Tevbe Sûresi-51
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ (119) مَا كَانَ لِأَهْلِ الْمَدِينَةِ وَمَنْ حَوْلَهُمْ مِنَ الْأَعْرَابِ أَنْ يَتَخَلَّفُوا عَنْ رَسُولِ اللَّهِ وَلَا يَرْغَبُوا بِأَنْفُسِهِمْ عَنْ نَفْسِهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ لَا يُصِيبُهُمْ ظَمَأٌ وَلَا نَصَبٌ وَلَا مَخْمَصَةٌ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلَا يَطَئُونَ مَوْطِئًا يَغِيظُ الْكُفَّارَ وَلَا يَنَالُونَ مِنْ عَدُوٍّ نَيْلًا إِلَّا كُتِبَ لَهُمْ بِهِ عَمَلٌ صَالِحٌ إِنَّ اللَّهَ لَا يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ (120)
***
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ (119)
(YAv EayYuHav elLaÜIyNa EAvMaNUv itTaQYUv elLAvHa Va QUvNUv MaGa elöÖADıQIyNa)
“Ey iman etmiş olanlar, Allah’a ittika ediniz ve sadıklardan olunuz.”
Bundan önceki “Allah” kelimesi âlemlerin rabbi olan Allah olarak geçmiştir. Haberi marife olmuştur. Ondan önceki âyette de topluluk dışında insanların sığınacakları yerin olmadığını anladılar denmektedir. Burada da “Allah’a ittika ediniz” demek, topluluk oluşturunuz ve topluluk için gerekirse canınızı veriniz demektir.
İnsan başlangıçta tek tek aileler hâlinde yaşayacak şekilde yaratılmıştı yani birlikte değil de ayrı ayrı yaşayacak şekilde idiler. İnsanlar zamanla çoğaldılar ve birlikte yaşamaya başladılar. Bu uygulamaya Hazreti Nuh aleyhisselâm tarafından başlandı, bugün tamamlandı. Yirminci asrın sonunda artık dağ başında kendi başına yaşayan kimse kalmadı, insanların hepsi topluluk hâline geldi. Benim köyümde bir akrabam vardı. Evi köyün dışında idi. Orada yaşardı. Cumadan cumaya gelip namaz kılardı. Ne bir şey satardı ne bir şey alırdı. İlk insan öyle yaşayacak şekilde yaratılmıştır ama şimdi böyle yaşayan insan yok gibidir.
Bundan önce değişik insan gruplarını anlattı. Şimdi de bize hitap ediyor, “Ey iman edenler” diyor. “Ey iman etmiş olan kimseler” dendiği zaman bunlar kimlerdir?
Bunlar haftada bir defa bir araya gelip Cuma namazını kılanlardır. Taşra bucaklarda o bucağın nöbetlileridir, o bucağı hukuk düzeni içinde koruyan kimselerdir.
Sonra ilde merkez bucaklardır. Bunlar il ve ilçe merkez bucaklarıdır. Ona yakın ilçeden oluşan ilçe merkez bucaklarının başkanı bir tanedir. İl merkez bucak başkanı ilçe merkez bucaklarının da başkanıdır. İlçe merkez bucaklarına il merkez bucak başkanı -ki bu aynı zamanda il başkanıdır- kendisinin yerine geçen emirleri atar. Onlar il merkez bucağı adına orasını yönetirler.
Benzer şekilde ülkelerin de ülke merkez illeri vardır. Ülke merkez bucağının başkanı ülkenin de başkanıdır. İnsanlığın merkez bucağı Mekke’dir. Ayrıca kıta merkezlerinde de merkez iller vardır. Onların valilerini Mekke bucağının başkanı atar.
Burada bir hususu unutmamamız gerekir. Taşra bucaklarındaki nöbetliler taşrada koruma nöbetlerini tutarlar ve kendi bucak başkanının müminleridir. İlde askerlik yapmak isteyenler il bucak başkanının emrinde, ilçe merkez bucaklarında nöbet tutarlar, onun cemaatidirler. Ülkede nöbet tutanlar ordular oluştururlar ve bunlar da ülke merkez bucak başkanının cemaatidirler.
İşte, “Ey iman edenler” dendiğinde, bucak başkanlarına biat edip nöbetli olan yani askerler kastedilmektedir. Kelime manası güven altına almak anlamına geldiği gibi; Hazreti Peygamber de bunu çok açık olarak tanımlamıştır, “Mümin, insanların mallarını ve canlarını kendisine emanet ettiği kimsedir” demiştir.
Demek ki buradaki “Allah” bucak, il, ülke ve insanlık manasındadır, Allah kendi hak ve görevlerinden bir kısmını bunlara vermiştir. Onlar O’nun adına hareket ederler.
Bir topluluk eğer kendilerinin Kâinatı var eden Allah’ın halifesi olduklarını biliyor, ona göre şeriatını oluşturuyor, ona göre yöneticilerini seçiyor, hakemler ona göre karar veriyorlarsa, o topluluk mümin topluluktur. ‘Hayır! Biz laikiz. Tanrı bizim işlerimizi ne bilecek, biz kendimiz kanun yapar, kendimiz yöneticileri seçeriz...’ diyorsa, o topluluk da müşrik topluluktur, kâfir topluluktur.
Evet, İslâmiyet’te demokrasi vardır, lâiklik vardır, sosyallik vardır, liberallik vardır. Bunlar Allah’ın iradesi ile olmaktadır. Allah’ın iradesi ise; bütün bunların Kâinatı var eden Allah’ın rızasına uygun olmasını istemesidir. Yani başkalarına zarar vermedikleri takdirde insanlar müşrik olur ve istediklerini yaparlar, özgürdürler, hesaplarını Allah görür. Ama insanlar eğer Allah’ın halifesi olduklarının bilinci içinde amel eder ve toplulukları öyle kurarlarsa, bunlar iman etmiş olurlar.
Bundan önce insanların başkasına zarar vermeden özgürce nasıl yaşayacaklarını anlattı. Şimdi de müminlerin sadıklarla birlikte nasıl yaşamaları gerektiğini anlatmaktadır. Bize doğrudan kendi işimizi öğretmektedir. Topluluğunuzu oluşturun ve topluluk yoluyla kendinizi koruyun denmektedir.
İşe ocaklarımızı kurmakla başlayacağız. Birbirimize hicret edeceğiz. Her gün buluşup namazlarımızı birlikte kılacağız. Böylece birlikte yaşama imkânını bulacağız.
Sonra “yüz lojmanlı işyeri apartmanlarını” inşa edip o apartmanların alt katlarında işyerlerimizi birleştireceğiz... Sonra “merkez apartmanlar” oluşturacağız... Bu arada “işletme kooperatifimizi” kuracağız… Ayrıca “Genel Hizmetler kooperatifimizi” de kuracağız… Bunlarla bağlantılı olarak “çalışma kooperatifimizi” kuracağız… Ve nihayet “kredileşme kooperatifimizi” kuracağız... Kooperatifler birer kulübe olacak, birer ev olacak, birer bina olacak ve oralara girerek kendimizi koruyacağız...
Kur’an’ı Allah bugün burada ve bu şartlar içinde bize inzâl ediyor ve manasını da ilham ediyor dediğimiz zaman, işte bunu kastediyoruz. Yani o manada bize de görev veriyor, ne yapmamız gerektiğini emrediyor. Biz işte buna göre mana vereceğiz.
