Mete Firidin
Hz. Nuh, Tufan ve Sümerler
29.05.2017
7146 Okunma, 0 Yorum

Hz. Nuh, Tufan ve Sümerler

 

Nuh Tufanı hepimizin az çok duyduğu, efsaneleşmiş bir olaydır.  Bu efsaneleşmiş olayın özeti şöyledir: Nuh peygamber insanlara tufan olacağını bildirir. Bu nedenle bir gemi yapmaya başlar, fakat birçok insan tufan olacağına inanmaz. Tufan başlayınca Nuh, kendisine inanan insanları ve yeryüzündeki bütün hayvanlardan çiftler alarak gemiye yükler. Tufan olunca gemiye binmeyenler helak olur. Sonunda tufan yatışır, sular çekilir. Gemi bir dağın tepesine oturur. Böylece Nuh’a iman edip gemiye binenler kurtulmuştur. Tufan geçtikten sonra Nuh ve birlikte bulunanlar gemiden inerler ve yeryüzündeki hayatı devam ettiren insanlar ve hayvanlar olurlar.

Nuh Tufanı genellikle bu şekilde bilinir ve bize hep böyle anlatılır. Hikâyenin bilinen en eski yazılı benzeri Sümer Gılgamış Efsanesinde (MÖ 2500) saptanmıştır. Bu nedenle “Dinlerdeki Nuh Tufanı hikâyesi Sümer kaynaklı, oradan alıntıdır” diyerek cahilce ukalalıkta bulunanlar vardır. Oysa bu olay Sümer dini tarihinin de bir parçasıdır. Doğal olarak bütün dinlerde vardır. Çünkü Allah her topluma mutlaka onları bilgilendiren bir peygamber veya yol gösterici göndermiştir. Sümerlere de mutlaka dini bilgiler sözel veya yazılı olarak iletilmiştir. Kuran ve Antik Mısır üzerinde yapılan incelemede Hz. İbrahim, İshak, İsmail peygamberin ve hatta Yakub peygamberin, Gılgamış Efsanesi yazıya geçirilmeden 400 yıl önce yaşamış olduğu anlaşılmaktadır. Antik Mısır tarihinde kayıtlı, çok önemli bir vezir vardır. Adı İmhotep’tir. Bu vezirin hayatı Kuran’da anlatılan Hz. Yusuf peygamber ile tamamen aynıdır. Yani Hz. Yusuf vezir İmhotep’tir. İmhotep MÖ 2700- 2600 yılları arasında yaşamıştır. Bu durumda: Hz. Yusuf Yakub peygamberin oğludur. Yakup da İshak’ın oğlu ve Hz. İbrahim’in torunudur. Böylece Hz. İbrahim MÖ 3000-2900 yılları arasında yaşamış olmalıdır. Kurani bilgisi olan birçok insan bilir ki Hz: İbrahim’den kalan ve Tevrat içinde yer alan İbrahim’in sayfaları vardır (Furkan). İbrahim’in sayfaları Musa ve Harun’a Tur dağında birlikte verilmiştir. Mısır’dan İsrailoğulları ile çıkış esnasında ise Musa’ya başka bir kitap daha verilmiştir. Tevrat denen kitap bu iki kitabın birleşiminden oluşmuştur. Bu nedenle Gılgamış Efsanesinde bahsedilen Nuh Tufanı’na benzer olay İbrahim’in sayfaları olan Furkan’dan alıntı da olabilir. Ayrıca Sümerlere ulaşan başka ilahi kaynaklar da var olmalıdır. Muhtemelen bunlar, nesilden nesile aktarılan Nuh, Hud, Salih ve başka peygambere ait resim yazısı veya sözel bilgilerdir.  

İlginç olan, Tufan efsanesinin Sümer’den alınma durumunun kısmen doğru olmasıdır. Tevrat tefsirlerinde tanımlanan hikâye ve Sümer kaynaklarında tanımlanan hikâye arasında büyük paralellikler vardır. Esasta kaynak aynı olduğundan paralellik olması da haliyle doğaldır. Dikkat ederseniz yukarıda Tevrat demedim, Tevrat tefsirleri dedim. Çünkü şu anda orijinal Tevrat bir bütün olarak mevcut değildir. Mevcut olan kısımları ise kelimelerin anlamlarının, hatta harflerinin unutulmuş olması nedeni ile okunup anlaşılamamaktadır. Bu durumda orijinal Tevrat’ta bulunan Nuh Tufanı hadisesi gerçek kaynaktan uzak, Sümer tabletlerinde bulunan hikâyeden oldukça etkilenmiş olarak aktarılmaktadır. Çünkü orijinal metin olmadığından veya anlaşılamadığından yorumlar daha eski fakat bozulan bilgilere paralel olacak şekilde yapılmıştır.

İslam dünyasındaki Nuh Tufanı olayı ise yine Sümer’den etkilenmiş Yahudi ve Hristiyan kültüründen gelmiş hikâyelerdir. Onlar da Kuran’ın bildirdiği bilgilerden uzak olarak, kolay olanı, önceki efsanevi inançlardan olanı alarak kabul etmişlerdir. Oysa Kuran’da aktarılan Nuh Tufanı hadisesi çok farklıdır. Bu kitabın amacı bu bilgiyi size aktarabilmektir.

 

Dünya'daki hemen hemen bütün eski topluluklarda tufan benzeri hikâyeler mevcuttur. İskandinav ülkelerinde, Eski Türklerde, Eski Yunanda, Avusturalya yerlilerinde, Amerika Kızılderililerinde, Çinlilerde ve Sümerlerde mutlaka bir tufan efsanesi vardır. Ama Eski Mısır’da yoktur denmektedir. Bu ilginç bir durumdur. Oysa yaptığım araştırmada Eski Mısır kültüründe de tufan izlerine rastlanmaktadır. Antik Mısır Güneş Gemileri ve Cenaze Botları ( Solar Ships and Funerary Boats) Efsanesinde insanların Tanrı’ya isyan etikleri ve Tanrı’nın onlar üzerine Hathor’u göndererek yok ettiği, sonrasında ise göklere çekilip iki gemisi ile Güneş şeklinde yolculuk yaptığı yazmaktadır. Hathor, Antik Mısır dininde bir tanrıdır?. Gökteki Samanyolu denen görüntüyü simgelemektedir. Sembolü inektir. Nil taşkınları ile bağdaştırılır. Fakat Hathor’un diğer adı büyük tufan (Meht-Urt, Great Flood) dır. Aslında bu efsaneden de anlaşılan: Tanrı insanları yok etmek için üzerlerine Büyük Tufan’ı göndermiştir. Antik Mısır’da yazılı kayıt tutma MÖ 3000 yıllarında başlamıştır. Fakat bu tufanın tarihi kayıtlı değildir. Bu durum tufanın çok önceden olmuş olduğu anlamına gelmektedir. Sonraki nesillerde pek vurgu yapılmamasının nedeni ise tufan ve taşkınların Nil taşkınlarında olduğu gibi iyi ve kutsal bir olay olarak kabul edilmesi olabilir. Çünkü Antik Mısır dininde ve yaşamında Nil taşkınları kutsal bir öneme sahiptir. Kötü bir tufandan fazlaca bahsetmek onlar için abes olacaktır.

Yukarıda da belirttiğim gibi tufan hadisesi kutsal kitaplarda, muharref Tevrat ve Kuran'da da vardır ve hatta ayrıntılı olarak mevcuttur. Bazıları kutsal kitaplarda bulunan Tufan kıssalarının Sümerler’den kopya edildiğini iddia etmektelerdir. Oysa hemen bütün eski toplumlarda ve özellikle Amerikalı yerlilerde ve Avustralya Aborijinlerinde de bu hikâyelerin bulunması tufan hikâyelerinin sadece Sümerler'den kaynaklanmadığını ispatlamaktadır. Diğer toplumlarda da benzer olayların olması Dünya’nın gerçekten böyle bir dönem geçirmiş olduğunun delilidir. Çünkü Aborijinlerin Afrika’dan Avusturalya ya göç etmesi günümüzden yaklaşık 50.000 yıl öncedir. Amerikan yerlilerinin ise göç etmesi yaklaşık 15.000 yıl öncedir. Ve anlaşıldığı kadarı ile bu uzak kıtalara göç eden kavimler ile Avrasya ve Afrika’da kalanlar arasında o zamanlar hiçbir iletişim bulunmamaktadır. Bu kıtalarda yaşayanların Sümer kültüründen haberleri bile yoktur.

Gri ile gösterilen Âdemoğlu’nun (Human) MÖ yapmış olduğu göç yolları ve tarihleridir.

Sümer tarihi eski krallardan ve onların Aratta adlı bir şehirden geldiklerini ve binlerce yıl süren hükümdarlıklarından bahseder. Hatta Gılgamış Destanı’nda da destanın kahramanı Aratta şehrine ulaşmaya çalışır, çünkü burası ölümsüzlük ülkesidir. Sümerlerin en çok korktukları düşmanları ise Gutilerdir. Guti ülkesi Sümerlerin kuzey-doğusunda ve bugünkü Zagros dağlarındadır. Şırnak ilimizde bulunan Cudi dağı Zagros dağlarının en kuzey ucundadır ve ismini büyük ihtimalle Gutilerden dolayı almıştır. Müslüman tefsircilerden birçoğu Kuran’da geçen Nuh’un Gemisi’nin oturduğu yer olan “cudi” kelimesini, bu kelime ile benzerliği nedeni ile Cudi dağı sanmışlardır. Oysa bu dağın adı Guti kelimesinden gelmektedir.

En eski Sümer krallar listesinden Tufan’ın on binlerce yıl önce gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Yine bu tabletlerdeki kahraman Ziusudra (uzun ömürlü) dır. Akad tufan hikâyesinde ise Nuh’a benzeyen kahraman Atrahasis (çok bilge olan) dir. Gılgamış Efsanesindeki tufan kahramanı ise Utnapiştim (Eskinin yaşamına tutunan kişi) dir. Kısacası bu efsanelerde çok karışık bilgiler mevcuttur. Fakat ortak nokta bir tufan ve bir kahraman olmasıdır. Bu kahramanın soyundan bilinen en eski krallar türemiştir. Bazı yazarlar Sümer antik şehrinde, Shuruppak’ta MÖ 3000 yılında gerçekleşen sel baskınının Tufan hadisesinin kökeni olabileceğini ileri sürerler. Oysa bu olay iki büyük nehrin arasında sık sık gerçekleşen sıradan büyük bir sel baskınıdır. Bu tarih Hz. İbrahim’in yaşadığı tarihtir. Nuh peygamber ise ondan çok önceleri yaşamıştır. Sümer krallar listesi göz önüne alındığında efsanevi olan tufanın on binlerce yıl önce gerçekleşmiş olması gerekir. Yine Tufan’ın Antik Mısır yazılı kayıtlarında değil de efsanevi geçmişte bulunması, Tufan olayının çok eski tarihlerde olmuş olmasını gerektirir.

MÖ 3200 ve 2900 yılları arasında Mezopotamya’da Piora Oscillation denen ani soğuk hava ve yağışlı dönem oluşmuştur. MÖ 2900 yılında ise yine büyük bir sel baskını olmuş, şehirler büyük zarara uğramıştır. Bu baskının bulguları Shuruppak (Tell Fara) şehrinde saptanmıştır. Bazıları bunun Nuh Tufanı olduğunu iddia etmişlerdir. Oysa Sümer krallar listesinde Nuh Tufanı’nın yaşandığı yıllarda Ubar-Tutu’nun 18600 yıl hüküm sürdüğü yazmaktadır. Gılgamış Destanında ise Utnapiştim (Nuh) Ubar-Tutu’nun oğludur ve Ubar-Tutu, Shuruppak kralı değildir. Yani muharref Tevrat’ta olduğu gibi, tarihi zamanlarda bir karıştırma söz konusudur. Sümer krallar listesinde sadece Kral Ubar-Tutu’nun 18600 yıl hüküm sürdüğünün yazması olayın efsane veya bir hesaplama hatası olduğunun anlaşılmasını sağlar. Ubar-Tutu’dan kral Enmebaragesi ye kadar toplam 14165 yıl gibi bir süre olduğu saptanmaktadır. Oysa gösterilen kronolojide Kral Ubar-Tutu ile Enmebaragesi arasında 400 yıl görünmektedir. Hükümranlık yılları temel alınırsa, Enmebaragesi MÖ 2500’lerde yaşamış olduğuna göre Nuh Tufanı 2500 + 14165 =  MÖ 16665 yılında olmalıdır. Yani sonraki Sümerler de MÖ 2900 deki sel baskını ile çok daha eski olan Nuh Tufanı’nı karıştırmışlardır. Kuran’da Nuh’un 1000 yıl yaşadığı ve kendinden sonra halifeler bıraktığı düşünüldüğünde Sümer Kish hanedanlığının tarih bildirimleri kısmen doğrudur denebilir. Kabaca MÖ 16665 yılında olan Tufan MÖ 2900 de olan sel baskını ile karıştırılmış ve yanlış yazılmıştır.

Aşağıda Tufan öncesi Sümer Krallar Listesi verilmiştir. Bu listeye göre kralların hükümranlıkları on binlerce yıl sürmektedir! {The antediluvian reigns were measured in Sumerian numerical units known as sars (units of 3,600), ners (units of 600), and sosses (units of 60)}.

Ruler

Epithet

Length of reign

Approx. dates

Comments

"After the kingship descended from heaven, the kingship was in Eridug. In Eridug, Alulim became king; he ruled for 28800 years."

Alulim

 

8 sars (28,800 years)

mythological

 

Alalngar

 

10 sars (36,000 years)

 

 

"Then Eridug fell and the kingship was taken to Bad-tibira."

En-men-lu-ana

 

12 sars (43,200 years)

 

 

En-men-gal-ana

 

8 sars (28,800 years)

 

 

Dumuzid, the Shepherd

"the shepherd"

10 sars (36,000 years)

 

 

"Then Bad-tibira fell and the kingship was taken to Larag."

En-sipad-zid-ana

 

8 sars (28,800 years)

 

 

"Then Larag fell and the kingship was taken to Zimbir."

En-men-dur-ana

 

5 sars and 5 ners (21,000 years)

 

 

"Then Zimbir fell and the kingship was taken to Shuruppag."

Ubara-Tutu

 

5 sars and 1 ner (18,600 years)

 

 

"Then the flood swept over."[19]

 

 

Aşağıda ise Tufan’dan sonraki Sümer Krallar Listesi verilmiştir. Burada ise kralların hükümranlıkları yüzlerce yıldır.

First Dynasty of Kish

Ruler

Epithet

Length of reign

Approx. dates

Comments

"After the flood had swept over, and the kingship had descended from heaven, the kingship was in Kish."

Jushur

 

1,200 years

historicity uncertain

names before Etana do not appear in any other known source, and their existence is archaeologically unverified

Kullassina-bel

 

960 years

 

 

Nangishlishma

 

670 years

 

 

En-tarah-ana

 

420 years

 

 

Babum

 

300 years

 

 

Puannum

 

840 years

 

 

Kalibum

 

960 years

 

 

Kalumum

 

840 years

 

 

Zuqaqip

 

900 years

 

 

Atab (or A-ba)

 

600 years

 

 

Mashda

"the son of Atab"

840 years

 

 

Arwium

"the son of Mashda"

720 years

 

 

Etana

"the shepherd, who ascended to heaven and consolidated all the foreign countries"

1,500 years

 

 

Balih

"the son of Etana"

400 years

 

 

En-me-nuna

 

660 years

 

 

Melem-Kish

"the son of En-me-nuna"

900 years

 

 

Barsal-nuna

("the son of En-me-nuna")*

1,200 years

 

 

Zamug

"the son of Barsal-nuna"

140 years

 

 

Tizqar

"the son of Zamug"

305 years

 

 

Ilku

 

900 years

 

 

Iltasadum

 

1,200 years

 

 

En-me-barage-si

"who made the land of Elam submit"

900 years

ca. 2600 BC

the earliest ruler on the List confirmed independently from epigraphical evidence

Aga of Kish

"the son of En-me-barage-si"

625 years

ca. 2600 BC

contemporary with Gilgamesh of Uruk, according to the Epic of Gilgamesh[20]

"Then Kish was defeated and the kingship was taken to E-ana."

 

Yukarıda görüldüğü gibi Enmebaragesi’in MÖ 2600 de yaşadığı kanıtlanmıştır.

Tevrat tefsirlerinde Nuh’un 950 yıl yaşadığından bahsedilir. Ayrıca Nuh’tan önceki peygamberlerin de yüzlerce yıl yaşadıkları bildirilir. Âdem’in de 930 yıl yaşadığından bahseder. Oysa Sümer krallar listesinde Tufan’dan önce yaşayan insanlar on binlerce yıl yaşamış gibi gözükmektedir. Bu durumda Sümer krallar listesindeki insan ömürler çok abartılı ve yanlış demektir.  Fakat Tufan’dan sonraki halifelerin Nuh gibi bin yıl yaşamış olması da muhtemeldir. Çünkü buzul çağı döneminde yaşam şartları çok farklıdır. İklim soğuktur. Besinleri bozulması daha zordur. Bilmediğimiz başka birçok faktörde günümüzden çok farklıdır. Beslenme hiçbir şekilde aşırı olamamaktadır. Mikrobik hastalıklar çok daha azdır. Bunun nedeni insan toplumları arasında karşılaşmaların daha az olmasıdır. Ayrıca toplumlar küçük topluluklar halindedir. Bulaşmalar çok daha zordur. İnsanlar yiyecek bulmak için sürekli hareket halinde olmak zorundalardır. Bu saydıklarımız uzun yaşama için gerekli ortamı oluşturmaktadır. Kısacası Dünya’da belirgin ısınmaya ve iklim değişikliğine neden olan her neyse direkt olarak insan ömrünün kısalmasına da neden olmuş olabilir. Ya da oluşan iklim değişikliği insan ömrünün kısalmasına neden olmuş olabilir. Bununla birlikte Kuran’da sadece Nuh peygamberin ömrü hakkında bilgi verilmiştir. Fakat Hud Suresi’ 27. Ayette Kâfirler Nuh peygambere:  Toplumunun inkârcı ileri gelenleri: “Senin ancak kendimiz gibi bir insan olduğunu görüyoruz. Açıkçası, sana bizim aşağı tabaka dışında kimsenin uyduğunu görmüyoruz. Sizin bizden bir fazlalığınız yoktur; biz sizi yalancı sanıyoruz” dediler, denmektedir. Nuh’un çok uzun yaşamasının, onlar için de normal bir olay olduğu şu sözden anlaşılmaktadır: “Sizin bizden bir fazlalığınız yoktur”. Bu durumda onlar da çok uzun yaşıyorlar demektir.

 

Sümer Tufan Efsanelerinin çoğunda Tufan bütün Dünya’da olmuştur. Fakat Atrahasis Efsanesinde tufan sadece bir nehir baskınıdır. Hepsinde de Gemi’nin dağa oturduğundan bahsedilir. Sümer efsanelerinde Gemi küp şeklindedir ve sazlardan ziftlenerek yapılmıştır. Muharref Tevrat’a göre ise gemi tahtalardan yapılmış ve dikdörtgen şeklindedir. Yine Tevrat' tefsirlerinde, Yahudi dini tarihinde ve Hristiyan dini tarihinde Tufan’ın bütün dünyada gerçekleştiği ve Nuh’un Gemisi’nin Ararat’a (dağına) oturduğu bilgisi vardır. Tevrat tefsirlerinde bulunan, Nuh’un Gemisi’nin üzerine oturduğu dağı ifade eden “Ararat” kelimesi, Sümerler’in Aratta dediği şehirden kaynaklanıyor da olabilir. Çünkü mevcut Tevrat denen kitap sonradan toplamadır. Kelime yanlış aktarılmış veya yorumlanmış olmalıdır. Kuran ise Gemi’nin “El Cudi”ye oturduğunu söyler. Nuh’un kendi toplumu arasında 950 yıl kaldığı ve Tufan’dan sonra elli yıl daha yaşadığından bahseder. Ayrıca Nuh’un neslinin halifeler kılındığını bildirir. Bu ifade Sümer krallar listesindeki kral tanımına uymaktadır. Nuh Tufanı Kuran’da Tevrat tefsirlerinin aksine yerel bir olay olarak anlatılmaktadır. İslam dünyasındaki tefsirler ise Gemi’nin Sümerlerin düşmanı Gutilerin yaşadığı yer olan Cudi (Guti) dağına oturduğundan bahseder. Oysa Kuran’da Cudi dağı diye bir ifade yoktur. El Cudi kelimesi vardır.

Yukarıda bahsettiğim gibi Sümer mitolojisinde, Tevrat’ta ve Kuran’da yüzlerce yıl yaşayan insanlardan bahsedilmektedir. Ayrıca başka uluslara ait birçok mitolojik olaylarda da çok eski devirlerde, çok uzun süre yaşayan devlerden (dev yapılı, uzun ömürlü insanlardan; yarı tanrılardan) bahsedilmektedir. Bu durumda, bu efsanelerde bir gerçeklik payı olmalıdır.

Bilimsel olarak böyle bir şey mümkün olabilir mi? Bu olay ne kadar gerçekçi olabilir? Günümüzde insanlar yüz yıl bile zor yaşamaktalardır! Bunu ve dev insanların varlığını destekleyen çok az arkeolojik delil saptanmıştır (Giant of Castelnau, Si-Te-Cah…).

Tufan olayına Dünya iklim bilimi olarak baktığımızda tarihte bu olayı açıklayabilecek veriler var mıdır? Tufan olayı ihtimalini ve yaşam şartlarını Dünya iklim bilimi açısından değerlendirelim:  Günümüz iklim dönemi, Dünya iklim dönemleri listesinde Holosen Çağı olarak bilinmektedir. Holosen, insan türünün mevcut yerleşik hayata geçtiği ve yazılı tarihe doğru önemli bir geçiş yaptığı, dünya çapında kültürel gelişimlerin görüldüğü bir çağ olduğu için ve yaşadığımız zamanı tanımladığı için jeolojik devirler arasında önemli bir yere sahiptir. Holosen döneminin başlangıcı MÖ 11.000 yılından önce geç buzul çağının bitmesi olarak kabul edilir. İklim değişikliğine göre pek çok seriye ayrılmaktadır. Genel itibariyle sıcak olan bu dönem içerisinde atmosferik soğuk salınım dönemleri de meydana gelmiştir.

Geç Buzul Çağının bitmesi ile Holosen iklim optimumu (HİO, Holcene Climate Optimum günümüzden 9500-5000 yıl önce) yaşanmıştır. Bu dönem günümüze göre nispeten daha ılımandır. Güney ve Kuzey yarıkürede sıcaklığın artması sonucu MÖ 11 bin yıllarında buzullar kutuplara doğru çekilmeye başlamıştır.

 

 

Holosen dönemi deniz seviyesi ve bitki örtüsü.

Holosen dönemi başlangıcında bugün bildiğimiz körfezlerin çoğu yoktur. Çünkü deniz seviyesi günümüzden çok daha alçaktır. Karadeniz hala bir göldür. Kıtalar arası yürüyerek ulaşım daha kolaydır. Bering boğazı diye bir deniz yoktur. Asya kıtasının doğusundan Kuzey Amerika’ya yürüyerek geçmek mümkündür. Aşağıda Holosen devri öncesi dünya haritası: Bugün bilinen birçok körfez mevcut değildir. Özellikle Basra Körfezi diye bir körfez yoktur. Dicle ve Fırat’ın uzunluğu Hürmüz Boğazı’na kadar ilerlemektedir.

