Tevbe Sûresi-18
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ كَثِيرًا مِنَ الْأَحْبَارِ وَالرُّهْبَانِ لَيَأْكُلُونَ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ (34) يَوْمَ يُحْمَى عَلَيْهَا فِي نَارِ جَهَنَّمَ فَتُكْوَى بِهَا جِبَاهُهُمْ وَجُنُوبُهُمْ وَظُهُورُهُمْ هَذَا مَا كَنَزْتُمْ لِأَنْفُسِكُمْ فَذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَكْنِزُونَ (35)
***
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّ كَثِيرًا مِنَ الْأَحْبَارِ وَالرُّهْبَانِ لَيَأْكُلُونَ أَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ
(YAv EayYuHav elLaÜIyNa EAvMaNUv EinNa KaÇIyRan MiNa elEaXBAvRı Va elRuHBAvNı LaYaEKuLUvNa EaMVAvLa elNAvSı Bi eLBAOıLı Va YaÖuwWUNa GaN SaBIyLı elLAHı)
“Ey iman etmiş olanlar, Ahbarın ve ruhbanın çoğu insanların mallarını batıl olarak yerler ve Allah’ın yolundan saddederler”
Bundan önce “Ey iman edenler, müşrikler necistir” diyerek onların Mescid-i Haram’a yaklaşmamalarını emretmişti. Müşrik olmadıkları halde kendilerine kitap verilenlerden şirk içinde olanlardan bahsetmişti. Şimdi “Ey iman edenler”i iade ederek Hıristiyan din ve ilim adamlarının halkı sömürmesinden bahsedecektir. Bunlarla ilişkimiz ne olacaktır?
Bundan sonra gelecek “Ey iman edenler” ile buradaki “Ey iman edenler” arasında kendilerine kitap verilenlerin müslim oldukları halde günah işlemelerinden bahsetmektedir. Yani hakemliği kabul ediyorlar, cizye de veriyorlar ama günah işliyorlar, sömürüyorlar. Bu durumda müminlerin yapacakları nedir; bu âyetler bunları anlatmaktadır.
Bunlara yargı kararlarını uygulama dışında bizim yapacağımız bir şey olmadığını, bunların cezalarının Allah tarafından âhirette verileceğini bildirmektedir. Bu âyetler bunun için nâzil olmuştur. Diğer yanıyla ise; siz böyle yapmayın demektedir. Onların yaptıklarının kötülüğünü anlatmakta, siz de böyle yaparsanız azabınız bu olacaktır demektedir. Mümin ve müslimlere yapmama asıl olduğu için doğrudan bize hitap etmeyip dolaylı hitap etmektedir.
Tarihte toplayıcılık, avcılık, çobanlık, çiftçilik dönemleri geçmiş ve mübadele dönemine gelinmiştir. Pazar mübadelesi dönemi de kısa ve sorunsuz geçmiştir. Aracı mübadelesi ortaya çıkınca insanlık sorunlar yaşamaya başladı. Halk mallarını tüccarlara sattı, tüccarlar da bu malları uzak diyarlara götürüp halka sattılar.
Bu dönemde para olarak altın ve gümüş kullanılıyordu. Tüccarlar kâr etmeye başladılar. Altın ve gümüş yavaş yavaş tüccarların elinde toplandı. Halkın elinde para olmadığı için mal alamadı. Halk mal alamayınca mallar satılamadı. Mallar satılamayınca krizler oldu. Krizleri aşmak için yeni üretim biçimi doğdu.
Toprakları derebeyleri ve rahipler satın aldı. Köylüler ortakçılık yapmaya başladı. Derebeyleri halkın ihtiyaçlarını temin ediyor, mahsulü beyleri ile bölüşüyorlardı. Din adamları da derebeylerine payların verilmesi için dini inançları kullanıyordu. Gerek derebeyleri, gerekse rahip ve bilginlerin yapması gereken şey; halkın verdiği kamu payını halka harcamaları gerekirken, onlar bu pay kendi malları imiş gibi yığıyor ve çocuklarına bırakıyorlardı. İşte Kur’an burada onlardan ve yaptıklarından haber vermektedir.
Bugün de durum aynıdır. Sömürü sermayesi servet edinmiştir. Sömürü sermayesi bu serveti din ve ilim adamları ile bölüşmekte ve halkı sömürmektedir. Sömürü sermayesi çağımızdaki bu tür yazarlar, profesörler, vaizler gibi kimseleri beslemekte ve onları istediği gibi kullanmakta; kendi işine gelmeyenleri de yokluğa mahkûm etmektedir.
Bizim bunlara karşı yapacağımız bir şey yoktur, bunlar bizim sorunumuz değildir.
Bugün dünya “karşılıksız faizli kâğıt para” ile idare edilmektedir. Amerikan Merkez Bankası (FED) “dolar” olarak dünyadaki ülkelerin Merkez Bankalarına “faizli kredi” vermekte, onu “altın” yerine kendi Merkez Bankalarına bunları koyup karşılığında ulusal paraları çıkarmaktadırlar. Ulusal paraları ulusal bankalara “faizli kredi” olarak vermekte, onlar da onu tüccarlara ve müteahhitlere “faizli kredi” olarak vermektedirler.
Tüccar ve müteahhitler aldıkları “faizli krediler” ile iş yapmaktadırlar. Kazanırlarsa faizli kredilerini ödemekte, kendilerine yaşayacakları kadar bir kâr kalmaktadır. Kâr edemezlerse; banka ya borçlarını erteleyip yeni kredi verir ve yaşamalarına devam ederler veya banka yeni kredi vermezse iflas eder ve piyasadan çekilirler.
Bu döngüyü sömürü sermayesi yönetmektedir.
Bunun yanında ruhban ve ahbar (ilim adamları) ile üretici olmayan diğer sınıflar ise faizli paradan aldıkları dolarları bankalara yatırmakta, ona karşılık da para kazanmaktadırlar. Kıyas yoluyla bunlar bu kâğıtları stok etmektedirler.
