ALLAH’I TANIMAK
24/07/2012, İZMİR
Kuran, büyük bir YAPBOZ/PUZZLE ‘a benzer. 1700-1800 parçacık vardır ama bu parçacıkların şekli, rengi, vs pek de rijit değildir. Farklı, farklı kalıplara/şekillere girer, farklı, farklı terkipler yapar, binlerce olan parça sayısı on binlere çıkar. Eskiler bunları kendi bilgi ve ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirmişler, renklendirmişler ve anlamlı bir tablo oluşturup onunla yaşamışlardır.
Aradan geçen 1400 yıl, hem maddi dünyayı, hem de sosyal dünyamızı epey değiştirdi, değiştirmeye de devam edecek. Teknik ve sosyal evrim ve gelişme, Cennet’i bulana kadar da devam edecek. Bizler de, yeni ihtiyaç ve yeni algılarımızla, farklı anlamaya çalışıyoruz. Fakat bu YAPBOZ’un bir parçasını değiştirdik mi, kalan parçalar artık yerine oturmuyor, oturmuş gibi görünse bile, anlamlı tek parça bir tablo elde edilemiyor. Elbette burada PARÇA’dan kastımız; kurandaki KELİMELER / İBARELER / KAVRAMLARDIR.
“… Zikr için Kuranı yesrettik, Müddekirden kimse yok mu?.../ Müzakere etmeniz için(bunun Türkçesini bilerek yazmadım), Kuran’ı kolaylaştırdık, müzakere edenlerden kimse yok mu?” dediği halde, bize bu iş neden zor geliyor? Böyle bir ibareye rağmen bu iş, hiç de kolay görünmüyor. Çünkü bütün konular birbiri ile bağlantılı ve bir konuyu anlamak için Kuranın tamamını anlamak gerekiyor. Bir parçaya dokundunuz mu, adeta bir domino etkisi gibi, bütün parçalara dokunmak kaçınılmaz oluyor.
Yıllar önce Üstad Karagülle bize Adil Düzeni ve onun getirdiği yenilikleri anlatıyordu. Bir yandan da, medeniyetin başlangıcındaki, eskilerin aralarında yapmış oldukları o müthiş tartışmaları da aktarıyordu. Ben de; “eğer bu yeni bir medeniyet olacaksa, bilinen bütün kabuller yeniden tartışılacaktır hatta ibadetler bile” mealinde bir şeyler söylemiştim. Üstadın, biraz da şaşırarak, ibadetlerin nesi var ki, onların nesini tartışacağız ki” gibisinden baktığını, itiraz ettiğini hatırlıyorum. Hala da öyle inanıyorum. Bana göre ibadetlerin şekli değişmeyecek ancak gerekçeleri değişecek. Salat’ı, bizi insan olarak yarattığı için yaratıcıya teşekkür etmek için değil de, başka bir şeyin vazgeçilmez bir unsuru olduğu için yapacağız. Her zaman vurguladığımız gibi, eskilerin öngördüğü sonuçları yadsımadan, onları yanlışlamadan, ek olarak, ilave bir zenginlik olarak bu gerekçeleri söyleyeceğiz. En basit gördüğümüz, en iyi anladığımızı sandığımız şeyleri de tartışacağız. Çünkü bu dev yapbozun bir parçasıyla oynadınız mı, kalan bütün parçaları da kontrol etmeniz gerekir. İyi bir işçilik yapmamışsanız parçalar oturmaz, parçaları oturtmayı başarsanız bile resminizde bazı bulanıklıklar kalacaktır.