 

Dünya’nın yaradılış dönemleri içinde şu anda yaşadığımız dönem holosen (Tamamen Yenilenmiş) dönemidir. Bu dönem yaklaşık 11.000 yıl önce başlamıştır ve halen devam etmektedir. Bu dönemin başında Late glacial maximum (Geç buzul çağı) denen ve Dünya’nın birçok yerinin buzlarla kaplı olduğu daha soğuk bir dönem vardır. Bu buz devri sona ermeye başladığında Basra Körfezi’nin de içinde bulunduğu birçok kara parçası henüz deniz tarafından kaplanmamıştır. Yani Basra Körfezi Hürmüz Boğazı’na kadar Fırat ve Dicle’nin suladığı uygarlığa en elverişli deltalar halindedir. Fakat kurak bir iklim de mevcuttur. Çünkü atmosferde serbest dolaşan su buharı daha azdır. Dünya’da bulunan suyun büyük çoğunluğu kutup bölgelerinde ve dağ zirvelerinde buz halinde bulunmaktadır. Bu nedenle soğuk bir iklimin olmasına karşın, yağışsız kurak bir iklim hüküm sürmektedir. Basra Körfezi’nin bugünkü seviyesine ulaşması MÖ 16000 yılında başlamış ve MÖ 6000 yılında tamamlanmıştır. Fakat bu dönemin sonunda yani holosen döneminin öncesinde iklim ılımanlaşmaya başlamış sonuçta buzullarda depolanan sular erimiş, yoğun taşkınlar ve yoğun yağmurlarda çok fazla artışlar olmuş, deniz seviyesi 100-120 metre yükselmiştir. Bu dönemde Dünya’nın her yerinde tufanlar meydana gelmiştir. Bu da bize Nuh’un yaşadığı bölgeler dışında da Tufan benzeri olayların gerçekleştiğini göstermektedir. Bu durum bize Amerika kıtaları gibi Asya ile bağlantısı olmayan bölgelerde yaşayanlarda da Tufan benzeri hadiselerin bulunmasını açıklamaktadır. Dünya atmosferinin ısınması ile daha çok buz erimiş ve atmosferde dolaşan su miktarı artmıştır. Sonuçta sulak bölge sayısı artmıştır. Böylece bütün Dünya’da bitki yoğunluğunda çok büyük artışlar olmuştur. Yine bu dönemde çok iri olan bazı hayvanların da nesli yok olmuştur (mamutlar, dev kediler vs.). Yaşam şartları çok değişmiştir. Değişen yaşam şartları bir şekilde insan ömrünü etkilemiş olabilir.

Bu bilgilerin ışığında şöyle bir tahminde bulunabiliriz: Nuh peygamber M.Ö 11000-15000 yıllarında yaşamış olmalıdır. Çünkü tarihi veriler çok eski bir dönemi düşündürmektedir ve bu iklim dönemi tufan oluşmasına çok müsaittir. Yine Nuh peygamber çok farklı yaşam şartlarında yaşadığından, o dönemin insanları gibi çok uzun bir süre yaşayabilmiştir. Daha sonra iklim ve yaşam şartları, çok iri ve uzun yaşayan insanların ve hayvanların yavaş yavaş azalmasına sebep olmuş ve bize mitolojilerdeki dev insanların hikâyeleri ve mamut, dev kediler gibi hayvan fosilleri kalmıştır. Sümer krallar listesindeki uzun ömürlü krallar çok abartılmış olsa da muhtemelen doğrudur.

Nuh peygamber bugünkü Basra Körfezi’nde bulunan bir şehirde ve holosen döneminin hemen öncesinde veya başlarında yoğun yağmurlu dönemlerin ve aşırı sellerin olduğu dengesiz bir iklim döneminde yaşamış olmalıdır. Nuh Tufanı da yine bu dönemde gerçekleşmiş olmalıdır. Nuh peygamber bu olayı vahiy ile önceden öğrenip gemiyi hazırlamıştır. Nuh’un torunları da Sümerler’in çok uzun yaşadığını bildirdikleri Tufan sonrası eski krallarıdır. Böylece Tufan hikâyesi, ataları Nuh’tan ve onunla gemide bulunan kişilerden olan soydan veya kutsal metinlerden Sümerlere miras kalmıştır.

Kuran’da Nuh toplumundan sonra egemenlik sürmüş Ad kavminden bahsedilmektedir. Oysa Tevrat tefsirlerinde Ad kavminden hiç bahsedilmez. Ad kavmi Nuh kavminden sonra yaşamış ve her konuda çok güçlenmiş ve gelişmiş bir topluluktur. Vücut yapıları da günümüz insanlarından çok daha iridir. Kuran, bol miktarda evcil hayvanları ve çocuklarının olduğundan bahseder. Yine Kuran’ın bildirdiğine göre bu kavim çok soğuk siklonik bir kasırga ile donarak helak edilmiştir. Bilimsel araştırmalarda MÖ 10000 veya 11000’li yıllarda holosen dönemi içinde 1000 yıl süren çok soğuk bir dönem olduğu saptanmıştır. Ad kavminin bu dönemde yaşamış olması muhtemeldir. Bu arada Antik Yunan efsanesi olan Hyperboreios’lardan bahsetmek gerekir. Bu efsaneye göre kuzeyde bir yerde sarışın, mavi gözlü, beyaz tenli, üç metre boyunda ve çok uzun, refah içinde yaşayan insanlardan bahsedilmektedir. Hyperboreios efsanesi Ad kavmini düşündürmektedir.  Yine Kuran’dan Antik Mısırlıların Ad kavmini bildiği anlaşılmaktadır. Antik Yunan devlet adamı ve şair olan Solon Atlantis efsanesini (MÖ 638-558) Antik Mısır yolculuğu esnasında öğrenmiştir. Atlantis efsanesi Ad kavmi ile ilgili bilgilerden kaynaklanıyor olabilir. Çünkü Antik Mısırlılara göre Ad kavminin ülkesi Hyperboreios Efsanesi’ndeki gibi Kuzey Avrasya’da dır.

Şimdi konuyla ilgili ayetlere bakalım.

Mümin Suresi’ 30-31. Ayetler:

وَقَالَ الَّذِي آمَنَ يَاقَوْمِ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ مِثْلَ يَوْمِ الْأَحْزَابِ (30) مِثْلَ دَأْبِ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَ وَالَّذِينَ مِنْ بَعْدِهِمْ وَمَا اللَّهُ يُرِيدُ ظُلْمًا لِلْعِبَادِ (31)

Ve iman eden dedi ki: “Ey toplumum, kesinlikle ben sizin için gruplar günü benzerinden korkarım. Nuh toplumunun ve Âd’ın ve Semud’un ve daha sonrakilerin geleneğinin benzeri gibi. Ve Allah, kulları için zulüm isteyen değildir.

Bu ayette iman eden kişi Firavun ve ekibine karşı konuşmaktadır. Bu ayet bize Antik Mısırlıların Ad ve Semud kavminden haberdar olduklarını göstermektedir (Bu konuşma Hz. Musa zamanından olduğundan MÖ1600 yıllarında olmuştur).

Araf Suresi’ 69. Ayet:

أَوَعَجِبْتُمْ أَنْ جَاءَكُمْ ذِكْرٌ مِنْ رَبِّكُمْ عَلَى رَجُلٍ مِنْكُمْ لِيُنْذِرَكُمْ وَاذْكُرُوا إِذْ جَعَلَكُمْ خُلَفَاءَ مِنْ بَعْدِ قَوْمِ نُوحٍ وَزَادَكُمْ فِي الْخَلْقِ بَصْطَةً فَاذْكُرُوا آلَاءَ اللَّهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

«Sizi uyarması için sizden bir adam aracılığı ile size bir zikir gelmesine şaştınız mı? Düşünün ki (Allah) sizi, Nuh toplumundan sonra, onların yerine halifeler yaptı ve biçimlendirmede sizi onlardan kapasitesi artmış kıldı. Allah’ın üstünlüğünü hatırlayın ki, başarıya eresiniz.

Bu ayette ise Hud peygamber kendi toplumu olan Ad kavmine hitap etmektedir. Ayetten Ad kavminin yaradılış olarak daha iri oldukları anlaşılmaktadır. Muhtemelen dev denen insanlar bunlardı. Ayrıca Ad kavminin Nuh kavminden ve Tufan’dan haberdar olduğu anlaşılmaktadır. Ad kavmine de Nuh’un ve gemide onunla bulunanların soyundan olanlar ulaşmış olmalıdır. Daha sonraki ayetlerde de göreceğimiz gibi Ad kavminin evcil hayvanları (koyun, keçi) ve yetiştirip yedikleri tahılları vardır. Bu imkânlar Ad kavmine yüksek değerde besin sağlamaktadır. Böylece iyi beslenen bir toplum olarak vücut yapıları daha gelişmiştir. Yine Nuh kavminin maruz kaldığı iklim şartlarında yaşadıkları için uzun ömürlü ve çok iri insanlar haline gelmiş olabilirler. Efsanelerdeki gerçek devler bu insanlar olabilir. Öte yandan ayetten Nuh kavminin ise bunlardan daha ufak tefek insanlar olduğu anlaşılmaktadır. Muhtemelen Nuh kavminin boyutları bugünkü insanlara yaklaşık olmalıdır.

Hud Suresi’ 52. Ayet:

وَيَاقَوْمِ اسْتَغْفِرُوا رَبَّكُمْ ثُمَّ تُوبُوا إِلَيْهِ يُرْسِلِ السَّمَاءَ عَلَيْكُمْ مِدْرَارًا وَيَزِدْكُمْ قُوَّةً إِلَى قُوَّتِكُمْ وَلَا تَتَوَلَّوْا مُجْرِمِينَ

«Ey toplumum! Rabb’inizden hoşgörü dileyin, sonra O’na tövbe edin ki size gökten sağanak göndersin, kuvvetinize kuvvet katsın; ağır suç işleyenler olarak dönüp gitmeyin ».

Bu ayette hitap eden Hud peygamberdir. Bu hitabı Ad kavmine yapmaktadır. Ayetten Ad kavminin güçlü olduğu fakat zaman zaman yağmur sıkıntısı da çektiklerini göstermektedir. Genel olarak evcil hayvanları ve tahılları sayesinde iyi beslenen bir toplum olduklarından gerçekten güçlü yapılı bir toplum oldukları anlaşılmaktadır.

Şuara 132-134. Ayetler:

وَاتَّقُوا الَّذِي أَمَدَّكُمْ بِمَا تَعْلَمُونَ (132) أَمَدَّكُمْ بِأَنْعَامٍ وَبَنِينَ (133) وَجَنَّاتٍ وَعُيُونٍ (134)

Bildiklerinizle size yardım edeni önemseyin. O, size nimet hayvanlar ve oğullarla yardım etti. Ve bahçeler ve pınarlar.

Bu ayette de Nuh kavminden sonra halife kılınan Ad kavmi anlatılmaktadır. Nuh’tan kalan nimet hayvanların soyundan olan evcil hayvanları vardır. Tahıl bahçeleri vardır. Yani koyun ve keçileri, tarım yaptıkları ıslah edilmiş tohumları vardır. Nüfusları da belirgin olarak artmış olmalıdır.

Ahkaf Suresi’ 21. Ayet:

وَاذْكُرْ أَخَا عَادٍ إِذْ أَنْذَرَ قَوْمَهُ بِالْأَحْقَافِ وَقَدْ خَلَتِ النُّذُرُ مِنْ بَيْنِ يَدَيْهِ وَمِنْ خَلْفِهِ أَلَّا تَعْبُدُوا إِلَّا اللَّهَ إِنِّي أَخَافُ عَلَيْكُمْ عَذَابَ يَوْمٍ عَظِيمٍ (21)

 

Ve Ad’ın kardeşini an. O zaman o toplumunu çökerten (siklonik) bir fırtınayla uyardı. Ve ondan önce olan ve ondan sonra uyarıcı olanlar gelip geçmişti. “Ancak Allah’a kulluk etmez misiniz? Kesinlikle ben üzerinize olacak büyük günün azabından korkarım” diye uyararak.

Fussilet 16. Ayet:

فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا صَرْصَرًا فِي أَيَّامٍ نَحِسَاتٍ لِنُذِيقَهُمْ عَذَابَ الْخِزْيِ فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَلَعَذَابُ الْآخِرَةِ أَخْزَى وَهُمْ لَا يُنْصَرُونَ (16)

Böylece o kötü şartlar içindeki günlerde dünya hayatında rezil azabı tattırmak için üzerlerine siklonik rüzgârı gönderdik. Ve ahiret azabı mutlaka daha rezildir. Ve onlar yardım edilenlerden değillerdir.

Kötü şartlar uzun süren soğuk kurak dönemi düşündürmektedir

Kamer Suresi’ 19-20 Ayet:

إِنَّا أَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا صَرْصَرًا فِي يَوْمِ نَحْسٍ مُسْتَمِرٍّ (19)

تَنْزِعُ النَّاسَ كَأَنَّهُمْ أَعْجَازُ نَخْلٍ مُنْقَعِرٍ (20)

 

Kesinlikle biz aralıksız devam eden kısıtlayıcı kötü günlerde üzerlerine burkulan bir rüzgâr gönderdik. İnsanları kof hurma kütüğü gibi söküp atan.

 

Hakka Suresi’ 6. Ayet:

وَأَمَّا عَادٌ فَأُهْلِكُوا بِرِيحٍ صَرْصَرٍ عَاتِيَةٍ (6)

Ve Ad’a gelince çok aşırı siklonik bir rüzgârla helak edildiler.

Olumsuz şartların hüküm sürdüğü yıllarda, siklonik bir fırtınayla yok oldukları düşünülürse Ad kavminin MÖ 10000-11000 yıllarında yaşamış olması gerekmektedir. Holosen başlangıcındaki bu iklimsel döneme Genç kuraklık (Youngers Dryas) dönemi denmektedir. Bin yıl süren soğuk ve kurak bir dönemdir.

Buz çağının sonu ve Holosen döneminin başında, ani yağışlı ve sellerin görüldüğü dönem sadece Nuh kavmi tarafından yaşanmamıştır. Dünya’nın diğer yerlerinde yaşayan insanlar da bu Tufan benzeri olayları yaşadığından, onlarda da başka tufan hikâyeleri ve dev hikâyeleri mevcuttur. Muhtemelen Nuh’un Mezopotamya’da yaşadığı tufan o dönem içinde yaşanan en şiddetli tufandır.

 

Nuh’un Gemisi

Kuran’a göre Nuh Tufanı birçok insanın sandığı gibi genel değil, yerel bir olaydır. Büyük ihtimalle bugün deniz suları altında kalan Basra Körfezinde MÖ 11000-15000 tarihleri arasında gerçekleşmiştir. Nuh gemiyi yaptığında bir sonraki yerleşim ve gelecek nesiller için o zamana kadar evcilleştirilmiş hayvanlardan çiftler almıştır. Daha sonraki yerleşim yerinde bir medeniyet kurulmuş ve soyundan olan insanlar orada krallar (halifeler) olmuşlardır. Sümer efsanelerinde anlatılan Tufan’dan sonraki ilk krallıklar da bu krallıklardır. Onun soyundan gelen Hz. İbrahim ile peygamberlik devam etmiştir. İkisi arasında ise birçok peygamber gelip geçmiştir. Nuh’un “Yarabbi bütün kâfirleri yok et” duası kabul olmuştur. Bütün kâfirler boğulmuşlardır. Fakat başka yerlerdeki diğer bütün insanlar, yani Nuh’un kavmi dışında Dünya’nın birçok yerinde yaşayan insanlar boğulmamışlardır. Çünkü Nuh duasında “bütün kâfirler” demiştir. Kâfir demek kendine gelen gerçeği kabul etmeyen, yalanlayan demektir. Oysa Nuh uyarısını diğer kavimlere yapmamış, yalnızca kendi kavmine yapmıştır. Diğer kavimler Nuh tarafından uyarılmamıştır ki kâfir olsunlar! Bu nedenle Tufan esnasında bütün diğer insanların da boğulduğunu düşünmek çok yanlıştır.

Bu ön bilgilerden sonra Kuran’da Nuh Tufanı ile ilgili diğer ayetleri anlamaya çalışalım.

Nuh Suresi’ 11-12. Ayetler:

يُرْسِلِ السَّمَاءَ عَلَيْكُمْ مِدْرَارًا (11) وَيُمْدِدْكُمْ بِأَمْوَالٍ وَبَنِينَ وَيَجْعَلْ لَكُمْ جَنَّاتٍ وَيَجْعَلْ لَكُمْ أَنْهَارًا

Üzerinize göğü sağanak olarak göndersin. Ve size mallar ve oğullarla yardım yapsın. Ve sizin için bahçeler kılsın. Ve sizin için nehirler kılsın”.

Ayetten Nuh kavminin yağış sıkıntısı içinde oldukları, kurak bir iklime maruz kaldıkları ve nüfus ve mal azlığı içinde yaşadıkları anlaşılmaktadır. Nüfus azlığının olması üreme yeteneklerinin az olduğunu düşündürmektedir. Bu da onların ergenliğe geç ulaştıklarını ve belki de bu nedenle çok uzun yaşadıklarını düşündürmektedir. Çünkü ergenlikten önce kısırlaştırılan kişi ve hayvanlar çok daha uzun yaşamaktadır. Ergenliğe geç girmelerinin sebebi ise iklim şartları ve fazla besin bulamamaları da olabilir. Daha önce bahsedildiği gibi Nuh’tan sonra yaşamış kavim olan Ad kavmine bu olanaklar sağlanmıştır. Bu nedenle Ad kavmi Nuh kavmine göre daha irilerdir. Nüfusları da daha fazladır. Bu durumda Ad kavminin ömür süreleri Nuh kavminden daha kısa olmalıdır. Bu bilgi bize Sümer efsanelerinde Tufan’dan öncekilerin sonrakilere göre gerçekten daha uzun yaşadıklarını açıklamaktadır. Fakat rakamlar çok abartılıdır. Tufan’dan öncekiler bin yıl yaşarken, Ad kavmi gibi Tufan’dan sonrakiler sadece birkaç yüz yaşamış olmalıdır. Burada hemen şunu belirtmek gerekir. Hem tufanlardan bahsediyoruz hem de kuraklıktan! Bu şu demektir. Kurak bir yerde yaşıyorsunuz fakat yağdığında ise tufan olacak kadar yağmaktadır. Kısacası dengesiz bir iklim hüküm sürmektedir.

Ankebut Suresi’ 14. Ayet ve meali:

وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ فَلَبِثَ فِيهِمْ أَلْفَ سَنَةٍ إِلَّا خَمْسِينَ عَامًا فَأَخَذَهُمُ الطُّوفَانُ وَهُمْ ظَالِمُونَ

Ve lekad erselnâ nûhan ilâ kavmihî, fe lebise fîhim elfe senetin illâ hamsîne âmen, fe ehazehumut tûfânu ve hum zâlimûn

Mutlaka Nuh’u kendi toplumuna göndermiştik. Onların (toplumunun) arasında bin yıldan elli tarihi yıl eksik olarak kaldı (tufan miadından sonra elli yıl yaşadı). Böylece zalimler iken tufan onları yakaladı.

Bu ayette “Mutlaka Nuh’u kendi toplumuna göndermiştik” denmektedir. Nuh sadece kendi toplumuna peygamber olarak gelmiştir. Bu ayetten Tufan olayının bir milat olduğu yani tarihi bir başlangıç olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır. Çünkü ayette kâfir toplumunun arasında bin yıldan elli “aamen”, “tarihi yıl” az kaldı denmektedir. Bu şu anlama gelmektedir, Nuh kâfir toplumu içinde 950 yıl yaşamıştır. Sonra Tufan gerçekleşmiş, Tufan’dan sonra elli yıl daha yaşamıştır. Bu ayet Tufan’ın bir milat olduğunu göstermektedir. Tevrat tefsirlerinde de bir olay anlatılırken “Tufan’dan falan yıl sonra oldu” cümleleri vardır. Bu durum da Tufan hadisesinin bir milat olduğunu göstermektedir. Bizdeki şimdi kullanılan Milattan Sonra (MS) gibi kullanılmaktadır. Ayrıca başka açıdan da bir milat olabilir. İnsanlar güneş takviminden önce ay takvimi kullanmaya başlamışlardır. Ay takvimi kullanma MÖ 32000 yıllarına kadar uzanmaktadır. Oysa güneş takvimini ilk kullananlar Antik Mısırlılardır. Ay takvimi 28-29 günlük periyotlarla Ay’ın görünüşünün değişmesi ile hesaplanabilen pratik bir yöntemdir. Bu nedenle güneş takviminden daha önce kullanılmaya başlaması doğaldır. Sümer krallar listesinde tufandan önce verilen “sar, 3600 yıl anlamı verilen” kelime aynı zamanda Sümerce bütünlüğü, toplamı da ifade ettiğinden bir Ay döngüsünü de yani 28-29 günlük zaman birimini de anlatıyor olabilir. İlginçtir ki Tufan’dan önceki krallıklar listesini oluşturan tarihler daima tam olarak 12 sayısına bölünebilmektedir. Bu durumda 12 sar = 43200 yıl? (ay) gibi gözükürken aslında = 43200/12=3600 yıl da olabilir. Üstelik Tufan’dan sonraki kralların yalnız adları verilmişken, Tufan’dan öncekilerin hanedanlık yerleri de verilmiştir. Bu yıllar krallıkların hanedanlık yılları da olabilir. Ayrıca Kuran’da Nuh kavminden sonra Ad ve Semud kavimlerinin halifeliklerinden bahsedilmektedir. Sümer krallar listesi bunları da içeriyor olmalıdır. Daha önce de bahsettiğim gibi Tevrat tefsirlerinde ise Tufan öncesinde Âdem’in sadece 930 yaşadığı yazılıdır. Tevrat tefsirlerinde Tufan’dan önceki yaşama uzunluğu Sümer’deki gibi binlerce değil hep yüzlercedir. Bu bize Sümer krallar listesinin abartılı yanlışlıklar içerdiğini düşündürmektedir.

Daima merak edilen ve medyatik bir konudur  “Nuh’un Gemisi”. İnsanlar orada burada gemi aramaktalardır. Tevrat tefsirlerinde ağrı dağında diye yazmaz. Ararat’ta diye yazmaktadır. Oysa Ararat (İbranice har) kelimesi sıra dağlar anlamına gelmektedir. Yine Sümerlerin devlet devamı olan fakat Arapça konuşan Akadlar’ın yazılı kaynaklarında ise geminin “Şaddu” yani sıra dağlara oturduğu yazmaktadır. Kuran'a göre ise gemi “El cudiye” seviyelenmiştir. Daha önemlisi eğer gemi dağ üzerin oturduysa, ahşap gemi binlerce yıldan sonra, tanıyabileceğimiz kadar sağlam kalabilmiş midir? Eğer çok özel şartlar altında değilse gemiden eser kalmamış olmalıdır.

Gemicilik, günümüzde de olduğu gibi tarih boyunca uygarlığın ve ticaretin gelişmesi için en önemli unsurlardan biri olmuştur. Gemicilik gelişmemiş olsaydı, bugünkü uygarlık seviyesine ulaşmamız mümkün olamazdı. Uygarlık gemicilik ile bütün dünyaya yayılmıştır. Bunun en büyük örneklerinden biri Fenikelilerdir.  Fenikeliler Hz. Musa’nın Tevrat alfabesini deniz yolu ile bütün Akdeniz bölgesine yaymışlardır. Bugün kullandığımız Latin alfabesi de bunun bir sonucudur.

Sümerler M.Ö 4000’ler de gemi filoları kurmuş ve Hindistan ve Arap Yarımadasının diğer kıyılarındaki uluslarla ticaret yapmışlardır. Eski Mısırlılar en eski dönemlerinde Afrika’nın doğu kıyıları boyunca ticaret yapmak için gemileri kullanmışlardır.

Avustralya yerlilerinin yaptığı on binlerce yıl öncesine ait, ağaç kütüklerinden oyulmuş deniz araçları bulunmuştur. Yine Mayalar’a, Aztekler’e,  İnkalar’a ait oyma veya sazdan yapılmış su taşıtları bilinmektedir. Fakat bu toplumlarda hiçbir omurgalı ve kaburgalı gemi örneği yoktur. Fakat bunların hiçbiri denizlere açılmaya ve tonlarca yük taşımaya yeterli değildir. Okyanusa açılmak ve binlerce ton yük taşımak için omurgası ve kaburgası olan gemilerin olması gereklidir. Kuzey ve Orta Amerika yerlileri olan Mayalar ve Aztekler ilk gemileri Avrupalıların Kuzey ve Orta Amerika’yı istilasından sonra görmüşlerdir. Güney Amerika yerlileri olan İnkalar ise yine Avrupalıların bu kıtayı istilası ile ilk kez gemiler görmüşlerdir. Avusturalya yerlileri olan Aborijinler’de de gemi yapım teknoloji veya bilgisi yoktur. Bu durum bize ilk gemi yapımının Asya kıtasında gerçekleştiğini göstermektedir. Gemicilik tarihi araştırıldığında, en eski gemilerin önce Mezopotamya ve Eski Mısır’da olduğu saptanmaktadır. Aslında Nuh hikâyesi olarak bilinen ilk gemi yapımı doğru olmalıdır. İlk gemi yapımı, insanlığın uygarlığı geliştirmesi için Allah tarafından Nuh’a öğretilmiştir. Daha sonra bu teknik bilgi Nuh ve Nuh ile gemide taşınanların soyundan olanlarca Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarına taşınmıştır. Nuh’tan önce insanlığın ana kıtaları olan Afrika ve Asya’dan ayrılmış olan insan toplulukları bu gemi yapım tekniğini bilmemektelerdir. Bu nedenle antik Maya, Aztek, İnka ve Aborijin toplumlarında gemi ve gemi yapım tekniği yoktur. Oysa bu toplumlar organize olup çok büyük taş binalar, piramitler inşa etmişlerdir. Matematik ve astronomi bilgileri çok gelişmiştir.