Sömürü sermayesi bu imkânı ortadan kaldırmak için enflasyon yapmakta ve onların paralarını ceplerinden çalarak geri almaktadır. Sermaye başka bir hile yolu daha bulmuştur. Faiz vereceğim diye kâğıt paralarını yine bankalara geri çevirtmekte, böylece iki çeşit insan ortaya çıkmaktadır. Halkın durmadan borçları artmakta, bankerlerin de durmadan alacakları artmaktadır. Kâğıttaki para miktarı çoğalmakta ve durmadan enflasyon olmaktadır. Türkiye gibi sömürülen ülkeler parasından 6 sıfırı atarak paralarını yenilemektedirler!
Kur’an burada ahbar ve ruhbandan bahsetmektedir. Oysa bugün sömüren sermayedir. Kur’an neden onlardan bahsetmektedir. Burada yeni bir şey öğreniyoruz.
Sermaye bu sömürü düzenini çok iyi bir şekilde yürütmektedir. Bunu ancak ilim adamları ve din adamları ile başarmakta, onları çalıştırarak bu sistemi elde etmektedir. Yani sömürme mekanizması sermaye sahipleri tarafından oluşturulmakta, ilim ve din adamları tarafından teorileştirilmektedir. Yani bizim karşımızda aslında patronlar yoktur. Patronlar ve bankerler semboliktirler. Onları zengin eden ekonomistlerdir, sosyologlardır.
Sömürü sermayesi rahipleri satın alarak Protestanlığı kurmuş, Katolikliği parçalamıştır. Faiz bütün dinlerde ve felsefede haram ve yasak olduğu halde, Protestanlık faizi meşru saymıştır. Böylece sömürü sermayesi bugünkü gücüne ulaşmıştır.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAv EayYuHav elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar”
“Ey iman etmiş olanlar” hitabı bucak başkanlarına aittir, Cuma namazını birlikte kılanlara aittir. Bucak halkının tamamına da değil de, bucağın merkez ocağında oturan bucak yöneticileri ile bucağın semtlerinde nöbet tutanlara hitap etmektedir.
Kur’an bütün müslimlere uygulanmak üzere gelmiş olan bir kitaptır. Uygulayıcılar mümindirler. Görev onlara verilmiştir. Bu sebeple Medine sûrelerinde “Ey iman etmiş olanlar” ifadesi sıkça geçer.
Bazı görevler bucaktan alınmış ve ocaklara verilmiştir. O emirle zikredilerek hitap edilen beş vakit namazı birlikte kılan ocak halkıdır. Karine yoksa hitap bucak başkanına aittir. Karine varsa ocak başkanı muhataptır. Şöyle ki; karine bucak başkanının olmadığına ise, merkez bucaklara ait olduğuna da karine yoksa muhatap aşiret/ocak başkanıdır.
Taşra bucaklarından başka merkez bucakları vardır. Merkez bucakları tek bucak değildir. İlde merkez bucağının yanında ilçelerdeki merkez bucakları merkez bucak hükmündedir. Ona yakın il ve ilçe merkez bucakları bir tek bucak kabul edilir. İl bucak başkanı aynı zamanda o ile bağlı ilçelerin bucak başkanıdır. İlçede onun atadığı ilçe başkanları onun adına ilçeyi yönetirler. Onun için adı “kaimun makamehu” yani “kaymakam”dır, onun yerine kaimdir demektir.
İç güvenliği sağlamakla il merkez bucakları yükümlüdür. Ayrıca ülke merkez illeri ve onların da merkez bucakları vardır. Bunlar da dış savunmayı sağlarlar. Karine ile bu bucaklara hitap edilmiş olur.
İnsanlık bucağı Mekke bucağıdır. Dünyadaki ülke ilmî dayanışma ortaklıklarının sorumluları birer ilim adamı göndererek Mekke’de insanlık merkez bucağını oluştururlar. Ayrıca kıta merkezlerinde dünya merkez bucağına bağlı bucak ve iller vardır. Bunların arası Hac Yolları ile bağlıdır. Buralar ve denizler ülkelerin değil tüm insanlığındır.
Bir âyette “Ey iman edenler” hitabı ile karşılaştığımızda, bu hitabın hangi bucağa ait olduğunu da düşünmemiz gerekmektedir.
Burada ahbar ve ruhbandan bahsettiğine göre; bizim ülkeden, bizim devletten değil, tüm insanlıktaki ahbar ve ruhbandan bahsediyor demektir Buradaki muhatap Mekke bucağının başkanıdır. Kötülükleri bakımından bütün bucak yöneticilerine uyarıdır. Karışmayacaksınız hükmü bakımından da Mekke emirine hitaptır.
إِنَّ كَثِيرًا
(EinNa KaÇIyRan)
“Çok”
“Kesir” ekser demek değildir. Bir topluluk içinde ikiden fazla varsalar onlara “kesiren” denebilir. “Kesir” kelimesi sıfatı müşebbehedir, ismi tafdil değildir, ismi fail de değildir. İsmi fail olsaydı çokluk en az üçten başlardı. Sıfatı müşebbehe süreklilik ifade eder, sayı bakımından çokluğu ifade etmez.
Çokluk kelimenin vezninden değil kökünden gelmektedir. O halde neye çok diyeceğimize biz karar veririz ve her yerde aynı manayı veririz.
“Kesirehum” denmeyip “kesiren min” dendiği için kesir olan nekredir. Kesir kelimesi üçe de delalet eder, çoğa da. Dolayısıyla onların ne kadar olduğuna dair herhangi bir istidlalde bulunamayız. Değişik zamanlarda değişik çoklukta olabilir demektir.
مِنَ الْأَحْبَارِ وَالرُّهْبَانِ
(MiNa elEaXBAvRı Va elRuHBAvNı)
“Ahbar ve ruhbandan”
Buradaki “Min” teb’iz içindir yani ahbar ve ruhban değil, kimi ahbar ve ruhban.
Bunlar sermaye ile işbirliği yapmış din ve ilim adamlarıdır. Çıkarlarına zarar vermesin diye sermayenin aleyhinde konuşmamakta ve onların istediklerini söylememektedir.
Yazdıkları iktisat kitaplarını okuyorum. Anadolu Üniversitesi’nin “İktisada Giriş” kitabını okuyun; baştan sonuna kadar bitirdiğinizde hiçbir şey öğrenmemiş olursunuz. Pratikte uygulanacak hiçbir şeyi öğretmiyorlar.