Bizler şimdi tam da bu aşamadayız. Tartışmaya herkesin katılması lazım. “Lüzumlu-lüzumsuz” demeden, “bu, adamı küfre götürür” gibi endişeleri duymadan, her konunun alabildiğine tartışılması lazım. Korkmayınız, fikir hürriyeti İslamiyet’te en geniş haliyle var. Son ayetlerden birinde, “… deki ey Kafirler, sizin dininiz size, benim dinim bana…” demiyor mu? Demek ki, Kafirleri de, onların küfrünü de tanımış oluyor, yanılıyor muyum? Bu ibareden, onlarla dost-kardeş olalım, manası elbette çıkarılamaz. Gereken tebliğ ve cihat aralıksız devam edecektir. Ateist olanlara bundan dolayı bir had uygulanmıyor. Hadler eylemlere karşı uygulanır, fikirlere karşı değil.
Herkesin ilgisini çeken konuların başında FELSEFİ/KELAMİ konular gelir. “NEDEN/NİÇİN” sorularının doğal muhatabı zaten onlardır. Diğer konular biraz daha tekniktir. Dil/hukuk, ve matematik/sistematik gibi aletlerin beraberce kullanılmasını gerektiriyor. Arkadaşlarımızdan, İBARELERİ / KAVRAMLARI iyi analiz edenler başta olmak üzere, herkesin bu tartışmalara katılması gerekir. Bu platformun dışındakilerin ise ne düşündüklerini, düşünüp-düşünmediklerini bile bilmiyoruz.
Makale yorumlarında İBADET ve SALAT ile ilgili olarak ciddi bir heyecan yaşandı. Salat, ibadet değildir, manasına gelebilecek şeyler söylendi. Hâlbuki kabaca, Allah’ın kulları idik ve bu kulluk vazifemizi de namaz (Salat) kılarak, oruç tutarak, yani ibadet ederek yerine getiriyorduk. Önerme gerçekten şaşırtıcı idi. Namaz da ibadetten sayılmayacaksa nasıl ibadet edecektik? Gerçi hep söyleniyordu; Allah’ın bizim namazımıza ve orucumuza ihtiyacının olmadığı, ona şükür borcumuzu böyle yerine getirdiğimiz ve benzeri izahlar. İşte yeni kelamcılara burada ihtiyaç var. “NİÇİN” NAMAZ KILMAMIZ GEREKİYOR? SORUSUNA ÖNCE ONLAR CEVAP VERECEKLERDİR. “NASIL” ibadet yapacağımızı, “NASIL” salat edeceğimizi, teknik düşünen arkadaşlar belki söyleyebilirler, ama yeni bir medeniyetin şafağında bunların NİÇİN’ini söylemek, yeni kelamcılara düşüyor.
Çok olmasa da şaşıranlardan biri de ben oldum. “Ne yapayım, kime danışayım?” diye düşünürken, Hz. Musa’nın kendine “kullardan bir kul” bulması gibi, ben de kendime bir kişi aradım. Hatırladığım bir pir-i fani vardı, hemen gidip onu buldum. Başladım ona sorular sormaya…
Dedim: “Dede işler karıştı, kavramlar yerinden oynadı ve yerine oturacak gibi de görünmüyor. Sen ne dersin bu hususta?”
Dedi: “Evlat; İbadet, Salat, Zina, Nikah gibi ibarelerden önce bir ibare var ki, sen onu tarif etmekle işe başlamazsan, kalanlar havada kalır, yerlerine oturmaz. Önce o ibareyi anlayacaksın, onu tanıyacaksın ki, temelin sağlam olsun, üstüne koyduğun diğer malzemeler yıkılmasın”
Dedim: “Dedem, bu her şeyden önce gelen, her şeyin evveli olan ibare de nedir?”
Dedi: “Her şeyin evveli olan o ibare, ALLAHTIR. Sen eğer Allah’ı tanımıyorsan, onu tarif edemiyorsan, kalanları yerlerine yerleştiremezsin. Onu anladıktan sonra gerisi çorap söküğü gibi gelecektir. Çünkü o Kuranı kolaylaştırmıştır.”
Dedim: “Dedem, bana şu senin anladığın Allah’ı anlatır mısın?”