“Sadıklardan olunuz” dendiği zaman, Allah müminlerin oluşturacağı bucakların özelliğini anlatmaktadır. Sadık olmamızı istemektedir. O halde “sadakat” kelimesinin üzerinde durulması gerekmektedir. “Sadakat” kelimesi “kizb” karşılığı kullanılmaktadır. “Kizb” ise yalan veya yanlış olarak manalandırılır. O halde “sadık olunuz” demek, hayatınız yalan veya yanlış üzerinde oturmasın demektir. Bugünkü karşılıksız para kizbdir. ‘Bu karşılığı olan bir belgedir’ deniyor, oysa o yalan belgedir. Bende üç kilo patatesiniz var, emanet olarak verilmiştir, istediğiniz zaman gelip alabilirsiniz dendiği halde; ambarda patates yoksa o belge kizbdir. Kasten yapılmışsa yalandır, kasten yapılmamışsa yanlıştır. Sadık olmanın diğer bir manası da kamu payını kendi isteğinle doğru ayırıp vermedir, buna tasadduk denmektedir.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAv EayYuHav elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar”
Kur’an nâzil olduğu zaman Mekke’de aynı yerde oturan insanlar mümin olmuşlardı ve inanmışlardı. Bugün ise bizim önce bir araya gelmemiz gerekecektir. Bunun için inanmış insanlar hicret edecekler ve bir yerde toplanacaklardır. Bu toplanma Mekke’de yedi sene sürmüştür. Yedi sene sonra Hazreti Ömer’in Müslüman olması ile kırk kişiye ulaştılar. Bu aşiret anlaşmasıdır. Sonra semt kurmaya başladılar. Bu arada Habeşistan’a hicret ettiler.
Sonunda Medine’ye gelip Kur’an’ın istediği siteyi ve devleti kurdular.
Kur’an’da “Ey iman edenler” ifadesi yalnız Medine sûrelerinde vardır.
Kur’an’dan sonra bir peygamber gelmeyecek, Kur’an’dan sonra yeni kitap inmeyecektir.
Bugünkü oluş nasıl olacaktır?
a) Kur’an tüm insanlara nâzil olmuştur. Her insan muhataptır. İlk emre uyarak herkes onar ailelik aşiretler oluşturacaktır. Bunlar “sanayi dönemi Kur’an aşiretini” kurmakla yükümlüdürler. Bütün insanlara bu emredilmektedir. Bunların içinde bu mesajı alanlar almayanlara ulaştırmakla yükümlüdürler. Bir aşiret bunu kolay kolay benimseyemez. O halde bu aşireti kurmak isteyenler bir mahalleye taşınmalı ve bir “semt kooperatifini” kurmalıdırlar.
b) Kurulan semt kooperatifi bir “semt senedini” çıkararak tüm insanlardan ortak olmak isteyenlere satmak için çalışacaklardır. Hicret edip böyle bir aşireti kuramayanlar buraya ortak olacaklar ve müslim olarak “Adil Düzen”in gelmesi için çalışacaklardır.
c) Semt kooperatifi “araştırmacı ortaklar” bularak “yüz lojmanlı işyeri apartmanını” kuracaklardır. Bu araştırmacı ortaklar peyderpey birer aşiret olacaklardır. Yüz araştırmacı bulunduktan ve “bir yüz lojmanlı işyeri apartmanı” yapıldıktan sonra oraya taşınacaklardır.
d) Yüz daireli lojmanlı işyeri apartmanına taşınınca, orada “Kur’an düzeni” yani Adil Düzen” ile çalışmaya ve yaşamaya başlayacaklardır.
Bu yalnız bir grup insana değil, bütün insanlara emredilmiştir. Şimdi bu âyet bunu bize emretmektedir. Sonra merkez apartmanlar kurulacak ve böylece insanlık siyasi baskılarla veya para kazanma aşkı ile değil, “İslâm düzeni” adına “III. binyıl uygarlığına” ulaşacaktır. Tek kitap ama ilim sahibi her insan peygamberlerin vârisi olarak bunu yapmakla yükümlü. İlim yapmak isteyen ve ilmin sonuçlarını uygulamak isteyen her insan peygamberlerin vârisi mesabesindedir. Bunlar birleşerek bu işleri yapacaklar. Bunu kabul edenler iman etmiş kimselerdir. Bunu kabul etmemiş olanlar kâfirdir veya müşriktir. Destekleyen müslim, canı ve malıyla bu cihada katılan mümindir.
اتَّقُوا اللَّهَ
(itTaQYUv elLAvHa)
“Allah’a ittika ediniz”
“Vıka” kulübe demektir. Sandık gibi katı kaplara “vuka” denir.
“İttika etmek” demek kulübeye, binaya girmek demektir.
Bir topluluğa katılıp o topluluğun ferdi olmak ittikadır.
Bir topluluğa katılmak demek, o topluluğun topraklarına ortak olmak demektir, o topluluğun yasalarına yani ortak kurallarına uymayı kabul etmek demektir. O topluluğun yöneticilerinin görevleri için aldıkları kararlara uymak demektir. Bir topluluğa katılma demek, o topluluğa vergi verme, ortak giderlerine katılma demektir.
“Allah’a ittika ediniz” demek, topluluğun üyesi olunuz demektir.
Aşiretin üyesi olacaksınız, aşiretin bucağının üyesi olacaksınız, bucağınızın üyesi olacaksınız, o ilin bulunduğu ülkenin üyesi olacaksınız. Nihayet insanlığın üyesi olacaksınız. Üye olabilmek için de “semt, bucak, il, ülke ve insanlık kooperatiflerinin” kurulması gerekir.
وَكُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ (119)
(Va QUvNUv MaGa elöÖADıQIyNa)
“Ve sadıklarla beraber olunuz.”
“Saduka” kocaların karılarına verdiği güvencedir. Evlilik, Allah’a ait olan döl yatağının Allah adına ortaklığa konmasıdır. Kadın verecek ve birlikte orada yavrularını yetiştireceklerdir. Kadın bedenini koyacak, erkek de mâli imkânlarını kullanacaktır. Kadın bu sözleşmesine teminat alma hakkına sahiptir. Koca yarı yolda terk edip gidebilir, kadın yavrusuna tek başına bakmak zorunda kalabilir. Eğer kocanın bir kusuru olmaksızın kadın kendisi ayrılırsa veya kusurlu olursa, aldığı mihri kusur nisbetinde iade eder. Boşanma koca tarafından olursa, kadın tazminat olarak mihri almış olur. Kadın ölürse, erkek mihrini mirastaki payını yükselterek dörtte bire çıkararak alır. Erkek önce ölürse, mirastaki payını azaltarak sekizde bire indirerek mihrini alır.
Halkın bucak başkanına ödediği vergi sadaka olarak ifade edilir. Başkan halkına dayanarak bucağını yönetecektir. Halkın ona verdiği vergilerle bunu yapacaktır. Asker olanlar da bedenen silahlı güçlere katılacaklardır. Sadaka, doğru söyledi anlamında olduğu gibi lazım fiil olarak sadık oldu, verdiği sözünde durdu demektir.
İki türlü mümin veya müslim vardır. Bu sadıktır. Bir de mümin veya müslim olduğunu söylemekte ama gerçekte ne mümindir ne müslimdir. Buna münafık diyoruz.
Allah’ın istediği münafık olmayan grup içinde olmadır.
Burası komünist bir ülke olsa, biz iki şeyden birini yaparız. Ya o ülkeyi bırakırız ya da o ülkenin savunması için canımızı veririz. Çünkü biz de diğer insanlar gibi o ülkenin nimetlerinden yararlanırız.
