Hüseyin Kayahan
13.06.2016
00:36
| Sayın Kayahan Akevler sitede kimseyle tartışmak istemediğimiz için size doğrudan yazmayı uygun gördük. Öncelikle bir noktayı hatırlatmakta yarar var; bahsettiğiniz olaylar veya süreçler de rivayetlere dayanıyor. Hiç bir belgesi yoktur. Bu rivayetlerin ortaya çıkması da yaklaşık 250 yıl kadar sonradır. Bu kadar uzun bir dönemde acaba olup bitenler –ki siz de yazınızda neredeyse olaylara tanık olmuş gibi anlatmışsınız- nasıl hatırlandı diye sorgulamak gerekip gerekmediği sizin tercihinizdir. Ancak bizim açımızdan bu Kabul edilebilir değildir. Öte yandan söz konusu toplama sürecinde, gayet masum gibi görünen bazı küçük ayrıntılara dikkatinizi çekmek istiyoruz: Örneğin Ebu Bekir döneminde toplanan komisyon bir kitap oluşturmuştu. Ancak daha sonra buna itirazlar yapıldı ve Osman döneminde aynı komisyon yeniden bir kitap oluşturdular. Bu ikinci kitap oluşturma esnasında birincisinde yer almayan ifadelerin kitaba eklendiği ve üzerinde ittifak da aranmadığı bilinen bir durumdur. Yani bütün ayetlerin ittifakla kitaba yerleştirildiği ve binlerce kişinin ortak eseri olduğunu söylemeniz fazlasıyla tarihsel verilere, en azından islami verilere ters düşen bir durum. Yine iddia edildiği haliyle, kitaplaştırma zaruretinin dağınık ayetlerin toplanması ve muhafaza edilmesi mantığına dayandığı fikri de tarihsel veriler ile celişmektedir. Gerek birinci toplama esnasında ve gerekse ikinci toplama esnasında “Ayşe mushafı, flan mushafı, filan mushafı”nın olduğu, Osman’ın toplanan kitabın dışındaki tüm kitapların imha edilmesi ermine rağmen, Ayşe’nin elindeki mushafın alınamadığı da bilinen bir durumdur. Üçüncü hatırlatmak istediğimiz husus, mana ve matematik olarak kilitlenmiş bir kitabın nasıl evrensel olabileceği meselesidir. Bin yıl önceki anlamı ile sabit olan bir metin, bugün nasıl başka bir yöntemle veya bilgiyle anlaşılabilecektir? Bunun imkanı yoktur. Ne yaparsanız yapın, manası kilitlenmiş olan bir metni upgrade edemezsiniz. Sadece manayı eğip bükmerek istediğiniz sonuca ulaşmaya çalışabilirsiniz ancak. Bu da derin yaralara, çelişkilere neden olur ki zaten mevcut durum da böyledir. Buradan bir uygarlık çıkarabileceğinizi düşünüyorsanız bizim için bir sakıncası yoktur. Siz kitabı istediğiniz gibi anlayabilirsiniz. Buna kimsenin itirazı olacağını sanmıyorum. Ancak siz öyle inanıyorsunuz diye ortada duran yüzlerce soru/kuşku izale olmaz. Belli ki bize kızmışsınız. Ama herkes sizin gibi inanıyor olsaydı sorgulamanın da gereği olmazdı. Herkes mutlu mesut hayatına devam ederdi. Ama gerçek böyle bir şey değil. Ne var ki bizim sorumuzun konusu bu değildi. Soruya dikkatle bakarsanız, Metin açısından bu iddiaların nasıl kanıtlabilir olduğunu sorduk biz. Karagülle sorumuza cevap vermiyor, başka bir şey anlatıyor. Biz kanıtları soruyoruz, o müntesipleri anlatıyor. Bir dinin milyonlarca hatta milyarlarca müntesibinin olması, böylesine temel bir soruya cevap teşkil etmez. Bugün yeryüzünde milyarlarca dinsiz/ateist var. Bu dam ı kuranın mucizesi? Kanıtı? Galileo ya da herkes itiraz etmişti. Ölümle