FIKIH ve KELAM
Ebu Hanife, fıkhı; “kişinin lehinde ve aleyhindeki haklarını bilmesidir” şeklinde tarif etmiştir. Ne kadar kısa ve özlü bir tarif.
GERÇEK KİŞİ
Peygamberin ölümünden sonra ve özellikle Arap olmayan unsurların Müslüman olması ile fikri tartışmalar başlamıştır. Ebu Bekir’den sonra giderek bozulmasına rağmen, eğer ilk dört halifenin seçimle yönetime gelmesi usulü devam etseydi, öncelikle tartışılmaya başlanan “kelam” ilmi gelişecekti. Ne yazık ki, yönetime “mütegallibe/galip gelenler/güçlü olanlar”ın gelmesi ve yönetimin “saltanat”a dönüşmesi ile Kelam tartışmaları bitmiş, “fıkıh” tartışmaları başlamıştır. Kelam konusu giderek kısırlaşmış ve sonunda gündemden düşmüştür.
KİŞİLİĞİN BAŞLAMASI
Fıkıh, kişinin hak ve görevlerini inceliyorsa; öncelikle, “kişi”nin ne olduğunu bilmemiz gerekir. Fıkıhçılar bunu (genellikle) ilkah/döllenme ile başlatıyorlar. Doğumla başlatanlar da olabilir. Karagülle ise,”kişinin lehine hakları ilkahla başlar” demektedir.
Kişi ilkah veya doğumla başlasa da, -bana göre- kişilik; “tescil” ile başlar. Kamu/topluluk/Devlet doğumu/doğan varlığı kişi olarak tescil etiği anda kişilik başlar. Bunu da yetkili kıldığı organ/kişileri aracılığı ile yapar. Onlar devlet adına vekaleten bu tescili/kaydı yaparlar ve o andan itibaren hak/yetki ve vecibe/görevler başlar. Fiili durum yeterli değildir. Varlığın var olduğu, toplulukça tescil edilmeli ve kayıt altına alınmalıdır. Hastaneler/yetkili doktorlar imzalı, kaşeli doğum belgesini verirler ve nüfus kayıt memurları da onu kütüğe kayıt ederler. Bunun dışında ancak yargı kararı ile kişilik ispatı ve kaydı yapılabilir.
KİŞİLİĞİN DEVAMI
Biz kişinin varlığını bedeni ile takip ederiz. Peki kişinin bir kolu olmasa kişiliği eksilir mi? İki kolu eksik olsa eksilir mi? Uzatmadan, her iki kolu, her iki bacağı, tüm bedeni olmasa ve sadece başı olsa ve canlılığını devam ettirse kişiliğinde bir eksilme olur mu? Mesela meşhur fizikçi Stephen Hawking böyledir. Hiçbir bedeni hareket yapamamakta, hatta dilini de kullanamamaktadır. Fıkıhta “arazlar” diye incelenen (küçüklük, yaşlılık, delilik, bunaklık, sarhoşluk, esaret, kölelelik, ikrah, …) gibi eksiklikleri olsa kişiliğinde bir eksilme olur mu? Olmaz. Kişinin yerine getiremediği eylemler için hemen onun vasisi, vekili, vasisi gibi kişiler devreye girer ve kişi toplulukta tam olarak temsil ve ilzam olunur. “KİŞİLİK TECEZZİ ETMEZ” Yarım veya eksik kişilik yoktur. İşte fıkıh, bu kişiliği inceleyen ilimdir.
KİŞİLİĞİN SONLANMASI
Fıkıhçılar, kişinin ölümü ile hak ve görevlerinin bittiğini kabul ediyorlar. Karagülle, “kişinin ölümü ile lehine hakları biter, aleyhine hakları ise terekenin/terk ettiklerinin taksimine kadar devam eder” demektedir.
Bana göre tescil ve kayıt ile başlayan kişilik, yine kayıt ve tescil ile sona erer. Topluluk/kamu/devlet, o kişinin öldüğünü yetkili kurum ve kişilerince tespit edip, tescil eder. Ancak bundan sonra kişilik yok olmuş olur. Bugün bu, yetkili bir kamu doktoru ve devlet savcısının gelip olayı tespit ve kayıt altına alması ile sağlanmaktadır. Mesela, beden ölümünden sonra beyin ölümü de gerçekleşse, yetkili akrabaları izin vermedikçe doktorlar hastanın fişini çekememektedirler. Doktor raporu ve cumhuriyet savcısının zaptı ile kişilik sona erdirilmektedir.