İslâmiyet’te ekseriyet sistemi ile seçim yoktur. Beğenmezsek, o ülkeyi bırakıp gideriz, aksi halde o ülkeye ve iktidarda olanlara sadık olmalıyız. Diktatör olsa da, hileli seçilmiş olsa da, eğer güveni sağlıyorsa sadık olmalıyız. Yönetimi beğenmiyorsak o bucaktan veya o ülkeden hicret etmeliyiz.
Burada bir husus ortaya çıkmıştır. Biz bucağımızın yönetimine sadık olmalıyız. İlçeye gittiğimizde artık il yönetimine sadık olmalıyız, bölgelere gittiğimizde ülke yönetimine sadık olmalıyız, ülkeler arası yerlerde olduğumuzda Mekke bucağının başkanına tâbi olmalıyız. Bucağımızdan çıkmadıkça merkez bucakların başkanları bize karışamazlar.
“Sadıklarla beraber olun” demek, yalan üzerine kurulmayan bucaklarda yer alın demektir. Karşılıklı parayı kullanan ve kayıt dışı yaşamayan bir topluluğa katılmalıyız. Oradaki şeriata ve yöneticilere sadık olmalıyız. Allah bize bunu emretmektedir.
Böyle bir bucak bulamadık demeyin; böyle bir bucağı siz kurun demektir.
İnsanlık yerinden yönetime ve demokrasiye gitmektedir. Yani insanlık Allah’ın istediği bucakları kurma imkânına sahip olmaktadır. Yani müminler bucağını kurmamızı önleyen yalnız bir şey kalmıştır, o da bizim imansızlığımızdır.
*
مَا كَانَ لِأَهْلِ الْمَدِينَةِ وَمَنْ حَوْلَهُمْ مِنَ الْأَعْرَابِ أَنْ يَتَخَلَّفُوا عَنْ رَسُولِ اللَّهِ وَلَا يَرْغَبُوا بِأَنْفُسِهِمْ عَنْ نَفْسِهِ
(MAv KAvNa LiEaHLi eLMaDIyNaTi Va Man XaVLaHuM MİNa eLEaGRAvBi EaN YaTaPalLaFUv GaN RaSUvLi elLAvHı Va LAv YaRĞaBUv BiEaNFuSiHiM GaN NaFSiHIy)
“Medine ehli ve a’rabdan onların havlinde olanların Allah’ın Resulünden tahallüf etmeleri ve nefislerini onun nefsinden rağbet etmeleri olamaz.”
Bundan önce sadıklardan olmamız emredildi, şimdi sadık olmamanın manasını açıklamaktadır. Medine ehli demekle burada emredilen sadakat, kavmin başkanı olan devlet başkanına sadakat anlamına gelmektedir. Biraz önceki Allah bucak başkanı olan Allah’ın resulüdür, bu ise bölge emiri olan başkandır. Bunu da Allah’ın elçisi olarak tavsif etmesi, onun da halk tarafından biat edilmesi gereken kimse olmasıdır.
Başkan bir bölgeye emir tayin eder. O emir o bölgeden olmayan halka başvurur, halk ona biat eder. Bir kimsenin bölge emiri olması için bir taraftan başkan tarafından atanmış olması, diğer taraftan o bölgeden olmayan halkın onu emir olarak kabul etmesi gerekir.
Medine ehli demek, bölgenin merkez ilinin merkez bucağı halkı demektir. Onların havli demek, merkez bucağının ilçelerinin merkez bucakları demektir. Buralardaki halk taşradan gelip nöbet tutan yahut görev yapan halktır. Ordu bunlardan oluşur. Bir devletin asker sayısı ülke nüfusunun beşte biridir. Yarısının cizye verdiğini kabul edersek böyledir. Bu da bir milyon kişi demektir. Her bölgede yüz bin kadar asker bulunacaktır demektir. Kur’an’da bir ordunun yüz bin kişi olduğu da belirtilmiştir.
Neden “el-A’rab” dedi?
Bölge ordusu iki gruptan oluşur. Bir kısmı komuta sınıfıdır, sürekli olarak aileleriyle orada otururlar. Bir kısmı ise başka bölgeden gelen askerlerdir. Onlara biat etmişlerdir. Onlar da “a’rab” olarak adlandırılmıştır. “E” harfi nefyi ifade eder, a’rab olmayan, yani tanınıp bilinmeyen kimseler demektir, geçici olarak orada bulunanlardır.
Dikkat edilirse “havleha” denmemiş de “havlehüm” denmiştir. Yani onlara biat edenler demektir. Demek ki bir bölgeye komuta heyeti atanır, onlar diğer bölgelerde dolaşıp seçim propagandasını yapar, kendilerine biat edecek olan askerler ararlar. Böylece ordu gönüllülerden oluşur.
Bizim bu yorumlarımıza muhalefet edenler kendi yorumlarını ortaya koymalıdırlar.
Ehl-i Sünnet mezhebi demek bu demektir.
Açık olarak görülüyor ki “ehl-i medine”den kasıt ordu birlikleridir. Medine merkez bucaklarında oturanların mümin olmaları şartı yoktur. Yerliler seçilip de taşra bucağından gelmeyenler de o ordunun erleridir. Demek ki yeni bir hüküm daha ortaya çıkmıştır. Medinenin merkez bucaklarında oturanlar oradaki komutanın emrindedirler ve onlar cizye de vermezler, onlar bucaklarındaki nöbetlilerdir. Ordu emrinde nöbetlerini bulundukları yerde tutarlar. Bunlar bir tür daimi askerlerdir. Askeri yönetime tabidirler. Sosyalistlerin istedikleri komünlere benzer biçimde yönetilirler.
Demek ki İslâm düzeninde kapitalistlerin liberal düzenlerini benimseyen bucaklar olduğu gibi, sosyalistlerin sosyal düzenini uygulayan bucaklar da vardır. Halk kendi istekleri ile istediği bucakta yaşar. Yüz daireli lojmanlı işyeri semt apartmanları bu uygulamaları tamamen gerçek kılar. Bu sebepledir ki burada “mine’l-müminîn” getirilmemiştir.
مَا كَانَ لِأَهْلِ الْمَدِينَةِ
(MAv KAvNa LiEaHLi eLMaDIyNaTi”
“Medine ehli için olmadı”
Kur’an’da topluluklar gruplanmışlardır; aşiret, karye, kabile, belde, şa’b, medine, kavm, mısr ve millet. Bunlardan atlamalı olarak “aşiret, kabile, kavm ve millet” tüzel kişiliği olan toplulukları ifade eder; “karye, belde, medine ve mısr” ise tüzel kişiliği olmayan merkezleri ifade eder. Medine il ile kavm arasında yer alır. Ona yakın il birleştirilerek medinede birleştirilir. Kavm yani devletin içinde ona yakın medine vardır.
Tüzel kişiliği olan toplulukların halkının topluluk adları ile ifade eder. Ehli karyeyi, ehli belde ve ehli medineyi ise “ehl” kelimesi ile ifade eder.
“Medine” “Dane” kelimesinin ismi zaman ve ismi mekânıdır. Mef’ile kalıbındadır. Mesire benzerdir. Manası borçlanma yeridir.
Semtlerde üretim yapılır. Beldelerde kontrol edilip ambarlara konur. Medinede ise ambalajlanıp standart mal hâline getirilip diğer medinelere sevk edilir. Toptancı mağazalarda satılır.