Bugün tüm üniversiteler böyle işe yaramaz şeyleri tedris etmekle meşguldür. Bu üniversitelerden mezun olanlar hayata atılırlar ve iş hayatlarında sadece sömürü sermayesinin kendilerine verdiği görevleri yaparlar. İnsanlığın bugünkü hâle gelişi din ve ilim adamlarının böyle sömürü sermayesi ile işbirliği yaparak bu sömürü düzenini sürdürmesi sebebiyledir.
Bunların neler olduğunu kısaca hatırlayalım.
a) Ordu ile milletin arasını açarak ulusal devletleri çökertme uygulamaları şedit bir şekilde devam etmekte, Türkiye’deki ilim adamları ve din adamları buna ses çıkarmamaktadır.
b) Köylerimiz boşalmakta ve ülkemiz giderek yaşanamaz hâl almaktadır. Allah’ın gökten gönderdiği Güneş nimetinden yalnız kendimizi değil insanlığı da mahrum etmekteyiz. Ekilmeyen topraklarımız sebebiyle insanlık açlık çekmektedir. Ne ilim adamları ne de din adamları bu gidişata ses çıkarmamakta, azıcık inleyenler görevinden uzaklaştırılmaktadırlar.
c) Küçük ve orta büyüklükteki işletmeler kapanmakta, insanlık tekel işletmelerin tahakkümüne doğru gitmektedir. İşsizlik ve açlık gittikçe artmaktadır. Din ve ilim adamlarının önemli bir kısmı bu duruma da ses çıkarmamaktadır.
d) Karşılıksız faizli kâğıt para sistemi insanlığı borçlular ve alacaklılar, sömürülenler ve sömürenler sınıflarına bölmekte, ne din adamlarının vaazlarında ne de ilim adamlarının kitaplarında bunlara dair ses duyulmaktadır.
Kur’an dayanışma ortaklıkları başkanlarından bahsederken bunları dört sınıfta toplamıştır. Ahbar “ilmî”, ruhban “dinî”, rebban “meslekî”, kıssis kavramı ile ise “siyasi dayanışma sorumlularını” zikretmektedir. Burada rebban ve kıssis kavramlarını zikretmemiştir yani meslekî kuruluşlar ve siyasî kuruluşları zikretmemektedir çünkü meslekî kuruluşlar ile siyasî kuruluşlar çözüm üretmezler.
Demek ki “Adil Düzen” ne siyasetle ne de ekonomiyle gelecektir.
“Adil Düzen” ilim ve imanla gelecektir.
İstanbul Yenibosna’da yapmakta olduğumuz araştırma denemelerinde günlük çalışmamızda 5 saati ilmî çalışmalara ayırıyoruz. Bu çalışanların “Adil Düzen”e inanmış olmaları gerekmektedir. “Adil Düzen”e inanmak için “Adil Düzen” üzerinde çalışma yapmak gerekmektedir. Sabır gösterilirse bilgi elde edilir, sabır gösterilirse iman da kalbe dâhil olur.
Bunun için dikkat edeceğimiz husus çalışma saatlerimizi yazmadır. Günümüzün on saatini nasıl geçirdiğimizi yazacağız. Sonra gerekirse hakemler huzurunda hesaplaşır, borç ve alacağımızı onların kararı ile tesbit ederiz.
Araştırma demek proje yapma demektir. Proje yaptığımız ve o projeye inandığımız zaman sermayenin sömürüsünden kurtulmuş olacağız.
Paramız olsun başarırız, iktidarda olalım başarırız anlayışı işte bu âyetin tanımladığı anlayıştır. Ahbar ve ruhbanın siyasete ve ekonomiye soyunmasıdır. Ahbar proje yapar, ruhban ise bu projeyi halka öğretir. “Adil Düzen” ancak ondan sonra gelir.
لَيَأْكُلُونَ أَمْوَالَ النَّاسِ
(La YaEKuLUvNa EaMVAvLa elNAvSı)
“Nâsın mallarını eklederler.”
“Ekletmek” tüketmek demektir.
“Taam etmek” ise beslenmek demek yani yemek içmektir.
Şöyle açıklayabiliriz.
Ekletme denildiğinde, üretim mallarının tüketilmesi de ekldir.
Taam ise yalnız tüketim mallarının tüketilmesidir.
Bunların nâsın yani insanların mallarını eklettikleri söylenmektedir. Burada işaret edilen mallardır. Bundan sonra paradan bahsedilecektir.
Para nedir, mal nedir?
Bir adamın cebinde 10 dirhem gümüş var. Bir adamın ambarında da 20 kilo patates var. Eğer bu iki insan birbirlerinden habersiz ise dirhemi olanın elindeki gümüş bir işe yaramaz, patates sahibinin de patatesinin yarısı işine yaramaz. Çünkü ihtiyaç olan patates 20 kilo değil 10 kilodur. Şimdi gümüşü olan 20 kilo patates alabildiği için o patatese sahip demektir, 20 kilo patates 40 kilo gibidir.
Allah insanları öyle yaratmıştır ki; bir toplulukta mal kadar para vardır, bu sayede malların değeri üç dört misli artmıştır.
Kur’an burada mallardan bahsetmektedir.
Ondan sonra da paradan bahsedecektir.
Bilginler ve rahipler nâsın mallarını ekletmektedirler.
Bir insan yiyecek olarak fazla ekledemez, aynı zamanda fazla giyemez de; arazileri ve binaları alıp kendi mülkiyetine sokar. Sonra onları halka kiralar ve onların emeklerini gasp eder. Oysa insanın sadece emekten payı vardır, emek dışı kazançlar bâtıl kazançlardır.
Bunu nasıl başarmaktadırlar?
FAİZLİ DÜZEN parayı piyasadan çeker. Halkın satın alma gücü ortadan kalkar. Aç kalan halk evini barkını satarak karnını doyurmaya başlar ve sonunda halkın elinden haksız yere malları alınmış olur. Emeksiz kazanç, başkasının malını butlan ile yemektir. Bunun bir istisnası vardır, o da ticaretteki kârdır; bu da zarara karşı tanınan bir haktır. Yine de % 2,5 olmak üzere her yıl bu haksız kazancın temizlenmesi için zekât yani vergi alınmaktadır.
