ne olduğunu bilmiyoruz…
Orada;
İNDİMİZDEN BİR RAHMET İTA ETTİĞİMİZ,
LEDUNUMUZDAN BİR İLMİ TA’LİM ETTİĞİMİZ,
ABDLERİMİZDEN BİR ABD VECDETTİLER.
Karagülle; Allah kelimesini Devlet, Resul kelimesini Başkan, Allah ve Resul terkibini geçici yargı, Allah ve (onun) Resulü terkibini ise Yargı/kesin yargı olarak kullanmaktadır. Ben bunu biraz değişiklikle şöyle düşünüyorum. Resul; Başkan değil, Başbakandır (yürütmenin başıdır). Başkan, Nebidir. Diğer başkanlar da Nebidir.
Ben Allah kelimesine bir açılım daha getiriyor ve sadece Allah denmişse Devlet, Kamu, Genel Yönetimler; “ALLAHU RABBİL ALEMİN/toplulukların yetiştiricisi Allah denmişse; YEREL YÖNETİMLER olarak kabul ediyorum. Bir Teolog için Allah, her zaman YARATICI, Resul de her zaman PEYGAMBER manasındadır. Fakat bir fizikçi, bir biyolog, bir sosyolog, bir ekonomist bu kelimelere bu manalarla bakmaz, bakmamalıdır da.
Burada temel esas şudur. Nasıl ki harfler ayrı ayrı olunca harftir ama yan yana olunca artık müstakilliklerini ve tekil anlamlarını kaybederek kelime manasına dönüşürlerse; kelimeler de yan yana geldiklerinde eski manalarının yanında yeni manalar da oluştururlar.
Bütün bunlar, “paralel okumalar/MÜTEŞABİHAT(BENZEŞENLER)” dediğimiz ANLAMLANDIRMALARDIR. Bunlar MECAZ değildir. Bunlar müteşabihler, yani birbirine BENZEŞ/TÜRDEŞ OLANLARDIR. Bana göre bunların hepsi “HAKİKİ MANALARDIR” ama AİT OLDUĞU İLMİ DİSİPLİN İÇİNDE OLMAK KAYDIYLA. Her ayet, her kelime bütün dallarda bir mana ifade eder, etmektedir; biz onu bulmaya çalışmalıyız. Yeni “bin yılın” MUCİZESİ BU OLACAKTIR.
Bu bakış açısıyla, yukarıdaki ÜÇ İBAREYİ yeniden düşünelim… Bu ibarelere, geçmiş makale veya yorumlarda da değinmeye çalışmış; “bu ibareler, devlette/KAMUDA birer müesseseye, veya benzeri olgulara işaret ediyor olabilir” demiştim. “İNDİ” ve “LEDUN” kelimelerine KAMUSAL MANA vermek gerekir.
Musa’nın da haklı çıkışında göründüğü gibi, bu kişi hukukun dışına çıkmakta, olayların akışını değiştirmektedir. Varsın Teologlar bu tasarrufları “manevi görevli, vb” ifadelerle izah esinler. Bu bize gerçek hayatta bir şey katmamaktadır…
“Ledün” kelimesi; gizli, iç, derin gibi kavramlarla ilişkilendirilmektedir. Bu bana “DERİN DEVLET”i, “İSTİHBARAT”ı çağrıştırmaktadır. “Ledünnümüzden bir ilim ta’lim ettiğimiz” demek; “GİZLİ(devlet sırlarından) BİR BİLGİ ÖĞRETTİĞİMİZ” manasındadır. Bugün de her devlette “devlet sırrı” kavramı vardır, bunlar belirli bir süre açıklanamaz, açıklayanlar hakkında hukuki ve cazai işlem yapılır.
“İndi” kelimesi, yanımızdan; yani “KATIMIZDAN, NEZDİMİZDEN” manasındadır. Bu, bir kararname, genelge, vb bir belge olmalıdır. Rahmet ise, RUHSAT, imtiyaz, selahiyet, GENİŞLİK, SERBESTLİK gibi bir manada olsa gerektir. Bu ya Meclisten, ya Hükümetten, ya da Cumhurbaşkanlığından verilmiş BİR DOKUNULMAZLIK BELGESİDİR, BİR İMTİYAZDIR. Dokunulmazlığın başta milletvekillerinde olmak üzere, derece derece pek çok uygulaması vardır. Polis askerin karıştığı trafik kazasına bile karışmıyor. Mit mensuplarına ne polis ne jandarma karışabiliyor, vs.
“Abden min abdina” ise; “VATANDAŞLARIMIZDAN BİR VATANDAŞ” demektir ki, bu görevler sadece vatandaş olanlara verilebilir. Yabancı veya mülteci veya misafir gibi kimseler bu görevlerde kullanılamazlar. Bu statü “ellezine amenû” gibi bir statüdür, hangisi daha üstündür, henüz bilmiyorum.
Kıssanın gelişen bölümlerinde bu uygulamanın “ÜÇ ÖRNEĞİ” anlatılmaktadır. Başka yerlere belki KIYAS ile uygulanabilir, henüz onu da araştırmadım. Bu konulardan ilki ve hemen anlaşılanı; “SAĞLIKLI NESİL OLUŞTURULMASIDIR” Belki buradaki bebeğe/çocuğa kıyasla yaşlıların “ÖTENAZİ” olayı da irdelenebilir. Diğer iki olay ise siyasi ve iktisadi gibi görünüyor. Anlatılan her üç olayın da “illet ve hikmetlerini” ayrı bir makalede işlemek istiyorum. Arkadaşlardan ELEŞTİRİ VE KATKI gelebilmesi için işaret etmeye çalıştım.
Saygılarımla.
H.Kayahan