Aşağıdaki bazı ayetlerden gemilerin insanlara özel olarak verildiği anlaşılmaktadır. Gemi bahsi genellikle evcil nimet hayvanlarla birlikte geçmektedir.

Müminun Suresi’ 21-22-23. Ayetler:

وَإِنَّ لَكُمْ فِي الْأَنْعَامِ لَعِبْرَةً نُسْقِيكُمْ مِمَّا فِي بُطُونِهَا وَلَكُمْ فِيهَا مَنَافِعُ كَثِيرَةٌ وَمِنْهَا تَأْكُلُونَ (21) وَعَلَيْهَا وَعَلَى الْفُلْكِ تُحْمَلُونَ (22) وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا إِلَى قَوْمِهِ فَقَالَ يَاقَوْمِ اعْبُدُوا اللَّهَ مَا لَكُمْ مِنْ إِلَهٍ غَيْرُهُ أَفَلَا تَتَّقُونَ

Ve kesinlikle nimet hayvanlarda sizin için ibret vardır. Onların karınlarından size içiririz. Ve onlarda sizin için birçok menfaatler vardır. Ve onlardan beslenirsiniz. Onların üzerinde ve gemiler üzerinde yüklenip taşınırsınız. Nuh’u kendi toplumuna göndermiştik. Böylece toplumuna dedi ki: «Ey toplumum, Allah’a kulluk edin. Ondan başka ilahınız yoktur, artık önemseyip gereğini yapmaz mısınız?

Ayetten Nuh’un kendi toplumuna gönderildiği açıkça anlaşılmaktadır. Gemiler ve nimet hayvanlar birlikte bahsedilmektedir. Gemi yapımının yayılması ve nimet hayvanların yayılması paralellik göstermektedir. Nuh’tan sonraki torunları gemi yapım tekniğini ve evcil nimet hayvanları yeryüzünde yayarken Tufan efsanesini de yaymış olmalılardır.

Mümin Suresi’ 80. ayet:

اللَّهُ الَّذِي جَعَلَ لَكُمُ الْأَنْعَامَ لِتَرْكَبُوا مِنْهَا وَمِنْهَا تَأْكُلُونَ (79) وَلَكُمْ فِيهَا مَنَافِعُ وَلِتَبْلُغُوا عَلَيْهَا حَاجَةً فِي صُدُورِكُمْ وَعَلَيْهَا وَعَلَى الْفُلْكِ تُحْمَلُونَ (80) وَيُرِيكُمْ آيَاتِهِ فَأَيَّ آيَاتِ اللَّهِ تُنْكِرُونَ

Allah ki sizin için onlara binmeniz ve onlardan beslenmeniz için nimet hayvanlar kıldı. Ve sizin için onda faydalar vardır. Ve kafalarınızdaki ihtiyaca onların üzerinde ulaşmak için ve gemiler üzerinde taşınırsınız. Ve size ayetlerini gösterir. Allah’ın ayetlerinden hangisini inkâr edersiniz?

 

Yukarıdaki ayette “Allah ki sizin için onlara binmeniz ve onlardan beslenmeniz için nimet hayvanlar kıldı” denmektedir. Kılma demek daha önce var olan bir şeyden bir şey türetmek, elde etmek demektir. Bu ayet açıkça gösteriyor ki nimet hayvanlar ıslah yolu ile elde edilmiştir. Ve yine gemilerden de bahsedilmiştir. Evcil hayvanların doğanın ekosistemine bir katkısı yoktur. Özellikle insanlar için yaratılmıştır. Evcil hayvanlar kendi başlarına doğada hayatlarını idame ettiremezler. İnsanlara muhtaçlardır.

 

Zümer Suresi’ 6. Ayet:

خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ ثُمَّ جَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَأَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ الْأَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ أَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ فِي بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِي ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَأَنَّى تُصْرَفُونَ (6)

Sizi bir tek nefisten (dişi) biçimlendirdi. Sonra o dişi türünden o dişi türünün eşini (erkeği) kıldı. Ve sizin için sekiz çift nimet hayvanından indirdi. Sizi annelerinizin karınları içindeki üç belirsizlik içinde biçimden biçime biçimlendirir. Nasıl da çevriliyorsunuz?

Bu ayette ise sekiz çift nimet hayvanın indirildiğinden bahsedilmektedir. Bu indirilme durumu nedir? Bu sorunun yanıtını ileriki bölümlerde anlayacağız.

 

Zuhruf Suresi’ 12. Ayet:

وَالَّذِي خَلَقَ الْأَزْوَاجَ كُلَّهَا وَجَعَلَ لَكُمْ مِنَ الْفُلْكِ وَالْأَنْعَامِ مَا تَرْكَبُونَ

Ve bütün çiftleri yaratan ve sizin için bindiğiniz gemilerden ve nimet hayvanlardan kılan.

Evcil hayvanların doğal ekosisteme bir yararları olmadığı gibi, doğal seleksiyon sisteminde yaşayabilecek olan hayvanlar değillerdir. Bu hayvanlar daha önce var olan hayvanlardan insan yararına olsun diye özellikle kılınmıştır.

 

Hac Suresi’ 65. Ayet:

أَلَمْ تَرَ أَنَّ اللَّهَ سَخَّرَ لَكُمْ مَا فِي الْأَرْضِ وَالْفُلْكَ تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِأَمْرِهِ وَيُمْسِكُ السَّمَاءَ أَنْ تَقَعَ عَلَى الْأَرْضِ إِلَّا بِإِذْنِهِ إِنَّ اللَّهَ بِالنَّاسِ لَرَءُوفٌ رَحِيمٌ

Görmedin mi? Kesinlikle Allah’tır yerde olanları ve emriyle denizlerde akan gemileri buyruğunuz altına veren. Ve izni olmadıkça, göğün yerin üstünde bulunmasını engelleyen O dur. Kesinlikle Allah insanlara karşı şefkatli, özel merhametlidir.

 

Yukarıda da anlaşıldığı gibi gemiler insanoğluna Allah tarafından özellikle verilmiştir. Bu bilgiler Nuh’un ilk gemiyi ürettiğini ve gemi yapım tekniğini öğrettiğini göstermektedir.

Kuran’da bildirilen ve Nuh’un Gemisi’nin üzerine seviyelendiği “cudi” kelimesi ne anlama gelmektedir? El Cudi, Cudi dağı mıdır? Yoksa Ararat yani Ağrı dağı mıdır? Kelimeyi etimolojik açıdan inceleyelim. Cudi kelimesinin kelime kökü Kuran’da 3 ayette geçmektedir. Semitik kökü CWD (Cim-Vav-Dal) dir. Tebbet Suresi’ 5. Ayette bulunan “cidi-ha” kelimesi bu köktendir. Burada anlamı “onun dizgini, gemi” demektir.

Tebbet Suresi’ 5. Ayet:

فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ (5)

cîdihâ hablun min mesed (mesedin).

(Dizgin) Geminde kıvrılmış ipten halatla.

Bu kök ile oluşan ve Kuran’da geçen iki kelime daha vardır. Bunlardan biri Sad Suresi’ 31. Ayette geçen “el ciyad” kelimesidir.

Sad Suresi’ 31. Ayet:

إِذْ عُرِضَ عَلَيْهِ بِالْعَشِيِّ الصَّافِنَاتُ الْجِيَادُ (31)

İz urıda aleyhi bil aşiyyis sâfinâtul ciyâd (ciyâdu).

El Ciyad kelimesinin kökü gem vurmak olduğundan “gem vurulmuş, eğitilmiş” anlamı vermek çok daha uygun olacaktır. Burada ciyad kelimesinin el takısı ile marife olması “belli bir eğitim görüp dizginlenmiş, disiplinize edilmiş” anlamı verilmesine daha da uygundur. Bu durumda meal şöyle olmalıdır: “Ona bir akşamüstü dizginlenip gem vurulmuş, cins koşu atları sunulduğunda.”

Diğer kelime ise Hud Suresi’ 44. Ayette geçen “El Cudiyyi” kelimesidir.

Hud Suresi’ 44. Ayet:

وَقِيلَ يَاأَرْضُ ابْلَعِي مَاءَكِ وَيَاسَمَاءُ أَقْلِعِي وَغِيضَ الْمَاءُ وَقُضِيَ الْأَمْرُ وَاسْتَوَتْ عَلَى الْجُودِيِّ وَقِيلَ بُعْدًا لِلْقَوْمِ الظَّالِمِينَ

Ve kîle yâ ardubleî mâeki ve yâ semâu akliî ve gîdal mâu ve kudıyel emru vestevet alâl cûdiyyi ve kîle bu'den lil kavmiz zâlimîn (zâlimîne).

Denildi ki: Ey yer sıvını çek, ey gök sen de yağışını durdurup kes, su seviyesi azaldı, emir yerine getirildi. Gemi o cudiye seviyelendi. “Zalimler topluluğu uzak olsun” denildi.

Yine ayette “zalimler topluluğunun uzak olmasından” bahsedilmektedir. Dünya’nın başka yerinde yaşayan diğer insanların değil.

Cudi neresidir? Veya nedir? Gemi nereye veya neyin üzerine seviyelenmiş, dengelenmiştir?

Bu sorunun cevabı bilinmemekle birlikte, tahminler genellikle “dağ” dır. Bu tahminin kaynağı Sümerler ve muharref Tevrat tefsirleridir. Fakat Kuran’da etimolojik olarak araştırdığımızda bunun çok daha farklı bir anlam veya yer olduğunu anlarız. “Cudiyyi” kelimesinin geçtiği ayette dağdan (cebel) bahsedilmemektedir. Oysa bir önceki ayet olan Hud Suresi’ 43. ayette dağ kelimesi geçmektedir.

Hud Suresi’ 43. Ayet:

قَالَ سَآوِي إِلَى جَبَلٍ يَعْصِمُنِي مِنَ الْمَاءِ قَالَ لَا عَاصِمَ الْيَوْمَ مِنْ أَمْرِ اللَّهِ إِلَّا مَنْ رَحِمَ وَحَالَ بَيْنَهُمَا الْمَوْجُ فَكَانَ مِنَ الْمُغْرَقِينَ (43)

Kâle se âvî ilâ cebelin ya'sımunî minel mâi, kâle lâ âsımel yevme min emrillâhi illâ men rahim (rahime), ve hâle beynehumâl mevcu fe kâne minel mugrakîn (mugrakîne).

Oğlu: «Dağa sığınırım, beni sudan kurtarır» deyince, Nuh: «Bugün Allah’ın buyruğundan O’nun özel merhamet ettikleri dışında kurtulacak yoktur» dedi. Aralarına o dalga girdi, oğlu da boğulanlara karıştı.

Dağ değilse Cudiyy kelimesinin anlamı nedir?

Semitik dilde yani Arapça’da CWD kökünün anlamının “gem vurmak, dizginlemek” olduğunu açıklamıştım. “Cudiyy” kelimesi ismi mensub bir kelimedir. Yani bir yere veya bir şeye ait olmayı bildirir. Bu durumda Cudiyy kelimesi “dizginleme yeri, gem vurma yeri veya dizginleme, gem vurma aleti anlamına gelecektir. Marife (El takısı) olduğuna göre bilindik veya tanıdık bir şey olmalıdır. Bu Nuh peygamber için de bilindik, tanıdık bir şey olmalıdır. Bizim için de bilindik olmalıdır. Veya bir şeye özel olan, çok özel bir dizginlenme yeri olmalıdır.

Kocaman bir gemi için bilindik dizginlenme yeri nedir veya neresi olabilir? Bunun cevabı çok açıktır. Bir geminin dizginlendiği ve üzerine oturabileceği yer veya şey gemi kızağıdır. Zaten çok büyük olan bir geminin kızaksız bir ortamda inşa edilmesi mümkün değildir. Koca bir gemi yapacaksın ama kızağı olmayacak!

 

Cudiyyi kelimesi burada bir gemi için kullanıldığından, geminin gem vurulup dizginlendiği yer anlamındadır. Yani cudiyyi kelimesi gemi kızağı demektir. El cudiyyi olarak marife olduğundan muhtemelen Nuh peygamberin gemiyi ilk kez üzerinde inşa ettiği o kızaktır. Bir gemi ancak bir kızak üzerinde dik olarak inşa edilebilir. Aksi takdirde yan yatar ve bu gemiyi suya indirmek veya inşa etmek mümkün olmayacaktır. Yukarıdaki bilgilerden ve ayetlerden Gemi’nin bugünkü omurgalı ve kaburgalı gemilerin ilki olduğunu biliyoruz. Başka ayetlerden de geminin buharlı bir gemi olduğu, sular yükselmeden hemen önce insan ve hayvanların gemiye binmiş oldukları anlaşılmaktadır. Eğer gemi bir kızak üstünde olmasaydı, sular yükselmeden gemiye binmek ve yerleştirme yapmak mümkün olamazdı. Çünkü gemi yan yatar durumda olurdu. Bu durumda gemi kazanının yakılı olması gemin devrilmeyecek şekilde kızak üstünde olmasını gerektirir. Üstelik Allah bir peygambere kocaman bir gemi yapmayı vahiy edecek fakat geminin sabit durduğu bir kızak olmayacak! Kızak yapmayı vahiy etmeyecek!

Arapçanın atası sayılan Akadca Sümer uygarlığından sonra onun mirası üzerine yerleşen bir toplumun dilidir. Bu nedenle cudi kelimesi Sümer kaynaklı bir kelime de olabilir. Yani cudi kelimesi Sümerceden Akadcaya da (Arapçaya da) geçmiş olabilir. Cudi kelimesini Sümer kaynaklarında araştırdığımızda karşımıza yine benzer bir durum çıkmaktadır. Sümerce Gid (cid) kelimesi çekmek demektir. Sümerce ma kelimesi gemi, bot demektir. Magid ise gemi çekek yeri yani kızak anlamına gelmektedir.

 

Yukarıda Sümerce çekme anlamına gelen gid (cid) kelimesinin Akadca karşılığının şadadu olduğuna dikkat ediniz.

Nuh efsanesinden bahseden Akad tabletlerinde geminin oturduğu yere dağ anlamında “şaduu” denmektedir. Aşağıda Akadca “şaduu” dağ, dağlar anlamındadır.

 

Daha yukarda Sümerce gemi çekme yeri olarak verilen gid kelimesinin Akadca karşılığının da şadadu olduğunu göstermiştim. Bu, şu anlama gelmektedir. Nuh Tufanı olayında gemi kızağı anlamına gelen şadadu kelimesi zaman içinde yanlışlıkla dağ anlamına gelen şaduu kelimesine değiştirilmiş veya metinler kopyalanırken yanlış çevrilmiştir. Bu nedenle sonraki nesiller geminin dağa oturduğunu okumuşlar veya sanmışlardır. Ta ki bu kitap yazılana kadar.

Hud Suresi’ 37-41. Ayetler:

  وَاصْنَعِ الْفُلْكَ بِأَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا وَلَا تُخَاطِبْنِي فِي الَّذِينَ ظَلَمُوا إِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ (37) وَيَصْنَعُ الْفُلْكَ وَكُلَّمَا مَرَّ عَلَيْهِ مَلَأٌ مِنْ قَوْمِهِ سَخِرُوا مِنْهُ قَالَ إِنْ تَسْخَرُوا مِنَّا فَإِنَّا نَسْخَرُ مِنْكُمْ كَمَا تَسْخَرُونَ (38) فَسَوْفَ تَعْلَمُونَ مَنْ يَأْتِيهِ عَذَابٌ يُخْزِيهِ وَيَحِلُّ عَلَيْهِ عَذَابٌ مُقِيمٌ (39) حَتَّى إِذَا جَاءَ أَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ قُلْنَا احْمِلْ فِيهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَأَهْلَكَ إِلَّا مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ وَمَنْ آمَنَ وَمَا آمَنَ مَعَهُ إِلَّا قَلِيلٌ (40) وَقَالَ ارْكَبُوا فِيهَا بِسْمِ اللَّهِ مَجْرَاهَا وَمُرْسَاهَا إِنَّ رَبِّي لَغَفُورٌ رَحِيمٌ (41)

Gözlerimizin önünde ve vahyimiz ile gemiyi sanayi et ve zulmedenler hakkında bana hitap etme! Onlar mutlaka boğulacaklardır.

Gemiyi sanayi ediyordu. Toplumunun ileri gelenleri yanına uğradıkça onunla eğlenirlerdi. O da dedi ki: “Bizimle alay ediyorsunuz, kesinlikle sizin alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.

O rezil edici azabın kime geleceğini ve o sürekli azabın kime uygun olduğunu ileride bileceksiniz”.

Nihayet emrimiz geldiği ve tennur (tandır veya geminin kazanı) kaynamaya başladığı zaman dedik ki; «(Evcil olan) her çiften ikişer tane, aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında aileni ve iman etmiş olanları geminin içine yükle». Ve onunla beraber iman edenler çok azdı.

Dedi ki:« Onun içine binin; onun akması ve durması Allah’ın ismiyledir, kesinlikle Rabb’in mutlaka hoşgörülü, özel merhametlidir».

 Kazan kaynadığında ve yükleme işi yapıldığında geminin bir kızakta olması gerekmektedir. Ayrıca su geldiğinde de geminin düz duru pozisyonda olması gerekir. Aksi takdirde alabora olurdu. Bunların hepsi geminin bir kızakta bulunmasını gerektirir. Ayette “sanayi” kelimesi kullanılmaktadır. Bugün de “gemi sanayi” kelimesi kullanılmaktadır. Nuh’un yaptığı gemi basit bir gemi değildir. Karmaşık, gelişmiş bir gemi yapmaktadır.

Müminun Suresi’ 27-28. Ayetler:

فَأَوْحَيْنَا إِلَيْهِ أَنِ اصْنَعِ الْفُلْكَ بِأَعْيُنِنَا وَوَحْيِنَا فَإِذَا جَاءَ أَمْرُنَا وَفَارَ التَّنُّورُ فَاسْلُكْ فِيهَا مِنْ كُلٍّ زَوْجَيْنِ اثْنَيْنِ وَأَهْلَكَ إِلَّا مَنْ سَبَقَ عَلَيْهِ الْقَوْلُ مِنْهُمْ وَلَا تُخَاطِبْنِي فِي الَّذِينَ ظَلَمُوا إِنَّهُمْ مُغْرَقُونَ (27) فَإِذَا اسْتَوَيْتَ أَنْتَ وَمَنْ مَعَكَ عَلَى الْفُلْكِ فَقُلِ الْحَمْدُ لِلَّهِ الَّذِي نَجَّانَا مِنَ الْقَوْمِ الظَّالِمِينَ (28)

Böylece ona şöyle vahiy ettik: Bizim gözümüzle ve vahyimizle gemiyi sanayi et. Bizim emrimiz gelip de tandır kaynayınca, her (evcil) cinsten eşler halinde iki çift ve daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanların dışındaki ehlini gemiye uygunca yerleştir. Zulmetmiş olanlar konusunda bana hiç yalvarma! Kesinlikle onlar boğulacaklardır.

“Sen ve beraberindekiler gemiye yerleşince: «Bizi zalim toplumdan kurtaran Allah’a hamdolsun» de”.

Dikkat ederseniz ayetlerde koyun ve keçi gibi nimet hayvanlar ve gemi hep birlikte anılmaktadır. Evcil hayvanlar ve gemi nimetinin verilmesi paralellik göstermektedir. Yukarıdaki ayette ise “her çiftten al” denilmektedir. Bu her çift yeryüzünde bulunan bütün hayvanlar olamaz. Çünkü Nuh peygamber olarak yalnızca kendi toplumuna gönderilmiştir. Öyleyse her çift nedir. Neyin her çiftidir? Bu olsa olsa o zamana kadar evcilleştirilmiş, Nuh toplumunun sahip olduğu evcil hayvanlar olmalıdır. Onların hepsinden olmalıdır. Fakat burada Kuran’da başka ayetlerde “enam” olarak bahsedilen nimet hayvanlar denmemiş, “bütün (evcil) hayvanlar” denmiştir. Bunun nedeninin bu evcil hayvanlar içinde nimet hayvanlar olan koyun ve keçiden başka muhtemelen diğer ve özellikle köpek veya şimdiye kadar çözemediğimiz başka hayvanların da bulunmasındandır.
Ayrıca “her çiften” sözü tahıl veya sebze tohum türlerini de içeriyor olabilir.

Bugün bulabildiğimiz arkeolojik delillerle ilk önce köpeğin evcilleştirilmiş olduğunu bilmekteyiz. Köpeğin MÖ 13000 yılından önce Ortadoğu’da evcilleştirildiği saptanmıştır. Koyun ve keçinin de evcilleştirilmesi yine ilk kez Ortadoğu’da, Mezopotamya’da gerçekleşmiştir. Koyunun evcilleştirilmesi günümüzden 12000 yıl öncedir. Keçinin evcilleştirilmesi ise günümüzden 13000 yıl öncedir. Fakat elimizdeki bulgular şimdilik bu kadar eskiye gitmektedir. Muhtemelen daha sonra bulunacak delillerle bu tarihleme daha da eskilere gidecektir. Urfa’da bulunan Göbeklitepe’de evcil hayvan veya ıslah edilmiş tarım ürünü tohumlar bulunamamıştır. O dönemde evcilleştirme kültürü henüz buralara kadar yayılmamıştır. Bu ayet bana evcilleştirme işleminin Nuh’tan önce gerçekleştiğini düşündürmektedir. Nuh’un toplumu içinde bulunduğu dönemde köpek, koyun, keçi gibi hayvanlar ve buğday, çavdar gibi bitkiler daha önce ıslah edilmiş olmalıdır.

Kamer Suresi’13-14. Ayet:

وَحَمَلْنَاهُ عَلَى ذَاتِ أَلْوَاحٍ وَدُسُرٍ (13) تَجْرِي بِأَعْيُنِنَا جَزَاءً لِمَنْ كَانَ كُفِرَ (14)

Ve onu levhalar ve zıvanalar sahibi üzerinde taşıdık. Küfredilmiş olan kişiye karşılık olarak gözümüzün önünde akan.

Bu ayette ise Nuh’un Gemisi’nin teknik özellikleri anlatılmaktadır. Ve marangozluğun başlangıcının bu dönem olduğunu göstermektedir. Ayette geminin levhalar ve zıvana denen geçmeli bir yapıdan oluştuğu anlaşılmaktadır.

Müminun Suresi’ 29. Ayet:

وَقُلْ رَبِّ أَنْزِلْنِي مُنْزَلًا مُبَارَكًا وَأَنْتَ خَيْرُ الْمُنْزِلِينَ

Ve de ki : “Rabb’im! Beni indiriliş olarak uygun, elverişli (potansiyel kılınmış) olarak indir. Sen indirenlerin en iyisisin ».

Bu ayette ise geminin potansiyel olarak en uygun şekilde kalacağı bir indiriliş istenmektedir.  Çünkü Tufan’dan sonra eski yerleşim yerlerinde hiçbir ev, hayvan barınağı, depo gibi yapıları kalmamıştır. Bu insanların ve hayvanlarının barınacağı bir yer olmalıdır. Yiyeceklerini ve eşyalarını saklayabilecekleri depoları olmalıdır. Bu nedenle Nuh geminin kullanılmaya hazır (mübarek, potansiyel), sağlam kalmasını istemektedir. Böylece Tufan’dan sonra gemiyi bu ihtiyaçlar için bir yapı olarak kullanmaya devam edeceklerdir. Belki bundan yıllar sonra geminin tahta levhaları başka amaçlar için yapı malzemesi olarak kullanılmıştır. Sonrasında kalan tahtalar zaman içinde çürüyüp gitmiştir. Bu nedenle Nuh’un Gemisi’ni aramak çok yersiz bir çabadır. Sonuçta ortada geriye kalan bir gemi ve tahta olmayacaktır.

 

 Omurgası ve kaburgaları olan bir tekne örneği.

Bu tip bilinen en eski gemi Eski Mısırlılardan kalma ve MÖ 3000 yıllarına aittir. Bu gemiler tahta levhalar ile bir birine geçme tarzında (zıvana) yapılmış ve halatlarla güçlendirilmiştir. Bununla birlikte Sümer yazıtlarındaki gemicilik daha eskidir.