Bugünkü ekonomi düzeninde bir kimse 1000 TL faiz almışsa, Merkez Bankası bunun ödenmesi için 1000 TL fazla para çıkarmak zorundadır; bu 1000 TL’lik enflasyon demektir. Demek ki emeksiz elde edilen kazanç ancak enflasyonla karşılanabilir; enflasyon da bütün insanların cebinden çıkmış olur, haksız yere çıkmış olur, halkın parası çalınmış olur.
Nerden gidersek gidelim aynı yere varıyoruz; FAİZLİ DÜZEN!
بِالْبَاطِلِ
(Bi eLBAOıLı)
“Bâtıl ile”
Aslında burada “bâtılen” veya “butlanen” denmesi gerekirken, hem “Bi” harfi ile hem de marife olarak getirmiştir. Buradaki “Bi” “Fî” manasında olabilir. Nâsın emvalini butlan içinde ekl ediyorlar anlamı çıkar; butlan demek kapalı demek, görünmez demek, belirsizlik demektir. O zaman “Bâtıl/Butlan” kelimesi burada “enflasyon” anlamına gelir. Enflasyon düzeni içinde nâsın emvalini yani mallarını yiyorlar denmiş olur.
Gerçekte benim cebimde 100 TL varsa, ülkede de % 18 enflasyon varsa, her gün benim param yarım kuruş eksilmektedir. Böylece enflasyon demek herkesin cebinden parasının çalınması demektir. Faizli sistemde eğer parayı piyasaya sürerseniz halkın cebindeki para azalmaz ama satın alma gücü azalır, böylece halkın malını çalmış olursunuz.
“Bi” sebebiye olabilir. O takdirde “bâtıl” faiz olmuş olur. Yani halkın mallarını faiz alarak ekl etmiş oluyorsunuz. Demek ki “Bâtıl/Butlan” ile yemek ya faiz karşılığı altın-gümüş değil taşınmaz alırsınız, “enflasyon” olur; yahut altın-gümüş alırsınız, o zaman da “kriz” olur. Sonuç olarak kişi malı alamaz, dolayısıyla başkası da satamaz.
Yani, nerden gidersek gidelim aynı yere varıyoruz; FAİZLİ DÜZEN!
وَيَصُدُّونَ
(Va YaÖuwWUNa)
“Ve seddediyorlar”
“Seddetmek” suyun akış yolunu kesmek demektir, başka tarafa akıtmak demektir. “Sad” harfi ile saddetmek yoldan alıkoymak demektir. Müteaddi fiildir. İnsanları Allah yolundan alıkoymak denmiş olur.
Sömürü sermayesi 500 senedir insanlığı Allah yolundan alıkoymaktadır.
Eskiden sokak çeşmeleri vardı, halk gelip suyunu parasız doldururdu.
Sermaye bu çeşmeleri kapattırdı, şimdi para ile su satmaktadır!
Eskiden yollar köprüler yapılır, herkes o yollardan ve köprülerden parasız gelip geçerdi; şimdi yolları ve köprüleri sermaye yapıyor ve gelip geçenlerden para alıyor!
Eskiden kervansaraylar yapılırdı, misafirler gelip bedava gecelerlerdi. Şimdi onlar ortadan kalktı, tarih oldu, harabe oldu, paralı pahalı çok yıldızlı oteller geldi!
Eskiden hocalar mescitlere oturur, kimseden ücret almadan dersler verirlerdi. Şimdi oralarda ders yapmak yasaklandı, paralı okullar ve dershaneler zuhur etti!
Her yerde ve her şeyde kapitalizm yani sömürü düzeni!
İnsanların ihtiyaçları vardır, bunları gidermek için çalışmak zorundadırlar. Çalışırlar, ücret alırlar ve bununla kendileri ve aileleri geçinip yaşar. Çok kazanan çok harcar, az kazanan az harcar. Ne var ki bazı ihtiyaçlar zaruridir, onları az harcamak mümkün değildir. Bazı ihtiyaçlar birlikte harcanır. Yolda birlikte yürürüz. Her birimiz kendimize ayrı ayrı yol yapamayız. Bu zaruri ihtiyaçlarla ortak ihtiyaçları gidermek için çalışmak “Allah yolunda çalışmak” olarak ifade edilir. Kamu zekâtını alır. Kamu toprak verir, karşılığında yapı alır ve bunu zaruri ihtiyaçlarını gideremeyenlere harcar, ortak işlerde harcar.
Sömürü sermayesi istiyor ki hepsi benim olsun, ben istediğimi yaşatayım, istediğimi öldüreyim. O sebepten dolayı sömürü sermayesi Allah yolunda hayırlar yapmaktan, vakıflar kurmaktan insanları alıkoymaktadır. Türkiye’de ilk vurulan darbe vakıflara vurulmuştur. Camilerin altındaki dükkânları satarak mescitleri ve camileri gelirsiz bırakmışlardır.
عَنْ سَبِيلِ اللَّهِ
(GaN SaBIyLı elLAHı)
“Allah’ın sebilinden”
İnsanlar kişiliklerini koruyarak topluluk içinde yaşayacak şekilde yaratılmışlardır. Kişi bir taraftan kendisinin ve ailesinin giderini kazandıkları ile karşılar, diğeri ise birlikteliktir, ortak işler yaparlar. İşte bu ortak fona “sebilullah” denir. “Sebil” yol demektir, “Allah” da topluluktur. Topluluk payı sebilullahtır.
“Sebil” demek kişiler arasındaki ilişkiyi kurmak için gerekli araç demektir. Devlet yol yaparak halkın geçmesini sağlar ama kimin yoldan geçeceğine devlet karar vermez, ona halk kendisi karar verir. Bu sebeple tüm genel hizmet ve kamu görev araçları “sebilullah”tır, hattâ onları kullanmak da “sebilullah”tır.
Kişiler sebilullahı kullanmakta serbest olacaklardır. Sebilullahı yaparken biri diğerine karışmayacaktır. Özgürlük budur, hürriyet budur. Bu sebepledir ki işçilik sistemi meşru değildir, faizdir, işçilerin serbest iradesini saddetmektir.