TÜZEL KİŞİ
Buraya kadar anlattığım kişiye “gerçek kişi” diyoruz. Kişi, yani kişilik, yalnızca gerçek kişilerden mi ibarettir?
Fıkıhçılar kişinin hak ve vecibelerini incelerken onların aralarında geliştirdikleri iktisadi ve içtimai ilişkileri de incelemeye çalışmışlardır. Mesela şirket çeşitlerini sınıflandırmışlar ama sadece şirketin ortaklarının aralarındaki hukuku belirlemişlerdir. Şirketin kendisinin de bir kişi olması gerektiğini düşünmemişlerdir.
TÜZEL KİŞİLİĞİN BAŞLAMASI
Tüzel kişi ile gerçek kişi arasında hak ve vecibe açısından bir fark yoktur. Bu kişiliğe, “hükmi kişilik/şahs-i manevi/tüzel kişilik/sanal kişilik” diyoruz. Gerçek kişi ile tüzel kişi arasında bir fark kabul etmeyiz. Tüzel kişinin doğumu, yaşaması ve ölümü de gerçek kişi gibidir.
Nasıl ki, gerçek kişilik tescil ile başlar dediysek, tüzel kişilik de “tescil/kayıt” ile başlar. Bugün bu, “TİCARET ve SİCİL GAZETESİ”nde yayınlanarak yapılıyor. Şirket kuruluşları, dernek kuruluşları, vakıf kuruluşları bu gazetede yayınlanır. Bu yayından sonra kuruluş tamamlanmış olur. Bu başlangıç tüm devlette geçerlidir. Devletin tüm tasarrufları da “resmi gazete”de yayınlandıktan sonra geçerli hale gelir. Meclis kararları bile böyledir.
TÜZEL KİŞİLİĞİN DEVAMI
Bir şirketin taşınmazları artsa veya azalsa, hatta hiç kalmasa, malı, işçisi, alacağı, borcu sürekli artsa, azalsa, yerleşim yeri değişse, hatta hiçbir faaliyeti kalmasa varlığı devam ediyor kabul edilir. Tüzel kişilik de tecezzi etmez. Yarım kişilik yoktur. Ya tam olarak vardır, ya da yoktur. Herhangi bir arazda/yetersizlikte eksiğin nasıl giderileceği tüzük/ana sözleşmelerde belirtilmiştir. Ona baş vurulur ve eksiklik hissedilmez.
Gerçek kişilerin bedenlerini biyolojik olarak benzerdir. Genel olarak bir birinin aynıdır. Tüzel kişilerin ise bedenleri ise muhayyeldir. Onlardan sadece bir tebliğ adresi, bir de temsile yetkili bir gerçek kişi istenir. Geri kalan tamamen değişkendir. Tüm dünyaya yayılmış, devletlerden daha büyük tüzel kişiler olduğu gibi, tek kişilik tüzel kişiler de vardır. Herhangi bir ölçü ve şekil zorunlu değildir.
TÜZEL KİŞİLİĞİN SONLANMASI
Tüzel kişiliğin sonlanması da tescil ve ilanla olur. Tüm gerekli işlemler yapılıp, tasfiye tamam olduktan sonra bu Ticaret ve Sicil gazetesinde yayınlanır ve kişilik sona erer. Bu ilandan önce her ne hal olursa olsun tüzel kişilik devam eder.
GERÇEK KİŞİ-TÜZEL KİŞİ
Fıkıh, Gerçek Kişilerle; Kelam ise Tüzel Kişilerle ilgilenir.
Fıkıh ilmi, gerçek kişilerin hak ve vecibelerini inceler; Kelam ilmi ise tüzel kişilerin hak ve vecibelerini inceler.
Bu yüzden, Fıkıh İlmi Psikoloji ilmi olmadan; Kelam İlmi de Sosyoloji ilmi olmadan incelenemez.