yargılanmıştı. Ama herkes ona yalancı dedi diye bu onları haklı yapmadı. Doğruyu söyleyen Galileo idi. İddianıza göre geriye kalan bütün materyallerin yok edilmesi hususu son derece çarpıcıdır. Peygamberin sakal-I şerifini, emanetlerini muhafaza etmekte büyük bir titizlik gösteren bir ümmet, neden onun ortaya koyduğu ayetleri imha etti? Neden bu konuda konuşacak kimseler ölümle tehdit edildi? Emevi saraylarından maaş almayan kaç tane alim hatırlıyorsunuz? Buada hemen Imam-I Azam öne sürülüyor ancak orda da büyük bir sorun var. Ebu hanife’ye atfedilen görüşlerin neredeyse tamamı Imam Yusuf veya Imam muhammede ait ki onlar da emeviden maaş alıyorlardı. Bunları biliyor olmalısınız zaten. Elbette size ne yapmanız gerektiğini söylemiyoruz. Kimsenin inancıyla da ilgilenmiyoruz. Biz sadece tartışıyor ve sorguluyoruz. Siz başka türlü düşünebilirsiniz elbette ancak, gavura gavur demek bir cevap değildir. Bu arada anlamadığımız bir husus daha vardır: Muhatabı “mümin”ler olan bir kitap nasıl oluyor da “sosyal sözleşme” olabiliyor? Yani müminlerin kendi aralarında anlaşması bütün halk için yeterli midir? –Bildiğiniz gibi müminler toplumun içinde çok az bir kısmı teşkil ederler- Bu da ilginç bir bakış açısı olmalı. Saygılar Sam |
Hüseyin Kayahan
13.06.2016
00:38
| İddianız : İslam devletinin hızla genişlemesi, Arapçayı iyi kullanamayan yabancıların katılması, hafızların savaşlarda ve doğal ölümlerle azalması üzerine ne yapabileceklerini düşündüler. Söz konusu ettiğiniz iddia, ezbere dayalı bir metnin veya bilginin varlığının tehlikeye girmesi iddianızın dayanağını oluşturmaktadır. Ancak, bu iddia, yine rivayet kaynaklarınca çürütülmektedir. Konuyla ilgili hadislerden toplam yedi isim ortaya çıkmaktadır ve bunlar : Abdullah, Ebu’d Derda, Übeyy, Muaz, Zeyd ibn Sabit, Salim ve Ebu Zeyd (Buhari, Fadailu’l-Kur’an 8, Buharı, e’s-Sahih, Kitabu Menakıbi’l Ensâr /17, s.229, Buhari a.g.e, Müslim 2465. Hadis,) Dolayısıyla iki açıdan tutarsız bir iddia olmaktadır. a. Ömer’in talebu üzerine Ebu Bekir, Zeyd bin Sâbit başkanlığında aralarında Abdullah bin Zübeyr, Sa'd bin Ebi Vakkas, ve Abdurrahman bin Haris bin Hişâm'ın da bulunduğu bir komisyon kurdurmuştur. Zeyd bin Sâbit, elinde yazılı "Kur’ân" metni olan herkesin bu metinleri getirmesini, ayrıca metinleri bizzat Muhammed'den duyduklarına dair iki güvenilir şahid gösterilmesini istedi. Osman bin Affan toplanan bu kurula, "Zeyd ile imlada anlaşamazsanız, Kureyş'e göre yazın" emrini verdi. Zeyd bin Sâbit'in ortaya koyduğu bu aslî nüshaya "İmam Mus'haf" adı verilmiştir. Abdullah bin Mesûd'un teklifiyle "İmam Mus'haf" üzerinde yapılan danışma ve görüşmeler sonucunda bunun üzerinde her hangi bir noksanlık görülmemiş ve güvenirliği konusunda ittifak sağlanmıştır. Eğer durum bu ise, ki İslam tarihçileri böyle kabul etmektedir, o halde hafız yetiştirme meselesinin daha sonra Ömer zamanında gerçekleştiğide anlaşılacaktır. Dolayısıyla bu hafızlar, Ebu Bekir zamanında derlenmiş olan mushafı ezberlemiş olmalıdırlar. –Yoksa başka kitaplar vardı da onları mı ezberlediler?