Dedi ki: “Evlat bu Allah’ı sana anlatırım anlatmasına da, sen benim anlattıklarıma razı olamazsın. Hadi sen bir şekilde hazmettin, ama senin anlatacağın insanlar anlayamazlar ve geçmişte Hallaç-ı Mansur’u öldürdükleri gibi bize de eziyet ederler diye korkarım. Gerçi ölümden korkulmaz, ondan kaçış yoktur, ama ecel-i müsemma ile ölmek daha iyidir. Eğer benim anlattıklarıma dayanabilirsen, sana, benim anladığım Allah’ı anlatırım”
Bundan sonra okuyacaklarınız, ALABAŞ KOCA’nın (kendisinin bu rumuzla bilinmesini istedi) Allah hakkında bana anlattıklarının kısa bir özetidir.
Amerikan bilardosunu bilirsin. Masanın ortasına bir sürü topu bir arada koyarlar ve ilk başlayan oyuncu öyle vurmaya çalışır ki, o tek vuruşta bütün toplar deliklere girsin. Ama bu mümkün olmaz. Zira ne bilgi, ne de güç, vb yeterlidir. Allah ise her şeyi bilen, her şeye gücü yetendir. İşte o, yaklaşık 13,7 milyar yıl önce bu evreni oluşturan kuantlara bir kere dokundu (“kün/ol” dedi) ve hepsi, yerli yerine kendileri gidiyorlar. Bir kere planladı ve o plan, onun öngördüğü nihayete dek, değişmeden ve bir müdahale gerektirmeksizin işleyecek. Sübjektif müdahalelerde bulunmayacağını da, “ONUN SÜNNETULLAHINDA TEBDİL, TAYGİR VE İPTAL BULAMAZSIN” diyerek, bizi temin etti. Zaman içinde müdahale edecek şekilde de planlayabilirdi ve bu onda bir eksiklik de oluşturmazdı, ama o böyle yapmadı ve her şeyi baştan irade etti ve sadece “OL” dedi.
Kendisi zamana (ve mekana) bağlı olmamasına rağmen, kendinin gayri olanlar –bizler de dahil- zamana (ve mekana) bağlı idi.
Sonra bir şey oldu. Evrenin kütlesi ile kıyaslanınca adeta esamisi okunmayan, yok hükmünde olan varlığı ve evrenin oluşumuna göre (13,7 MİLYAR YIL); adından bahsedilmeye değer bir şey olana kadar geçen zaman, birkaç 10 BİN YILI geçmeyen İNSANI, ARZ’da/kıyasla EVRENDE “HALİFE” kıldı. Bu, gerçekten hayrete şayan bir şey idi ve buna şaşıranlar da oldu… İnsanı halife yaptı ve (kademe kademe) İNSAN TOPLULUĞUNU DA “VEKİL” YAPTI. Kendisine ait bütün HAK ve YETKİLERİNİ, GÖREV ve SORUMLULUKLARINI DA TOPLULUĞA DEVRETTİ.
Allah’ı düşünmeye çalış. Tek şuurlu varlık o olsun. Onun gayrı varlıkları da şuursuz kabul et, bu durumda Allah’ın var olduğu nasıl bilinecek? Kimse onu bilmiyor, görmemiş, duymamış, zihninde dahi canlandıramamış. Öyleyse bilme eylemi için “zi şuur” en azından bir varlığa daha ihtiyaç vardır. Bu kadar da yetmez. Bir âmâyı düşün, gören gibi algılayabilir mi, evreni? Bir sağır düşün, duyan gibi algılayabilir mi evreni? Tat alma duyusu olmayanı birini düşün, o eşsiz lezzetleri ona nasıl anlatabilirsin ki? Allah’ı tam olarak kavrayabilmek, onun bütün sıfatlarını idrak edebilmek için, onunla aynı vasıflara sahip olmak gerekir. BU varlığın herhangi bir vasfı eksikse, Allah’ın o vasfını idrak edemeyecek ve Allah’ı eksik tanıyacak, eksik tanımlayacaktır. Tevrat’taki “…Allah, insanı kendi suretinde yarattı…” ibaresinin manası budur. Fakat yanlış zehaplara kapılma. Aynaya baktığında kendini görürsün değil mi? Orada bir tane daha sen var görünür, değil mi? Ama sen yoksan o da yoktur. İşte Allah için de durum budur. Allah varsa, sen dâhil evren, onun aynadaki yansıması gibi görünür ama aynanın arkası boştur. Bu öyle bir paradokstur ki insan aklı çözemez. Sen onun ne aynısısın, ne de gayrisisin. Hemen “böyle bir şey nasıl olur?” deme, düşünmeye ve anlamaya çalış.