Aramızda, “Sosyolojik Kuran Meali” yapmayı çok isteyen bir arkadaşımız ve “Psikolojik Kuran Meali” yapmayı çok isteyen bir arkadaşımız da vardır. İkisi de sizlerin yardımını beklemektedir. İnşallah ikisine de nasip olur.
EN BÜYÜK TÜZEL KİŞİ
Evrende en büyük tüzel kişi Allah’tır. Onun varlığı, -her ne kadar zamandan münezzeh olarak kabul etsek de- bizim onu tescil ve tasdik etmemiz başlar. Zira onun var olduğunu idrak edecek başka canlı yoktur. Cansızları zaten saymıyorum. Onun var olduğunu sadece biz insanlar bilebiliriz. Diğer canlılar bundan acizdirler. Bizim bilmemiz ile onun var olduğu bilinir. Tescil, tasdik ve ilan eden bizleriz. “Tanrıyı insan yarattı” sözü, -bu mana da söylenmemekle beraber- benim işaret ettiğim yönden düşünüldüğünde ancak bir anlam kazanır.
ALLAH’IN ŞEKLİ
Tüzel kişilerin herhangi bir şeye benzemesi gerekmez. Bu Allah için tam doğrudur. Yine Ebu Hanife; Allah için “her ne şekilde düşünürsen, o değildir” demiştir. Onun ne mekanı, ne zamanı, ne evveli ne ahiri, ne zahiri/dışı/görüneni, ne batını/içi/görünmeyeni, vs. vardır.
Allah’ın meseli, Topluluğun/Devletin meseli gibidir. Allah, Kendi haklarını topluluğa/devlete devretmiştir. Bu husus fıkıhta, “hukuk-ul ibâd/gerçek kişilerin hakları” ve “hukukullah/hukuk-ul âmme” olarak ayrı ayrı incelenmiştir.
Yeryüzünde en büyük tüzel kişilik ise devletin kişiliğidir. Devletler de diğer devletlerin oluşturduğu meclisçe tescil edilmedikçe var olmuş olmazlar. Buna bugün “Birleşmiş Milletler” diyoruz. Türkiye Cumhuriyeti devleti topraklarının yarısını kaybetse veya iki katına çıkarsa yine aynı devlettir. Rejimini değiştirse, yöneticilerini azaltsa veya arttırsa, nüfusu çoğalsa ve azalsa, vs yine tam kişilikli bir devlettir. Tecezzi etmez, kişiliği azalmaz, tamdır. Birleşmiş milletlerdeki tescil ve ilanı değişmedikçe tam kişilikli bir tüzel kişi/devlet olarak yaşar. Geçmişte şimdi 1,5 Milyar (yaklaşık dünyanın dörtte biri) olan Çin Birleşmiş milletlere girip, devlet olarak tescil olabilmek için az ter dökmemişti.
KELAM ve DEVLET
İslam devletinin ilk 30 yılda saltanata dönüşmesi ile konusu “tüzel kişilik” olan “Kelam İlmi”, sadece Allah’ı incelemeye yönelmiş; Allah’ın varlığı, isimleri, sıfatları ve fiilleri üzerinde düşünmüştür. Bu isim ve sıfatların aynı zamanda devletin/tüzel kişiliklerin isim ve sıfatları olduklarını, ya fark edememişler; ya da fark etseler de, gördükleri baskı ve zulüm üzerine, bu konuları incelemeyi bırakmışlardır. Gazali’den sonra da bu konuları inceleyen de kalmamıştır. Gerçek kişiden başka tüzel kişiler de olabileceğini herhalde tasavvur edememişlerdi, ya da isimlendiremediler.
Zira varlık, adı olan şeydir. Adı olmayan var olmaz. O, ona bir ad koyduğumuzda var olur ve varlık haline gelir (Erginlik Teorisinden alıntıdır). “Tüzel kişi” ismini koymadıysanız “tüzel kişi” yoktur.
Aşağıda birkaç yerden Kelam ile ilgili cümleler alıntıladım. Onları küçük puntolarla yazdım ve aralarına o tartışılan konuların bugün nasıl da hayatımızdaki yaşadığımız gerçekler olduğuna dair örnekler verdim. Hepsine verememiş olabilirim. Dediğim gibi örneklerdir, sizlere düşünmeniz için yol göstermek amacı taşımaktadır.