- Ancak birinci derlemenin eksik olduğu itirazlarının yapılması uzun sürmez. Örneğin recm ayeti ile ilgili itirazlar, ahzab suresi ile ilgili itirazlar bunlardan bazılarıdır. (Muslim c. 4. s. 167, Tirmizî, c.2, s.309, Kenz-ül Ummâl, c.2, s.567, Ed-Dürr-ül Mensûr (Suyûtî), c. 5, s180., Dar-e Kutni, c.4, s.105, İbn-i Mâce, c.1, s.625) b. Osman döneminde mevcut mushafın okunuşunda farklılıkların ortaya çıktığı veya farklı Mushafların farklı okunduğu şikayetleri ortaya çıkar. Huzeyfe’nin talebu üzerine, Osman Hafsa’daki Kur’an sayfalarını tekrar iade etmek üzere ister. Hafsa da gönderir. Ve bu sayfalardan yeni nüsha Kur’an mushaflarının yazımını başlatır. Komisyonun başında yine Zeyd bin Sabit vardır. Osman, herhangi bir hususta ihtilafa düşüldüğü takdirde Kureyş lisanının dikkate alınmasını ve ona göre yazılmasını söyler. (Kütübü Sitte, Hadis No : 945) Bu yazım esnasında Zeyd’in iddiası ilginç olmalıdır. Yaklaşık olarak şöyle bir iddiada bulunmuştu : Resulullah`dan işitmiş olduğum, “Ahzab süresine ait bir ayet eksikti. Onu araştırdım. Sonunda Huzeyme İbnu Sabit el-Ensari`de çıktı. Resulullah onun şahitliğini iki kişinin şahitliğine denk tutmuştu. Bu ayet şu idi: “Mü`minlerden Allah`a verdiği ahdi yerine getiren kimseler vardır. Kimi, bu uğurda canını vermiş, kimi de beklemektedir. Ahdlerini hiç değiştirmemişlerdir” (Ahzab 23)” Ancak iddiayı ilginç kılan şey ilk toplama esnasında da benzer bir iddia ile ortaya çıkması ve Tevbe Suresinin son kısmını sadece Huzeyme İbnu Sabit el-Ensari`de bulduğunu söylemesidir. Oldukça ilginç bir durum olmalıdır. Ancak bununla yetinilmez. Osman’ın yazdırdığı Mushaf sayısının dört olduğu rivayet edilir (kimilerine göre bu sayı 7 dir) Birinin kendisinde kaldığı, diğerlerinin Mekke, Yemen ve Bahreyn’e gönderildiği de rivayetler arasındadır. Ne var ki bu metinlerin akibetinin ne olduğu kimse tarafından bilinmez. Osmanın elindeki Mushaf da dahil, hiçbir zaman bu iddia edilen Mushafların ne olduğuna dair bir bilgi ortaya konulmaz. Bugün mevcut olan metnin, bu iddialardan yaklaşık 200 veya daha uzun bir süre sonra yazıldığı ve ne Ebu Bekir, Ne de Osman zamanında derlendiği iddia edilen metinle bir ilgisinin olmadığı açıktır. Öte yandan Osman bu Mushaflar haricinde elde bulunan tüm suhuf ve kitapların yakılmasını emreder ve kendisi de çevresindekileri yakar. (Suyutî, İtkan, I/134; Subhi Salih, el-Mebahis, s. 78-85., Beyhekî, es-Sunen, Kitabu’s-Salât, 2/42) Bu daha da ilginç bir iddiadır. Daha sonra öldürülme gerekçelerinden biri haline gelmiştir. Belli ki, o zaman da kanıtların önemini fark edenler vardır. Bir şeyin temelini oluşturan kaynaklar, kanıtlar hangi mantıkla yok edilebilir? Ancak yine rivayetlerden anlaşıldığına göre, gerek birinci toplama ve gerekse ikinci toplama esnasında başka Mushaflar da vardır. Örneğin Ali’nin mushafı, Ayşe’nin mushafı, Abdullah Bin Mesud Mushafı, Abbas’ın mushafı gibi. Yine aynı rivayetler bu Mushafların birbirinden farklı olduğu, Ali’nin elindeki mushafın nüzul sırasın agöre düzenlenmiş olduğu da iddialar arasındadır. Yine rivayetlerden anlaşıldığına göre, örneğin