Demek ki medine bölüşmenin, dolayısıyla borçlanmanın merkezidir. Bunun dışında burada evler birbirlerine yakınlaşmıştır. Halk artık birbirini tanımaz olmuşlardır.
Ülkenin seçilmiş ilim adamlarından oluşan meclisi başkanını sıralama usulü ile seçerler. Başkan ülkenin her bölgesine emirler atar. Emirler komuta heyetini oluşturur. Komutanlar kendi bölgeleri dışında bütün ülkede dolaşır asker toplarlar. Böylece halk emirlere biat ettiklerinde başkana biat etmiş olurlar. Yeter derecede asker bulamayanlar veya sonradan kaybedenler emirliklerini de kaybederler.
Bu, bugünkü siyasi partilerden oluşur demektir. Ordu siyasi organizasyon demektir. Siyaset ekonomiye karışmaz, ilme karışmaz, ahlaka karışmaz, sadece ve sadece güvenliği sağlar. Meclis ilim adamlarından oluşur. Ayrıca mecliste ahlaki ve iktisadî şuralar vardır. Meclis üyeleri halkın ahlakta ve ekonomide biat ettiği kimselerdir.
وَمَنْ حَوْلَهُمْ
(Va Man XaVLaHuM)
“Ve onların havlinde olanlar”
Bunlar taşra illerde değil de bölge merkez ilinin il ve ilçe merkez bucaklarında otururlar. Veya geçici olarak askerlik yapan kimselerdir. Bölgedeki yönetime tabi olmuşlardır. Bu sebeple onların havlinde yani çevresinde olanlar demektir.
Bölge merkezinin ilçe merkez bucaklarında oturanlar taşradan gelip askerlik yapanlar oldukları gibi orada oturuyorlarsa askeri mıntıkada oturur durumdadırlar. Yani burada mekân olarak çevreden değil, insan olarak topluluktan söz etmektedir.
Kişi bulunduğu yere göre asker veya sivil olmaz, ehl-i cizye olmayıp ehl-i niyab olanlar, münibler olup olmamasına göre sınıflanırlar.
Burada “mine’l-müminîn” denmediğine göre orada yerleşmiş olan herkes askeri yönetime tâbidir demektir. Orada olanlar demiyorum, orada yerleşenler diyorum.
مِنَ الْأَعْرَابِ
(MiNa eLEaGRAvBi)
“A’rabdan”
“A’rab” en çok Arab olan manasına geldiği gibi Arab olmayanlar manasına da gelir.
Badiye halkı kendi aralarında en çok birbirlerini tanıyanlardır. Bu bakımdan a’rabdırlar. Kentliler ise onları tanımazlar, kıyafetlerini ve davranışlarını yadırgarlar, bunun için de a’rabdırlar. Burada marife getirildiğine göre bilinen a’rabdır.
İki türleri vardır. Başka bölgelerden gelip burada askerlik yapanlardır. Medinedekiler görevli olarak medineye yerleşmişlerdir. Muvazzaf subaylardır. A’rab ise geçici nöbetli kimselerdir. Ayrıca ilçe merkez bucaklarına gelip yerleşen ve orada oturan kimseler vardır. Bunlar da ordu mensubu hükümlerine tâbi olanlardır. Bunlara da a’rab denir.
أَنْ يَتَخَلَّفُوا
(EaN YaTaPalLaFUv)
“Tahalluf etmeleri”
“Halaf” arka tarafı demektir. “Vely” sırt demektir. Birbirine dayanmak için arka arkaya gelirler. “Half” ise birbirinden uzaklaşmak için sırtlarını çevirirler demektir.
“Tahalluf etmek” arkada kalmak demektir.
Ordu ilerde savaşta olur. Komutan arkadan onlara komuta eder. Herkes ölür, sonunda komutan da ölür. Savaşta komutan öldürüldüğünde savaş kazanılmış kabul edilir.
İşlerde de durum böyledir. Herkes kendi işini kendisi yapar. Başkan arkadan gözetler. İşçilik sisteminde olduğu gibi mühendisin emrettiklerini yapmazlar. Herkes kendi istediğini yapar, mühendis onlara yardımcı olur, arkadan destekler.
Durup bekleyen ve yönetici emrini yerine getiren bir sistem yerine, herkes kendi içtihadı ile istediğini yapacaktır. Yaptıklarını değerlendirip sonra ücretlendirmek ise en arkada olan sorumluya aittir.
“Müçtehit Yetişme Merkezi”nde bunun eğitimini vermek istiyoruz; daha tam kuramadık, deniyoruz, denemeler yapıyoruz...
İşçilik sistemi ile ortaklık sistemi arasındaki fark budur. Herkes kendi içtihadı ile amel eder. Sonra yetkililer kontrol eder ve kabul ederler. Kontrol edenler çok kimselerdir. Onlardan birinin kabulü yeterli olur. Sorumluluğu kontrolörler alırlar. Kamu işlerinde ve genel hizmetlerde ise hizmetliler hizmetlerini yaparlar. Başkan onların kontrolörü olur. Bu aynı zamanda yerinden yönetim ilkesidir, hukuk düzenidir.
عَنْ رَسُولِ اللَّهِ
(GaN RaSUvLi elLAvHı)
“Allah’ın resulünden”
Bir işte daima bir sorumlu vardır. O sorumlu son kararı verir. O işte çalışmaya devam edecek olanlar onun emrine girerler, onu dinlememezlik yapmazlar. Her zaman ayrılmaktan doğan zararlara katılmak zorundadırlar. İşe katılıp katılmamakta tamamen özgürdürler.
“Tehallefe Lehu” demek, onun yerine geçti, onun yükünü yüklendi demektir. “Tehallefe Anhu” demek tam zıt manadadır, ondan uzaklaştı, onun için bozdu demektir.
وَلَا يَرْغَبُوا بِأَنْفُسِهِمْ
(Va LAv YaRĞaBUv BiEaNFuSiHiM)
“Ve nefislerine rağbet etmezler”
Buradaki “La” te’kîd la’sıdır, nehy “Lâ”sı değildir.
“Rağbet etmek” demek kıymet vermek demektir. “Ragibe Bihi” ona rağbet etti anlamındadır. Buradaki “Bi” “Fî” manasınadır. Yani içinde olmaya meyletti demektir. “Ragube Fihi” demektir.
Burada şöyle bir tartışma vardır.
İnsanlar topluluk için midir, yoksa topluluk insanlar için midir?
Topluluk müslimler içindir, müminler ise topluluk içindirler.
Burada çalışan insan ücret alır ki yaşayayım da buradaki görevlerimi yerine getireyim. Bunlar yaşlanmayı görevleri yerine getirmek için isterler. Bazı kimseler vardır ki ben burada çalışayım ki ücret alayım der. Öbür tarafta daha fazla ücret bulduğu zaman oraya gider. Bir işletmede her ikisi de bulunur ama işletmeyi ancak müminler yönetir.
Eğer işletmenin yönetimini siz müslimlere verirseniz o işletme batar. Yöneticiler mümin olmalıdırlar. Müslimler de çalışabilirler.
Bir çelişki içindeyiz.
Müslimleri çalıştırmazsak kimin mümin olduğunu nasıl bilebiliriz?
O zaman müslimlere baştan yönetme yetkisini vermeliyiz ama sonra alabilmeliyiz.
Daha bu sorunu çözmüş değiliz. Ne var ki medinedekilerin havlinde oturan müslimler de müminler gibi davranmak zorundadırlar. Bu sorunu çözeceğimizi ümit ediyorum.