10-15 yıl önce üstad Karagülle’ye “Yeni bir medeniyet oluşturacaksak, ibadetlerden ve kelamdan başlamamamız gerekir” demiştim. “İbadetlere, Kelama ne olmuş ki, değişecek ne var ki?” gibinden bir cevap verdiğini hatırlıyorum.
Bugün, Salatın/namazın ibadetten başka bir şey olduğunu, ayetlerden anlamaya başladık. Kelamın da eskilerin anladığından başka, daha doğru ifadesi ile daha fazla bir şey olduğunu anlayacağız, inşallah.
Saygılarımla.
H.Kayahan
Kelam Allah’in zatindan sifatlarindan, fiillerinden bilhassa birliginden bahseden bir ilimdir.
Felsefe mahlukatin hallerinden bahseder fakat hareket noktasi aklidir, kelamda ise hareket noktasi naklidir.
*Taftazani kelamin gayesini kesin delillerle dini akideleri bilmedir der.
KONUSU:
Kelamin konusu birinci dönemde Gazali’ye kadar Allah’in zati ve sifatlaridir.
Ikinci dönemde ise felsefenin Islam alemine yayilmasi dönemidir. Bu dönemde de kelamin konusu mevcut olmustur
Gazali’den itibaren ise “Islam akaidini ispata yarayan her malum kelamin konusu olmustur.
Kelamcılar inancı ilgilendiren birçok sorular sormuşlar veya sorulan sorulara akli cevaplar aramışlardır. Örneğin;
· Allah'ın özü (zatı) nedir, sıfatları nelerdir, bu sıfatlar özden ayrı mıdır, aynısı mı dır? Bu sıfatlar ezeli ve ebedi midirler, yoksa hadis (sonradan olma, yaratılmış) mıdırlar. Sorun kelamcılar açısından şuydu ki örneğin yaratıcının yaratma, görme, işitme, rızık verme, merhamet etme vb. sıfatlarının ezeli olması, yaratılmışların da ezeli olmasını gerektiriyordu. Bu ise tevhide aykırı idi.
Devletin de zatı ve sıfatları vardır. Benzer şekilde tezahür eder.
· Allah'ın özü bilinebilir mi? ve bu bilgiye nasıl ulaşılır? Allah'ın özü maddesel bir şey değil ise neydi ve bu bilinebilir bir şey miydi? Allah'a şey denilebilir miydi? Bu bilgiye ulaşmanın tek yolu peygamber ve din yoluyla mı olurdu. Peygamber ulaşmayan yerlerdeki insanların Allah'a inanmakla sorumlu tutulup-tutulamıyacakları konusu.
Devletin de özü bilinmez. Bir ülkesi, bir ulusu olmasının dışında her şeyi değişkendir.
· Allah'ın görülüp görülemeyeceği (ru'yetullah); Bazı hadislerde ifade edilen Muhammed'in Miraçta ve cennette inananların Allah'ı görebilmelerinin mümkün olup olmadığı konusu. Görme işlemi görülene bir mekan ve zaman izafe etmeyi gerektirdiği ve tevhid inancına göre Allah'ın zaman ve mekandan münezzeh tutulması gerektiği için tartışılmıştır.
Devletin mekanı ve zamanı olmasına karşılık bunlar sabit değil, değişkendir.
· Kur'an yaratık mıdır? Kur'an Allah'ın sözü ise bu söz Allah'ın zatı ile birlikte ezelden beri var mı idi, yoksa sonradan mı konuşulmuştu? Burada tartışılan, Allah'ın sıfatlarıtartışmalarına benzer şekilde, Kuranda geçen hadiselerin ve konuşmaların sonradan olmasının, Allah'ın ezeli ve değişmeyen (çünkü değişme yaratıkların bir özelliğiydi ve değişen bir şey Allah olamazdı) özelliği ile nasıl bağdaştırılabileceği konusu?
Yasalar da Kuran benzeridir. Bu husus tarihte, “tabii hukuk” ve “pozitif hukuk” olarak incelenmiştir. Tabii hukukçular yasalar yaratılmamıştır, zaten vardır demişler, pozitif hukukçular ise yasaları biz yaratırız, neye yasa dersek, yasa odur demişlerdir.