İbn-i Mesud mushafında Fatiha suresinin olmadığı, falak, nas surelerinin yer almadığı, Ahzab suresinin Bakara suresi kadar uzun olduğu gibi iddialar da önemlidir. (Suyuti, El İtkan, 2/32., Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 5). Başka pek çok sıkıntı vardır ama siz zaten muhtemelen bunları biliyor olmalısınız. Örneğin Mervan ın nakliyle Hafsa mushafının yakılmasının gerekçesi olarak, resmi Mushaf ile aralarındaki fark gösterilmektedir. (el-Fethu’r-Rabbânî, 18/34, Ibn ebi davud, kitabu’l-mesahif, s.24.) Gelelim sizin asıl iddianız olan, kitabın bu hale gelmesini Tanrı’nın istediği varsayımınıza. Söz konusu ayeti incelediğiniz zaman orada bir kitaptan söz edilmediği, korunması öngörülen şeyin “zikr” olduğu açıkça görülecektir. Siz nasıl inanıyor olursanız olun, sözün sahibinin sizin elinizdeki metni korumak gibi bir söz vermediği açıktır. Değiştirilemez olan şeyin elinizdeki belgeler değil –ki toplama esnasında hiç de öyle değiştirilemez olmadığı açıkça görülmektedir- evrensel ilkeler olduğu gerçeğidir. Çok özür diliyorum, iddialarınıza bizim kabul etmediğimiz ama sizin sıkı sıkıya sarıldığınız kaynaklarınızla cevap veriyor olmak bile bizim açımızdan sıkıntılı bir durumdur. Ne var ki, gelenekçiler bunun farkına varmakta zorlanıyorlar ve tarihsel bilgilere ve hatta İslami bilgilere/rivayetlere rağmen tutarsız ve mesnetsiz iddialarla metni kutsama gayreti içindeler. Görünüşe göre siz de bunu yapıyorsunuz. Özetle tarihsel veriler/bilgiler, iddialarınızın aksini ortaya koymaktadır. Ne metin değiştirelemez bir metindir, ne de iddia ettiğiniz gibi sahabe’nin kabul ettiği veya iman ettiği metindir. İkisi de değildir. Ancak bir konuda kesin olarak haklısınız. Bugün elimizde olan metin belli bir birikim sonucu ortaya çıkmış olan bir metin özelliğindedir ve bu büyük bir olasılıktır. Ne var ki bu metnin kaynağının Muhammed olduğunu söylemenin imkanı yoktur. Karagülle ye de söylemiştik muhtemelen biliyor olmalısınız, bize göre bunun bir önemi yoktur. Kimin yazdığı, kimin ortaya çıkardığı hiçbir anlam taşımaz. Biz sadece metnin söylediklerine bakarız. Orada işimize yarayacak bilgiler varsa alıp kullanırız. Yoksa basit bir kitaptan başka bir anlam taşımaz. Ancak sizin açınızdan, inançlarınız açısından bu önemlidir. Çünkü inananlar arasında camide vaaz verir gibi başkalarını kafirlikle suçlayarak bir şeyi düzeltemezsiniz. Hiç kimse cahil değildir, İslam kaynakları gizli de değildir. Sizin bildiklerinizi ve hatta belki de fazlasını kafirler de, gavurlar da bilmektedirler. Üstelik çok daha iyi bilmektedirler. Siz belki hayatınızda bir kez bile hadis kaynaklarını taramış değilsiniz. Ancak gavurlar bunları büyük bir titizlikle incelemek zorundadırlar. İnançlarınızın tutarsız kaynaklardan beslendiği gerçeğini ortadan kaldırmadıkça kimseyi inandırma veya ikna etme şansınız yoktur. Karagülle bizim sorularımıza cevap vermek yerine, başka şeyler anlatıyor. Aslında bunu da mazur görebiliyoruz çünkü verebileceği bir cevap yoktur. Orijinal metin açısından ne Muhammed adında bir peygamberden söz edebilirsiniz, ne