Kamer Suresi’ 13-14-15. Ayetler:

وَحَمَلْنَاهُ عَلَى ذَاتِ أَلْوَاحٍ وَدُسُرٍ (13) تَجْرِي بِأَعْيُنِنَا جَزَاءً لِمَنْ كَانَ كُفِرَ (14) وَلَقَدْ تَرَكْنَاهَا آيَةً فَهَلْ مِنْ مُدَّكِرٍ

Ve hamelnâhu ‘alâ żâti elvâhin ve dusur(in). Tecrî bi a’yuninâ, cezâen li men kâne kufir(kufire).    Ve lekad teraknâhâ âyeten fe hel min muddekir (muddekirin).                  

Ve onu levhalar ve zıvanalar sahibi üzerinde taşıdık. Küfredilmiş olan kişiye karşılık olarak gözümüzün önünde akan. Ve mutlaka biz, onu bir ayet olarak terk etmiştik. Artık düşünüp ibret alan var mı?

Ayette “Ve onu levhalar ve zıvanalar sahibi üzerinde taşıdık” denmektedir. Gemi anlamına gelen “fülk” veya “sefine” denmemektedir. Levhalar ve zıvanalar sahibine vurgu vardır. Bu ise geminin teknik özelliğidir.

Aşağıda zıvana kelimesi açıklanmıştır. Ahşabı çivisiz birbirine kenetleme yöntemidir.

 

 

Bu ayete geçen “dusur” kelimesi genellikle yanlış tercüme edilir ve çivi anlamı verilir. Tarihte bilinen en eski bronz çiviyi MÖ 3400 yılında Antik Mısırlılar kullanmıştır. Oysa “dusur” kelimesinin Akad dilindeki (eseru; esru) anlamı: engellemek, içine almak, sınırlamak, kapamak, tutmaktır. Kısacası “zıvana” dır. Ayette “onu ayet olarak terk ettik” denmektedir. Bu durumda ayet olarak terkedilen “o” nedir. Ayet gramersel olarak incelendiğinde “o” ile kastın “levhalar ve zıvanalar sahibi” olduğu anlaşılacaktır. İnsanlara ayet olarak terkedilen geminin kendi değil, tahta levha ve zıvana ile gemi yapım tekniğidir. Bu teknik daha sonra Nuh’un ve Nuh ile gemide taşınanların torunlarınca yıllar içinde bütün eski kıtaya yayılmıştır.

 

Ankebut Suresi’ 15. Ayet:

 فَأَنْجَيْنَاهُ وَأَصْحَابَ السَّفِينَةِ وَجَعَلْنَاهَا آيَةً لِلْعَالَمِينَ

Fe enceynâhu ve ashâbes sefîneti ve cealnâhâ âyeten lil âlemîn(âlemîne).

Hemen ardından onu ve gemide bulunanları kurtardık ve onu âlemler için ayet kıldık.

Bu ayette “sefine” ayet kılınmıştır. Sefine Arapça kamaralı gemi demektir. Bu da geminin üstünün kapalı olduğunu gösterir. Gemi bir yük tankerine benzemektedir. Ayet kelimesi aşikâr bilimsen (bilgi) veri demektir. Ortada bir gemi yoktur. Ayet nedir? Ayetindeki “ayet kılınan” tarih boyunca kullanılan kamaralı gemilerin tarihi ve gemi yapım tekniğidir.

 

Şura Suresi’ 32. Ayet:

وَمِنْ آيَاتِهِ الْجَوَارِ فِي الْبَحْرِ كَالْأَعْلَامِ

Ve min âyâtihil cevâri fîl bahri kel a’lâm (a’lâmi):

Ve denizde alametler gibi akanlar onun ayetlerindendir.

Bu ayette de gemilerin ve buzulların ayetlerden olduğu anlaşılmaktadır.

 

Bu arada, Hud Suresi’ 42. Ayetin içerdiği bir kelimeyi de açıklamak gerekir.

Hud Suresi’ 42. Ayet:

وَهِيَ تَجْرِي بِهِمْ فِي مَوْجٍ كَالْجِبَالِ وَنَادَى نُوحٌ ابْنَهُ وَكَانَ فِي مَعْزِلٍ يَابُنَيَّ ارْكَبْ مَعَنَا وَلَا تَكُنْ مَعَ الْكَافِرِينَ

Ve hiye tecrî bihim fî mevcin kel cibâli ve nâdâ nûhunibnehu ve kâne fî ma'zilin yâ buneyyerkeb meanâ ve lâ tekun meal kâfirîn(kâfirîne).

 

Gemi içindekilerle birlikte, dağlar gibi dalgalar arasında akıp gidiyordu. Nuh ayrı bir yere çekilmiş? olan oğluna bağırdı: «Yavrucuğum, gel, bizimle beraber bin! Kâfirlerle beraber olma!».

 

Ayette geçen “dağlar gibi dalgalar arasında akıp gidiyordu” ifadesine dikkat etmek gerekir. Gemi “dağlar gibi dalgalar arasında akıp giderken” kıyıda olan biri ile nasıl konuşabilir? Ya da suyun kaplamadığı bir kıyı kalmış mıdır? Gemi suda yüzdüğüne göre artık su her yeri kaplamış olmalıdır. Su baskını olurken kâfirler öylesine kala kalmışlar mıdır? Yoksa onlarda bulabildikleri deniz araçlarına mı binmişlerdir?

Ayette geçen me’zil kelimesi Arapça fiil olarak azil: Kaldırmak, ayırmak, tecrit etmek, izole etmek, yalıtmak anlamındadır. AZL kökü Kuran’da 10 kez geçmektedir. Bunların 8 tanesi fiildir. Şuara Suresi’ 212. ayette de isimleşmiş sıfat olarak geçerken, burada yani Hud 42. Ayette ismi mekan olarak geçmektedir. Ayette Fi me’zilin denmektedir. Fi harfi ceri “içinde” anlamındadır. Yani Nuh’un oğlu kâfirler ile birlikte me’zil içinde, yalıtma yeri içinde bulunmaktadır. Nedir bu me’zil? Me’zil kelimesi gramersel olarak izole yeri, ayrı durma yeri demektir. Dalgalar içindeki bir gemiden konuşulabilen bir yer olmalıdır. Yani geminin yanında yüzmekte olan bir şey olmalıdır.

 

Bugünkü Semitik dillerde mazlal: Fıçı, kutu, sepet, tahtırevan anlamlarındadır.

 

 

Akadca’da azaillu çuval demektir. Magulu ise büyük sal demektir. Akadca ve Sümerce tufan mitolojilerinde genellikle magulu kullanılır. Gılgamış’ın tufan efsanesinde bindiği deniz aracının adı magulu dur. Sümerce Madala, Akadca tilla kamış yığını ve sal demektir. Ma Sümerce gemi demektir.

 

Aşağıda ise iki adet sal,  me’zil, İngilizce “coracle” fotoğrafı verilmiştir.

 

 

 

Hud 42. Ayette geçen me’zil kelimesinin sal anlamında olmalıdır.

 

Kuran’da Nuh’un Gemisi için kullanılan kelimeler sefine ve fulk dur. Sefine kapalı kamaralı deniz araçları için kullanılan bir kelimedir. Fulk ise iğ şeklinde olan deniz araçları için kullanılır. Fakat bu ayette oğlunun içinde olduğu şey için me’zil yani sal denmektedir. Yani ayetin meali aşağıdaki gibi olmalıdır.

 

“Gemi içindekilerle birlikte, dağlar gibi dalgalar arasında akıp gidiyordu. Nuh sal (magal-mazal) içinde olan oğluna bağırdı: «Yavrucuğum, gel, bizimle beraber bin! Kâfirlerle beraber olma!»[42]”.

 

Tufan’ın başladığı ve Nuh’un Gemisi’nin harekete geçtiği bir zaman anlatıldığından kâfirlerin de selden korunabilecekleri bir yer yoktur. Bu nedenle kâfirler de bulabildikleri araçların üzerine çıkmış olmalılardır. Bu dönemde bulabilecekleri tek su aracı ise ilkel şekilde yapılmış sallardır. Sallarının olması onların bir su kenarında yerleştiklerini gösterir. Kaçacak yerlerinin olmaması ise iki nehrin arasında olan bir yerleşim yerinde yaşadıklarını göstermektedir. Dalgalardan da bahsedildiğine göre iki nehrin denize veya göle kavuştuğu, sağı-solu ve önü nehirlerle kaplı arkasında deniz olan bir yer olmalıdır. Bu tanım Basra Körfezinin Hürmüz Boğazına yakın bir yerinde bulunduklarını düşündürmektedir (Dilmun veya Telmun efsanevi şehri?).

Nuh oğluna kendi gemisine binmesini teklif etmiştir. Bir sonraki ayette oğlu bir dağa sığına bileceğini iddia etmiştir. Yani bir salın üzerinde yüksek bir yere kadar ulaşıp tufandan kurtulabileceğini düşünmüştür. Fakat bir dalganın salı veya salları alabora etmesi sonucu akıntıda kâfirlerle birlikte boğulmuşlardır.

Bu arada Nuh’un oğlundan biraz daha bahsetmek gerekir. Bazıları derler ki “Kuran’da Nuh’un karısının suçu belli değildir!” Acaba öyle mi? Şartlanmışlık Kuran’ı anlamaya en büyük engeldir. Şimdi aşağıdaki ayetleri okuyup düşünelim!

Hud Suresi’ 45. Ayet:

وَنَادَى نُوحٌ رَبَّهُ فَقَالَ رَبِّ إِنَّ ابْنِي مِنْ أَهْلِي وَإِنَّ وَعْدَكَ الْحَقُّ وَأَنْتَ أَحْكَمُ الْحَاكِمِينَ (45)

Nuh Rabbine seslendi: «Rabbim! Kesinlikle oğlum benim ehlimdendi. Kesinlikle senin vaadin haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin» dedi.

Bu ayette Nuh peygamberin bahsi geçen oğlunun kendi öz oğlu olduğunu düşündüğü anlaşılmaktadır.

 Hud Suresi’ 46. Ayet:

قَالَ يَانُوحُ إِنَّهُ لَيْسَ مِنْ أَهْلِكَ إِنَّهُ عَمَلٌ غَيْرُ صَالِحٍ فَلَا تَسْأَلْنِ مَا لَيْسَ لَكَ بِهِ عِلْمٌ إِنِّي أَعِظُكَ أَنْ تَكُونَ مِنَ الْجَاهِلِينَ (46)

Dedi ki: Ey Nuh; o senin ehlinden değildir. Kesinlikle o uygunsuz bir ameldir.        Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme. Cahillerden olmaman için sana öğüt veriyorum.

Bu ayette ise aslında boğulan kişinin Nuh’un öz oğlu olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü ayette “Kesinlikle o amelin gayrı salihin” denmektedir. Birçok mealde ise bu cümle sanki “Amelihu gayri salihin” miş gibi çevrilip “Onun çalışmaları doğru dürüst değildi” anlamı verilmektedir. Yani bu kişi Nuh’un öz oğludur fakat kötü davranışları olan biriymiş gibi anlatılmaktadır. Oysa ayet açıktır. Ayette “ Kesinlikle o amelün-bir ameldir, gayri-başka, salihin- doğru düzgün. Yani “o uygun olmayan mamuldür” denmektedir. Peki, kimin uygunsuz mamulüdür? Bunu aşağıdaki Tahrim Suresi’ 10. Ayetten anlamaktayız.

Tahrim Suresi’ 10. Ayet:

ضَرَبَ اللَّهُ مَثَلًا لِلَّذِينَ كَفَرُوا امْرَأَةَ نُوحٍ وَامْرَأَةَ لُوطٍ كَانَتَا تَحْتَ عَبْدَيْنِ مِنْ عِبَادِنَا صَالِحَيْنِ فَخَانَتَاهُمَا فَلَمْ يُغْنِيَا عَنْهُمَا مِنَ اللَّهِ شَيْئًا وَقِيلَ ادْخُلَا النَّارَ مَعَ الدَّاخِلِينَ (10)

Daraballâhu meselen lillezîne keferûmraete nûhın vemraete lût(lûtın), kânetâ tahte abdeyni min ibâdinâ sâlihayni fe hânetâhumâ fe lem yugniyâ anhumâ minallâhi şey’en ve kîledhulen nâra mead dâhılîn(dâhilîne).

Allah, inkâr edenlere, Nuh’un karısı ile Lut’un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki salih kulun (nikahı) altında idiler, onlara ihanet ettiler. (Bu durum) Allah’tan hiçbir şeyi onlardan savamadı. (Onlara): «Haydi girenlerle birlikte siz de ateşe girin!» denildi.

Hud Suresi’ 47. Ayet:

قَالَ رَبِّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ أَنْ أَسْأَلَكَ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ وَإِلَّا تَغْفِرْ لِي وَتَرْحَمْنِي أَكُنْ مِنَ الْخَاسِرِينَ (47)

« Rabbim! Bilmediğim şeyi senden istemekten sana sığınırım. Beni hoş görmez ve bana merhamet etmezsen kaybedenlerden olurum» dedi.

Bu ayette ise Nuh’un “Kesinlikle o uygun olmayan bir ameldir” bilgisinden sonra mutmain (tatmin) olduğu anlaşılmaktadır.

Burada hıyanet kocaya yani Nuh peygambere yapılmıştır. Ne gibi bir hıyanet olabilir? Gemide bulunanlar arasında sayılmadığına göre Nuh’un karısı Tufan’dan önce gemiye binenlerden olmamış olmalıdır. Çünkü Müminun Suresi’ 27. Ayette “daha önce kendisi aleyhinde hüküm verilmiş olanın dışındaki ehlini gemiye uygunca yerleştirdenmektedir. Bu bilgi Nuh’un ehlinden gemiye binmesi istenmeyen en az bir kişinin olduğunu düşündürmektedir. Bu bir kişi, oğlu olamaz. Muhtemelen bu kişi karısıdır. Çünkü Nuh’a bu emir tufan başlamadan önce verilmiştir ve sonraki ayette oğlunun da ehlinden olmadığı açıklanmıştır. Yani oğlu ehlinden olmadığına göre gemiye binmesi istenmeyen fakat ehli olan kişi karısı olmalıdır. Yukarıda ayette bahsedilen ihaneti belki de Nuh, peygamber olmadan önce yapmış olabilir. Veya Nuh ile evlenmeden önce hamile olup bunu Nuh’a haber vermemiş de olabilir.

 

Kuran’dan anlıyoruz ki Nuh’un Gemisi gerçek anlamda yapılan ilk gemidir. Sal (magulu) şeklinde olan araçlar ise Nuh’un gemi inşasını insanlığa öğretmeden önceki kullanılan tek deniz araçlarıdır. Çünkü gemi yapım tekniği Mezopotamya’da başlamıştır. Avrupalılar, Amerika ve Avustralya kıtalarına bu teknolojiyi götürene kadar bu kıtalarda gemi yapımı mevcut değildir. Ancak sal ve kano yapımı mevcuttur.

Daha önce gemi ve enam (nimetler) hayvanların hep birlikte anıldığını belirtmiştim. Bu durum gemi yapım tekniği ve evcil hayvanların yayılımı arasında paralellik var demektir. Ayrıca Hud Suresi’ 48. Ayeti inceleyelim.

Hud Suresi’ 48. Ayet:

قِيلَ يَانُوحُ اهْبِطْ بِسَلَامٍ مِنَّا وَبَرَكَاتٍ عَلَيْكَ وَعَلَى أُمَمٍ مِمَّنْ مَعَكَ وَأُمَمٌ سَنُمَتِّعُهُمْ ثُمَّ يَمَسُّهُمْ مِنَّا عَذَابٌ أَلِيمٌ

Denildi ki: Ey Nuh! Sana ve seninle beraber olan ümmetlere ve kendilerini (dünyada) faydalandıracağımız, sonra da bizden kendilerine elem verici bir azabın dokunacak olduğu ümmetlere de bizden selam ve potansiyellerle (gemiden) in aşağı.

 

Bu ayetteki “potansiyeller, bereketler” nedir?

Bunlardan bir kısmı koyun, keçi gibi nimet hayvanlar, diğeri ise köpek gibi evcil hayvanlar olmalıdır. Bunun dışında ise muhtemelen yeni ıslah edilmiş tohumlar bulunuyor olmalıdır. Bu tohumlar ile ileride uygun tarım yapılabilecektir. Bugünkü bilgilerimizle tohum ıslahının MÖ 9000-11000 yıllarından önce başlamış olduğu bilinmektedir. Muhtemelen daha eski bir tarihe dayanmaktadır. Nuh peygamberin gemiden evcil hayvan ve tohum potansiyeli ile inmesi ve bunun saptanabilecek kadar yaygınlaşması arasında binlerce yıl geçmiş olmalıdır. Ayette “kendilerini (dünyada) faydalandıracağımız, sonra da bizden kendilerine elem verici bir azabın dokunacak olduğu ümmetlere de bizden selam ve potansiyellerle (gemiden) in aşağıdenmektedir. Bu, Nuh’un Gemisi’nin taşıdığı hayvan ve tohumlar sonraki zamanlarda da yaşayacak olan insanlar için de nimet olacak demektir. Eğer bu hayvan ve tohumlar o gemide olmasaydı sonrakilere de nimet olmayacak demektir. Nuh Tufanı’ndan önce Kuzey ve Güney Amerika, Avustralya gibi diğer kıtalara geçen insan topluluklarında buğday, arpa gibi tahıllar ve koyun, keçi gibi nimet hayvanlar ve gemiler yoktur. Bu bilgi o insanların Nuh peygamberden önce o kıtalara ulaştığını göstermektedir. Böylece Nuh’un yaşadığı dönemin gemicilik ve evcilleştirme tarihi ile yakın ilişkili olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca gemi yapım tekniği, evcil hayvanlar ve ıslah edilmiş tohumlar yayılırken Tufan efsanesi de yayılmıştır. Bu nedenle Eski dünyada, Avrasya ve Afrika’daki Tufan efsaneleri birbirine benzemektedir.

Ayetten Nuh’un bu evcil hayvanları ve tohumları toplumundan edindiği bellidir. Yani Nuh doğmadan hayvan evcilleştirme ve tohum ıslahı bu toplumda mevcuttur. Öyleyse bu durum daha önce nasıl başarılmıştır. İşte burada Sümer toplumunun dini bilgilerini bilmek ve Kuran’da Bakara Suresi’ 102. Ayette bildirilen Harut ve Marut isimli iki meleği veya meliki bilmek gerekir.

 

Bakara Suresi’ 102. Ayet:

وَاتَّبَعُوا مَا تَتْلُو الشَّيَاطِينُ عَلَى مُلْكِ سُلَيْمَانَ وَمَا كَفَرَ سُلَيْمَانُ وَلَكِنَّ الشَّيَاطِينَ كَفَرُوا يُعَلِّمُونَ النَّاسَ السِّحْرَ وَمَا أُنْزِلَ عَلَى الْمَلَكَيْنِ بِبَابِلَ هَارُوتَ وَمَارُوتَ وَمَا يُعَلِّمَانِ مِنْ أَحَدٍ حَتَّى يَقُولَا إِنَّمَا نَحْنُ فِتْنَةٌ فَلَا تَكْفُرْ فَيَتَعَلَّمُونَ مِنْهُمَا مَا يُفَرِّقُونَ بِهِ بَيْنَ الْمَرْءِ وَزَوْجِهِ وَمَا هُمْ بِضَارِّينَ بِهِ مِنْ أَحَدٍ إِلَّا بِإِذْنِ اللَّهِ وَيَتَعَلَّمُونَ مَا يَضُرُّهُمْ وَلَا يَنْفَعُهُمْ وَلَقَدْ عَلِمُوا لَمَنِ اشْتَرَاهُ مَا لَهُ فِي الْآخِرَةِ مِنْ خَلَاقٍ وَلَبِئْسَ مَا شَرَوْا بِهِ أَنْفُسَهُمْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ

Vettebeû mâ tetlûş şeyâtînu alâ mulki suleymân (suleymâne) ve mâ kefere suleymânu ve lâkinneş şeyâtîne keferû yuallimûnen nâses sihra, ve mâ unzile alâl melekeyni bi bâbile hârûte ve mârût (mârûte), ve mâ yuallimâni min ehadin hattâ yekûlâ innemâ nahnu fitnetun fe lâ tekfur fe yeteallemûne minhumâ mâ yuferrikûne bihî beynel mer’i ve zevcihî, ve mâ hum bi dârrîne bihî min ehadin illâ bi iznillâh (iznillâhi), ve yeteallemûne mâ yadurruhum ve lâ yenfeuhum ve lekad alimû le menişterâhu mâ lehu fîl âhirati min halâkın, ve le bi’se mâ şerav bihî enfusehum lev kânû ya’lemûn (ya’lemûne).

Süleyman mülküne dair şeytanların aktardıkları şeyin ardına düştüler. Hâlbuki Süleyman inkâr edip kâfir olmadı, lakin o şeytanlar kâfirlik ettiler; insanlara sihir ve Bâbil’de iki meleğe, Harut ve Marut’a indirilen şeyleri öğretiyorlardı. Hâlbuki o ikisi «Biz kesinlikle bir zorlu denemeyiz, sakın kâfir olmayın!» demeden kimseye bir şey öğretmezlerdi. İşte bunlardan karı ile kocanın arasını ayıracak şeyler öğreniyorlardı. Fakat Allah’ın izni olmadıkça bununla kimseye zarar verebilecek değillerdi. Kendi kendilerine zarar verecek ve bir fayda sağlamayacak bir şey öğreniyorlardı. Ve onu her kim satın almışsa, onu alanın ahirette de bir nasibi olmayacağını da çok iyi biliyorlardı. Eğer bilselerdi, uğruna kendilerini sattıkları şey ne çirkin bir şeydi.

Ayetin ana konusu Hz. Süleyman’ın mülkü yani hükümdarlığıdır. Ayette geçen Harut ve Marut nedir, kimlerdir? Bir kıraate, okumaya göre ayette geçen “alâ el melekeyni” kelimesi melek anlamındadır. Diğer okunuşa göre ise “alâ el melikeyn” şeklindedir. Bu durumda ise iki melik, iki kral anlamına gelmektedir. “İbn Abbas, Hasan-ı Basri, Ebü'l Esved ed- düelive Dahhakb kelimeyi "melikeyn"  iki melik, iki kral olarak okumuşlardır” denir.

Babil (Tanrı Kapısı) kelimesi Sümerlerin kurdukları şehirlere verdikleri genel isimdir.  Özellikle Eridu şehri ilk Babil ismini alan şehirdir. Yani Babil kelimesi aslında Sümer bölgesinin kutsal kitaplardaki karşılığıdır. Başka bir anlatımla antik Mezopotamya’nın Tevrat ve Kuran’daki isimlendirilmesi Babil’dir.

Harut’un ve Marut’un kim olduğunu anlamak için tarihi kaynaklara ve Arapçanın atası sayılan Akadcaya bakmak gerekir. Akadca da Heru: Kazmak, kazıcı, kazma, boşaltmak. Hirutu: hendek. Marutu: hayvan şişmanlatma, evlatlık anlamlarına gelmektedir. Kısacası Harutu kelimesi tarımsal çapalamayı, Marutu kelimesi hayvan bakıcılığını, yetiştiriciliğini, ıslahını ifade etmektedir.

Ayrıca bu ayeti anlamak için Sümer medeniyetinin geçmişini bilmek gerekir. Bilindiği kadarı ile dünyada ilk bilinçli tarımı ve hayvancılığı yapan, ilk şehirleşmeyi başlatan, ilk şehir krallıklarını kuran Sümerlerdir. Medenileşmenin temelleri MÖ 6000’lere kadar uzanmaktadır. Fakat Urfa’da bulunan antik yerleşim yeri Göbeklitepe ile bu geçmiş M.Ö 11500 yıllarına kadar gitmiştir.