Eskiler, önce “…Allah’ın eli, sizin elinizin üzerindedir…” ve benzeri ifadelerle karşılaşınca Allah kelimesini gerçek manasında bırakıp, “YED/el” kelimesi ve benzerlerine mecazi anlamlar vererek konuyu hallettiler. Fakat sonra “…ve akridullahe karden hasenen… / Allah’ hasen bir karzı(krediyi) ikraz et/ver… ”, gibi ibarelerle de karşılaştılar. Allah’a nasıl kredi verilebilir, yeri nerede, altını gümüşü nasıl vereceğiz ve benzeri soruları tartışmaya başladılar. Allah kelimesinin dışındakilere mecaz manalar vererek işi halletmeye çalışınca da neredeyse bütün kavramlar mecazi olmağa başladı. Bunun üzerine, en azından bunun gibi yerlerdeki ALLAH kelimesinin, Allah’ın zatını ifade etmediğini, bu ibareye mecazi anlam verince kalan ibarelerin yerine oturduğunu gördüler. Buradaki ALLAH kelimesinin TOPLULUĞU ifade ettiğini, “HUKULLAH/Allah’ın hakları” içine girenlerin de, toplulukların topluluğu olan DEVLET’e ait olduğunu, devlet tarafından alındığını ve verildiğini kabul ettiler. Bu şekildeki ALLAH=DEVLET kabulü birkaç konunun dışında düşünülmedi ve geçmiş medeniyette böyle bir gereksinim de olmadı.
Şimdi ben sana Kurandaki Allah’ı anlatacağım.
ALLAH ve RAB kelimeleri, Allah’a ait olan ESMA-UL HÜSNALAR, onun bütün SIFATLARI, onu ifade eden bütün ZAMİRLER, İZAFET TERKİBLERİ, vs; topluluğu, KAMUYU, en büyük topluluk olan DEVLETİ ifade eder.
Allah denildiği zaman, en geniş haliyle topluluğu, topluluğu temsil ve ilzam eden meclisleri(seçilmişleri) düşün. Onun için hukukta Meclisler, Genel kurullar “la yüs’el” kabul edilmişlerdir. Çünkü onların üstünde herhangi bir otorite kabul edilmemiştir ve edilemez de. Halbuki biz sadece Allah’ı “la yüs’el” kabul ediyorduk değil mi..? Onların karar ve tasarrufları adeta Allah’ın tasarrufları gibi sorgulanamaz.
“Rabb” ve türevlerini söylediğinde ise yerel toplulukları anlayacaksın. Allah, seçilmiş başkanları olan, yani tüzel kişiliğe haiz toplulukları, Rab ise atanmış başkanları olan ve tüzel kişiliği olmayan hizmet topluluklarını ifade eder. “Allah-u Rabb-ül Alemin” gibi ibareleri daha dikkatli düşünmeni rica ederim. Bir sıfatını, sadece Allah’ı veya sadece Rabb-ül Alemin demesi yeterli iken, bu terkib, farklı bir mana, farklı bir kurumu ifade etmek içindir…
“ElHamd-u lillah.” dediğinde, “her türlü RANT/karşılık artan değer, kişilere değil, kamuya aittir” demiş olur. Hak etmeden oluşan bir kazanç varsa, bu sadece ve sadece yerel topluluğa ait olacaktır demektir. Bugünde buna benzer uygulamalar aynıdır. Mesela “şerefiye” paylarını, merkezi hükümet almaz, yerel yönetimler alır. Allah’ın zatının dışında her şey ikili olarak tasarlanmış ve öylece denge oluşturulmuştur. Sen ibareleri bu gözle incelersen açıkça görürsün.