عَنْ نَفْسِهِ
(GaN NaFSiHIy)
“Nefsinden”
Resulün nefsinden savaşın kuralıdır. Ast üstünü korumak için canını vermezse o ordu savaşamaz. Kişi kendi çıkarını değil üstünün çıkarını düşünecek, üst de topluluğun çıkarını düşünecek. Bu savaşta böyle olduğu gibi işte de böyledir.
Millî Görüşçüler olarak çalıştık ama bunu yaparken Erbakan’ın liderliği için çalıştık; Erbakan da millet için çalıştı, İslâm için çalıştı. Başarı böyle elde edildi. Akevler ekibi “Adil Düzen”i onun başkanlığında çalıştı, ona mâl etti. O da o sayede başbakan oldu.
Sonra onu bıraktılar.
Bugünkü durum budur.
Recep Tayyip Erdoğan çok büyük başarılar elde ettiğinden bahsediyor.
Bir Kırgızistanlıyı Türkiye’ye getirmek için senelerce uğraştık, on binlerce lira para harcadık, tüm devlet gücünü kullandık, yine de tam başaramadık.
Bir kooperatif kurmak istedik, üç aydır daha numara alamadık. Bakan devreye girdi ama gene olmadı. Üç ay sonra vereceğiz dediler, arkadaşlarımız sevindiler.
Çünkü zulme artık o kadar alıştık ki bir nefes alınca seviniyoruz. Bizi bu kadar ezdiklerine göre, sıradan halka neler yaptıklarını düşünmek zor olmamalıdır.
Evet, biz başkan için canımızı vereceğiz ama başkan da bizim için var olduğunu bilmesi gerekir. Yoksa o ülkeyi terk edip gideceğiz. Biz bu durumlarla ilgili mücadeleye 1960’larda girdik. Bugün gerçekten de büyük yol aldık, büyük mesafeler kat ettik. Ama fiiliyatta daha yüzde bir bile ilerlemedik; hattâ geriledik. Aramızdan bir başkan çıkmalı ve bu başkan Erbakan gibi olmalı. Biz birleşip o bürokrasinin tasallutunu önlemeliyiz.
ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ لَا يُصِيبُهُمْ ظَمَأٌ وَلَا نَصَبٌ وَلَا مَخْمَصَةٌ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلَا يَطَئُونَ مَوْطِئًا يَغِيظُ الْكُفَّارَ وَلَا يَنَالُونَ مِنْ عَدُوٍّ نَيْلًا إِلَّا كُتِبَ لَهُمْ بِهِ عَمَلٌ صَالِحٌ
(ÜAvLiKa BiEanNaHuM LAv YuÖIyBuHuM JaMaEun VaLAv NaÖaBun Va LAv MaPMaÖaTün FIy SaBiLi elLAvHı Va LAv YaOaUvNa MaVOıEan YaĞıJu eL KufFARa VaLAv YaNAvLUvNa Min GaDuvVın NaYLan EilLAv KuTiBa LaHuM BiHi UaMaLün ÖAvIiXun)
“Böyle, çünkü onlara ne Allah yolunda bir zama’, bir nasab ve bir mahmesa isabet eder, ne de küffarın ğayz ettiği bir vete’ vet’ etmez ve aduvdan bir meyl de meyl etmez ki ondan dolayı onlara salih bir amel ketbedilmesin.”
Burada üçlü sistem getirilmiştir. “Zama’, nasab ve mahmesa” üçlüsü yanında “isabet, vat' ve neyl” üçlüsü. 1+2 olarak düşünmemiz gerekmektedir.
“Zama’” ayrı, “nasab ve mahmesa” ayrı düşünülmelidir.
“İsabet” ile “vat' ve neyl” ayrı düşünülmelidir.
Bunlar “ve” ile cem edilmiş, sonra da müfret zamir gönderilmiştir. Bunlardan herhangi biri olmaz anlamındadır. Eğer “Ha” zamiri gönderilseydi hepsi birden olması gerekirdi, “şey’ün minha” denebilirdi. “Hi” zamiri kullanılarak bunlardan herhangi birisi manası verilmiştir. Bunlardan başka da olabildiği “şey’ün minha” denmemiş de yukarıda sayıların cinsinden bir ifade edilmiştir.
Önce “isabet, vat’ ve neyl” arasındaki farklar düşünülmelidir. Savaşta veya cihadda iki türlü zorlukla karşılaşılır. Biri doğadan gelen zorluktur. Fırtına ve sıcaklık bu tür zorluklardandır. Diğeri de insanlar tarafından üretilen zorluktur. Bu da tarafımızdan yapılır veya düşmandan yapılır. Bu üç sıkıntıdan dolayı alacak yazılmaktadır. Bunlardan ilkine Allah sebilinde denmiş, diğerleri için Allah sebilinde denmemiştir. Matufların sıfatlarını atıflar da taşırlar. Bu sebeple üçünün zımnında Allah sebili vardır.
O halde Allah’ın halifesi olan topluluklar için ne yapılırsa; ister doğa ile mücadele, ister bizim saldırmamız, ister onların bize saldırması, hangisi olursa olsun, alacak hesabına yazılmaktadır. Demek ki savaş veya cihad giderleri toplulukça karşılanmalıdır. Kişi kendi kesesinden yese bile onu alacak hesabına kaydeder. Savaşın kuralı, toplu hareketin kuralı budur. Bütün masraflar ortak hesaptan karşılanır. Herkes bedeni ile katılır. Kendisi masraf yapsa bile topluluğun hesabına kayda geçer.
Savaş veya cihad için önce sermaye bulunur ve ikmal hazırlanır. Sonra asker bulunur ve askeri birlik oluşturulur. Savaşa insan ve sermaye ile girilir. Bu bir şirket-i mudarabedir. Ölenler ölmüş olur. Kaybolan mal da kaybolmuş olur. Savaşın sonunda ganimet elde edilirse, esirler elde edilirse, bu ganimet sermaye ile savaşanlar arasında bölüştürülür. Savaş veya cihad esnasında yapılan bütün masraflar ortaklığa aittir.
Buradan işletmelerde bir hesap yapacağız. İş esnasındaki harcamalar ortaklığa ait olur. İşyeri yemekleri ortaklıktan çıkar. Kalan kısım kazanç olur. Elektrik parası ortaklıktan çıkar. Ham madde sayılır. İşyerinde harcanan su masrafları da ortaklıktan çıkar.
Burada zamandan bahsetmekte ama sudan bahsetmemektedir. Bunun iki manası vardır. Biri, su bile ortaklıktan karşılanacağına göre, evleviyetle diğer ihtiyaçlar da ortaklıktan karşılanır. Mesela iş elbisesi de ortaklıktan temin edilir. İkinci anlamı da, yine çay ve su gibi vakitsiz masraflar işyerinde ortaklıktan karşılanır, yemeklerini de herkes istirahat saatinde evlerinde yerler.
Dört çeşit ortaklık vardır; mal ortaklığı, mülk ortaklığı, emek ortaklığı, dıman ortaklığı. Burada emek ortaklığının hükümleri anlatılmaktadır. Askerlikte bütün ihtiyaçlar ortaklık tarafından giderilir. Ama kişiler ise çalıştıkları saat kadar pay alırlar. Yahut bugün sosyal haklar olarak adlandırılanlar hak olmuş olur.