Sümer tarihinde çok önemli yer tutan iki kutsal kişi bu gelişmenin mimarlarıdır. Bu iki kişi dünyada ilk iki şehri Eridu ve Nippur’u kuranlardır. Bu kişiler sonraki nesillerce tanrılaştırılmış ve haklarında birçok efsaneler uydurulmuştur. Hıristiyanların İsa’yı tanrının oğlu, Yahudilerin Üzeyir’i tanrının oğlu saymaları gibi Sümerler de Enki ve Enlil’i Tanrı’nın oğulları olarak saymışlardır (Tevbe Suresi’ 30. Ayet meali: Yahudiler, «Üzeyir Allah’ın oğludur» dediler; Hıristiyanlar, «Mesih Allah’ın oğludur» dediler. Bu, ağızları ile söyledikleridir. Kendilerinden önceki kâfirlerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onlara savaş açtı, nasıl da saptırılıyorlar). Bu isimler kesin değildir. Değişik okumalar da vardır. Eridu şehri Enki, Nippur şehri ise Enlil tarafından kurulmuştur. Ayette hem melekten hem de bir kraldan bahsediyoruz. Bu nedenle Enam Suresi’ 8-9. Ayetti de hatırlamak gerekir: «Ona bir melek indirilmeli değil miydi?» dediler. Bir melek indirmiş olsaydık iş bitirilmiş olurdu da onlara göz bile açtırılmazdı. Eğer onu biz bir melek kılsaydık, mutlaka onu bir adam kılardık ve onları kesinlikle düştükleri şaşkınlığa düşürürdük.

 

Sümer mitolojisinde bir tanrı? (ilahi kimse, melek) olan Enki daha sonraları Babil mitolojisinde Ea olarak karşımıza çıkmaktadır. Enki Eridu (marutu?) şehrinin kurucusu ve koruyucusudur. Toplulukların birbirinden etkilenmesi yoluyla Enki inancı bütün Mezopotamya’ya da yayılmıştır. Suyun, bilgeliğin, sihrin, sanatkârların ve hayvancılığın tanrısıdır. “Enki” sözcüğünün anlamı tam olarak bilinmemekle birlikte, genel çevirisi “Dünya’nın efendisidir. Bir tablette Enki’nin kamışlarından bahsedilir. Kamışlardan yapılmış hasırlarla ölüler taşındığından Enki ölüler dünyasının da tanrısıdır?.

Enki’nin tapınağına E-abzu yani abzu tapınağı denir. Bu tapınak tabi ki Zigguratların içinde bulunur.  Enki 2 kez dolanmış bir yılan (DNA?) ile sembolize edilir. Bilgelik ve bütün sihirlerin tanrısıdır, Dünya’yı onun yarattığına inanılır. Suyun tanrısı olduğundan aynı zamanda bereketi simgeler.  Sümer hikâyelerinde “Enki’nin kamışlarından” bahsedildiğini görürüz. Bunlar sudan çıkan normal sazlardır ve Sümerler için çok önemlidir; yapı materyali olarak veya hastaların ve ölülerin taşınmasından kullanılırlar. Enki’nin sembolleri arasında keçi ve balık da bulunur. Bu iki canlı ilerde birleştirilerek “Keçi Capricorn” olarak karşımıza çıkar. Balık adam gibi resim edilir.

 

Su (bereket ve döl) saçan Enki            

Balık adam kıyafetli Enki’nin rahipleri

Enlil: En kelimesi efendi, lil kelimesi de fırtına demektir. Yani Enlil fırtınanın (hava, meteoroloji) tanrısıdır. Sümer ve Mezopotamya’nın çeşitli bölgelerinde bulunmuş tabletlerde adı geçer. Sümer’de Enlil, diğer yerlerde Ellil olarak okunulduğu düşünülmektedir. Enlil, rüzgârın, nefesin tanrısıdır. Kazmayı icat eden kişidir. Bu kazma üzerine şiirler yazılmıştır. Kısacası tarımın efendisidir. Tapınağının ismi “Enkur” yani dağların evidir. Nippur şehrinin kurucusudur. İlk krallığın modeli olarak kabul edilir.

Başka bir mitolojiye göre ise Enki ve Enlil tarafından insanlar yiyecek ve giyecek sahibi olsun diye gönderilen Ashnan (Sümerce tahıl demektir) tahıl tanrısı (melek) ve Lahar (Sümerce koyun, kuzu demektir) koyun tanrısı (melek) dir.

Harut ve Marut efsanevi kişiliği birçok milletin kültüründe bulunmaktadır. Harut ve marut kelimeleri Eski İran kültüründe Haurvatat ve Ameretat olarak geçmektedir. Haurvatat: Tam mükemmelik, Ameretat: Tam sağlıklı anlamını kazanmıştır. Haurvatat ın karşıtı susuzluk, ameretat ın karşıtı açlık olarak belirlenmiştir. Yahudi kültüründe ise Şemhazai ve Azael olarak geçmektedir. Düşmüş melekler olarak kabul edilmelerinin nedeni "arut" kelimesinin Akad dilinde "lanetlenmiş" anlamına gelmesi olabilir. Antik Ermeni kültüründe ise Hawrot ve Mawrot olarak geçmektedir. Suyun ve bitkilerin koruyucusu olan iki tanrıdır. Buna benzer bilgiler Orta Asya ve Hindistan kültürlerinde de bulunmaktadır. Afrika'da ki Mali ülkesinde yaşayan Dogonların inançları da Harut ve Marut kültürüne dayanmaktadır. Antik Mısır dininde ise  Khenti-Amentiu  “en uzak batı” anlamında ve ölüler dünyasını ifade etmektedir. Daha sonra bu kavram  İsis ve Osiris kavramları içine dâhil edilmiştir. Osiris ölüler dünyasının tanrısıdır. Kamış rengindedir. Yani yeşil renktedir. Bunun nedeni Eski Mısırlıların cenneti kamışlar ülkesi olarak bilmeleridir. İsis ise büyücülüğün tanrısıdır. Sarayı hayat suyunun kaynağıdır.

Buraya kadar anlatmaya çalıştığımızı özetlemek gerekirse: Şehirleşmenin ve şehir hayatının oluşması için tarımda çalışmayan insanları da besleyecek miktarda tarım ve hayvancılık ürünlerinin bol miktarda üretilmesi gerekir. Bununla beraber tarım ve hayvancılık yapanların da şehirlilere muhtaç olabilmesi için sanatın, tıbbın, sanayinin, tekstilin vs. şehirlerde üretilir olması gerekir. Ancak böylece karmaşık bir dünya hayatı ve medeniyet var olabilir.

İnsanlar Sümerlerden önce de yer yer birtakım şehirler kurmuşlar fakat hiçbir zaman modern anlamda şehirciliğe ulaşamamışlardır. Fakat MÖ muhtemelen 15000-20000’li yıllarda, Allah Babil bölgesinde yaşayan iki kişi veya meleğe yani Harut (Enlil, Ashnan) ve Marut’a (Enki, Lahar) ilham ederek medeniyetin (şehirleşme) gelişmesini başlatmıştır. Bu ikisinden Harut’a gelişmiş tarım bilgilerini ve meteorolojik bilgileri ilham etmiş; bu sayede sulama kanalları yapılmıştır. Ayrıca toprağın işlenmesi ve ürünlerin depolanması öğrenilmiştir. Bol ürün ve saklama şartlarının gelişmesi yiyecek bolluğunu getirmiş, şehirlerde yaşayan insanları beslemek mümkün olmuştur. Nippur şehri kurulmuş ve ilk site devleti krallık oluşmuştur.

Marut’a ise hayvancılık, sanatkârlık ve hayvan çiftleştirilmesi, yetiştirilmesi, ıslahı,  biyolojik teknik bilgiler ve büyücülük gibi algılanan hipnoz, sosyal ve kişisel etkileşim, su ürünleri kullanımı ( kamışın kullanımı, balıkçılık ve diğer su ürünleri) hakkında bilgiler ilham veya vahiy edilmiştir. Eridu şehri kurularak uygulamaya geçilmiştir. Daha önce Sümer krallar listesinden bahsetmiştim. Bu listede gösterilen Tufan öncesi ilk kurulan krallık Eridu yani Enki’nin şehridir. Bu bilgi Enki’nin haliyle Enlil’in de Tufan’dan önce yaşadığını göstermektedir. Daha önce nimet hayvanların vahşi hayvanlardan ıslah edildiği ve indirildiğini belirten ayetten bahsetmiştim. Bu bilgilerden sonra indirilme olayını tekrar anlamaya çalışalım.

Zümer Suresi’ 6. Ayet:

خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ ثُمَّ جَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَأَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ الْأَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ أَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ فِي بُطُونِ أُمَّهَاتِكُمْ خَلْقًا مِنْ بَعْدِ خَلْقٍ فِي ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ ذَلِكُمُ اللَّهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ فَأَنَّى تُصْرَفُونَ (6)

Sizi bir tek nefisten (dişi) biçimlendirdi. Sonra o dişi türünden o dişi türünün eşini (erkeği) kıldı. Ve sizin için sekiz çift nimet hayvanından indirdi. Sizi annelerinizin karınları içindeki üç belirsizlik içinde biçimden biçime biçimlendirir. Nasıl da çevriliyorsunuz?

Görüldüğü gibi indirilme olayı bitki ve hayvan ıslahı için Harut ve Marut’a indirilen teknik bilgiyi içeren vahiydir.

Daha sonra bu bilgi ve beceriler bütün Mezopotamya ve oradan Antik Mısır’a nihayet bütün Eski Dünya’ya yayılmıştır. Amerika kıtalarında ve Avustralya kıtalarında ise şehirleşme tam anlamıyla oluşamamıştır. Medeniyet güdük kalmıştır. Bu kıtalarda yaşayan insanların evcil hayvan beslemeleri binlerce yıl sonra başlamıştır. Mısır tahılının ıslahı ise MÖ 8000’li yıllara dayanmaktadır. Kısacası diğer kıtalardaki insanlara bazı teknik bilgilerin indirilmesi çok daha sonra olmuştur.

Ayrıca bir şeye daha dikkat etmek gerekir! Neden başka ayette değil de bu ayette, Süleyman mülkü konusunda Harut ve Marut’tan bahsedilmiştir. Çünkü Hz. Davut ve Hz. Süleyman’ın mülk yani hâkimiyeti açısından Harut ve Marut arasında benzerlikler vardır. Bunla ilgili birçok ayetler vardır. Kısaca özetlersek Davut, peygamber ve bir şehir kralıdır. Sad Suresi’ 18-19. Ayet meali: Kendisiyle birlikte tesbih etsinler diye biz, dağları ve toplanıp gelen kuşları Dâvût’un emrine verdik. Onların her biri Allah’a yönelmişlerdi. Sümer en eski antik kralı Enlil de dağların kralıdır. Davut’a demiri yumuşatıp şekillendirme yeteneği, Enlil’e metal kazma ve çapa yapma bilgisi verilmiştir. Hz. Süleyman da bir kraldır. Enki gibi hayvanlar üzerinde hâkimiyeti vardır. Kuşlarla ve karıncalarla konuşur. Güzel atları sever. Rüzgâr gücüne hükmeder.

Bütün büyücülük efsane ve yöntemleri Sümerlerin atası olan Harut ve Marut döneminden kalmadır. Sihirbazlık illüzyon, göz boyayıcılığıdır. Bu ayet sanki "Harut ve Marut isimli iki meleğin Babil’de (Sümer’de) sihir öğretti" şeklinde çevrilmektedir.  Oysa ayet incelendiğinde Harut ve Marut’un sihir değil, başka bir şey öğrettiği ortaya çıkmaktadır. Çünkü ayette “İnsanlara sihri ve Babil’de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı” denmektedir. Bu durumda Harut ve Marut’un öğrettiği sihirden farklı bir şey olmalıdır. Çünkü arada “ve” bağlacı kullanılmıştır. Harut ve Marut’un öğrettiği ve sihirden farklı olan, fakat karı- kocanın arasını açabilen şey ne olabilir?

Bu iki görevli melek ve kral, insanlara şehirleşmeyi, gelişmiş tarımı ve hayvancılığı öğretmiştir. Hayvancılık öğretirken hormonları (oksitoksin), feromonları kullanmayı ve tür ıslahının nasıl yapılacağını göstermişlerdir. Bu uygulamada feromonları kullanarak istedikleri hayvanları istedikleri gibi bir birine cinsel istekli kılmış veya uzak tutmuşlardır. Çünkü insan dâhil bütün karmaşık canlıları feromon kullanarak etkilemek mümkündür. Yani feromon kullanarak birini diğerine âşık etmek veya nefret ettirmek mümkündür. Bu olay teknik bir bilgidir. Kötü amaçla da kullanılabilir. Bu nedenle bu iki melek “Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın küfretmeyin” demektelerdir. Yani “bu teknik bilgiyi küfür amacı ile kullanmayın demedikçe” kimseye öğretmezlermiş. Kısacası Harut ve Marut’un Sümer’de öğrettiği sihir değil, biyolojik teknik bilgilerdir. Yani teknik bilgiler kullanarak insanları kendi iradeleri dışında etkilemek (hipnoz gibi) büyücülük gibi kâfirliktir.

Yukarıda Enlil ve Enki’den bahsederken “tanrı” olarak bahsettim. Bunun nedeni bu çevirileri yapanların yani tabletleri okuyanların vermiş oldukları anlamlar olması nedeniyledir. Sümer dilinde bizim melek dediğimiz kelime karşılığını hiçbir zaman bulamadım. Bunun yerine “diğir, dingir” kelimesi vardır. Aşağıda Pennsylvania Üniversitesi’nin Sümer ve Akadca sözlüğünden alınan bir bölüm görünmektedir. Burada “diğir, dingir” god, tanrı olarak çevrilmektedir. Oysa hemen altında “diğir’ama” kelimesi ise “divine mother” yani “ilahi anne, kutsal anne” şeklinde çevrilmektedir.

 

Kısacası “tanrı” şeklinde çevrilen kelimelerin muhtemelen çoğu “kutsal veya ilahi” anlamında olmalıdır.

Sümer çevirilerindeki kasıtlı veya kasıtsız çeviri hataları bununla da kalmaz. Hatta bu hataların bazıları Sümer ve Akad toplumunun kendi uydurma veya tefsir hatalarıdır. Mesela Enuma Eliş (Bir zamanlar göklerde) Babil yaratılış mitolojisi olarak bilinir. Bu mitoloji olarak aktarılır. Oysa ilahi bilgilerin bozulmuş, efsaneleştirilip karıştırılmış halidir.

Nasıl?
Enuma Eliş efsane şiiri ilk 10 dizesi:

1 enūma eliš lā nabû šamāmū. Cennetin yüksekliği isimlendirilmemişken
2 šapliš ammatu šuma lā zakrat. Ve aşağısındaki dünya henüz isim taşımazken (zikredilmezken).
3 apsûm-ma rēštû zārûšun. Ve ilk zamanki Apsu ki onları yaratmıştı,
4 mummu tiamat muallidat gimrišun. Ve kaos, Tiamut, ikisinin de annesi.
5 mêšunu ištēniš ihiqqū-ma. Suları birbirine karışıktı.
6 gipāra lā kiṣṣurū ṣuṣâ lā še'û. Ve hiçbir tarla oluşmamıştı, hiçbir sulak arazi görünmezdi.

7 enūma ilū lā šūpû manama. Tanrılardan hiç biri varlığa çağrılmamışken (manalandırılmamışken).
8 šuma lā zukkurū šīmatu lā šīmū. Ve hiçbiri bir isim taşımazken (anımsanmazken).
9 ibbanû-ma ilū qerebšun.  Hiç bir kader ayarlanmamışken.
10 lahmu u lahamu uštapû šumī izzakrū. Lahmu ve Lahamu varlığa çağırıldı (zikredildi).

 

İlk bakışta bile şiirin çevirisinde çok bariz hatalar saptanmaktadır. Hatalar bununla da kalmamıştır.

Allah her Âdemoğluna mutlaka ilahi bilgiler göndermiştir. Sümerlere de Akadlara da. Fakat insanların hemen hepsi gerçek ilahi bilgilerden uzaklaşıp sonunda onları gerçek dışı olan, yapay mitolojilere dönüştürmüşlerdir. Bu arada şunu da belirtmek gerekir: Bize sürekli tek tanrılı dinlerin çok tanrılı dinlerden evirildiği fikri dayatılmaya çalışılır. Buna örnek olarak da Sümerler gösterilir. Oysa Sümer dini geçmişi incelendiğinde çok farklı bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Sümer dinindeki MÖ 2000’lerde ki tanrı sayısı 5000 dir. Daha eskiye yani MÖ 3000 yılında ise tanrı sayısı 750 dir. MÖ 3500 de ise tanrı sayısı 4 ( Enlil, Enki, An, İnanna) tanedir. Daha da eskiye gidersek An ve eşi İnanna dır. Haliyle daha eskiye gidilince sadece bütün tanrıların ve her şeyin yaratıcısı An kalmaktadır. Antik Mısırda da aynı şekildedir. MÖ 3000’e gidilince sadece her şeyin yaratıcısı Atum vardır.

Yukarıdaki mitolojide ilginç iki kelime vardır. Bunlardan biri tiamut, kaos kelimesidir. Kaos kelimesinin Arapçayı da içeren Semitik dillerdeki karşılığı su, sıvı anlamına da gelen “ma” kelimesidir. Aşağıda eski İbranice ki Arapça ile aynıdır, harfler ve anlamları verilmiştir. Mim harfinin anlamlarından biri de kaos, su dur. İnsanlık somut kavramlardan soyut kavramlara geçerken benzetmeler kullanmıştır. Mesela suyun rengi, tadı, kokusu, şekli yoktur. Denizler ve göller değişkendir. Bazen sakin, bazen dalgalıdır. Bu nedenle su kelimesi soyut bir kelime olan belirsizlik, kaos durumunu tanımlamak için de kullanılır olmuştur.

 

Muharref Tevrat yaratılış bölümü birinci ve ikinci ayetler:

1. Başlangıçta Tanrı göğü ve yeri yarattı. 2. Yer boştu, yeryüzü şekilleri yoktu; engin karanlıklarla kaplıydı. Tanrı'nın Ruhu suların (kaos) üzerinde dalgalanıyordu.

Yine Antik Mısır dininde Yaratıcı Tanrı, Atum-Amon Ra-Allah kendini sudan Benben denen temel yapı taşı üzerinde (Arşu Ala) yaratmıştır.

Gördüğünüz gibi orijinal kutsal metinler kaybolunca mitolojik anlatımlar oluşturulmuştur. Şimdi orijinal metin sabit olarak korunan ve kendinden önce var olup günümüze gelenleri doğrulaştırıcı (düzeltici) olan Kuran’a bakalım.

Hud Suresi’ 7. Ayet:

وَهُوَ الَّذِي خَلَقَ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضَ فِي سِتَّةِ أَيَّامٍ وَكَانَ عَرْشُهُ عَلَى الْمَاءِ لِيَبْلُوَكُمْ أَيُّكُمْ أَحْسَنُ عَمَلًا وَلَئِنْ قُلْتَ إِنَّكُمْ مَبْعُوثُونَ مِنْ بَعْدِ الْمَوْتِ لَيَقُولَنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا إِنْ هَذَا إِلَّا سِحْرٌ مُبِينٌ

Ve huvellezî halakas semâvâti vel arda fî sitteti eyyâmin ve kâne arşuhu alâl mâi li yebluvekum eyyukum ahsenu amelâ(amelen), ve le in kulte innekum meb’ûsûne min ba’dil mevti le yekûlennellezîne keferû in hâzâ illâ sihrun mubîn (mubînun).

O ki, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için gökleri ve yeri altı dönemde, temel yapı ve yönetimi belirsizlik (kaos, su, Benben) üzere olacak şekilde biçimlendirdi. Eğer «öldükten sonra tekrar dirileceksiniz» dersen, o kâfirler de kesinlikle: « Bu apaçık bir sihirden başka bir şey değildir » diyecekler.

 

Rad Suresi’ 2. Ayet:

اللَّهُ الَّذِي رَفَعَ السَّمَوَاتِ بِغَيْرِ عَمَدٍ تَرَوْنَهَا ثُمَّ اسْتَوَى عَلَى الْعَرْشِ وَسَخَّرَ الشَّمْسَ وَالْقَمَرَ كُلٌّ يَجْرِي لِأَجَلٍ مُسَمًّى يُدَبِّرُ الْأَمْرَ يُفَصِّلُ الْآيَاتِ لَعَلَّكُمْ بِلِقَاءِ رَبِّكُمْ تُوقِنُونَ (2)

Allah gökleri gördüğünüz gibi direksiz olarak yükseltti. Sonra temel yönetimine (Arş, Benben) seviyelendi, Güneş’i ve Ay’ı emri altına aldı, her biri belli bir sürenin sonuna kadar akar. O, bütün bu işleyişleri düzenler. Rabb’inizin karşısında mülakat olacağınıza yakın olarak inanabilesiniz diye O, size ayetlerini ayrıntılı biçimde açıklar.

 

Aynı veya benzer ayet bilgileri Sümer ve Yahudi, Antik Mısır dinlerinde de vardır. Sümer’de bulunan kaos anlamına gelen kelime sonradan tanrı diye adlandırılmış veya çevrilmiştir. Tevrat’taki ma(en), belirsizlik, kaos kelimesi ise su olarak çevrilmiştir. Bu hataları Kuran meallerinde de çok yaygın olarak görürsünüz. En temel yapı ve yönetim anlamına gelen arş kelimesi Allah’ın tahtı (Benben’i) olarak çevrilmektedir. Oysa Kuran’daki Elarş kelimesi Kozmos’un (Evren’in) en temel yapı ve yönetimini ifade etmektedir.

 

Enuma Eliş efsanesindeki diğer kelime ise Lahmu ve Lahamu kelimeleridir. Bu kelimeler Sümercedir. Fakat antik çevirilerde bize şu şekilde sunulur: Lahmu, Akad mitolojisinde Apsu ile Tiamat'ın (kaos) ilk oğludur. Kız kardeşi ve eşi olan Lahamu ile Anşar ve Kişar'ın ebeveynidir. Bazen bir yılan olarak betimlenen Lahmu, bazense sakallı, saçında altı bukleli, kırmızı kuşak takan bir erkek olarak betimlenmiştir. O ve Lahamu birbirlerinden ayrı olarak bahsedilmemiş, hep birlikte bahsedilmişlerdir.

Oysa Aşağıda göreceğiniz gibi Sümerce kelimeler olan Lahmu ve Lahamu “olmak, var oluş” demektir.

Kısacası Kuran’da geçen “Kün fe yekün” yani “ol ve hemen var olur” demektir. Bu toplumların da ellerinde birtakım gerçek ilahi bilgiler, ayetler var olmuştur, fakat bunların anlamları zaman içinde unutulup bozulmuştur. İnsanlar sonradan uydurdukları şeylere tabi olmuşlardır. Bu olay bizdeki birçok menkıbeye benzemektedir. Bunlardan en tipikleri Mevlit’tir. Süleyman Çelebi tarafından yazılmış ilgi ve kabul görmüş dinden olmadığı halde kutsallaştırılmış mitoloji haline getirilmiştir. Aşağıda Mevlit’ten bir bölüm verilmiştir. Enuma Elişe benzemektedir.

Âmine hâtun Muhammed ânesi
Ol sadeften doğdu ol dür dânesi
Çünkî Abdullah'tan oldu hâmile
Vakt erişdi hefte vü eyyam ile
Hem Muhammed gelmesi oldu yakîn
Çok alâmetler belirdi gelmeden
Allâhümme salli alâ Muhammediv
Ve alâ âli Muhammed
Ol Rebiûl evvel âyın nîcesi
On ikinci gîce isneyn gîcesi
Ol gîce kim doğdu ol hayrûl-beşer
Ânesi anda neler gördü neler
Dedi gördüm ol habîbin ânesi
Bir acep nûr kim, güneş pervânesi
Berk urup çıktı evimden nâgehân
Göklere dek nûr ile doldu cihân
Gökler âçıldı ve feth oldu zulem
Üç melek gördüm elinde üç âlem
Bîri meşrik bîri mağribde anın
Bîri dâmında dikildi Kâbenin
Bildim anlardan kim ol halkın yeği
Kim yakîn oldu cihâna gelmeği
İndiler gökden melekler sâf sâf
Kâbe gibi kıldılar evim tavaf
Hûriler geldi bölük bölük
Buğûr yüzleri nûrundan evim doldu nûr
Çevre yânıma gelip oturdular
Mustafâ'yı birbirine muştular
Dediler oğlun gibi hiç bir oğul
Yâradılâlı cihân gelmiş değil
Bû senin oğlun gibi kadr-ı cemîl
Bir anâya vermemiştir ol Celîl
Ûlu devlet buldun ey dildâr sen
Doğiserdir senden ol hulk-ı hasen
Bû gelen "ilm-î ledün" sultânıdır
Bû gelen tevhîd ü irfân kânıdır
Bû gîce ol gîcedir kim, ol şerîf
Nûr ile âlemleri eyler latîf.