de elinizde tuttuğunuz metnin kuran olduğu veya muhammede vahyedilmiş olan kitap olduğu iddiasında bulunabilirsiniz. Metin açısından ikisi de mümkün değildir. Siz öyle inanıyor olabilirsiniz ancak söz konusu olan iddiaların kanıtlanması ise, biz çıkar sizden kanıt sorarız. Başkaları da böyle yapar. Kutsal gramerciler ne söylerse söylesin, ne iddia ederlerse etsin, Muhammed/ahmed kelimelerinin HAMD kelimesinin türevleri olduğu gerçeğini ve BELIRSIZ kullanıldığı gerçeğini değiştiremezler. Metindeki kulanım bu iken, böyle bir iddia karşısında biz çıkar “kaç tane Muhammed var” diye sorabiliriz en azından. Veya eğer belli bir Muhammed’den söz ediliyor ise, o zaman neden metnin buna atıf yapmadığını sorarız. Yine de siz bilirsiniz. Bizim yapabileceğimiz tek şey hatırlatmadan ibarettir. Hepsi bu. Saygılar Sam |
Lütfi Hocaoğlu
13.06.2016
14:34
| Orijinal metin açısından ne Muhammed adında bir peygamberden söz edebilirsiniz, ne de elinizde tuttuğunuz metnin kuran olduğu veya muhammede vahyedilmiş olan kitap olduğu iddiasında bulunabilirsiniz. Metin açısından ikisi de mümkün değildir. Siz öyle inanıyor olabilirsiniz ancak söz konusu olan iddiaların kanıtlanması ise, biz çıkar sizden kanıt sorarız. Başkaları da böyle yapar. Kutsal gramerciler ne söylerse söylesin, ne iddia ederlerse etsin, Muhammed/ahmed kelimelerinin HAMD kelimesinin türevleri olduğu gerçeğini ve BELIRSIZ kullanıldığı gerçeğini değiştiremezler. Metindeki kulanım bu iken, böyle bir iddia karşısında biz çıkar “kaç tane Muhammed var” diye sorabiliriz en azından. Veya eğer belli bir Muhammed’den söz ediliyor ise, o zaman neden metnin buna atıf yapmadığını sorarız.
Diğer ikna edici (!) iddialara cevap vermeye gerek yok. Ancak bu metne cevap verme ihtiyacı duyuyor insan. Muhammed ve Ahmed kelimeleri Hamd kökünden gelmiştir. Doğrudur. Ancak bunlar özel isim olduğunda tenvinle gelirler ve bu onları nekre yani belirsiz yapmaz. Tam tersine başında El ile gelseydi o zaman bunların insan değil, kavram olduklarını anlardık. Yani El-Muhammed şeklinde gelseydi anlamı "tahmid edilen" olurdu ve sıfat olurdu, özel isim olmazdı. Eğer Ahmed değil de El-Ahmed gelseydi o zaman "daha hamdli" olarak ism-i tafdil olarak anlardık ve sıfat olurdu, özel isim olmazdı. Kuran işte bu kadar mükemmel bir kitaptır. Ne kadar manası tahrif edilmeye kalkılırsa kalkılsın tahrif etmeye kalkanı altında ezer. Bu kadar mükemmel (!) Arapça bilgisiyle ahkam kesip Kuran'ın aslında Allah'ın kitabı olmadığını anlatmaya kalkmak için son derece ilmi (!) ifadeleri yazıya dökünce, tarihte Muhammed diye birinin olmadığını iddia etme bilgeliğine (!) kadar varabiliyor durum maalesef. |
Özer Ataç
14.06.2016
16:33
| SELAMLAR, HONK KONG TİCARETİN KUTUP BÖLGELERİNDEN BİRİ. HAVASI, SUYU, ENERJİSİ; ORADA YERLEŞİK BURALI BİRİ İÇİN İLGİNÇ ZİHİN ÜRETİMLERİNE VESİLE OLUYOR. OLSUN," İNKARI", SORGUSU, MEDENİCE OLDUKTAN SONRA KABUL EDİLEBİLİR OLMALI. SAM ARKADAŞA ÖNERİM, "SERBEST" DEĞİNİLERİNİ, MAKALE HALİNDE SİTEDE YAYINLAMASI. TENKİT/ ELEŞTİRİ, HER DURUMDA DÜNYEVİ VE GELİŞTİRİCİDİR; GENLERİMİZ BÖYLE İŞLİYOR.