Beşyüz senedir sermaye insanları dinsizleştirmektedir. Bunu bilim adamları eliyle yapmıştır. İlmi ateizmin bir silahı olarak kullanmıştır, Protestanlığı ateizmim silahı olarak kullanmıştır. İlim adamları ve din adamları insanlığı Allah yolundan saddetmişlerdir. Gümrükler ve vizeler Allah yolundan saddetmektir, halkın serbestçe gidiş-geliş ve alış-veriş yapmasına set çekmektir. Bugün dünya bu saddetmelerin altında inlemektedir.
وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ
(Va elLaÜIyNa YaKNiÜUvNa elÜaHaBa Va elFıwWaTa Va LAv YuNFıQUvNaHAv FIy SaBIyLı elLAvHı
Fa BaşŞıRHuM Bi GaÜAvBin EaLıYMın)
“Zehebi ve fıddayı kenz edip Allah sebilinde infak etmeyenlere,
onlara elim azabı tebşir et.”
Bundan önce nâsın emvalinin ekl edilmesinden bahsedilmiştir, nâsın Allah’ın sebilinden alıkonması anlatılmıştır. Burada “Ve” harfi ile atfederek yukarıdakinden farklı olan bir durumu anlatmaktadır. Orada malların eklinden, burada altın ve gümüşün kenzinden bahsetmektedir. Orada nâsın Allah yolundan seddinden bahsedilmiş, burada Allah yolunda infak edilmesinden bahsedilmektedir.
Buradaki “Ellezîne” bundan önceki kimselerdir, onların dâhil olduğu kimselerdir.
Yukarıda anlatılan ahbar ve rahipler, sermayeye hizmet verenlerdir.
Burada anlatılanlar ise bizzat sömürü sermayesinin kendisidir.
Yahut sermaye iki gruptur. Biri patronlardır, bunlar reel ekonominin tekelini kurmuşlardır. Diğerleri de bankerlerdir, bunlar da para ekonomisinin tekelini kurmuşlardır. Bunlar görünürde altın ve gümüşü değil de doları kenz ediyorlar. Gerçekte ise bunlar altınları kenz etmemiş, onun yerine doları çıkarmışlardır. Dolar aslında altın ve gümüşü temsil eder. Baştan doları altınla değiştiriyorlardı, sonra değiştirmez oldular.
Merkez Bankaları kâğıt parayı kendileri üretmektedirler. Onun kenzi mümkün olmaz, kenz ettikleri başka bir şeydir, o da altın ve gümüştür. Kuyumcuların altınları onların olacak, kuyumcular taşeron olarak çalışacaklardır. Kurmayı hayal ettikleri düzen; tüm altın ve gümüşün kendilerine ait olması, sonra dolar ve diğer paraların atına kota edilmesi, tüm dünyanın servetinin kendilerine ait olmasıdır. Patronlar mallara sahip olacak, bankerler de altın ve gümüşe sahip olacak, böylece insanlık devletini kurmuş olacaklardır.
Bu gidişe varamamışlar, onların ahbar ve ruhbanı bu işi başaramamışlardır. “Adil (Ekonomik) Düzen” ortaya çıkmış ve onların bu gidişlerini durdurmuştur. Bugün bankerler ve patronlar ayrılığa düşmüşlerdir. Dünyadaki bu durum böyle devam etmeyecektir.
“Elîm azabı tebşir et” ifadesi onların sonunu bildirmektedir.
İsrail oğullarının tarihteki durumu hep böyle olmuştur. Onlar gittikleri yerlere uygarlık götürür ve orada uygarlaşmayı sağlarlar. Ondan sonra azarlar, azgınlaşırlar. Bunun üzerine uygarlaşan topluluk onları sürgüne gönderir, böylece çok sıkıntılı hayat yaşamaya başlarlar ve ıslah olurlar. Sonra yine hamle yaparlar ve sonunda aynı akıbete uğrarlar.
Bu yalnız İsrail oğullarına has bir durum değildir. Tüm ulusların kaderi böyledir. Osmanlı imparatorluğu ne büyük imkânlara ermiş ama sonra ne durumlara düşmüştür. Cumhuriyet de bugün aynı istikamette ilerlemektedir.
وَالَّذِينَ يَكْنِزُونَ
(Va elLaÜIyNa YaKNiÜUvNa)
“Kenz edenler…”
“Kenz” var, “hazine” var.
“Kenz” altın ve gümüşün depolandığı kasadır, bankadır.
“Hazine” ise malın depolandığı ambardır, ülkedir.
Bundan önceki âyette mallardan bahsedilmişti yani konusu hazine idi.
Burada ise “kenz”den bahsedilmektedir yani buradaki konu “para”dır.
Allah para olarak altın ve gümüşü var etmiştir. Altın ve gümüş satın alma gücüdür. Altın ve gümüşle yani para ile istedikleri malları elde edebildikleri için insanlar hazinelere değil de kenzlere sahip olmak isterler. Hazineler yani mallar ise yüktür; zamanla bozulmakta, zamanla değerleri düşmektedir. Bu sebepledir ki hasat zamanı herkes malı elinden çıkarıp paraya sahip olmak ister. Bundan dolayı yukarıda “malların ekl edilmesinden” bahsedilmiş, burada ise “altın ve gümüşün kenz edilmesinden” bahsedilmiştir. Çünkü altın ve gümüş ekl edilmez. Ekl edilmeyen ve hemen hemen hiçbir fizikî yararı olmayan “altın ve gümüş” ile onların gölgesi mesabesinde olan “kâğıt paralar” hazinedeki malları temsil ettikleri için değerleri vardır, onları satın aldığı için değerleri vardır. Onların bu değerleri de hareketli olmalarından doğar. Eğer onlarla bir şey almazsan, bir şey satmazsan hiçbir değerleri yoktur.
Ekonomide halk çalışır, üretim yapar, karşılığında para alır. İşyerleri ürettikleri malları tüccarlara satarlar. Tüccarlar piyasaya satarlar ve piyasadan üretenlere lazım olan malları satın alıp mağazalara, marketlere ve bakkallara getirirler. Halk parası ile bakkallardan malları satın alır ve tüketir. Evlerde mal emeğe, işyerlerinde emek mala dönüşür. Böylece mal ile emek evden işyerine, işyerinden tüccara, tüccardan bakkala, bakkaldan halka dönerken; aksi istikamette para halktan bakkala, bakkaldan tüccara, tüccardan işyerine ve işyerinden halka döner. Piyasadan para çektiğiniz takdirde bu döngü yavaşlar, bir kısım insanlar işsiz kalır, bir kısım insanlar da aç kalır.