Yukarıda bu şiiri yazan kişinin peygamberimiz Muhammed Mustafa’nın yaradılışı hakkında bilgisi olmadığı açıktır. Oysa sanki yaradılışına şahitmiş gibi mitolojik bir anlatımda bulunmuştur. Bu abartma ve sapkınlık bununla da kalmamıştır. Günümüzde bunun birçok örneğini görmekteyiz. Mesela her yerde bir Baba, Telli Baba, Zuhurat Baba, Oruç Baba, Hoşgörü Babası Mevlana gibi birçok tanrı denmese de tanrıcık (baba, hazret, evliya) uydurulmuştur. Bir de Üsküdar’da Aziz Mahmut Hüdai vardır ki, denizciler sefere çıkmadan bu zatı ziyaret ederlermiş. Sanki Eski Yunan Deniz Tanrısı Poseidon? Bu nedenle sadece Sümerleri veya Antik Mısırlıları kınamamak gerekir. Anlaşıldığı gibi günümüzde de tanrı türetmeler devam etmektedir.

Bu bilgiden sonra konuyu biraz daha açalım. Tarih boyunca ilahi bilimsel bilgiler sürekli çarpıtılmıştır. Şimdi bunlara tarihi açıdan örnekler verelim. Bazı kavramları daha iyi anlayabilmek için başka kavramları da bilmek gerekir. Bunlardan biri de “Kutsal Yaşam Ağacı’” kavramıdır. Bu kavram hemen hemen bütün antik kültürlerde vardır. Kuran’daki Necm Suresi’nin başlangıcındaki ayetler tartışma konusu olmuş ve hatta bu ayetlerden yola çıkarak Peygamberin Allah’ı gördüğünü iddia edenler bile olmuştur. Fakat bilimsel düşünceyle ayetlerin kesin, net bilimsel bir gerçeği anlattığı rahatlıkla anlaşılabilmektedir.

Necm Suresi’ 1-18. Ayet Elmalılı Hamdi Yazır meali:

1 - İnmekte olan yıldıza andolsun ki,

2 - Arkadaşınız (Muhammed) sapmadı, azmadı.

3 - O, hevâdan (arzularına göre) konuşmaz.

4 – O (nun konuşması kendisine ) vahyedilenden başkası değildir.

5 - Onu, müthiş kuvvetleri olan biri öğretti

6 - (Ki o) akıl ve görüşünde kuvvetli (bir melek)dir. Hemen (gerçek meleklik şekliyle) doğruldu.

7 - O, en yüksek ufukta idi.

8 - Sonra (Cebrail ona) yaklaştı ve (aşağıya doğru) sarktı.

9 - Onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar, yahut daha az kaldı.

10 - (Allah), kuluna verdiği vahyi verdi.

11 - Onun gördüğünü kalb(i) yalanlamadı.

12 - Onun gördükleri hakkında şimdi kendisi ile tartışacak mısınız.

13 - Andolsun onu bir kez daha görmüştü.

14 - Sidretü'l- Müntehâ'nın yanında.

15 - Ki Cennetü'l- Me'vâ onun yanındadır.

16 - Sidre'yi kaplayan kaplıyordu.

17 - (Peygamberin) gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı.

18 - Andolsun ki o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.

Necm kelimesi birçok mealde “yıldız” şeklinde çevrilmektedir. Oysa bilimsel anlamdaki yıldız kelimesi Kuran da “sirac” olarak geçmektedir. Nuh Suresi’ 16. ayette “Güneş’i bir kandil kıldı” denmektedir. Yani Güneş ışık ve ısı yayan bir gökcismidir. Bu ise bilimsel anlamdaki “yıldız” kelimesinin karşılığıdır. Necm kelimesi Kuran’da “gök cismi” olarak kullanılmaktadır.

Bu bölümde Necm Suresi’nin bu ayetlerini anlamaya çalışacağız. Çünkü bu ayetler diğer toplumlarda ve Sümer’de bulunan “Kutsal Yaşam Ağacı’” kavramı ile ilgilidir. Ayette geçen “en yüksek ufuk” ne olabilir? Hepimizin bildiği bir ufuk kavramı vardır. Bu kelime yer ve göğün birleşmiş gibi göründüğü en uzak görüş alanını ifade etmektedir. Akadcada “wafu, wafau, afu” kelimeleri görünür olma, görünür hale gelme anlamlarına gelmektedir. Arapçada ise ufuk, esasen bir şeyin görünebilen kıyısı ve kenarı anlamındadır. Muhtemelen ufuk kelimesinin kökeni de bu kelimelerden gelmektedir. Ne kadar yükseğe çıkarsanız ufkunuz o kadar uzaklara ulaşır. Yani değişkendir. Hâlbuki ayette “en yüksek ufuk” denmektedir. Nedir bu en yüksek ufuk? Gökte olan ve en yüksek olan, görünen şeyin görülebilen kenarı nedir?

Necme (gök cismine) vurgudan sonra geldiğine göre, gök cismi ile ilgili bir kavram olmalıdır. Aslında, bu hepimizin bildiği bir kavramdır. Gece göğe bakarsanız necmleri yani gökteki bütün parlayan cisimler görürsünüz. Bunlar galaksiler, yıldızlar, gezegenler, aylar, gök taşları ve hatta uydulardır. Fakat en önemlisi bizimde içinde yer aldığımız Samanyolu Galaksisi’nin kenarını, yani bize göre görünür durumda olan galaksimizin kenarını, “Samanyolu” dediğimiz şeyi görürüz. İşte bu en yüksek ufuktur (Galaktik Horizon).

Yukarıdaki fotoğraflarda en yüksek ufuk yani bizim galaktik horizonumuz görülmektedir. Samanyolu Galaksisi’nin görünen kenarı en yüksek ufuktur. Galaksinin şeklini bir tabak gibi düşünürsek, yukarıdaki ortası aydınlık, bulutlu kısım tabağın kenarıdır.

 

 Yukarıda Samanyolu Galaksisi’nin temsili resmi verilmiştir.  Güneş “Sun” olarak gösterilmiştir. Bizim tabak kenarı gibi gördüğümüz ise Sagittarius (Yaylar) koludur.

Bilinmesi gereken ikinci kelimemiz “tedelli” kelimesidir. "Delv" kovaya isim olarak verildiği gibi, "delv" masdarı da kovayı sarkıtmak veya çekmek manalarına gelir. Onun için "tefe'ul" kalıbından gelen "tedelli" kelimesine herhangi bir şeyin yukarıdan aşağıya doğru sarkması veya aşağıdan yukarıya çekilmesi mânâsı verilebilir.

Elmalılı tefsirinde sidre-i Münteha aşağıda açıklandığı gibidir.

Sidre-i Münteha, son sidre demektir. Münteha: İsm-i mekân ya da mimli mastar olan bu kelime, "nihayet sidresi" veya "son sınır sidresi" anlamını ifade eden bir isimdir. Sidre, daha evvel de geçtiği gibi ağaç demektir. Kamus Tercemesi'nde sidre ile ilgili şu bilgiler vardır. "Sidr, in kesri ve n sükunu ile okunur. Nebk ağacına verilen bir isimdir. Buna Arabistan kirazı da denir ki, Trabzon hurması da aynı nevidendir.

Bu kelime de ayrıca bir hayret mânâsı da vardır. Seder ve Sederat göz kamaşmak ve hayran olmak demektir. Bunun binâ-i nev'isi de bir nevi hayrete düşmeyi ifade eder. Bu sebeble müfessirler sidre-i müntehâyı, her iki mânâyı da gözeterek tefsir etmişlerdir. Bu konudaki farklı yorumları şöyle sıralamak mümkündür.

Sidre-i müntehâ, yedinci semada bir hadise göre de altıncı semada Arş'ın sağ tarafında bulunan bir nebk ağacıdır ki müttakilere vaad edilen cennetin nehirleri, (Muhammed, 47/15 bkz.) onun altından çıkar. Hz. Peygamber (s.a.v)'in meyvasını tacın püsküllerine, yapraklarını da fil kulaklarına benzeterek tavsifde bulunduğu bu ağaç hakkında şunları söylediği rivayet edilmiştir: "Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yetmiş sene yol alsa yine katedemez. Bir yaprağı ümmetin hepsini örter." "Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yüz sene gitse katedemez. Bir yaprağı bütün ümmetin üzerini örter." gibi haberler nakledilmiştir. Bu haberler, söz konusu ağacı, mahlukatın cisim ve boyutları bakımından aldıkları son şekil, ve emir âleminin sınırına dikilmiş bir ağaç, bir "oluşum ağacı" olarak göstermektedir. İbnü Mes'uddan gelen bir rivayette onun şöyle dediği görülür: "Sidre-i Müntehâ, cennetin uc kısımlarında bulunan bir yerdir. Üzerinde ise Sündüs ve İstebrak'ın etekleri vardır." Keşşâf'da da "Sidre-i Müntehâ sanki cennetin bitiş noktasındadır." şeklinde bir ifade vardır. İbnü Abbas ve Ka'b'dan nakledildiğine göre Sidre-i Müntehâ, arşın altında bulunan bir ağaçtır ki, melekler, nebiler ve mahlukat içinde bulunan âlimlerin ilmi sonuçta ona ulaşır. Ondan ötesi ise gaybdır, Allah'tan başkası bilemez. Dahhâk'tan yapılan bir rivayette de şöyle denilir: "Allah'ın her emri ona ulaşır, ondan daha ileri geçemez." Görüldüğü gibi bütün bu sözler, müntehâ kelimesinin ifade ettiği anlamı açıklayıcı mahiyettedir.

Elmalılı’nın bu açıklamasından sonra tarif edilen ağacın galaksimize ne kadar benzediğini anlayabiliriz. Mesela meyveleri galakside bulunan yıldızlara benzemektedir. Bu ağacın en üstünde ise göz alıcı parlaklıkta bir yer bulunmaktadır. Ayrıca bu ağaç akla hayale sığmaz derecede büyüktür. Aslında sidre sıra, dizilim demektir. Sedir ağacına bu nedenle sedir ağacı denir. Sıralı bir dallanması vardır. Münteha ise akıntının durduğu yer demektir. Bu durumda Sidreti Müntehaya “akıntının durgunlaştığı sıra” demektir ki galaksimizin en dış kısmında bulunan sarmal kolu ifade etmektedir. Çünkü bu kolun hareketi iç kollara göre daha durgun ve yavaştır. Bu durumda Meva (Yuva cenneti) cenneti galaksimizin dış kolunda bulunmaktadır. Bu bölge zamanın genişlediği bir yerdir. Galaksinin merkezindeki kara delik ise zamanın daraldığı hatta durduğu yerdir.

Galaksiler yıldızların, gezegenlerin ve bütün elementlerin oluşum yerleridir. Hayata dair bildiğimiz her şey yıldız tozlarından oluşmaktadır. Dolayısı ile hayatın oluşum yerleridir. Bu nedenle “Yaşam Ağacı’” olarak adlandırılmıştır.

 

Necm Suresi’ düzeltilmiş, besmele dahil, 1-18. Ayetler meali:

 

“Merhametli, özel merhametli Allah’ın ismi ile.

Ve dalışa geçerken o gökcismine.

Sizinle birlikte bulunan kişi sapmadı ve azmadı.

Ve o hevesten nutuk atmaz.

O, vahiy edilen bir vahiyden başkası değildir.

O kuvveti şiddetli ona öğretti.

İhtiyat sahibi hemen seviyelendi.

Ve o en yüksek ufuktaydı (Samanyolu Galaksisi’nin görünen kenarı olan yay kolunda).

Sonra yaklaşıp sarktı.

Böylece iki yayın kabzası veya daha yakın oldu (Yay burcundaki kabza).

Hemen O’nun kuluna vahiy ettiğini vahyetti.

Gördüğünü gönül yalanlamadı.

Gördüğü üzerine onunla tartışır mısınız?

Ve mutlaka onu diğer bir inişte görmüştü.

Akıntının durgunlaştığı sıranın yanında.

Yuva cenneti onun yanındadır.

O zaman, sırayı bürüyen bürüdüğünde.

Görüş kaymadı ve taşmadı.

Mutlaka Rabb’inin ayetlerinden en büyük olanlarından görmüştü”.

 

Aslında bu ağaç kavramı bütün kültürlerde bulunur. Ağacın bütün kültürlerdeki ismi ise “Yaşam Ağacı’” dır. Kutsal Yaşam Ağacı Eski Amerika kıtası, Eski Mısır, Mezopotamya, Türkler, Hindular kısacası gelmiş geçmiş bütün insanlık kültürlerinde mevcuttur. Bu mevcudiyet insanlara Hz. Âdem den itibaren Evren ile ilgili ayetlerin ulaştığını göstermektedir.

Necm Suresi’nin bu ayetlerinden Resulullah’ın Cebrail’i Samanyolu galaksimizin yay kolunda seyreden bir gök cismi olarak orijinal hali ile gördüğünü ve Melek Cebrail tarafından iletilen vahiy sayesinde en azından Samanyolu Galaksisi’ni yani Yaşam Ağacı’nın görüntüsünü de gördüğünü anlıyoruz. Kuran diğer dinlerde geçen, önceden iletilmiş bozulmuş bilgileri düzeltir. Bu surede de “Yaşam Ağacı’” kavramı hakkında ayrıntılı bilgi vermektedir.

Bu arada ayette geçen “İki yayın kabzası olmak veya daha yakın olmak” ne demektir?

Bunu anlamak için biraz astronomi ve astroloji bilmek gerekir. Bilindiği gibi içinde yaşadığımız galaksimiz sarmal kollardan oluşmuştur (Zariyat Suresi’ 7. Ayette sarmallar sahibi gökten bahsedilir). Bu sarmal kollardan bizim “en yüksek ufuk” olarak gördüğümüz sarmal kolun adı Sagittarius dur. Sagittarius kelimesi Latincedir ve yaylar anlamına gelir. Sagittarii ise yay anlamına gelmektedir. Peygamberimiz Cebrail’i “en yüksek ufuk” olan Sagittarius spiral kolu üzerinde görmüştür. Peki, ama tam olarak Sagittarius’un neresinde görmüştür?

Aşağıdaki resimde Samanyolu Galaksisi’nin spiral kolları gösterilmektedir.

Bu kol galaksimizin merkezine göre Güneş sistemimizin hemen önündedir. Yani galaksimizin bize göre daha iç tarafında yer alır ve biz, gece göğe baktığımızda Sagittarius spiral kolunu, “Samanyolunu” görürüz.

Aşağıdaki resimde galaksimizin yay kolu üzerinde bulunan Yay takımyıldızı gösterilmiştir. Bu takımyıldızın yay şeklini oluşturan yıldızlardan özellikle üç tanesinin bilinmesi gerekir. Bunlardan üste bulunanın adı Kaus Borealis (kuzey), ortadaki Kaus Medius (orta), alttaki Kaus Australis (güney) dir. Kaus kelimesi Arapçadır. Yay anlamına gelir. Diğer kelimeler Latincedir. Bugün bu isimler, bu yıldızların gerçek isimleridir. Bu üç yıldızdan sadece ortada bulunan Kaus Medius ikili yıldızdır. Bu bilgi ancak günümüzde edinilmiştir.

Bu takımyıldızlar eski Araplar, Sümerler, Akadlar tarafından da bilinmektedir. Bu nedenle adlandırmada da Arapça “kaus” kelimesi kullanılmıştır. Kaus kelimesi aslında  kavs dır. Yani yay demektir.

Yukarıda gösterilen yay takımyıldızı çizimleri Antik Yunan kavramlarıdır. Yunanlılar bu kavramları Sümer ve Akadlardan almış ve kendilerine göre uyarlamışlardır. Aslında Sümer ve Akad mitolojisinde aşağıdaki gibi resim edilmişlerdir. Aşağıdaki resimde Sümerler tarafından “Pabilsag”  Babiller tarafından “Nergal” olarak adlandırılan yay takımyıldızı gösterilmiştir.

Pabilsag Sümerler tarafından “en eski ata” olarak bilinmektedir. Babiller ise Nergal’i Tanrı’nın güçlü oğlu olarak kabul ederlermiş. Daha derin araştırıldığında bu kişilerin aslında Melek Cebrail’in (Tanrı’nın Gücü) tanrısallaştırılmış şekli olduğu anlaşılmaktadır.

Necm süresi 9.ayette “Yani iki yayın kabzası veya daha yakın oldu” cümlesini bu bilgilerden sonra yorumlarsak: Cebrail en yüksek ufuktan yani galaksimizin Sagittarius kolundan yay takımyıldızına gelip, orada iki yayı oluşturan yıldızların kabzası Kaus Medius’a gelmiş ve hatta daha yakın olmuştur. Çünkü Kaus Medius bir çift yıldız olduğundan yeryüzüne biri diğerinden daha yakın konumdadır. Edna kelimesi hem mekânsal hem de zamansal yakınlığı ifade eder. Galaksinin kolları arasında hem mekânsal hem de zamansal farklılıklar vardır. Kabza olan Kaus Medius çift yıldız olduğundan asterizmi (farklı uzaklıktaki yıldızların yan yana duruyormuş gibi görünmesini ifade etmektedir.

İlahi vahiy daha önce binlerce peygambere de gelmiştir. Vahiy getiren görevli melek ise Cebrail’dir. Mezopotamya insanları tarafından Cebrail’in izlediği yolun bilinmesi; vahyin Cebrail tarafından getirilmesinin gökte ve galaksimizde hep aynı rotayı izlediğini düşündürmektedir.

Muhtemelen Hz. İsa doğduğunda veya başka peygamberlerin gelişini müjdeleyen gökte beliren yıldız (Betlehem Yıldızı, Christmas Star, Angel ) Cebrail'in gelişidir. İranlı bilginlerin İsa'nın doğuşunu bir yıldız nedeni ile anlamaları bununla ilişkili olabilir.

Bu arada ayette geçen “Görüş kaymadı ve taşmadı” cümlesini de açıklamak gerekir.

Bu surede peygamberin Cebrail’i en yüksek ufukta yani Samanyolu galaksisinin merkezine yakın Yay takımyıldızının kabzasında hareket ederken görmesi, Onun ışıktan daha hızlı hareket ediyor olmasını gerektirir. Çünkü yıldızlar arası mesafeler binlerce ışık yılı uzaklıkta olan mesafelerdir. Birinin dakikalar içinde bir yıldızın yanından diğer yıldızın yanına yer değiştirmesi ışık hızından daha hızlı bir hız gerektirir.

Klasik bilgilerde böyle bir şeyin olması mümkün görünmemektedir. Klasik bilgiler bize ışık hızının aşılamayacağını söylemektedir.  Oysa ışık hızından daha hızlı partiküllerin olduğunun delilleri uzayda saptanmıştır (superluminal motion; quasar, raio galaksiler, microquasarlar). Bu konuda sizi düşünmeye sevk edecek bir alıntıyı aşağıda vermek istiyorum:

Takyon (Yunanca ταχύς takhús, "hızlı" anlamımda), ışıktan hızlı giden farazi parçacıklardır. İlk tanımı Arnold Sommerfeld'e atfedilmişse de, aslında ilk olarak George Sudarshan ve Gerald Feinberd tarafından yazılmıştır.

Takyonlar, Albert Einstein'in ünlü Genel görelilik yasasındaki v2 /c2 ifadesindeki cismin hızı (v) ışık hızından (c) büyük olursa ne olur sorusunun cevabıdırlar. Bu nedenle takyon parçacıklarının kütleleri reel sayı ile değil karmaşık sayılar ile ifade edilir (2i kg. kütleli gibi) aynı zamanda v daima c den büyük olacağından, takyonlar için en yavaş hız ışık hızıdır. Ancak tam olarak ışık hızında da olamazlar çünkü ışık hızında olurlarsa v2/c2 = 1 olacağından bu ifade tanımsız olur. Böylece gerçek dünya için sınır olan ışık hızı burada da değerini korur. Buradan çıkarılacak sonuç ise, takyonların varlığının fizik ve matematik kurallarına aykırı olmadığıdır. Bunu takyonların varlığına delil olarak gösterenler vardır. Aynı (v)>(c) değerlerinin zaman denklemi içinde yerine konulması sonucunda zaman kavramının takyonlar için tıpkı kütle gibi imajiner olduğunu gösterir. Zaman gerçel olmadığı içinde zamanın oku olan entropi artışı sözkonusu olmaz ve bu nedenle takyonlar evreni gerçek evrenin aksine büzüşmezler tam tersine sanal kütleleri nedeniyle çekim etkisine girmediklerinden evreni gererler. Böylece, başlanılan noktaya geri dönülen bir küresel evren modeli yerine takyon evreni için kenarları olmayan bir sonsuz evren söz konusudur. Ayrıca takyonların hızı enerjileri azaldıkça artar. Bu nedenle radyasyon yaydıkları varsayıldığında, azalan enerjileri nedeniyle sürekli hızlanırlar ve nihayet sıfır enerji için sonsuz hıza ulaşırlar. Enerji azaldıkça hızları arttığından dolayı kuvvet denilen etki hareketle aynı yönde olduğunda takyonların hızını arttırmaz tam tersine yavaşlatır .Takyonun daima ışıktan hızlı hareket etmesinden dolayı, onu yaklaşırken göremeyiz. Takyon yanımızdan geçtikten sonra, iki görüntü görmemiz mümkün olacaktır. Bunlar farklı yönlerde hareket eden ve görünebilen iki farklı görüntü olacaktır. Siyah çizgi ise Çerenkov radyasyonunun şok dalgasıdır ve üsteki şekilde sadece bir anlığına gösterilmiştir. Bu çift görüntü etkisinin en iyi şekilde görülebilmesi için gözlemcinin süperluminal nesnenin yolu üzerinde olması gerekmektedir ki bu örnekte süperluminal nesne bir küredir ve gri renkle gösterilmiştir. Sağdaki mavimsi nesne, gözlemciye ulaşan ışığın Doppler etkisiyle maviye kayması sonucu oluşan görüntüdür. Gözlemci Çerenkov çizgisinin ucunda durmaktadır. Soldaki kırmızımsı görüntü ise kürenin gözlemciyi geçmesinden sonra küreden yayılan ışığın Doppler etkisiyle kırmızıya kaymasından oluşmuştur. Nesnenin ışıktan hızlı hareket etmesinden dolayı, küre gözlemciyi geçmeye başlayıncaya dek gözlemci hiçbir şey görememektedir. Daha sonra gözlemci tarafından görülebilen görüntü ikiye bölünür. Birisi gözlemciye doğru yaklaşan küre (sağdaki), diğer ise sol taraftaki yani gözlemciden uzaklaşan küredir (takyon wiki).

Bu bilgi bize Cebrail’in takyonik yapıda olabileceğini düşündürmektedir. Ayrıca “Görüş kaymadı ve taşmadı” cümlesini ve “kabe kavseyni veya daha yakın” cümlesini de açıklamaktadır. Çünkü ışıktan hızlı hareket eden cisimlerin görüntüsü yukarıda da açıklandığı gibi iki adettir.

Şimdi ilahi bilgilerin nasıl çarpıtılıp efsaneleştirildiğine bir örnek daha verelim. Bunlardan biri Miraç olayıdır. Miraç olayı yukarıda Necm Suresi’nin ve İsra Suresi’nin besmeleden sonraki ilk ayeti birleştirilerek ve birçok aslı astarı olmayan bilgiler eklenerek oluşturulmuş bir efsanedir.

İsra Suresi besmele dahil ilk üç ayet meali :

Merhametli, özel merhametli Allah’ın ismi ile.

Mescid- i Haram’dan (Kısıtlanmış Mescitten) ona ayetlerimizden göstermek için, çevresini elverişli kıldığımız Mescid- i Aksâ’ya (Öteki Mescit’e) kulunu gizlice gece yolculuğuna çıkaran Allah, her türlü şey ile ilintisiz yegâne egemendir. Kesinlikle O işitendir, görendir.

Ve Musa’ya kitap verdik ve «Benden başka vekil edinmeyin» diye onu İsrailoğulları için kılavuz kıldık.

Oysa bu surenin ismi İsra veya İsrail Suresi’dir. İsrail Hz. Yakub’un gizli gece yolculuğunda Allah tarafından verilen diğer ismidir. İsrailoğullarına bu nedenle İsrailoğulları denir. Çünkü İsrailoğulları Yakub’un (İsrail’in) on iki oğlundan türemiştir. Muharref Tevrat’ta Yakub’un Tanrı ile güreştiğinden (Yaratılış 32) bahsedildiği için ayet Allah subhandır ile başlamaktadır. Subhan her şeyden ilintisiz yegâne egemen demektir. Yani güreş olayının saçma sapan bir uydurma olduğundan bahseder. Ayetin devamında ise “Ve Musa’ya kitabı verdik” denmektedir. Yakub’un soyundan olan Musa’ya kitap verilmiş ve Yakub’a gösterilen Mescidi Aksa yeri (Öteki Mescid) Musa’ya hedef kılınmıştır. Bu olaylar Allah’ın Yakub’a vaadinin gerçekleşmesidir. Ayet aslında muharref Tevrat’ı düzelmekte ve açıklamaktadır.