“Errızk-u alallah” dediğinde, “Geçimlik/yaşamlık, topluluğun/kamunun/devletin üzerinedir” demektir. Fakir veya miskin her kim olursa onun yaşamasına yetecek gereksinim kamu tarafından temin edilecektir.
“…lehu-l mülk-üssemavat vel Ard(z)…” dediğinde, mutlak manada şahıs mülkiyeti olmadığını, Arzda ve Evrendeki mülkiyetin (Allah’a), Kamuya ait olduğunu, sadece zilyetlik mülkiyetinin kişilerde olabileceğini söylemiş olur.
“…fa’buduni/bana ibadet et…” dediğinde, “…bana/topluluğuma/devletime VATANDAŞ OL…” demektedir. Farklı vatandaşlıklar vardır.
“…Mü’min…” dediğinde, bu topluluğun/devletin güvenliğini üzerine alanları ifade etmektedir. Bu külfete karşılık seçme ve seçilme hakkı bunlarındır. EMENE kelimesinin edilgeni de aynı şekilde yazılır ve okunur, Türkçesi güvenmek olan bu kelime aynı zamanda güvendirmek manasına da gelir. Diğer insanların güvenliği bunlar tarafından sağlanır. Bu konuda Hz. Peygamberin çok veciz ve bu hususu çok açık vurgulayan hadisine bir daha bakmanı salık veririm.
Her Cuma günü iç ezandan önce müezzin “… İnne (A)llahe ve Melâiketihi yusallune ala EnNebi, ya eyyühellezine amenu sallu aleyhi ve sellimu teslime…” diye seslendiğinde “ Meclis/Seçilmişler ve onun yüksek bürokratları/Atanmışları Başkan’a saygı gösteriyorlar, saygı duruşunda bulunuyorlar, ey güvenliği temin edenler, siz de ona saygı gösterin ve onu teslimen selamlayın…” demiş olur. Buradaki Salyetmeyi, sabredebilirsen sana daha sonra anlatayım.
“…Müslim…” dediğinde, güvenlik hizmetine bedeni olarak değil, mali olarak katılanlar demektir. Buna karşılı sadece seçme haklarını kullanırlar.
“… Araftakiler…” ise birkaç kısımdır, misafirler, mülteciler, vb…
“… ma meleket eymanüküm/köle…” dediğinde ise vatanını kaybetmiş ve henüz bizim de vatandaşımız olamamış insanları ifade eder. Çeşitli mekanizmalarla onları vatandaş yapar. Kuran bir müesseseyi tarif etmişse, o artık kıyamete kadar devam eder, NESH YOKTUR, sadece sen onu algılayıp, tarif edememişsin demektir. Nesh’i kabul etmek; “Allah iyi düşünememiş; modası, zamanı geçecek hükümler de koymuş” demiş olursun ki, bu akla muhaldir.
“Resül”, yürütmenin başıdır (başbakan benzeri).
“Nebi”, devletin başı, başkan, cumhurbaşkanı gibidir. Hem Resul, hem Nebi olanları bugünkü tabirlerle “BAŞKANLIK-YARI BAŞKANLIK” sistemleri gibi düşün.