“Faiz” parayı kazanıp kenz etmedir.
“Kâr” ise malı kazanıp hazineyi zenginleştirmedir.
Biri yani kâr zenginliktir, biri yani faiz ise yoksulluktur.
İşte, “kenz edenler” paradan para kazananlar yani faizli iş yapanlardır.
Faiz; nakit para olarak alınan kira, nakit para olarak alınan ücret, nakit para olarak alınan kâr ve nakit para olarak alınan vergidir. “Sebilullah” kelimesi tekrar edilmiştir. Buradaki “sebilullah” işte bu ekonomik döngüdür, para ve malın döngüsüdür. Yukarıdaki “sebilullah” ise fiziki döngüdür. Yani “emek-mal döngüsü” birinci döngü, “para döngüsü” ise ikinci döngüdür. Bu sebeple zamir ile değil de bizzat zikredilerek iade edilmiştir.
Bir işyeri yapıp onu çalıştırmamak nâsın malını ekl etmektir. Bir toprağa sahip olup da onu ekmemek nâsın malını ekl etmektir. Diğer taraftan altın ve gümüşü yığmak da nâsın malını ekl etmektir. Altın ve gümüşün varsa, onu bankaya faizsiz olarak yatıracaksın, gayrimenkulün varsa kirasız da olsa onu başkalarına kullandıracaksın.
“Adil Düzen Ekonomisi” işte bu ilkelere dayanmaktadır.
Yalnız “para bankaları” değil, aynı zamanda “mal senetleri bankaları” da vardır. Bunlar “faizsiz kredileşme ilkesi” içinde çalışırlar. Kişi malı ambara teslim eder, senedi alır, bankaya gider, rehin bırakır, karşılığında faizsiz olarak kredi çeker. Banka da yine o mal belgesini halka kredi olarak verir. Böylece nâsın mallarını ekletmenin önüne geçilmiş olur.
İki türlü mülkiyet vardır; kıyam mülkiyeti, meta mülkiyeti.
Meta mülkiyetine sahip olanlar onu beklerler.
Kıyam mülkiyetine sahip olanlar gayrimenkulleri işletmezlerse mülkiyetlerini yitirirler. Batı ekonomisi ile İslâm ekonomisinin dayanakları tamamen farklıdır.
الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ
(elÜaHaBa Va elFıwWaTa)
“Zeheb ve fıdda”
Altın ve gümüş para olarak kullanılmaya uygun yaratılmış madenlerdir. Para olarak kullanılacak şeyler; a) miktarı az olmalı, b) kolay taşınabilmeli, c) küçük parçalara ayrılmalı ve d) bozulmamalı, paslanmamalı. Azlık bakımından altın gümüşten on defa azdır. Bu sebeple yurt içi para olarak gümüş, uluslararası para olarak da altın kullanılır.
“Zeheb” giden-gelen anlamındadır.
“Fıdda” yayılma-dağılma demektir.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda altınla gümüş arasında bir ikinci farklı özellik konmuştur. Altının karşılığında senet çıkarılmaktadır ve altın para olarak revaç bulmaktadır. Gümüş ise doğrudan kendisi para olarak kullanılmaktadır. İkisi birden atfedilerek bir şeyin ismi olmuştur. Para anlamına gelmektedir. Ayrı ayrı gümüş veya altın değil de ikisinin de olduğu şeydir. Yani paradır. Bu ifade iki ayrı şey olarak da ikisinin birlikte oluşturduğu değerdir. Gümüş yurt içi paradır ama altınla her zaman değiştirilebildiği için yurt içi paradır. Yurt içinde ise altın bir şey değildir, gümüşle değiştirildiği için paradır.
O halde altın ve gümüş ikilisi bir kumaşın iki yüzü gibi paranın iki yüzüdür. Birbirinden ayrılamazlar. Çünkü yeryüzü öyle yaratılmıştır ki, her ülkeye farklı imkânlar vermiştir. Her yerde petrol yoktur. Her yerde orman yoktur. Her yerde bor yoktur. Oysa bütün insanların bunlara ihtiyacı var. Bu da ancak para ile sağlanmaktadır. Para da altın ve gümüş ikilisidir.
وَلَا يُنْفِقُونَهَا
(Va LAv YuNFıQUvNaHAv)
“Onu infak etmezler”
“İnfak etmek” demek harcamak demektir. “Nefaka” giriş ve çıkışı belli alışverişin yapıldığı sokaktır. Buradan temin edilip evlerde tüketilen mallara “nafaka” denmektedir. İnfak etmek demek harcamak demektir.
Burada “Ha” zamiri gönderilmiştir. Gümüş olarak gönderilmiştir. Yani gümüş harcamazlar denmiştir. Çünkü harcamalar ulusal paralarla yapılır. Altın sadece paranın aktarılması içindir. Mübadelede kullanılır. Fiyatlar ve ücretler ise gümüşle belirlenir. Altın, gümüşün arkasında onu destekleyen bir metadır. Asıl işi yapan gümüştür. Onun için zamir ona gönderilmiştir. Müfessirler bu “Ha”nın gayr-i akil cem “Ha”sı olduğunu ifade ediyorlar. O zaman da paraya gitmiş olur.
Bu ifadeyi zekât verme ile yorumlayamayız. Çünkü zekât olsaydı “Ha” değil de “MinHa” olurdu. Burada emredilen zekât verme değil tümünü harcamadır. Değerleri âtıl tutmamadır.
Ahbar ve ruhban sınıfının yani kamu görevlilerinin elde ettikleri bütün gelirleri harcamaları istenmektedir.
Halife Hazreti Ömer zamanında fazla zekât gelmiş, Hazreti Ömer istişare etmiş; zekâtın bir kısmını dağıtmayalım, gelecek seneye saklayalım mı diye. Bütün istişare heyeti bunun iyi olduğunu beyan etmiş. Hazreti Ömer sonunda Hazreti Ali’ye soruyor. Hazreti Ali hayır, bu sene gelen bu sene fakirlerinin hakkıdır, onu gelecek senenin fakirlerine bırakamazsınız diyor. Hazreti Ömer de onun reyine göre fetva vermiş.
O tarihten beri İslâm bütçelerinin denk olması gerekmektedir.