Oysa bu ayetler ve yukarıda bahsedilen Necm Suresi ayetlerinden, yabancı unsurlar da ekleyerek miraç olayı uydurulmuştur. Bu örnekler Yahudilerin ve Sümerlerin nasıl sahte dini bilgi uydurduklarının bizdeki bir örneğidir. Aşağıda verilen bilgilerin çoğu Kurani bir bilgi değildir. Sümerler gibi din adına uydurulan hayali olaylardır.

Miraç nasıl oldu?(alıntı)

Hicretten bir buçuk sene önce, Recep ayının 27. gecesiydi. Bu gecede Peygamber Efendimizin en büyük mucizelerinden biri olan İsra* ve Mirâc** mucizesi vuku buldu.

Mezkûr gecede Cebrail (a.s.) geldi ve Resûl-i Zîşan Efendimizi Mescid-i Haram'dan*** alıp Burak ile Mescid-i Aksâ'ya**** götürdü. Oradan da, gökyüzündeki harika icraat ve Cenâb-ı Hakkın kudretine delalet eden âyet ve alâmetlerin birer birer gösterilmesi için, semavata çıkarıldı. Sema tabakalarında bulunan bütün peygamberlerle görüştürüldü. Oradan da "imkân ve vücub ortasında Kab-ı Kavseyn ile işaret olunan" makama çıktı. Kendilerine bir çok acib ve garip şeyler temaşa ettirildi. Ve bilemeyeceğimiz, anlayamayacağımız bir şekilde mekândan münezzeh olan Cenâb-ı Hakkın bizzat kelamını işitti ve Cemal-i Pâkini müşahede etti. Aynı gece hâne-i saâdetine geldi.

Cenâb-ı Hak, sevgili Resûlünün zâtıyla ilgili bu mûcizesini Kur'ân-ı Azimüşşan'ında bize şöyle haber verir:

"Âyetlerimizden bir kısmını ona göstermek için kulunu bir gece Mescid-i Haramdan alıp, çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ'ya seyahat ettiren Allah, her türlü noksandan münezzehtir. Şüphesiz ki O her şeyi hakkıyla işiten, her şeyi hakkıyla görendir."1

 

Bu âyet-i kerime aynı zamanda İsra ve Mirâc mûcizesinin hikmetini de beyan etmektedir. O da, Resûl-i Kibriya Efendimize, Cenâb-ı Hakkın kudretine delâlet eden harikaların gösterilmesidir.

Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Sözler isimli eserinin Mi'râc-ı Nebeviye'ye dâir kısmında şöyle der:

"Mi'râc meselesi, erkan-ı îmâniyenin usûlünden sonra terettüp eden bir neticedir. Ve erkan-ı îmâniyenin nurlarından meded alan bir nurdur. Erkan-ı îmâniyeyi kabul etmeyen dinsiz mülhidlere karşı elbette bizzat ispat edilemez. Çünkü, Allah'ı bilmeyen, peygamberi tanımayan ve melâikeyi kabul etmeyen veya semâvâtın vücûdunu inkâr eden adamlara Mirâc'dan bahsedilmez. Evvelâ, o erkânı ispat etmek lâzım geliyor." (Bediüzzaman Said Nursî, Sözler, s.514)

Peygamber Efendimizin Mübarek Lisanından İsra ve Mi'rac Mu'cizesi:

İsra ve Mirac mucizesi, zaman ve zemin kayıtlarının dışında mülk ve melekuta dair sırlarla dolu Rasul-i Kibriya efendimizin muazzam bir mucizesi olduğundan, müteaddid tariklerle güzide sahabiler tarafından Peygamberimiz (s.a.v.)'den nakledilmiştir… Bu güzide sahabelerin rivayetlerine göre:

Resul-i Kibriya Efendimiz, bir gece Ka'be-i Muazzama'nın Hatim kısmında yatarken Hazret-i Cebrail gelip göğsünü yardı; ve kalbini zemzem suyu ile yıkadıktan sonra içine hikmet doldurup eski haline koydu. Sonra beyaz bir binit (Burak) getirildi. Habib-i Kibriya Efendimiz, ona bindirildi. Cibril'in (a.s.) refakatında yol aldılar.

Burak, adımını, gözün erişebileceği yerin ilerisine atıyordu. Resûl-i Ekrem Efendimiz, Cibrîl (a.s) ile birlikte Beyt-i Makdis'e vardı. Orada, bütün peygamberlerin toplanmış olduğunu gördü. Onlara imam oldu ve birlikte namaz kıldı.

Resûl-i Ekrem Efendimizin, Mescid-i Aksâ'da bütün peygamberlere imam olarak namaz kıldırması demek onların şeriatlarının asıllarına vâris-i mutlak olduğunu göstermesi demekti.2

Sunulan Üç Bardak

Peygamber Efendimize, orada birinde süt, birinde şerbet ve diğerinde ise su bulunan üç bardak takdim edildi. Takdim esnasında,

"Eğer, suyu alırsa kendisi de ümmeti de ihtiyaçsız ve kanâatkar olur. Şerbeti alırsa kendisi de ümmeti de mahrumiyete düçar olur. Şayet sütü alırsa kendisi de ümmeti de doğruyu bulur." diye bir ses işitti.

Resûl-i Ekrem, süt bardağını alıp içti. Bunun üzerine Cebrâil,

"Yâ Muhammed" dedi. "Sen, fitrî ve tabiî olanı seçtin. Sen de ümmetin de doğru yola iletildiniz."3

Semâvâta Yükselme ve Peygamberlerle Görüşme

Beytü'l-Makdis'de yüksek makamlara çıkmak için Mir'ac merdiveni kuruldu. Peygamber Efendimiz, bu merdivene Cebrâil (a.s.) ile birlikte bindirildi ve birlikte yükseldiler... Nihâyet dünya semâsına vardılar. Hz. Cebrâil gök kapısını çaldı:

"Kim o?" denildi.
"Cibril'im!"
"Yanındaki kim?"
"Muhammed."
"Ona gelsin diye haber gönderildi mi?"
"Evet, gönderildi."

Bundan sonra gök kapısı açıldı ve dünya semâsının üstüne çıktılar. Resûl-i Ekrem Efendimiz, orada oturan bir zât gördü. Sağ ve sol yanında bir takım karaltılar vardı. Sağına bakınca gülüyor, soluna bakınca ağlıyordu. Resûl-i Ekrem Efendimize,

"Hoş geldin, safa geldin, salih peygamber, salih oğul!" dedi.

Peygamber Efendimiz, Cebrâil'e,
"Bu kim?" diye sordu.
Hz. Cebrâil şu cevabı verdi:

"Bu senin baban Âdem'dir. Şu sağındaki, solundaki karaltılar da çocuklarının ruhlarıdır. Sağındakiler Cennetlik, solundakiler Cehennemlik olanlardır. Sağına bakınca güler, soluna bakınca ağlar."4

Buradan ikinci semâya yükseldiler. Gök kapısı açıldı ve Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, orada Hz. Yahya ve Hz. İsâ (a.s.) ile karşılaştı.

Hz. Cebrâil, "Bu gördüklerin Yahya ve İsâ'dır. Onlara selâm ver." dedi.

Selâmlaştılar ve onlar Peygamber Efendimize,

"Hoş geldin, safa geldin sâlih peygamber, sâlih kardeş." dediler.

Bundan sonra Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Cebrâil ile birlikte aynı minval üzere üçüncü katta Hz. Yusuf, dördüncü katta Hz. İdris, beşinci katta Hz. Hârun, altıncı katta Hz. Mûsa ve yedinci katta da Hz. İbrâhim (a.s.) ile görüştü. Onların hepsi de kendisine "hoş geldin"de bulundular ve mirâcını tebrik ettiler.

Sidre-i Müntehâ'da

Cebrâil (a.s.), yedinci kat semâdan Resûl-i Ekrem Efendimizi alıp yükseklere çıkardı. Daha sonra Habib-i Kibriyâ'nın karşısına Sidre-i Müntehâ sahası açıldı.

Cebrâil (a.s.),

"İşte, bu Sidre-i Müntehâ'dır. Ben, buradan bir parmak ucu ileri geçecek olursam yanarım." dedi ve oradan ileriye tek adım atmadı.

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Sidre-i Müntehâ'dan dört nehirin aktığını gördü.

Ayrıca Peygamber Efendimiz, burada Cebrâil'i (a.s.) bir kere daha aslî şekil ve suretinde gördü. Daha önce de kendilerine Risâlet vazifesi verildiği sırada onu Mekke'nin Ciyad mevkiinde ufku kaplayan haşmetli kanatlarıyla görmüştü.

Resûl-i Kibriyâ Efendimiz daha sonra yanında Cebrâil (a.s.) olmadığı halde "imkân ve vücûb ortasında Kâb-ı Kavseyn ile işâret olunan" makama vardı. Bundan sonra mekândan münezzeh Zât-ı Zü'l-Celâlin sohbeti ve cemâliyle müşerref oldu.

Mevlid yazarı merhum Süleyman Çelebi Hazretleri, gayet nezih bir tarzda o anı şöyle tasvir eder:

Söyleşirken Cebrâil ile kelâm
Geldi Refref önüne virdi selâm.

Aldı olşâh-ı cihânı ol zamân
Sidre'den götürdü vü gitdi hemân

Bir fezâ oldu o demde rû-nümâ
Ne mekân var anda, ne arz ü semâ

Kim ne hâlidir ne mâlî ol mahal
Akl ü fikr etmez o hâli fehm ü hal

Ref' olup ol şâha yetmiş bin hicâb
Nûr-ı tevhîd açdı vechinde nikâb

Her birisinden geçerken ilerü
Emr olurdı, "Yâ Muhammed, gel berü"

Çün kamusını görüp geçdi öte
Vardı irişdi ol ulu Hazret'e

Şeş cihetten ol münezzeh Zü'l-Celâl
Bî-kem ü keyf ana gösterdi cemâl

Zâten ol sultân-ı mâzâgâ'l-basar
Eylemişti Hakka tahsîs-i nazar

Âşikâre gördü Rabbü'l-izzeti
Âhirette öyle görür ümmeti

Bî-hurûf ü lafz ü savt ol pâdişah
Mustafâ'ya söyledi bî-iştibâh.

Beş Vakit Namazın Farz Kılınışı:

Resûl-i Ekrem Efendimiz, Mirâc gecesinde birçok İlâhî tecellilere, hitap ve iltifatlara mazhar kılındı. Erkân-ı îmâniyenin hakikatlarını göz ile gördü; melâikeyi, Cenneti, âhireti, hatta Zât-ı Zü'l-Celâl'i müşâhede etti.

Ayrıca bu gecede her gün beş vakitte namaz kılınması emredildi.Cenâb-ı Hak, ilk önce her gün 50 vakit namazı farz kıldı. Peygamber Efendimiz, dönüşünde Hz. Musâ'ya uğrayınca o,

"Allah Taâla, ümmetine neyi farz kıldı?" diye sordu.Peygamber Efendimiz,
"50 vakit namazı farz kıldı" dedi.
Hz. Mûsa,
"Rabbine dön ve eksiltmesi için niyazda bulun! Ümmetin, buna takat getiremez" dedi.
Resûl-i Ekrem dönüp Cenâb-ı Hakka yalvardı. Allah Teâla, 10 vakit namazı indirdi.
Resûl-i Ekrem, yine Hz. Musâ'nın yanına döndü,
"Allah, 50 vakit namazdan 10 vaktini indirdi" dedi.
Hz. Mûsa,
"Rabbine dön ve niyazda bulun. Çünkü, ümmetin buna da güç yetiremez" dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz yine Cenâb-ı Hakka döndü ve niyazda bulundu. Allah Taâla 10 vakit daha indirdi.
Peygamber Efendimiz, tekrar dönüp Hz. Mûsa'nın yanına geldi ve
"Allah, 10 vakit daha indirdi" dedi
.Hz. Mûsa yine,
"Rabbine dön ve niyazda bulun! Çünkü, ümmetin buna da güç yetiremez" dedi.

Hz. Resûlullah, yine döndü ve yüce Allah'a niyazda bulundu. Cenâb-ı Hak, yine 10 vakit daha indirdi. Aynı şekilde 10 vakte indirilinceye kadar Peygamber Efendimiz, tekrar tekrar Cenâb-ı Hakka niyazda bulundu.

10 vakte indirilince Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, tekrar Hz. Mûsa'ya uğradı. Hz. Mûsa yine söylediklerini tekrarladı:

"Rabbine dön ve yalvar! Ümmetin bunun hakkından da gelemez" dedi.

Resûl-i Kibriyâ, yine dönüp yüce Mevlâ'sına niyazda bulundu. Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:

"Yâ Muhammed, Benim katımda, hüküm değişmez! Onlar, her gece ve gündüzde 5 vakit namazdır. Her namaz için de 10 ecir vardır ki, bu da 50 namaz eder."

Bundan sonra Peygamber Efendimiz, yine dönüp Hz. Mûsa'ya uğradı. Hz. Mûsa,

"Neyle emrolundun?" diye sordu. Peygamberimiz (s.a.v.),
"Her gün beş vakit namazla emrolundum" dedi.
Hz. Mûsa,

"Ümmetin her gün beş vakit namaza da güç yetiremez. Ben, senden önce insanları, İsrâiloğullarını çok tecrübe ettim, bilirim. Sen, dön de biraz daha indirmesini Rabbinden niyaz et" dedi.

Fakat Resûl-i Ekrem Efendimiz,

"Rabbime çok niyâz ettim. Bir daha niyazda bulunmaya hayâ ederim"(Sîre, 2/50) dedi.

Böylece, 5 vakit namaz farz kılındı ve Resûl-i Kibriyâ Efendimiz tarafından Mirâc gecesinin cin ve inse bir hediyesi oldu.

Okuduğunuz gibi kötü bir senaryo yazılmıştır. Bu olayı uyduranların diğer dinlerden haberi olmasa gerektir. Çünkü beş vakit namaz aslında Yahudilerde, Hristiyanlarda ve Samirilerde de vardır. Üstelik sabah, öğle ve ikindi, akşam ve yatsı namazı olarak vardır. Namaz ibadeti daima beş vakit şeklindedir. Kuran’da Yahudilerin namazı terk ettikleri ve diğer peygamberlerin de sürekli namaz kıldıklarını defalarca yazmaktadır.

Oysa aşağıda Elmalılı tefsirinden alınan alıntıda daha Kurani ve gerçekçi bir açıklama vardır.

Elmalılı tefsirinden alıntı: Hz. Peygamber (s.a.v)'in meyvasını tacın püsküllerine, yapraklarını da filkulaklarına benzeterek tavsifde bulunduğu bu ağaç hakkında şunları söylediği rivayet edilmiştir: "Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yetmiş sene yol alsa yine katedemez. Bir yaprağı ümmetin hepsini örter." "Öyle bir ağaç ki bir binici onun gölgesinde yüz sene gitse katedemez. Bir yaprağı bütün ümmetin üzerini örter." gibi haberler nakledilmiştir. Bu haberler, söz konusu ağacı, mahlukatın cisim ve boyutları bakımından aldıkları son şekil, ve emir âleminin sınırına dikilmiş bir ağaç, bir "oluşum ağacı" olarak göstermektedir. İbnü Mes'uddan gelen bir rivayette onun şöyle dediği görülür: "Sidre-i Müntehâ, cennetin uc kısımlarında bulunan bir yerdir. Üzerinde ise Sündüs ve İstebrak'ın etekleri vardır." Keşşâf'da da "Sidre-i Müntehâ sanki cennetin bitiş noktasındadır." şeklinde bir ifade vardır. İbnü Abbas ve Ka'b'dan nakledildiğine göre Sidre-i Müntehâ, arşın altında bulunan bir ağaçtır ki, melekler, nebiler ve mahlukat içinde bulunan âlimlerin ilmi sonuçta ona ulaşır. Ondan ötesi ise gaybdır, Allah'tan başkası bilemez. Dahhâk'tan yapılan bir rivayette de şöyle denilir: "Allah'ın her emri ona ulaşır, ondan daha ileri geçemez." Görüldüğü gibi bütün bu sözler, müntehâ kelimesinin ifade ettiği anlamı açıklayıcı mahiyettedir.

2. Fahreddin Râzî de tefsirine ikinci sırada kaydettiği bir görüşte şunları söyler: "Sidre, "Rakib" den "rikbe" gibi bina-i merre olarak alınırsa bu takdirde sidre-i müntehâ, hayret-i kusuâ (en son hayret) mânâsını ifade eder." Yani akılların, daha fazla hayret tasavvur edilmeyecek derecede hayrette kaldıkları bir makamda, Hz. Peygamber hayrete düşmedi, şaşmadı, kendisini kaybetmedi ve gördüğünü gördü, demektir. Ancak yine de Râzî, sahih olarak, ilk verdiği rivayeti kabul etmektedir.

3. Ebu's-Suud'un da bu konuda şöyle dediği görülür. "Ve sonunda senin Rabbine varılacaktır." âyetine göre müntehâdan maksat, Allah'tır. Bu yüzden Sidretü'l-Müntehâ da, mülkün mâlikine izâfeti kabilinden" Allah'ın sidresi" mânâsını ifade edebilir."

15- Cennetu'l-Me'vâ da onun yanındadır. Yani Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında Cennetu'l-Me'vâ vardır ki o, müttakilerin ve şehidlerin varacakları cennettir.

Hz. Aişe'den gelen şöyle bir rivayet vardır: Mesrûk der ki: Hz. Aişe'ye: "Valide hazretleri! Muhammed (s.a.v) Rabbini gördü mü"? diye sordum. O da bana "Söylediğin bu sözden dolayı tüylerim diken diken oldu." dedi. Ve arkasından şunu ilave etti, "Her kim şu üç şeyi söylerse yalan söylemiştir. Kim Muhammed (s.a.v) Rabbini gördü derse yalan söylemiştir. Sonra "Gözler O'nu görmez, O gözleri görür; o latifdir her şeyi haber alandır." (En'âm, 6/103) âyetini okudu. Her kim sana yarın ne olacağını bilirim derse yalan söylemiştir dedi ve sonra "Kimse yarın ne yapacağını bilmez" (Lokman, 31/34) âyetini okudu. En sonunda da her kim sana peygamber risaletten bazı şeyler gizledi derse yalan söylemiştir, dedi ve ardından "Ey elçi, Rabbinden sana indirileni duyur..." (Maide, 5/67) âyetini okudu. Ancak Peygamber, Cebrail'i iki defa hakiki sûretinde gördü."(1) Yine Buhârî'de, Abdullah b. Mes'ud'dan gelen iki ayrı rivayet vardır ki bunların birinde Peygamber'in, Cebrail'i altıyüz kanatlı olarak gördüğü, diğerinde ise, Cennet'ten gelen ve ufku kaplayan yeşil bir refrefi müşâhede ettiğini belirtmiştir. Bu rivayetler de gösteriyor ki görülen âyetler, Cebrail'den ibaret değildir.

Sizin de anlayacağınız gibi Âdemoğlu kendine inen ayetlerle yetinmemiş, başka kültürlerden ve kafasından uydurduğu bir takım verilerle dini mitolojiler yaratmışlardır. Bunu da din adına doğru bir amel sanmışlardır. Bunun benzerlerini Sümer, Akad, Yahudi, Hristiyan ve İslam dünyasında da görmekteyiz. Efsanelerin tek nedeni sadece başka kültürlerden etkilenme değildir. Ayrıca bilimsel düşüncenin olmayışı ve teknik nedenlerdir. Hepsinden önemlisi orijinal kaynaktan sapmaktır.

 

Yine birçok kültürde, Tanrı ışığın kaynağı veya ışık olarak gösterilmiştir. Fakat gerçekte Tanrı’yı simgelemek mümkün değildir. Çünkü O’nun benzeri yoktur. Hiçbir yaratılan şeye benzemez. Çünkü O tek yaratandır. Bizim kavrama sınırlarımızın dışındadır. Buna rağmen insanoğlu Tanrı’yı genellikle yaratılmış şeylere benzetmektedir. Benzetmeler içinde doğru olmasa da belki de en masumu ışıktır.

Bunun bilinen en eski örneğini Sümer’de görmekteyiz. Bütün Sümer Yaşam Ağacı’ resim ve kabartmalarında Yaşam Ağacı’nın üzerinde kanadını açmış bir kuş figürü görülmektedir. Bu figür Güneş tanrı “utu, udu” dur. Onunda üzerinde tanrılar tanrısı “An” vardır. Sümerlerden sonra yaşamış Akadlarda ise bu figür “Şamaş” yani Güneş, aydınlık, ışık tanrısıdır. Bunun en önemli sebebi Sümer dilinde Yaratıcı Tanrı, diğer tanrıların? da yaratıcısı olan Müşrik Araplarca ve Akadlarca Allah olarak bilinen tanrının adının An veya Anu olmasıdır. An veya Anu gök ve cennet anlamına da gelmektedir. Bu durumda gökteki parlak ışıklı cisimler tanrı olarak değerlendirilmiştir.

 

Sümer “Kutsal Yaşam Ağacı’”

Yaşam Ağacı’nın aslında galaksimiz Samanyolu’nu simgelemekte olduğunu yukarıda açıklamıştım. Sümerler veya onlardan sonrakiler bu ağacın galaksi olduğunu anlamamışlar; fakat kendilerinden de önce yaşamış uygarlıklardan kalan kutsal metinlerde böyle bir şeyin olduğunu öğrenmişlerdir. Çünkü günümüzde “Maya kehaneti” şeklinde popüler olan bilgiyi Sümerler de Mayalar gibi bilmektelerdir. Yani Güneş sisteminin merkezi, galaksimizin merkezine göre 26 bin yılda tamamlanan bir salınım yapmaktadır. Oysa Sümer uygarlığının geçmişi ancak M.Ö 6000’li ya da biraz daha fazla yıllara kadar gitmektedir. Böyle bir bilgiye sahip olabilmek için en az 26 bin yıllık gözlem bilgisi birikimi gerekmektedir.  Mayalar ana kıtadan ayrılalı 15000 yıl geçmiştir. Fakat bu bilgi hem Sümerler hem de Mayalar tarafından bilinmektedir. Oysa her iki uygarlık Dünya’nın yuvarlak olduğunu ve birçok başka şeyleri bilememektelerdir. Bunun gibi bilgiler, daha eski ortak bir atadan miras kalmış bilgilerin kalıntısı olmalıdır.

Güneş sisteminin galaksi merkezine göre yaptığı 26000 yıllık salınım. Yeşil olan Güneş sistemi dir. Sarı turuncu ise galaksimizin merkezidir.

Birçok Sümer dini bilgisi Tevrat ve Kuran ayetleri ile benzerlik göstermektedir. Bu benzerliğin sebebi inançların Sümer dini kaynaklı olmasından değildir. Sümerlerin de benzer dini bilgi ve ayetlerden haberdar olması ve bunları tarih boyunca olduğu gibi yanlış yorumlamalarındandır. Onların sahip olduğu dini bilgiler Âdem, Nuh, Hud, Salih, İbrahim ve daha başka peygamberlerden kalan dini bilgiler ve hatta ayetlerdir. Bütün ilahi dini kitaplar yaradılış, ahret ve kendinden önceki ümmetleri içeren konuları içermektelerdir. Bu nedenle bu konuları içeren ayetlerin orijinal şekli aynıdır. Yahudilerin ve Hıristiyanların yaşadıkları olayların Kuran’da bulunması gibi Sümerlerin kutsal kitabında da Nuh’un ve ondan sonrakilerin olayları mevcuttur. Sümerlere ulaşan bu dini bilgiler tamamen resim yazısından oluşa metinlerdir. Ve bilerek veya bilmeyerek yanlış yorumlar nedeni ile mitolojik hikâyelere dönüştürülmüşlerdir. Bu durum günümüzde Yahudi, Hristiyan ve İslam dünyası için de geçerlidir.

Hece yazısına M.Ö 2900 yıllarında Sümerler zamanında ulaşılmıştır. Böylece daha ayrıntılı ve soyut anlatım mümkün hale gelmeye başlamıştır. Resim yazısının kullanıldığı devirlerde neden okuma ve yazmada yanlışlıklar yapılabileceğini, aşağıdaki alıntıyı okuyunca daha iyi anlayacağız.

