HARUT ve MARUT, FİRİDİN ve RASYONALİZM
Önce özel:
Sayın Dr. Mete Firidin’e hayranım ve seviyorum. Kendisine teşekkür ederim. Benim sularımda dolaşıyor. Yani benim çok sevdiğim konular etrafından tespitler yapıp, yorumlar yapıyor. Vakit bulamadığım için katkıda bulunamıyordum. Madem ki Sam arkadaşın vesilesi ile yazmaya başladık, artık Mete beye de biraz dokunduralım yani… Bağı bağbansız görüp, destursuz girmek olmaz değil mi??? Tabi bunlar şaka ve muhabbeti arttırmak için söylüyorum. İlginç keşifleri için onu tebrik ediyor, devamını diliyor ve aklını dizginleyen bütün kabullerden kurtulmasını salık veriyorum. Sam’ın dediği gibi “aklı bir kere serbest bıraktın mı, onu durdurmak artık imkânsızdır.”
İlginç ilhamlar alıyor ama rasyonalist yorumlardan kaçınıyor. Harut ve Marut ile Babil, Melik kelimesi etrafındaki yakaladıkları muhteşem ve tam isabet ama Şeytan, Kafir, Küfür, Mer’i ve Zevcihi ve Fitne kelimelerini yakalamayınca yorum tamamen klasik ekoldeki gibi sihir yapma, büyü yapma, karı kocanın arasını bozma gibi; “adeta, dam başında saksağan…” versiyonu olmuş. Bütün okuyucu ve yazarlardan istirhamım; benim yazılarımda da olduğu gibi, zaman zaman maksadı aşan kelimeler olabilir. Bunları edebiyattaki mübalağa/vurgulama unsurları olarak kabul ediniz. Dikkat çekmek için söylenmiş kabul ediniz. Fikirleri tartışalım, sahiplerini değil.
Sonra genel:
Mete beyin makalesinin üstünden 1,5-2 ay geçtiği için, belki kimse geçmiş makaleleri okumaz endişesi ile, yorumumu ayrı bir makale şeklinde ama kısa yazmaya çalışacağım. Ayetin Tamamını analitik olarak yorumlamak çok zaman ister. Ne yazık ki benim yazı yazma hızım saate yarım sayfa kadardır, o da konunun bütün unsurları önümde hazırsa.
Süleyman peygamberle beraber daha çok geçen şeytan, cin, gavvas ve benzeri kelimeleri oldum olası klasik anlayış içinde yorumlayamamışımdır. Yeterli ilmim ve araştırmam da –ki bunlar için ciddi vakit gerekiyor- olmadığı için varsayımlarım olsa da sistematik bir şekillendirme yapamıyordum. Benim de buna benzer şekilde Habil ve Kabil ile ilgili hem yazılmış bir makalem, hem de Erginlik teorisi içinde yorumlarım vardır.
İlk yerleşik medeniyet Sümer’de ortaya çıkmıştır. Göçebe toplumunda hukuk başka, yerleşik toplumda hukuk kuralları başkadır. Yaklaşık 10.000 sene önce göçer kurallarını bırakmak istemeyen topluluk, Nuh Tufanı ile cezalandırılmış ve ondan sonra yerleşik hayatın hukuku gelişmiştir. Mesela ilk anda size tuhaf gelebilir ama bana göre Suhuf-u İbrahim, Hammurabi kanunlarında vardır. Zira oradaki şekil yazısıdır ve soldan sağa okuyanlar aynı şekli “İbrahim/Abraham” olarak, sağdan sola doğru okuyanlar da aynı şekli “Hammurabi” olarak okuyabilirler. İkisindeki harfler aynıdır. Eğer böyle ise Allah’ın Kuran’da “Suhuf-u İbrahim ve Musa…” demesi anlaşılabilir. Musa’nın sahifelerini “Tevrat” olarak buluyoruz. (Bozuk veya eksik olsa da.) ama İbrahim’in sahifeleri nerededir? Bulunamayacaksa niçin zikredilmiş olsun? Tercümelerde eksik bilgi veya kasıttan dolayı hoşumuza gitmeyen ifadeler olabilir. Bugünkü Tevrat’ta da böyle ifadeler vardır. Müstehcen ifadeler, ensest ilişkiler anlatılmaktadır. Bunların tahrifatlarla oluştuğunu kabul eder, geçeriz. Zira, Kuran’ı muhafaza edeceğini sahibi söylüyor ama eski kitapları için böyle bir söz vermemiştir. İbrahim’in sahifeleri/Hammurabi Kanunlarını da böyle tahrif edilmiş metinlerden sayarız. Ele geçen tabletler ilk nüsha mıdır, hangi katip tarafından kaçıncı çoğaltılışıdır, resmi veya özel bir kopya mıdır, katip hataları veya tercüme hataları var mıdır ben bilmiyorum.