· Kelâmcılar tevhid konusunu tartışmışlar ve bu inanca halel getirecek her şeyi sorgulayarak reddetmişler veya Kur'an veya reddedemedikleri hadisler gibi dini metinlerdeki ifadeleri yorumlayarak mecazi anlamlar yüklemişlerdir. Bu metinlerde geçen Allah'ın yüzü, eli, karnı, bacağı gibi ifadeler mecaz alana çekilmiş veya metinler reddedilmiştir.
Devlet için de aynıdır, tevhid ve teklik esastır. Biz de kolluk kuvveti diyoruz. Bu devletin eli demektir, Allah’ın eli mesabesindedir.
· Kaza ve kader, kesb, kader karşısında insanın irade ve sorumluluğu; Soru, eğer her şey Allah tarafından bilinmiş ve kaderde kaydedilmiş ve bu yazılanlar konusunda insanın gücünün bir önemi yok ise ise insan yaptıkları ile nasıl sorumlu tutulabilirdi ki?
· Nübüvvet (peygamberlik), peygamberliğin konuları neydi, peygamberle görüşmeyen insanlar örneğin Allah'a inanmakla sorumlu tutulurlar mıydı?
Nebilik devlet başkanlığı veya cumhurbaşkanlığıdır. Resullük ise yürütme(ekonomi), yargı(ilmi), yönetme(siyasi) ve yaşamanın(dini) başkanlıklarıdır.
· Mucize ve kerâmet hak mıdır ve gerçek midir?
Devletin olağan dışı uygulamalarıdır.
· Büyük günahlar'ın neler olduğu, ve büyük günah işleyenin durumun ne olduğu, büyük günah işleyenin imanı azalır mı azalmaz mı, dinden çıkar irtidad mı, çıkmaz da fasık mı olur gibi konular.
Kamu hukukudur. Bucaklar düzeyinden uygulanır. Bucak şurası neye yasak derse o yasak olur, kalanlar serbesttir.
· İmâmet, (halifelik hakkı ile ilgili Şii-Sünni tartışmasının inanç boyutu)
Başkanlık seçimledir. Bütün siyasi, dini, mesleki ilmi kuruluşlarda da böyledir. Sadece, kıyam mülkiyeti olan ekonomik kuruluşlarda vasiyet iledir.
· Hidâyet, hidayet Kur'anda belirtildiği gibi Allah tarafından verilen ve alınan bir şey idiyse insan bundan dolayı nasıl sorumlu tutulabilir ki sorusu,
Kanunu bilmemek kusur değildir. Herkesin yasaları bildiği varsayılır.
· Doğru ve yanlışın tanımı, Bir şey yanlış ve kötü olduğu için mi günah olur, yoksa bir şeyi kötü yapan o şeyin Allah tarafından yasaklanması mıdır?
Bu da, tabii hukuk ve pozitif hukuk gibidir. Kamu hukuku yalnızca kötü olanları sayar, kalanlar mubah olur. Kamu hukuku ittifakla tespit edilir. Ekseriyet kararı geçerli değildir. Beğenmeyenler bucaklarını değiştirirler. Uygun bucak bulamazlarsa, ülkelerini değiştirirler.
· İman'ın sabit mi yoksa artan ya da eksilebilen bir kavram mı olduğu, iman-âmel münahasebeti (âmelin imandan bir parça olup olmadığı) tartışmaları,
İman vatandaşlık demektir. Mümin bir devletin kuruluşu, yürütülmesi ve savunulmasını taahhüt eden kimsedir. Onu için “dağdakinin imanı yoktur, imanı geçersizdir” denilmiştir. İman topluluğa katılıp, ortak yükümlülükleri üstlenmek demektir. Bunu yapmayan mümin olmaz. Mümin olmak, iman etmek demektir.
· Ruh'un mâhiyeti gibi konularda tartışma ve görüşler geliştirmişlerdir.
Bu da devletin yasa, kararname, yönetmelik ve kalkınma programları hükmündedir. Devleti sevk ve idare eden yönergelerdir.