Sümerler (İbrahim Sarı) Kitabı’ndan alıntıdır:

“Tarih yazı ile başlar. İlkyazı türü çivi yazısıdır. Taşların üzerine resimler ya da harfler ile özel bir teknikle yazılır. Bu yazı türü papirüsün bulunması ile son bulmuştur. İfade edilmek istenen kavramlarda, var olan kayıt sisteminin yetersiz kalması, yazının gelişmesinde çok önemli bir adım atılmasına neden oldu. Bu, kullanılan dilin, ilk olarak aktif bir biçimde yazıya geçirilmesi olayıdır. Bu aşamada, Sümer dilinin çoğunlukla tek heceli kelimelerden oluşmasının da büyük payı vardır. Böylece, çizilen her işarette, tasvir edilen nesne değil, bu kelimenin ses değeri ön plana çıkarılmıştır. Daha iyi anlaşılabilmesi için, bunu somut olarak örnekleyelim. Örneğin, Sümerce dağ kelimesi KUR, su A, ağız ise KA olarak okunurdu. Şimdi KUR.A.KA diye özel bir isim yazılmak istendiğini varsayalım. Bunun için kâtip, önce bu ismi oluşturan resimleri yan yana çizdi. Sonra bunu gören kişilerin resimsel özelliklerine aldanıp, "Dağın suyu içilir" gibi, yanlış şekilde algılamalarını önlemek için de, kelimenin başına, bunların ses değerleri ile okunması gerektiğini gösteren bir uyarı işareti koydu. Determinatif (belirtici) adını verdiğimiz bu işaretler, daha sonra çivi yazısının ilerleyen evrelerinde, kadın, erkek, nehir, ülke, şehir vb. özel isimlerinin başına, bazen de sonuna konarak, yaygın bir şekilde kullanılmaya başlandı, işte bu gelişmeye, yani kelimelerin içerdikleri ses değerleri ile okunmaya başlanmasına, "fonetizasyon aşaması" veya "ses-leşme evresi" diyoruz. Bu aşama, Uruk III b evresine, yani yaklaşık MÖ 3. binin başlarına rastlar.

   ilk zamanlarda belki de kaçınılmaz bir zorunluluk sonucunda ortaya çıkan, resimlerin içerdikleri ses değerlerinin kullanılmaya başlanması ile çok daha kesin mesajlar verilebileceği çabuk kavranmıştır. Bu dönemde ortaya çıkan önemli bir özellik de, anlamı göz önünde bulundurulmaksızın, kelimelerin sadece ses değerlerindeki benzerlik veya eşitlik nedeniyle, başka kelimelerin yazımında da kullanılmaya başlanmasıdır. Örneğin, Sümerce "ok" anlamına gelen Tl işareti, aynı ses değerine sahip olduğu için, "hayat" kelimesine de, aynı işaretle yazım olanağı sağlamıştır. Elbette Sümerce okumayı bilen biri, bu iki kelime arasındaki "eş değerli-lik" ten haberdar olduğu için, "ok" işareti ile gösterilmiş bir logogramın, metnin içeriğine göre, "hayat" olarak okunması gerektiğini fark edecektir. Bunu Türkçe'de birden fazla anlamı olan kelimeler, "at", "yüz", "alay" ile karşılaştırabiliriz.

Kelimelerin fonetik olarak ifade edilebilmeleri, geç dönemlerde çok daha fazla işlerlik kazanan hecelerin kullanılabilmesini olanaklı kıldı. Böylece, ayak resmiyle gösterilen mastar halindeki "gitmek" fiilinden öte, "gidiyorum" gibi çekimli formlar da yazılabildi. Bu yenilik gittikçe kuvvet kazanmasına rağmen, eski logogramları, yani tek işaretli kelimeleri, tamamen ortadan kaldıramadı. Kullanışlılığından dolayı, bu logografik yazı, silindir mühürler, heykeller ve steller üzerinde çivi yazısının gelişiminin sonuna kadar korundu. Fakat, özellikle fiillerin ifadesinde, yeni fonetik hece yazısı, eski yöntemin yerini aldı. Bazı kelimelerin aynı işaretle yazılabilmelerine karşın, yine anlamı aynı olan kelimeler için değişik işaretler de yaratıldı. Örneğin, Sümerce'de GU, hem "boyun", hem de "öküz" anlamına gelen bir kelimedir. Böylece GU, iki farklı işaretle yazılabildi. Bu "çok işaretlilik" (polysemie) ile daha geç dönemlerdeki kullanımlarla da birlikte, GU tam 14 farklı işaretle yazım olanağı buldu. Bundan başka işaretler, "çok seslilik" (polyphonie) kazandılar. Örneğin, tek başına kullanıldığında, "gün" anlamına gelen, aynı yazımla, BABBAR okunup "beyaz" rengini ifade eden, UD işareti, kelime içindeki yazılımlara göre, ud, pir, tam, par, lah, lih hece değerlerini de kazanmıştır.

   Şimdi belki bu uygulamayla, bir metnin okunuşunun son derece zorlaşabileceği sorusu akla gelebilir. Bu konuda en büyük yardımcı, belirli dönemlerde ve belirli metin gruplarında kısıtlı sayıda işaret kullanılmış olmasıdır. Ayrıca çoğu zaman metnin içeriği ve her işareti izleyen bir diğeri, nasıl doğru okunması gerektiğini kendi gösterir.

Böylece MÖ 3. binde kullanılan kelime yazısı, yerini daha gelişmiş bir kelime -hece yazısı sistemine bıraktı. O zamana kadar hiç bir işareti olmayan, kelime ve isimler de bu şekilde yazılabildi. Daha önemlisi, aynı yolla gramere ait özellikler de yaşam buldu.

Benzer sorunlar Eski Mısır Yazısı için de geçerlidir. Örneğin Mısır Resim yazısında aşağıda görülen ördek resmi “ördek” ve “oğul” anlamına gelmektedir. Yani “benim oğlum” yazdığınızda “benim ördeğim” olarak anlaşılabilir.

 

 

 

 Sümerler Yaşam Ağacı’nın en tepesine bir kuş figürü koymuşlardır. Bu tanrılar tanrısı (Allah) “Anu veya udu” dur. Daha sonra her varlığa da bir tanrı (belki de kutsal, aziz, hazret, melek) uydurmuşlardır. Akadlar buna Şamaş “Işık tanrısı” ismini vermişlerdir. Daha sonra Güneş’e de Şamaş, Jüpiter’e de Şamaş, Satürn’e de Şamaş ve bildikleri diğer gezegenlere de “Şamaş” yani “Işık tanrı” ismini vermişlerdir. Daha sonra baş tanrı kabul edilen ve Jüpiter gezegeni olan Marduk ise Şamaş’ın buzağısı anlamına gelmektedir. Bunun nedeni ise Tanrı’yı ışık olarak bilmeleridir. Tanrı ışık olunca gökteki bütün parıldayan ışık saçan cisimlere de tanrı demişlerdir.

Kutsal Yaşam Ağacı’nın üzerinde bulunan ve Işık Tanrı’yı simgeleyen figür neden bir kuş şeklinde gösterilmiştir? Sebebi çok açıktır. Çünkü Sümer yazı sisteminde “udu” resim kelimesi Güneş, gün, ısıtma, hararet, fırtına ve kuş anlamlarına gelmektedir. Bu bilgi Hititlerde neden baş tanrının “Fırtına Tanrısı” olduğunu da açıklamaktadır. Her iki milletinde ilahi kaynakları aynı, fakat tefsir yapanları farklıdır.

Şamaş (Şems), Güneş Tanrı. Güneş, Ay ve Yıldız olan tanrılara dikkat ediniz.

Sümerler zamanındaki inanışların ayrıntılarını Kuran ayetlerinde de görüyoruz.

Enam Suresi’: 74-79. Ayet mealleri:

Hani İbrahim, babası Azer’e, “Putları (imgeleri) tanrı olarak mı ediniyorsun? Kesinlikle ben seni ve toplumunu açık bir sapıklık içinde görüyorum” demişti.

Yakinen bilenlerden olması için İbrahim’e göklerin ve yerin yönetimini de gösteriyorduk.

Gece kaplayınca bir takımyıldız gördü, «İşte bu benim Rabb’im!» dedi. Takımyıldız batınca, «Batanları sevmem» dedi.

Ay’ı doğarken görünce, «İşte bu benim Rabb’im!» dedi, batınca, « Eğer Rabb’im bana rehberlik etmeseydi kesinlikle zalimler topluluğundan olurdum» dedi.

Güneş’i doğarken görünce «İşte bu benim Rabb’im, bu saygınlıkta daha büyük!» dedi; batınca, «Ey toplumum! Kesinlikle ben ortak koştuklarınızdan bağışığım» dedi.

“Kesinlikle ben ilgimi katıksız olarak, gökleri ve yeri ayrıştırıp yaratana çevirdim, ben ortak koşanlardan değilim”.

Bu ayetlerden de Hz. İbrahim zamanında imgelere ve gök cisimlerine tapıldığını anlıyoruz. Demek ki Sümerlerin dini inanışlarının kaynağı Hz. İbrahim’den önceki kutsal metinlerin yanlış yorumlarıdır. Hz İbrahim M.Ö 3000 yıllarında yani hece yazısının başladığı yıllarda yaşamıştır. Muhtemelen ilk hece yazısını geliştiren kişidir. Bu sonuca Zuhruf  28. Ayet meali: Ve belki dönerler diye onu arkasında kalanlar içinde kalıcı bir kelime kıldı” cümlesinden anlıyoruz. Çünkü söz denmiyor kelime deniyor. Kelimeler ise hecelerden oluşur. Ayrıca bu ayet bize Hz. İbrahim’den kalma (MÖ 3000) bir kitap olduğunu göstermektedir (Furkan, İbrahim’in sayfaları).

Çok aşikâr bir şekilde bilindiği gibi Kuran musaddıktır. Yani kendinden önce gelen kitapları düzeltir (bilgilerin doğrusu söyler, doğru hale getirir). Orijinal bilgileri ve kavramları geri getirir. Orijinalliğini yitirmiş eski kitaplarda olan ve zamanla çarpıtılıp, yanlış anlaşılan kavramları düzeltir.

Yukarıdaki bilgilerden de anlaşıldığı gibi, ilahi bilgiler hep aynıdır. Fakat yorumlar teknik hatalardan, bilgisizlikten veya kasıtlı sapıklıktan kaynaklanarak gerçek olandan çok çok sapabilmektedir. Bu arada çok aldatıcı Şeytan’ı da unutmamak gerekir. Nuh Tufanı bilgileri de zaman içinde bu şekilde bozularak değişime uğramıştır. Fakat Kuran her zaman en doğru ve gerçek olanı ifade etmektedir. Orijinal kaynaktan uzaklaştıkça gerçek dışılığa, sapıklığa ve şaşkınlığa dalmak çok kolaydır. Bu nedenle doğru yolu bulmak, gerçeğe ulaşmak isteyenler her zaman orijinal halde kalan ve kalacak olan Kuran’ı takip etmelilerdir. Son söz olarak şunu söylemek isterim: İnsan Tanrı’yı kavrayamaz, fakat neyin Tanrı olmadığını çok iyi kavrayabilir.


 






Çok Okunan Makaleler
Mete Firidin
Hz. Musa Ne Zaman Yaşadı?
12.05.2011 122122 Okunma
11 Yorum 07.04.2020 15:05
Mete Firidin
Kudret Helvası Menne
13.11.2013 117421 Okunma
4 Yorum 15.11.2013 03:46
Mete Firidin
Hz. Nuh, İbrahim, Yusuf ve Musa Kronolojisi
5.04.2015 113682 Okunma
10 Yorum 12.01.2020 16:47
Mete Firidin
Hurufu Mukatta
9.04.2011 92188 Okunma
7 Yorum 25.03.2020 18:55
Mete Firidin
Hz. İbrahim Ne Zaman Yaşadı?
28.02.2011 85272 Okunma
4 Yorum 25.03.2020 18:59
Mete Firidin
Estetik Ameliyat ve Nisa Suresi 119. Ayet
3.10.2014 78627 Okunma
1 Yorum 03.10.2014 20:39
Mete Firidin
Petra Yalanı
28.04.2015 72588 Okunma
9 Yorum 02.05.2015 13:07
Mete Firidin
Salat Kelimesinin Kökeni
26.02.2012 68754 Okunma
10 Yorum 03.06.2020 00:23
Mete Firidin
Kuran'da Kölelik
27.12.2013 64767 Okunma
86 Yorum 08.01.2014 17:16
Mete Firidin
Bekke Ve Mekke
27.01.2011 57577 Okunma
9 Yorum 25.03.2020 19:30
Mete Firidin
Hz. Lut’un Kızları
7.06.2011 40101 Okunma
4 Yorum 01.02.2020 21:22
Mete Firidin
El Tur ve Tur-i Sina?
24.03.2013 39904 Okunma
21 Yorum 23.06.2021 12:46
Mete Firidin
Lâ mevcûde illâ Hû???
18.12.2010 36195 Okunma
1 Yorum 25.12.2010 15:11
Mete Firidin
Amen ve Senetin
15.11.2012 36032 Okunma
31 Yorum 30.11.2012 13:47
Mete Firidin
Lut Kavmi Homoseksüel Değildi!
3.08.2014 34295 Okunma
15 Yorum 03.12.2017 03:35
Mete Firidin
Kabe Kavseyni Ev Edna
15.06.2012 33201 Okunma
1 Yorum 22.05.2018 01:32
Mete Firidin
Nuh’un Üvey Oğlu!
25.10.2015 32415 Okunma
28 Yorum 12.01.2020 17:30
Mete Firidin
Homohabilis Havva ve Havvalar
20.04.2012 31234 Okunma
27 Yorum 15.04.2020 09:47
Mete Firidin
Adem'in ve Havva'nın Hatası
2.03.2014 31127 Okunma
34 Yorum 10.03.2014 00:48
Mete Firidin
Nutfetin Emşâcin (99)
14.05.2013 30146 Okunma
24 Yorum 17.05.2013 15:16
Mete Firidin
İbni Arabi ve Araf 175-176. Ayetler
16.11.2011 29753 Okunma
9 Yorum 19.11.2011 17:29
Mete Firidin
Miras ve Kelale Ayetleri
13.02.2014 29156 Okunma
53 Yorum 28.02.2014 13:04
Mete Firidin
Hz. İbrahim’in Atası ve Nemrut
19.04.2015 28988 Okunma
1 Yorum 20.04.2015 20:48
Mete Firidin
Allah Celle Celalühü Ne Demektir?
30.11.2014 28764 Okunma
1 Yorum 01.12.2014 08:16
Mete Firidin
Kevkeb
10.08.2011 27791 Okunma
1 Yorum 28.08.2012 12:03
Mete Firidin
Enam Suresi 145. Ayet Ve Haram Yiyecekler!
31.12.2017 27597 Okunma
Mete Firidin
İçki Haram mı?
25.05.2015 26181 Okunma
13 Yorum 12.01.2020 17:25
Mete Firidin
Kuran’da Namaz Vakitleri
28.12.2014 25894 Okunma
Mete Firidin
Hz. Yunus ve Ambergris
12.12.2012 25475 Okunma
2 Yorum 13.12.2012 13:23
Mete Firidin
Nuh’un Gemisi ve Cudii
12.01.2014 25179 Okunma
45 Yorum 05.02.2016 23:06
Mete Firidin
Kuran'da Tecavüzün Cezası
18.02.2015 24567 Okunma
2 Yorum 21.02.2015 17:19
Mete Firidin
Hz. İsa’nın Doğum Günü
2.01.2015 24099 Okunma
Mete Firidin
Hz. Adem’in Kaburgası
25.04.2012 23729 Okunma
59 Yorum 28.04.2012 13:42
Mete Firidin
İmhotep Hz.Yusuf mu?
27.10.2011 22941 Okunma
3 Yorum 05.11.2019 07:59
Mete Firidin
Hz. Musa ve Hızır'ın Buluştukları Yer
16.03.2012 22404 Okunma
10 Yorum 17.03.2012 10:03
Mete Firidin
Yecüc ve Mecüc
27.02.2010 21849 Okunma
2 Yorum 10.06.2010 15:12
Mete Firidin
Cennetteki Khamr
28.05.2015 21719 Okunma
17 Yorum 29.05.2015 19:00
Mete Firidin
Şeriata Göre Kadınların Dövülebilmesi?
16.03.2014 21440 Okunma
18 Yorum 20.03.2019 10:45
Mete Firidin
Hz. İbrahim ve Lisan
23.04.2015 21335 Okunma
1 Yorum 24.04.2015 09:49
Mete Firidin
Ruh ve Ruhun Üflenmesi
11.04.2013 20302 Okunma
8 Yorum 14.04.2013 13:43
Mete Firidin
Hz. Adem'in Annesi
3.06.2017 20251 Okunma
1 Yorum 24.04.2021 16:56
Mete Firidin
Fecr ve İmsak
18.07.2013 20092 Okunma
10 Yorum 20.07.2013 22:19
Mete Firidin
Gavs Ve İkizler Burcu
15.12.2014 19752 Okunma
10 Yorum 14.07.2015 09:59
Mete Firidin
Kuran-ın Gelişmiş Bilimsel Etimolojik Meali
10.05.2018 19261 Okunma
2 Yorum 02.10.2021 23:10
Mete Firidin
Zülkarneyn
26.08.2011 19013 Okunma
10 Yorum 28.04.2020 20:20
Mete Firidin
Kuran'da Zamanın Sonu
30.09.2015 18871 Okunma
11 Yorum 25.10.2015 15:50
Mete Firidin
Bakara 58. Ayet Ve Hititler
17.01.2011 18685 Okunma
Mete Firidin
Hacc Suresi 15. Ayet Ve Deist
23.10.2014 18173 Okunma
Mete Firidin
Hz. Meryem Hermafrodit mi?
12.11.2014 18100 Okunma
2 Yorum 02.10.2021 23:06
Mete Firidin
Hz.İsa’nın Büyüdüğü Yer
8.07.2014 17263 Okunma
Mete Firidin
Naram Sin
25.07.2012 17090 Okunma
5 Yorum 15.10.2020 19:50
Mete Firidin
Tasavvuf
11.05.2010 16860 Okunma
12 Yorum 17.02.2016 17:55
Mete Firidin
Sidr ve Sadr Kelimeleri
11.08.2015 16522 Okunma
7 Yorum 18.08.2015 14:52
Mete Firidin
Adem ile Havva
9.03.2010 15939 Okunma
7 Yorum 23.05.2020 03:49
Mete Firidin
Ayete Göre Kutuplarda Namaz
25.01.2015 15507 Okunma
3 Yorum 16.01.2019 16:40
Mete Firidin
Zülkarneyn'in Doğu Seferi
3.06.2012 15490 Okunma
12 Yorum 19.06.2012 10:13
Mete Firidin
Kutsal Yaşam Ağacı
21.12.2011 15412 Okunma
6 Yorum 25.12.2011 16:12
Mete Firidin
İnşallah ne demek?
6.06.2015 15188 Okunma
1 Yorum 14.07.2019 09:13
Mete Firidin
Hadid Suresi 25. ayet ve Zülkarneyn
25.10.2015 14918 Okunma
4 Yorum 25.10.2015 13:00
Mete Firidin
Siyon Mekke mi?
4.03.2011 14890 Okunma
Mete Firidin
Hz. Musa’nın Kanatları
28.01.2012 14857 Okunma
2 Yorum 19.02.2012 08:24
Mete Firidin
Allah’ın İki Eli
5.12.2013 14765 Okunma
8 Yorum 12.12.2013 07:13
Mete Firidin
Kuran’da Tasavvuf ve Lahid Köklü Kelimeler
8.05.2014 14740 Okunma
18 Yorum 10.05.2014 11:22
Mete Firidin
Necm ve İdbar
3.10.2013 14589 Okunma
8 Yorum 09.10.2013 16:19
Mete Firidin
Musa Peygamberi Evlat Edinen Firavun
13.04.2015 14540 Okunma
Mete Firidin
Talak Suresi 4. Ayet ve Pedofili
11.07.2019 14474 Okunma
13 Yorum 16.07.2019 05:54
Mete Firidin
Hamr ve Humr
12.04.2012 14436 Okunma
14 Yorum 02.05.2012 15:51
Mete Firidin
İki Doğu Ve İki Batı
19.03.2015 14040 Okunma
3 Yorum 22.03.2015 22:01
Mete Firidin
Kuran'dan Hz. İsa ve Meryem Hakkında
29.05.2017 13928 Okunma
Mete Firidin
Meleklerin Hızı
20.11.2013 13897 Okunma
6 Yorum 24.11.2013 19:02
Mete Firidin
Kıyamet Suresi 16. Ayet ve Hadisler
22.03.2015 13785 Okunma
1 Yorum 22.03.2015 21:54
Mete Firidin
Harut ve Marut
6.02.2012 13725 Okunma
8 Yorum 08.02.2012 19:35
Mete Firidin
Şeytan
3.07.2016 13673 Okunma
2 Yorum 04.07.2016 20:17
Mete Firidin
Adet Görmekteyken Kadın Namaz Kılabilir mi?
14.06.2018 13454 Okunma
16 Yorum 17.04.2020 16:27
Mete Firidin
El Hadid ve Besmele
13.01.2013 13235 Okunma
4 Yorum 17.01.2013 08:36
Mete Firidin
Meteorit (Asteroid) Yağmuru
25.08.2013 13200 Okunma
11 Yorum 27.08.2013 15:07
Mete Firidin
Harun’un Kız Kardeşi Miryem
1.09.2013 13196 Okunma
4 Yorum 11.09.2013 07:57
Mete Firidin
Hınzır
12.11.2018 13177 Okunma
19 Yorum 31.01.2021 23:14
Mete Firidin
Nisa 15. Ayet ve Fuhuş
21.07.2015 13157 Okunma
3 Yorum 15.12.2018 16:41
Mete Firidin
Ayağa Mesh Meselesi
12.02.2016 13015 Okunma
6 Yorum 06.07.2016 22:09
Mete Firidin
Neden Buzağıya Taptılar ?
16.03.2011 12940 Okunma
1 Yorum 18.03.2011 09:21
Mete Firidin
Kur'an İncil ve Tevratı Onaylar mı?
11.07.2011 12911 Okunma
1 Yorum 23.07.2011 17:45
Mete Firidin
Bilqıst
23.04.2014 12636 Okunma
13 Yorum 26.04.2014 14:44
Mete Firidin
Ad Kavmi Atlantis Ay
7.03.2011 12580 Okunma
Mete Firidin
İmhotep'in Babası
7.04.2015 12491 Okunma
13 Yorum 03.05.2018 23:12
Mete Firidin
Kuran’da Kalp
29.05.2010 12490 Okunma
1 Yorum 19.02.2012 11:49
Mete Firidin
Hz. İsa'nın Doğduğu Mevsim
31.12.2014 12416 Okunma
1 Yorum 01.01.2015 11:03
Mete Firidin
Musa Ve Firavun Zamanı
31.03.2015 11978 Okunma
Mete Firidin
Cinler ve Kızılötesi Işınlar
7.05.2011 11943 Okunma
Mete Firidin
İrimu (İrem Şehri)
21.10.2012 11922 Okunma
Mete Firidin
The Birthday Of Jesus Christ According to Quran
4.12.2016 11905 Okunma
10 Yorum 30.11.2017 15:56
Mete Firidin
Kuran’da Yağış Kelimeleri
29.11.2013 11858 Okunma
8 Yorum 01.12.2013 18:50
Mete Firidin
Subhân'Allah
23.11.2014 11831 Okunma
2 Yorum 29.11.2014 17:01
Mete Firidin
Fecrin Beyaz ve Karanlık İpliği
29.06.2015 11806 Okunma
2 Yorum 02.07.2015 10:06
Mete Firidin
Nur Suresi 35. Ayet Yenilenmiş Makale
14.07.2012 11454 Okunma
2 Yorum 03.08.2012 18:57
Mete Firidin
Meryem Suresi 26. Ayet
23.02.2011 11382 Okunma
Mete Firidin
Şerr
10.05.2015 11247 Okunma
9 Yorum 19.05.2015 15:59
Mete Firidin
Felek, Hunnes, Kunnes
6.03.2012 11191 Okunma
Mete Firidin
Müslüman
19.12.2013 11180 Okunma
13 Yorum 21.12.2013 10:35
Mete Firidin
Ebabil ve UFO
25.06.2013 11173 Okunma


© 2025 - Akevler