Gelelim olayımıza…
Bugün ehlileştirilmiş olarak istifade ettiğimiz bitki ve hayvanların çoğu ortalama olarak 5000 ile 10000 yıl öncesi dönemde elde edilmiş hâsılalardır. İlk yabani buğday ziraatı Torosların güney yamaçlarında 10000 yıl önce başlamıştır. Kendiliğinden tabiatta var olan bu bitki insanlar tarafından ekilmeye başlanmıştır. Babil dolaylarında ise (“bi” harfini kullanmış, fi, li, ala kullanmamış) bu türler kültüre alınmıştır. Hem de 20. yüzyılda yaptığımız gibi. Kuran’ın anlattığı budur. Buna “ÇAPRAZ DÖLLEME/SHUTTLE BREEDING VE GERİ MELEZLEME” deniyor kısaca. Bu konuda adı “Dünyayı Doyuran Adam’a” çıkmış olan ve 1970 yılı Nobel Barış Ödülüne layık görülen Norman Borlaug’un hikayesini ve buğday bitkisinde yaptığı çapraz döllenmeyi, Bilim ve Teknik dergisinin Kasım/2011 sayısında okuyabilirsiniz. Belki bu konuda makalenin yazarı Bahri Karaçay’ın www.bahrikaracay/blog adresi de faydalı olabilir.
Çapraz dölleme kısaca şöyledir: Bir ürün erkek ve dişilerini (Kuran’ın ifadesi ile Mer’i ve zevcihi) birbirinden ayıracaksınız. Birbirleri ile döllenmelerine müsaade etmeyeceksiniz. Eğer dişilik ve erkeklik buğday gibi aynı ürün üzerindeyse; çaprazlamada kullanılacak ilk bitkinin çiçeklerinin üst yarısını makasla kesip, polen üretmeye başlamamış olan erkek organlar koparılıp atılır, dişi organına dokunulmaz. Rüzgârla döllenmemesi için bir torbayla kapatılır. Çaprazlama yapılacak ve vasıfları ilkinden farklı olan diğer bitkinin çiçeklerindeki olgunlaşan erkeklik sporları ilkinin üstüne konur ve tekrar kapatılır ve döllenme olması için sallanır ve birbirini tanımayan bu çift döllendirilmiş olur. Bu işlem istenen tür özellikleri alınıncaya kadar defalarca tekrar edilir. Borlaug bu işlemi 1944-1963 arasında Meksika’da uygulamış, her ortama ve iklime dayanıklı ve verimi 10 kat arttırılmış tür elde etmiştir. Ülkemizde de bu buğday Konya ovasında yetiştirilmiştir. Meksika’da birbirinden 1300km uzaktaki türleri çapraza almış, dayanıklı, verimi arttırılmış türü bulmuş ama boyları çok uzun olduğu için hasat yapılamamıştır. Bunun çözümünü de verimi düşük ama cüce Japon buğdayını geri melezleyerek altıncı kuşakta özelliklerinin %99’dan fazlasını yeni üre aktarmayı başarmıştır. Bunu –affına sığınarak- Mete beyin “karı ve kocanın arasını ayırarak” yapmıştı…
Bu iki melek; Irk ıslahını bilen ve bunun ancak ırkları eşlerinden/kendinden izole ederek ve tamamen yabancılarla eşleştirerek olacağını bulmuşlardı, ya da onlara öğretilmişti de diyebilirsiniz. Bitki için de hayvan için yöntem aynıdır. Oralarda makam ve mevki sahibi insanlar olabilir. Mesela Hayvancılık bakanı ve Tarım bakanı veya genel müdürü gibi. Ya da özel sektörden mal ve servet sahibi iki girişimci de olabilir ve çiftlikleri ve laboratuarları olabilir. Gözle görülmeyen melekler değildir bunlar. Kullandıkları yöntemler ise sihir kelimesi ile ifade edilmiş ve Mete bey de bunu seher, aydınlanma, yenilik şeklinde zaten yorumlamıştır.
Gelelim Süleyman’ın KÜFRÜNE… Mete bey kafir kelimesini lügatte arasaydı karşılıklarının arasında ve ilk sırada “ÇİFTÇİ” kelimesini görecekti. Kuran’da “gökten yağmur yağar ve onunla KAFİRLER” ferahlanırlar” diyor. Buradaki kafirler, müttefekun aleyh çiftçilerdir. Yağmura en çok (sulu tarımın olmadığı yerlerde) çiftçiler sevinir Yağmur olmazsa çift ekilmez, ekin de büyümez. Bu kelimenin etimolojik manasıyla, çiftçinin tohumu koyup, üstünü örtmesinden dolayı, bir gerçeği kapatıp, yok saymak küfretmek olarak kabul edilmiştir. Süleyman peygamber çiftçi değildi. Belki İsrail oğullarının pek çoğu gibi hayvancılıkla uğraşıyordu. Zira onun atlarından ve kuşlarından bahsedilmektedir. Ve bu konu ayrı bir makale konusudur, inşallah Allah yazmayı nasip eder. Şeytan kelimesi de böyledir ve klasik anlamda sadece günaha vesile olan varlık anlamında değildir burada. Mesela “Dünya semasını mesabih ile ziynetlendirdik ve onu …. Şeytanlardan muhafaza ettik” dediğinde mesabihten kasıt, iyonosfer ve şeytanlardan kasıt Mor ötesi ışınımlardır. Zira hem şeytan/yılan hem de ışık sinüsoidal dalga şeklinde ilerler. Kuran aynı manada iki kelime kullanmaz ama bir kelimeyi pek mana da kullanabilir.
Ayetin tamamına bu gözle tekrar bu gözle bakmanızı rica ederim. Diğer kısımları bu yorumlarla çelişiyor gibi görünüyorsa tekrar inceleyelim.
Selamlar.
Hüseyin Kayahan
(Aynı sularda yelken açmış bir yoldaşınız)