Burada dikkat edeceğimiz husus şudur. İnsanlar sadece saatlerini vererek değil, bir şeyler yaparak pay alırlar. Bunlar “vat’ ve neyl” olarak adlandırılmıştır. Doğal ihtiyaçlar ise “isabet” ile ifade edilmiştir.
Susuzluk insanın biyolojik ihtiyaçları anlamındadır.
“Nasab” ile “vat’” arasında fark vardır. “Nasab” karşı taraftan gelen çarpmadır. “Vat’” ise bizim onlara çarpmamızdır.
“Mahmesa” üzerinde durulmalıdır. “Mahmese” zayıflığından karnı çökmüş hayvan demektir. Ayağın çukur tarafıdır, bastığınız zaman orası yere değmez. Ayrıca ayağınızı bastığınızda toprakta oluşan çukur da mahmesadır.
“Mahmesa” ismi mekândır. Bir eksiklik sizde meydana gelmez ki yazılmasın diyor. Mesela göz kör olsa mahmesadır. Burada iş kazaları ortaya çıkıyor. Demek ki iş kazalarında meydana gelen zararlar topluluk tarafından karşılanmalıdır. Bunlar nekre olarak kullanıldığına göre takdir mahkemelere aittir demektir.
Demek ki bütün amel-i salihler yazılmalıdır. Kişi içtihat yapıp bir amel-i salih yaptığı zaman topluluk onu kabul edecek ve yazacak, kişiyi alacaklı hâle getirecektir. Değeri az veya çok olabilir ama ondan eğer başkaları yararlanabiliyorsa mutlak alacak olarak yazılmalıdır. İşte, biz buna dayanarak diyoruz ki, topluluk mal ambarlarını oluşturur, tüm malları ambara kabul eder, tüm talepleri de karşılar. Fiyatı öyle ayarlar ki ambardaki stok sabit kalır.
Fiyatlar ambardaki stoklar ile belirlenir. Ana mal senedinin paraya göre fiyatı ise kasadaki stoklarla belirlenir. İnsanın yaptığı her yarayışlı iş mutlaka amel-i salih olarak belirlenir. Bir mal teslim ederseniz, o malın fiyatı o andaki stoklarda mevcut miktarı ile fiyatlanır ve kamu onu o fiyatla almak zorundadır. Sonra da yine stoklarla tesbit edilen fiyatla satmaktadır. Burada ortağa verilen sadece belge olduğu için kamunun parayı nerde bulacağı söz konusu değildir. Stok miktarı çoğalınca fiyat düşürülür ama almıyorum diyemez.
Bunun dışında bir de amel-i salih vardır. Stokla ifade edilemez. Mesela, diyelim ki ortaklar bir kooperatif kuracaklardır. Buraya emek verenler verdikleri emekleri yazarlar. Sonra kooperatife gelen miktarlarda yöneticilere pay verilir. İşte bu paya karşılık eski kurucular da paylarını alırlar. Muhasebe bunu belirler.
Parti kurmak isteyenler önce partiye gelir getirecek kooperatif kurarlar. Kooperatiften sonra parti kurulur. Ortaklar kooperatifteki gelirlerini partilerine aktarırlar. Gerekli gördükleri zaman da o partiden kesip başka partiye aktarırlar.
Hâsılı, her kim bir amel-i salih işlerse mutlaka kayda geçer ve sonra kurallara göre değerlendirilir.
ذَلِكَ
(ÜAvLiKa)
“Bu”
Burada işaret edilen bundan önceki cümlelerin ifade ettiği manalardır. Yani Medine halkının ve onların etrafında olanların resule tahalluf etmelerinin söz konusu olamayacağını ifade eden cümledir. Eğer mana değil de lafız kastediliyorsa “Za” denir, cümlenin manası kastediliyorsa “Zalike” denir. Mana gayb kabul edilir.
Allah müminlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığı satın almıştır. Onlarla beraber oturmakla onlar da mümin sınıfına girmişlerdir. Bunların her türlü ihtiyaçları topluluk tarafından karşılanmaktadır. Yaptıkları her şey yazılmaktadır. Ama bunları yapıp yapmamakta serbest değildirler. Söz verdiklerinden dolayı başkan ne derse onu yapacaklardır.
Dört türlü iş anlaşması yapılır.
a) Kişi istediği zaman işveren de isterse o iş yapılır. Anlaşma sadece ücret ve iş anlaşmasıdır. İki taraf için şartın hıyarı vardır.
b) İki taraf da ayrıca talebe gerek kalmadan işi yapmak ve yaptırmak zorundadırlar.
c) İşveren isterse yaptırır, isterse yaptırmaz. İş yapan yapmak zorundadır.
d) İş yapan isterse yapar isterse yapmaz. İşveren işi kabul etmek zorundadır.
Müminlerin toplulukla akitleri ve iş yapmaları, işleri zorunlu olarak yapma durumunda olmalarıdır. Ne var ki iş yapanların da ücretleri yüksek olur. Burada anlatılan husus budur. Önden ilerleyecekler ve gelecek emirlere göre ilerleyecekler. Yaptıkları işin karşılığı da kaydedilir. Ücreti istihkak ederler.
Müminler işleri angarya olarak yapacaklar demek değildir. Müslimler işi yapıp yapmamakta serbest oldukları halde, müminler verilen işi yapmak zorundadırlar.
بِأَنَّهُمْ
(BiEanNaHuM)
“Çünkü onlar”
Yani medinede oturan askerler ile medinenin merkez bucaklarında oturan halk özel statüye tabidir. Kendilerine verilen görevleri yapmak zorundadırlar. Oysa taşra illerde veya taşra bucaklarda oturanlar ise müslimdirler ve onlar iş yapma zorunda değildirler.
Tarihte Araplar döneminde herkes asker olmak zorunda idi, müslim-mümin ayrılmıyordu.
Türkler ve Slavlar ise tarihi gelenekleri ile İslâmi yöntemi uyguladılar. Savaşlar hanedanlar arasında yapılırdı. Halk savaşlara katılmazdı. Savaşı kim kazanırsa halk vergilerini ona verirdi. Devlet halkın iç işlerine karışmazdı. Slavlar ile Türkler arasında geçen savaşlar hep bu şekilde olmuştur. Halk ise kendi dini ve kendi yönetimlerinde tamamen serbestti.
Burada “Hum” olarak işaret edilen kimseler savaşları yapıp güvenliği sağladıkları için vergi alan kimselerdir. Halk ise müslimdir. Onlar savaşa katılmadıkları gibi yönetime de katılmazlar.
Bu sûrede öğrendiğimiz yeni husus, başka bölgelerden gelen nöbetli askerlerin dışında bölgelerin merkez bucağında oturanlar da askeri yönetimle yönetilirler ve onlar da aldıkları görevleri yerine getirmekle mükelleftirler.
لَا يُصِيبُهُمْ
(LAv YuÖIyBuHuM)
“Onlara isabet etmez”
“Hatve” adım demektir. “Hata” ise yapılmamadır yani gidilecek yere gitmemedir. “Sayyıb” ise hedefine isabet eden oktur.
Taş atarsınız. Eğer meyveyi düşürürse isabet emiş olur. Düşen her şey sayyıbdır.
İsabet etmek demek çarpmak demektir. Rastlamak demek hedefini bulmak demektir. Doğru söze sevab denir.
Sayyıb, musibet hep kötü manada kullanılmaktadır. Birden olan her olay musibet kabul edilir. Yavaş yavaş değişimler inkılâptır. Birden bire olanlar ise daima kötülüğü doğurur. Frene basarak duracaksınız. Gaza hafif hafif basarak kalkacaksınız. Beklenmedik şeyler musibettir.