İbni Haldun Mukaddimesi’nde bunun ekonomik bakımdan zorunlu olduğunu, artırmalı bütçenin krizler getireceğini izah etmiştir.
Tarihte İspanya’da “artırmalı bütçe”, İngiltere’de ise “denk bütçe” ilkesi getirilmiş, sonunda biri inkıraz etmiş, biri de dünyanın her yerine bayrak dikmiştir.
Bugün hemen hemen bütün dünya devletleri “açık bütçe” ilkesine göre hareket eder, “artırmalı bütçe” uygulayan yoktur.
Bu âyet bize bu temel ekonomik kuralı öğretmektedir; o sene hepsini harcamak.
فِي سَبِيلِ اللَّهِ
(FIy SaBIyLı elLAvHı)
“Allah’ın sebilinde”
“Allah’ın sebili” ifadesi iade edilmiştir.
Yukarıdaki sebil emek-mal döngüsü idi.
İnsanlar işyerinde çalışıyor, emeği değerlendirerek mal yapılıyor... İşyerleri tüccarlara satıyor… Tüccarlar mağazalara bakkallara satıyor… Bakkallar halka satıyor… Halk malı emeğe dönüştürüyor... Bu mal döngüsüdür.
Birinci âyette geçen sebil bu sebildir.
Mal döngüsünün aksine para döngüsü vardır.
İşyerinden halka, halktan bakkala, bakkaldan tüccara, tüccardan işyerine gelmektedir.
Emek-mal döngüsünün aksine hareket etmektedir.
Buradaki “sebilullah” kamu görevleri ve genel hizmet sebilidir. Görevliler denk bütçe olarak harcama yapmalıdırlar. Halk da para kazanma yerine mal kazanma ilkesiyle hareket etmeli, “faiz” değil “kâr” ekonomik hayattaki hareket kaynağı olmalıdır.
İslam âlimleri Kur’an’ın bir harfinin bile değiştirilemeyeceği görüşündedirler. Burada “Ha” yerine “MinHa”yı veya “BiHa”yı koysak tüm kamu yönetimi ve ekonomik hareketin belkemiği olan hükümleri kaybetmiş oluruz. Hazreti Peygamber ve arkadaşları, hattâ Raşid Halifeler, Kur’an’ın bu inceliklerini bilmeden tüm uygulamaları uygun olarak yaptılar. Bu da Kur’an’ın ilâhi söz olduğunun delili olduğu kadar, Hazreti Muhammed’in de nebi-resul olduğuna delildir. Çünkü tüm uygulamalar sünnete dayandırılmıştır.
فَبَشِّرْهُمْ
(Fa BaşŞıRHuM)
“Onları tebşir et.”
“Bişr” tüysüz deridir. İnsanın yüzüne sevinç ve üzüntü akseder. Sevinirken yüzde güzellik meydana gelir. “Tebşir etmek” demek, ileride sevindirecek bir haberi vermek demektir. “İnzar” ise kötü haberi vermektir.
Ahbar ve ruhbana giden zamir cem olarak gitmektedir. Çünkü onlar da bir gruptur. Tebşir edilen kötü bir şeydir. Kur’an bu ifadeleri sıkça kullanmaktadır. Elim azapla tebşir ediliyor. Çünkü elim azap sayesinde insan cezasını çekmiştir ve kurtulacaktır.
Bu ifadeler cehennemde olanların sonunda iyiliklerle karşılaşacaklarını ifade eder. Uygulamada kötülük olanlar sonuç olarak iyi olmaktadır. O halde cehennem de rahmettir. “Benim rahmetim her şeyi kapsamıştır” ifadesi bunun izahıdır.
بِعَذَابٍ أَلِيمٍ
(Bi GaÜAvBin EaLıYMın)
“Elim azab ile”
“Elim” sıkıcı demektir.
“Azab” da tatlı duygulardır.
O halde cehennem azabı öldürücü değildir. Cehennem azabı intikam azabı değildir. Cehennem azabı mağfiret azabı, aklanma azabıdır.
“Bi” harfi azabın cüziyetini, “azab” kök olarak acı değil tatlı olduğunu, “elim” öldürücü değil sıkıcı olduğunu ifade etmektedir.
يَوْمَ يُحْمَى عَلَيْهَا فِي نَارِ جَهَنَّمَ فَتُكْوَى بِهَا جِبَاهُهُمْ وَجُنُوبُهُمْ وَظُهُورُهُمْ هَذَا مَا كَنَزْتُمْ لِأَنْفُسِكُمْ فَذُوقُوا مَا كُنْتُمْ تَكْنِزُونَ (35)
(YaVMa YuXMAv GaLaYHAv FIy NAvRı CaHanNaMa Fa TuKVay BiHAv CiBAvHuHuM Va CuNUvBuHuM Va JuHUvRuHuM HAvÜAv MAv KaNaZTuM LiEaNFuSiKuM Fa ÜUvQUv MAv KuNTuM TaKniZUvNa)
“O gün cehennem nârında onların üzerine ihma edilir, onlarla cibahları, cenbleri ve zahrleri ‘bu sizin nefisleriniz için kenz ettiklerinizdir, kenz ettiğinizden dolayı zevk edin’ diye key edilir.”
Bu âyet burada olmasaydı, bundan önceki âyette geçen elim azabın dünya azabı olduğunu anlardık. Bu âyetten dolayı öyle anlamayıp hep âhiret azabı olarak yorumladık. Bir âyetten sonra cümle devam ediyorsa, ona iki şekilde mana veririz. Önce dururuz, ikinci âyet yoksa ona manayı öyle veririz. Sonra da birinci âyeti iade ederek devam edilir. Buna göre yukarıdaki azab dünya azabıdır. Rahatlıktan sonra sıkıntıya girileceğini, krizli bir dünya yaşanacağını bize haber vermektedir.
İade edilerek âhiretteki azap anlatılacaktır. Buradaki “Yevme” azabın zarfıdır. Ihma edileceği günün azabını tebşir et anlamına gelir.
فبشرهم بعذاب اليم يعذب فى يوم ما يحمى فيه على الذهب والفضة فى نار جهنم فتكوى بها جباههم
Onları, altın ve gümüşün cehennemde altın ve gümüş üzerinde ısıtılacak ve onlarla alınların key edileceği yevmde tazib edileceği elim azabı tebşir et.