TEKRAR SELAMLAR.
|
Hüseyin Kayahan
15.06.2016
22:37
| Midas ve Akevler..? Günümüzden 2700 yıl önce yaşamış Frigya kralı Midas’ın bir efsanesi vardır. Masal bu ya; hakemlik yaptığı bir yarışmada; Tanrı Pan’ın müziğini birinci ilan edince, Tanrı Apollon tarafından, müzikten anlamadığı gerekçesi ile Midas’ın kulakları eşek kulağına çevrilmiştir. Midas kulaklarını herkesten gizler ama berberinden gizleyemez. Kimsenin bilmediği ama berberin bildiği bu bilgi, berberi rahatsız eder, öldürülme korkusu ile kimseye söyleyemez ve boş bir kuyuya eğilir ve bu bilgiyi onunla paylaşır ve rahatlar. Bilgi bir kere paylaşılmaya görsün, kuyu onu suya ve yele, su ve yel sazlara, sazlar keçilere aktarır ve herkes bu bilgiyi öğrenir. Kıssadan hisse: Bir bilgi, bir hakikat, bir gerçeğe ulaştıklarını ama onu anlatacak muhatap bulamadıklarını düşünen arkadaşlara Akevler.org sitesini tavsiye ederim. Görünüşte berberin içine haykırdığı o boş kuyuya benzer. “Buradan kim gelip, kim geçe ki, bu dediklerimi anlaya ve dinleye” diye düşünürüsünüz. Bu site o kuyu gibi kendisine aktardığınız her bilgiyi mutlaka ve mutlaka nasibi olan herkese ulaştırır. Bundan emin olunuz. Kişiliklere, kişilerin niyetlerine yönelmeyiniz. Herkesi, kendisine sataşma olsa da, vakarını bozmadan, fikre odaklı yorumlar yapmaya davet ediyorum. Maalesef, gerçek algımız görecelidir. Mü’min’e, kafir; kafire de mü’min gerçek dışı görünür. “her söze kulak verirler; en iyisine uyarlar” tanımlamasına girmeye çalışalım. Midas’ın başka bir efsanesi daha vardır: Midas’ın tanrı Dionisos’a yaptığı misafirperliğin karşılığı olarak, tanrı onun her dokunduğunun altın olmasını sağlar. Başlangıçta çok iyi olan bu yetenek, sonunda kızına dokununca felakete dönüşür… Uzun bir ömür; çok başarılı, bolluk ve bereket getiren bir yönetim gösteren Midas’ın bir efsaneye dönüşeceği kesindir. Akevlerin önerdiği fikirler de dokunduğu her şeyi bir gün altına dönüştürecektir. Çalışmak bizden, başarı ise Allah’tandır. Saygılarımla. H.Kayahan |
Hüseyin Kayahan
15.06.2016
22:49
| Rivayetler yok ise herkes için yoktur. Var ise herkes için vardır. Benim rivayetim doğrudur, senin rivayetin yanlıştır, nasıl diyebiliriz ki... Kurulan komisyon, çalışma şeklini, usul ve esasları ilan eder. Herkes ona uyar, elbette uymayanlar da olabilir. Usul kabul edilip, çalışmalar başlayınca artık usule itiraz edilmez. Genel kurullar da böyle çalışır. Genel kurulda yapılan itiraz kayıtlara geçer ama sonrasında yapılanlar hükümsüzdür. Onlar; "kim ne biliyorsa, kim neye sahipse getirsin, değerlendirelim" dediler. Bütün insanlar şimdi de böyle yapıyoruz. Elimizde hiç bir rivayet olmasa da onların da öyle yaptıklarını, "extra polasyon" yöntemiyle kestiririz. Çalışma bitip, netice ilan edildikten sonra da, diğer malzemelerin imhası bile gerekmez. Heyetin; "bunun dışındaki hiç bir şey Kuran değildir; Kuran sadece budur" demesi yeterlidir. Kalanlar "hükümsüdür". Bugün bütün hukuk da böyle çalışır. Onlar da öyle çalıştılar. Aklın yolu birdir. Saygılarımla. H.Kayahan |