“ekimussalat” dediğinde ise en yalın haliyle, TOPLAN, TOPLATI YAP, demektir. Salat; iftidah tekbiri ile başlayıp, esselamü aleyküm ve rahmetullah lafzıyla biten bir eylem değildir. Salat, Ezan/Çağrı ile başlar, içinde bizim NAMAZ diye bildiğimiz kısımı da havi daha geniş ve topluluğun(elbette kademe kademe) bütün fertlerinin katıldığı ve topluluğun yaslarının teaddi edildiği bir eylemdir ve o mekandan ayrılırken söylediğimiz, “tekrar görüşünceye kadar” ibaresine kadar devam eder. 24 rüknü vardır, kendisi ile beraber 25 olur. Daha sonra tekrar konuşuruz inşallah.
“…fa’buduni ve ekımıssalate lizzikri…” dediğinde, “… bana vatandaş ol ve müzakerem için salatı kıl, ortaya koy…” demektedir. Salat, topluluğun oluşması için şarttır; Topluluk da, Salattan başka bir şey de değildir.
“Rahman”, Çalıştıran/herkese iş bulan; “Rahim” yaşatan/herkese aş bulan demektir. Vb…
Salat, bireyleri pişirerek, topluluğu oluşturur; Zekat, Sadaka ve Enfal gibi mali yükümlülükler ortak bütçeyi oluşturur ve topluğun ihtiyaçları bununla karşılanır; Savm oruç ise, bireylerin deprem, sel, yangın gibi Tabii afetler ile savaş, terör gibi insani afetlere karşı hazırlıklı olmasını temin eder, aç ve susuz kalınca nasıl yaşanacağını öğretir. Diğerlerinde olduğu gibi daha pek çok faydayı da havidir. Hac ise bütün insanların eşit olduğunu, tek olan Allah’ın halifesi olduğunu ve aralarında sosyal, ilmi ve ekonomik menfaatler oluşmasını sağlar.
“Kafir”, yasa ve yargı tanımaz demektir. Kuralsız yaşayan, hakkını kendisi almaya çalışan demektir. Bunun en ileri aşaması, anarşi ve terördür, düzene karşı silahlı kalkışmadır. Bir kere düzen temin edilmişse, ne kadar zalim de olsa, orada kalkışma olamaz. Yapılabilecek bir şey kalmamışsa, orayı terk etmek gerekir. “Allah’ın Arzı vasi değil miydi?”demiyor mu Allah..?
“Müşrik” ise, yasa ve yargıyı tanımasına rağmen, bir yolunu bulup (iltimas gibi, kayırma gibi, rüşvet gibi), müeyyideyi devre dışı bırakan demektir. Bu, kafirden de eşeddir. Zira Kafir, tek kişi olduğu halde, bu, yapacağı eylemde kendisine, en az bir ortak bulmalıdır. Yasayı delen kişi sayısı böylece otomatikman iki veya yukarısına çıkmış olur…
Hasılı evlat; Allah “Alim” ise, devlet de Alimdir. Allah “Basiir” ise Devlet de Basiirdir. Aziz ise, o da Aziz, Mütekebbir ise o da mütekebbirdir. Bütün sıfatları böyledir.
Allah’ın Arzda ve Evrende vekili olan Devlet/Kamu, Allah’ın bütün sıfatları ile muttasıftır. Bugün ilmimiz yeterli olmadığı için Allah’ın bazı isimleri, bazı sıfatları, bu kabule çok aykırı gelebilir. Sen buna tahammül edip, sabredebilir misin?
“… Haza firakun beyni ve beynek…/… bu seninle benim aramdaki ayrılıktır”… “ diye bağırmamak için kendimi tuttum. Biraz daha sabretmeye karar verdim.
Ben de sizlere Meryem oğlu İsa gibi derim ki; “men Ensarî ilallah?”.
Bakın o, “men ensarullah/Allah’ın yardımcıları kimlerdir?, men ensarii lillah/Allah için benim yardımcılarım kimdir” demedi. “İlallah” Allah’a/Devlet’e doğru benim yardımcılarım kim(ler)dir? dedi. Alabaş Koca beni de mi etkilemeye başladı ne..?
Saygılarımla.
H.Kayahan