ظَمَأٌ
(JaMaEun)
“Zama’”
“Zama’” susuzluk demektir. Su bulamama anlamındadır. Savaşın, cihadın merkezi ikmaldir. Kimlerin ikmali yeterince olursa onlar savaşı kazanırlar.
Bir devlet öyle hazırlanmalı ki savunma savaşında halk cephede çarpışırken arkadan ikmal gelmelidir. Savaş tümenlere ayrılır. Tümenlere bağlı tugaylar vardır. Tugaylardan biri devamlı savaşta olur, ikinci tugay ona ikmal hazırlar, üçüncü tugay da istirahat eder. Günde 16 saat faaliyette bulunulur. Tugaylar üç alaydan oluşur. Her alayın üç taburu vardır. Bir tabur üç bölükten oluşur. Her bölüğün üç takımı vardır. Bir takım üç mangadan oluşur. Bir manga on kişiden oluşur. Şimdi bir mangaya belli genişlikte cephe verilir ve sen bunu bekle denir. Bu genişlik bir milyonluk orduya düşen miktardır.
Demek ki çok küçük topraklara sahip olan devletler geçimlerini sağlayamadıkları, çok büyük olan devletler de savunmasını yapamadıkları için devlet olamazlar. Toprak o kadar büyük olmalıdır ki savaşta dışarıdan bir şey almadan kendi kendine yeter derecede üretim yapılabilmelidir. O kadar küçük olmalı ki sınırlarını rahatlıkla korumalıdır.
“Zama'” ikmalin en hafifidir. Su her yerde bedelsiz bulunabilir. Oysa yiyecek, giyecek, yakıt ve araçlar her yerde değil, hiçbir yerde bulunamaz. Topluluk kamu hizmetleri yapan kimselerin bu ihtiyaçlarını sağlamak durumundadır.
Biz orduların bütçelerini dört kaynaktan sağlıyoruz: a) Bütçenin beşde biri, b) gümrük gelirleri, c) askeri bedeller, d) askerlerin kendi imkânları ile askeri mıntıkalarda ürettikleri askerlerin geliri olur.
وَلَا نَصَبٌ
(VaLAv NaÖaBun)
“Nasab da değil”
“Nasab” dikilme demektir yani engel demektir.
Engelle karşılaşırsınız, direnirsiniz, engeli aşmaya çalışırsınız. Bu engelleri aşmak da ücrete tabidir. Bunun giderleri topluluk tarafından karşılanır.
İkmal sıkıntısının yanında silah, cephane ve diğer araçların temini de topluluğa aittir. Kişi kendi imkânlarını kullanarak yener, sonra harcadığı imkânların karşılığını alır.
“Zama’” da “Nasab” da nekredir. Dolayısıyla buradaki “zama’ ve nasab” geniş manada kullanılmıştır. Bazı kelimeler vardır ki kendileri cinslerinin de adları olurlar. Bunlar da öyledir. ‘Tuzu kurudur’ dediğimiz zaman, tuza benzeyen malların sağlıklı korunduğu anlamına gelir.
Nasıl hayatta sürtünmesi olmayan bir hareket düşünülmezse, bunun gibi, zorluğu ve engeli olmayan olaylar da düşünülemez. Allah bu dünyayı böyle yaratmıştır. Dolayısıyla müminler bu engelleri aşacaklardır. Bunun için özel harcamalar yapacaklardır.
Ücretler tesbit edilirken bir kişinin derecesine göre kendisine ücret verilir. Diğeri işin ağır olmasından veya sorumlu olmasından dolayı ücretin artırılmasıdır.
İşte bu âyet bize ücretin de farklı olacağını ifade eder.
وَلَا مَخْمَصَةٌ
(Va LAv MaPMaÖaTün)
“Ne de mahmasa”
“Hams” kelimesi zayıflık anlamındadır. Bir sığırın karnı omuz ve arkasından daha geniştir. Zayıfladığı zaman karnı çöker. Bu durum “mahmasa” olarak ifade edilir. Bu durum açlıktan çok zayıflığı ifade eder.
“Mahmasa” açlıktan çok kıtlık anlamındadır. Yalnız yiyecek olarak değil de her türlü günlük ihtiyaçları gidermedeki darlıktır. Mahmasa kelimesi açlık manasında olsaydı, nasabdan önce gelirdi. Susuzluk doğal ihtiyaçların giderilmesidir. Nasab ise dışarıdan gelen kötü etkilerdir.
“Mahmasa” nedir?
Açlık, yaralanma gibi acı duyulmaz ama zamanla insan çöker. Buna “mahmasa” denmektedir. Bir ağrı olmadığı halde içten içe insan çökmektedir. Besin eksikliği, hava kirliliği gibi doğal durumlar veya şeker gibi hissedilmeyen arazlar mahmasadır.
“Hams” kelimesi “kamıs” kelimesine akrabadır. Mahmasa demek makmasa manasına gelebilir, örtülü zorluk anlamındadır.
فِي سَبِيلِ اللَّهِ
(FIy SaBiLi elLAvHı)
“Allah’ın sebilinde”
İnsan topluluğun yararına bir şey yaptığı zaman kayda geçmelidir. Karşılığının verilip verilmemesi ayrı konudur, asıl olan kişi görev esnasında herhangi bir zarara uğrarsa o yazılır. İmkân nisbetinde giderilir.
İslâm düzeni ile Batı düzeni arasında fark vardır. Hak sahiplerinin hakları pay olarak değil de kesin olarak verilmektedir. Karşılığı olmayan paralar sayesinde enflasyon olmaktadır. İslâmiyet’te ise herkese pay verilir ve mevcut olanlar bölüşülür. Bu sebeple yazılır denmektedir. Ne verileceğinden bahsedilmemektedir.
Müminlerin bütün hareketleri Allah yolundadır. Çünkü onlar mallarını ve canlarını Allah’a vermişlerdir. Bu durumda yapabildikleri her şeyi yapma durumundadırlar. Kimse iş yok diye oturmayacak, herkes ben şimdi ne yapayım ki borcumu ödeyeyim diyecek.
وَلَا يَطَئُونَ مَوْطِئًا
(Va LAv YaOaUvNa MaVOıEan)
“Bir mevtıa vat’ etmediler”
“Vat’ etmek” bitişmek, ilişki kurmak demektir. Bir toprağı alıp orada yerleşmek veya orada yerleşmektir. Karşılıklı yararlanma anlamında vit'a minder demektir. Firaşı döşek, vit’ayı da karyola kanepe olarak alabiliriz. Bir vat’ı vat’ etmek, işgal etmek anlamında olur.
Yeryüzü insanlığındır. Oraların güvenliğini sağlama karşılığında kavimlere temlik edilmiştir. Yerin güvenliğini sağlayabiliyorsa oranın sahibidir. İç veya dış saldırılara karşı güvenliği sağlayamıyorsa, hakem kararlarından sonra işgal edilir. Kim güvenliği sağlıyorsa orası onun ülkesi olur. Askerlerin güvenliği sağlayamayan sivil yönetime müdahale etmiş olması bu düsturdan ileri gelir. Suriye’de veya Irak’ta eğer güvenlik yoksa o ülke işgal edilebilir. Denebilir ki güvenliği sağlama ordunun görevi değil midir?
Ordunun görevi dış güvenliği sağlamadır. İç güvenlik ordunun değil emniyet teşkilatının görevidir. Sivil yönetimin sıkıyönetimi ilan etmesi ve karışmaması gerekir.