Hüseyin Kayahan
15.06.2016
23:36
| Ben çok iyi Arapça bilmem. Günümüzde de, eskiden de İlk isimler marife değil, nekre olarak söylenmektedir. Buna karşın, soy isimler ise ya marife, ya izafetli olur. Bunun nedeni kişinin mensubiyetini belli etmektir. Ahmed elcezzar dersiniz. Ahmed onun ilk ismi ve nekredir, belirsizdir. Marife gelmez ama soy ismi marifedir; bu kişi Cezzarlardan manasına delalet eder, vasfı olur. Selman-ı Farisî, Bilal-i Habeşî dersiniz; ilk isimler nekre yani belirsizdir ama ikinci isimler onların memleketlerini belirtir ve kişiyi marifeleştirir, vasıflandırır. Zeyd bin Haris, Numan bin Sabit, ebu Yusuf, ebu Hanife gibi kullanımlarda ise, ilk isimler hep nekre, ikinci isimlerde ise kişiyi oğullara veya babalara izafe ederiz ki yine onların mensubiyetleri ile ilgili vasıflama yapmış oluruz. Türkçede de benzerdir. Ahmet Sarıoğulları gibi kullanımlarda ilk isim nekre, belirsizdir ama soy ismi artık belirlidir, marifedir. Bilinen bir soya mensubiyetini ifade etmiş olur. Kurandaki tüm kişilerin isimleri, nekredir. Çünkü onlar ilk isimlerdir. Muhammed, İsa, Harun, İbrahim, Harut, İlyas, Adem, Zekeriyya, vb. isimler hep nekredir. Ama Hz. İsa'yı vasıflayan iki soyismi belirtilmiştir. Biri onun soyunu gösteren "ibn-i Meryem/Meryemoğlu" ibaresi; diğeri de "elMesih/mesheden" ibaresidir. Marife/belirli olan bu ibare de onun, meshedenlerden olduğunu, o grubun bir bireyi olduğunu anlatır. Diyelim ki bu Muhammed, Hz. Peygamber olan Muhammed değildir. O zaman bu kimdir? Muhammed adında bir erkekten bahsedildiği kesindir, yoksa bu bir erkek değil, hatta bu kelime bir isim de mi değildir? Bana göre bu kişi peygamber olan Muhammeddir, ya da hiç alakası olmayan herhangi biridir. Size hangisi mantıklı geliyor? Bize gelen bir haberin, isterse masal, isterse mitoloji olsun; onun doğru olma ihtimalini, nerelerinin değiştirilmiş olduğunu, çapraz sorgulamalarla bilebiliyoruz. Benzer anlatıları karşılaştırıyoruz, jeolojik ve ekolojik geçmişi araştırıyoruz, başka metodlar kullanıyoruz ve onları kabul edilebilir bir noktaya yaklaştırıyoruz. Bütün bunları hiç rivayet kullanmadan da yapabiliriz. Kurandaki isimleri de böyle araştırırız. Her türlü yazılı belge ve söylenceyi beraberce harmanlarız ve onların arasındaki ortak noktaları bulur, standart sapmadan aşanları değerlendirme dışı bırakır ve bir karara varırız. Ben böyle yapıyorum. Başkası da başka bir yöntem uygulayabilir elbette. Saygılarımla. H.Kayahan |