Sünnî Kelâm ilmi, tarih içinde geçirdiği aşamalar açısından başlıca dört dönemde incelenir. el-Eş'ari ile başlayan ve Gazali'nin hocası el-Cüveyni (ö.478/1085) ile sona eren ilk dönem, Mütekaddimin (Eski Kelamcılar) dönemi olarak adlandırılır. Gazali ile birlikte ikinci dönem başlar. Müteahhirin (Sonraki Kelamcılar) dönemi olarak adlandırılan bu dönemde Kelâm ilmi felsefe ile yoğun bir ilişki içindedir ve bu nedenle "felsefe ile meczedilmiş Kelâm devri" olarak da tanımlanır. Hicrî sekiz Miladi ondördüncü yüzyıl ortalarından başlayarak Miladi ondokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar süren üçüncü dönem, Kelâm ilminin duraklama ve gerileme dönemidir. Bu dönemde, önceki kelâmcıların eserlerine yorum ve açıklamalar yazılmakla yetinilmiştir. Kelâm ilmi, on dokuzuncu yüzyılın sonları ile yirminci yüzyılın başlarında yeni bir döneme girdi. Çağın istek ve ihtiyaçlarına cevap verme zorunluluğunun doğurduğu bu yeni dönem Yeni İlm-i Kelâm dönemi olarak anılır.
1- Maturidİlere göre, insanda, müstakil bir cüz’i irade vardır. Eş’arilere göre, insanı da, iradesini de Allah yaratır.
Eski Roma Hukukunda kişilerin iradesi yoktu, külli irade vardı. Herşey normatiftir, herkes bunlara göre işlem yapardı. İslam hukukundan batıya geçen bugünkü hukukta ise sözleşme hürriyeti/cüz-i irade vardır.
2- Maturidİlere göre, herhangi bir bildiren olmasa da insan, Allah’ı bilmek mecburiyetindedir. Eş’arilere göre, Allah’ı bilmek mecburiyeti yoktur, yani insan, kendisine bir bildiren olmadan, aklıyla Allah’ı bulmaktan sorumlu değildir.
Kanunu bilmemek kusur değildir. Herkesin yasaları bildiği varsayılır.
3- Maturidİlere göre, “tekvin” diye müstakil bir sıfat vardır. Eş’arilere göre, Allah’ın tekvin diye müstakil, hakiki bir sıfatı yoktur. Bu, kudret sıfatının bir taalluku olan itibari bir şeydir.
Devletin kudreti de sonsuz değildir ama kişilerin fevkindedir.
4- Maturidİlere göre, peygamber olmak için erkek olmak şarttır. Eş’arilere göre, şart değildir. Kadından da peygamber olabilir.
Mümin ve mümine geçen her yerde kadın ve erkek eşittir. Hak ve sorumluluk göreve göredir. Herkes görevi olan yerde yetkili ve sorumlu olur.
5- Maturidİlere göre, Allah, kullarına güç yetiremeyecekleri şeyleri teklif etmez. Eş’arilere göre, bu caizdir, ama vaki değidir.
Devlet de böyledir. Mesela, vatandaşların ödeyemeyecekleri oranda vergi koymaz.
6- Maturidİlere göre, Allah’ın her yarattığının bir hikmeti vardır. Eş’arilere göre, her şeyde bir hikmet aranmaz. Hikmet şart
değildir.
Yasaların ve anayasanın başta her şeyin bir gerekçesi yazılır.
7- Maturidİlere göre, kelam-ı nefsi işitilemez, ona delalet eden şey işitilebilir. Eş’arilere göre, kelam-ı nefsi işitilebilir.
8- Maturidİlere göre, ezelde maduma (yok’a) hitap caiz değildir. Eş’arilere göre, caizdir.
9- Maturidİlere göre ye’s (ü-mitsizlik, ölüm) halinde yapılan levbe makbuldür. Eş’arilere göre, makbul değildir.
11-Maturidİlere göre, bir şey aslında güzel olduğu için din onu emreder, çirkin olduğu için yasaklar. Eş’arilere göre, bir şey din emrettiği için güzeldir, yine o yasakladığı için çirkindir. Güzellik dinin emretmesine, çirkinlik dinin yasaklamasına bağlıdır.
Pozitif hukuk, tabii hukuk kabulüne bağlıdır. Dinden kasıt düzendir.