يَغِيظُ الْكُفَّارَ
(YaĞıJu eLKufFARa)
“Küffara gayz ettiren”
Bu şunu ifade eder, küffarın elindeki arazileri fethetmek caizdir.
Onların toprağını almak meşru değildir. Eğer onlar ihya etmişlerse ve onu kullanıyorlarsa, bizim o toprakları almamız caiz değildir. İşgal mülkiyet için yeterli değildir. Mülkiyete ancak ihya edilmesi hâlinde mâlik olunur. Boş olan yerleri işgal edip kullanmak ve ihya etmek meşrudur. Onlar işgali mülkiyet için yeterli saydıklarından, küffar sizin ihyanıza mâni olmak isterler. Böyle gasp eden kimselerin elinden toprakları alıp işgal veya ihya etmek isteyen kimselere vermek de cihattır.
Burada önemli bir kural ortaya çıkmaktadır. İhya etmeden toprağı işgal edip başkalarına terk etmek veya bir yerin güvenliğini sağlayamadığı halde hâlâ orada duran iktidarları indirip güvenliği sağlamak cihattır ve alacağa yazılır.
Bir topluluğun sahip olduğu toprakları değerlendirip değerlendirmediğini ve güvenliği sağlayıp sağlayamadığına kim karar verecektir?
Hakemler karar verecektir.
Dava açılır, soruşturma yapılır, güvenliği sağlayamadığına karar verilirse veya toprakları değerlendirmediği sabit olursa, onun o toprakları terk etmesine karar verilebilir. Çünkü yeryüzü bütün insanlığındır.
وَلَا يَنَالُونَ
(VaLAv YaNAvLUvNa)
“Ve ne de neyl ederler”
Yamaçlardan inen su toprak taşır, ırmağın denize ulaştığı yerde durgunlaşır. Durgun akan büyük ırmaklara “nil” denir. Deniz daima suyu arzulamaktadır.
Su denize varınca “nail oldu” denir. “Nail olmak” demek istenen bir şeye kavuşmak demektir ama senin çabanla değil karşı tarafın çabası ile senin arzunun yerine gelmesidir. Düşman tarafından bir neyl size gelmez ki anlamını taşır.
Ellerinizin nail olduğu (ulaştığı) birre nail olmakla (birre ulaşmakla), dünya hayatında onlara Rablerinden gelen gadap nail olacaktır (ulaşacaktır), Allah’a sizden takva nail olur (ulaşır), Ahdim zalimlere nail olmaz (ulaşmaz). Allah rahmeti ile onlara nail olur (ulaşır). Kitaptan nasipleri onlara nail olur (ulaşır). Nail olmadıkları (ulaşmadıkları) bir hayra nail olmadılar. Düşmandan gelen neylin nail olması (ulaşmak).
Nail olmayı biz Türkçede iyi şeye ulaşma şeklinde anlıyoruz. Arapçada iyi şeye nail olunduğu gibi kötü şeye de ulaşılır. “Min” ile gelince taaddi eder, ulaştırma anlamını alır. Karşı taraftan sana ulaştırılan gadap olur.
Düşman tarafından size bir kötülük ulaştırılmaz şeklinde manalandırılmış olur.
Düşmana kötülük yapılarak onu etkisiz hâle getirme savaşın esasıdır. Savaşın esası budur. Gelip seninle vuruşurlar. Bu kıtaldir. Ama lastiğini patlatır kaçarlarsa, onlardan gelen şer olur.
مِنْ عَدُوٍّ نَيْلًا
(Min GaDuvVın NaYLan)
“Düşmandan gelen neyl”
“Neyl” gelen şeydir yahut yapılan bir iştir.
Neyli hedef anlamında anladığınızda siz düşmanın bir hedefi olmazsınız ki. Düşman size silahını doğrultur ve sizi vurmak ister. Bu düşmanın neylidir.
Refah Partisi’nin kapatılmasını planlayanların neyli Erbakan’ı devre dışı bırakmaktı. Refah Partisi kapatıldı. Bugün Türkiye o sayede bugünkü hâle geldi. O halde bu neylin yazılması gerekir yani verilen zararın ödenmesi gerekir.
إِلَّا كُتِبَ لَهُمْ
(EilLAv KuTiBa LaHuM)
“Onlara yazılır”
Muhasebe tutulur. Herkes günlük yaptıklarını, aldıklarını ve verdiklerini yazmaktadır. Kişinin başına bunlar gelince yazar ve verir. Bunlar kaydedilir. Muhasiplere verilir.
Muhasip bunları kaydeder.
Sonunda olay bitince herkesin o savaşa veya o işe katkıları yazılmış ve paylar belirlenmiş olur.
Payların karşılığı ne olmalıdır?
Bunun takdiri ilerde alınan sonuçlara göre yapılacaktır.
بِهِ
(BiHi)
“Onunla”
Buradaki zamirin dişi olması gerekirdi. Yukarıda sayılanlar çoktur.
Menfilerden sonra gelen zamir onlardan hiç birisi yapılmadığı için bir tanesi de yapılmadığı için müfred gelmiştir.
Burada hazfedilmiş bir cümle vardır. Onlardan kim bunlardan birisine uğrarsa ona yazılır anlamı vardır. Bu zamir oraya gitmektedir.
عَمَلٌ صَالِحٌ
(GaMaLün ÖAvLıXun)
“Salih bir amel”
Onlar birlikte yapmaktalar. Yapılan bir tane de olsa salih amel olarak yazılır.
Üretim yaparsınız. Bu salih ameldir. Üretim yapmaz, “Genel Hizmet” yaparsınız; o da salih ameldir. Sizin yaptığınız doğrudan salih amel değildir ama salih amelin verimini artıran bir şeydir yahut şartıdır.
Genel Hizmetleri yapanlar yaptıkları hizmetlere ayırdıkları saatleri yazarlar veya yaptıkları işleri yazarlar ve sonunda o hizmete ayrılan payı aralarında bölüşürler.
Savaş kötü bir şeydir ama sonucu iyidir.
اِنَّ اللَّهَ لَا يُضِيعُ أَجْرَ الْمُحْسِنِينَ (120)
(EinNa elLAvHa LAv YuWIyGu EaCRa eLMuXSiNIyNa)
“Allah muhsinlerin ecrini zayi etmez.”
Amel salih olduğu gibi bunları amel edenler de muhsindirler.
Başka bir yönüyle baktığımızda, yaptığınız iş amel-i salih olmalıdır, birinin yaptığını diğeri bozmamalıdır.
Diğer taraftan bütün bunlarda insanlar muhsin olmalıdır.
İki türlü insan vardır.
Başkasına kötülük yapmaktan zevk alan kimseler vardır. Tartışırsınız, onu yenersiniz, öğünürsünüz.
Bir de tartışırsınız, karşı tarafı haklı görür kabul edersiniz. Bu size zevk verir. Sizin anut olmadığınızı ispat etme imkânını bulursunuz.
Müminler cihad yaparlar ama sadece ihsan için cihad yaparlar.
Daha iyi bir binayı yapmak için eski binayı yıkmak ihsandır ama sadece bir binayı yıkmak ihsan değildir.
Muhsinlere ücret verilir.
Burada “zayi etmez” dendiği zaman, bu dünyada değil âhirette etmez demektir. Demek ki melekler de yazmaktadır. Bu dünyada zayi etmememiz gerekir. Bu dünyada zayi olsa bile âhirette zayi olmaz.