“Elim azab” altın ve gümüş üzerinde kızdırılacak, bu altın ve gümüş cehennem içinde kızdırılacak. Cehennem ateşi ile kızdırılacak. “Yuhma”nın naibi faili “elim azab”dır. Demek ki burada kızdırılacak olan elim azabdır. Sonra onunla damgalanacak. Demek ki altın ve gümüşten yapılmış kap içinde bir şey pişirilecek ve sonra onunla alınlar, yanlar ve sırtlar damgalanacak, ısıtılacak.
“Hamam” ısıtmadır. “Himaye” ise şeklini korumadır. “Hamim” de koruyucu demektir. “Azabı elim” bir maddedir. Altın ve gümüşten yapılmış kapta pişirilir. Onunla vücudun etrafı sürülür, “işte bu sizin kenz ettiğinizdir” denir.
Burada tasvir edilen nedir?
Cehenneme gidildiğinde insanlar molekül hayattan atomik hayata geçeceklerdir. Çekme ve itme moleküller arasında değil atomların arasında yani çekirdekler arasında olacaktır. İnsanlar bu geçişle ateş içinde yaşayacak hâle gelirler. Yani bugün ateşe dayanıklı olmayan beden o gün ateşe dayanıklı beden hâline getirilecektir. Bu da altın ve gümüş kaplarda yapılan bir maddenin vücuda sürülmesi ile sağlanacaktır.
Kur’an’ın başka âyetinde orada ne ölürler ne yaşarlar deniyor. Orada krizalit dönemi anlatılıyor, burada onun nasıl yapılacağını anlatıyor. Burada cehennem nârından bahsedilmektedir. O halde cehennem nârı kendisine özgü bir nârdır. Yakıtı taş ve insan olan bir nârdır. Yani o nâr bizim bugün bildiğimiz nâr değildir.
“Key etmek” dağlamaktır. Sıcak bir maddeyi deri üzerine koyup onu ısıtmaktır. Yakmak değildir. Yani derinin yapısı değişmiyor, deri sadece biraz fazla ısıtılıyor. Böylece bazı mikropların ölümü ile sağlığa kavuşturuluyor. Cehennem ateşinde böyle bir ısıtma ile insanın molekül yapısı atomik yapıya dönüşüyor.
Burada şu soru sorulur.
Dünyada altın ve gümüş stok etme ile âhiretteki bu dönüşmenin ilgisi nedir?
Buradan şunu öğreniyoruz ki dirildiğimiz zaman bu dünyadaki varlıklarımızla beraber dirileceğiz. Burada biriktirdiğimiz altınlar ve gümüşler orada bulunacaktır. Bu dünyada altın ve gümüş ancak döngü içinde işe yarar. Çünkü üretime, tüketime, değişime ve kredileşmeye yarar. Onu hapsederseniz hiçbir işe yaramaz, kendisinin de işe yaramaz. Allah onu yararlı hâle getirecektir. Onlarla yapılacak kaplar içinde pişirilecek malzeme ile moleküler hayattan atomik hayata geçilecektir. Bedenler ateşe dayanıklı hâle getirilmiş olacaktır.
Siz onları kendi nefsiniz için hazırladınız, biz de şimdi sizin için onu kullanıyoruz denmektedir.
Alın, yanlar ve sırtlar ifade edilmiştir. Alın insanın düşüncesini ifade eder. Sırt ise yük taşıyan kasları ifade eder. Yanlar da kemikleri ifade eder diyebiliriz. Aslında bütün vücut kastedilmekle beraber atomik yapıya dönüşmenin dışarıdan başlanacağına işarettir. Değişik yerlerde dönüşme olacak, sonra sonunda bütün hücre dönüşmüş olacaktır.
“Kenz ettiğiniz sebebiyle zevk edin” denerek o kenzin onları cehenneme gönderdiğini ifade etmektedir. Suda yaşayan balıklar için karaya çıkmak cehenneme girmedir. Karada yaşayanlar için de su öyledir. Cennette yaşayanlar için cehennem azap yeridir. Cehennem halkı için de cennet azap yeri olur. Ama yeryüzünde evrim denizden karaya doğru olmuştur. Cehennem halkı da bir zaman sonra cennete çıkabilirler.
Biz şunları söylüyoruz.
Bir suç sınırlıdır. Sınırlı hiçbir şey sonsuz olamaz. O halde sınırlı suçun cezası sonsuz olmaz. Cehenneme gidenlerin bir gün cezaları bitecektir. Seneyi istediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Sonra ne olacak? İki şey olabilir. Ya cehennem halkı oraya alışır, artık orası onlar için azab olmaz, uzbe olur. Yahut oradan çıkılır, arafa veya cennete gidilebilir. Bu iki çözüm dışında bir çözümü akıl kabul etmez. Allah’ın zalim olmadığı ifadesine uymaz. Aksi takdirde kimseye zerre kadar fazla ceza verilemez kuralına uyulmamış olur.
يَوْمَ
(YaVMa)
“O gün”
“Gün” kelimesi üç türlü kullanılır. “Yevmen” nekredir. Herhangi bir gündür. Diğer ikisi marifedir, “el-Yevm” bugün demektir. “Yevme” “el” getirilmeden tenvinsiz o gün yani yaşadığımızın dışında başka bir gün kastedilir. Burada kastedilen gün haşr günüdür.
Bir gün gelecek yeryüzü ve gökyüzü değişmeye başlayacak ve belli değişiklikten sonra insanlar yeryüzüne dördüncü boyutta birlikte geleceklerdir, bu dünya hayatının devamı olarak geleceklerdir. Muhakeme ve muhasebeden sonra kimi cennete kimi cehenneme gidecektir. Burada anlatılan gün o gündür. Cennet cehennem günü değil yine bu dünya günüdür. Hesap bugünkü dünyada olanların devamı içinde verilecektir. Soruşturma zamanıdır ve yeridir. “Yevme” azabın sıfatı olan mahzuf yuazzabu fiilinin zarfıdır. Lafzen mensubdur. Tenvinin gelmeyişi yaşanan günü değil başka günü ifade etmesidir.
يُحْمَى
(YuXMAv)
“Hamy edilir”
“Yuhma” “XMV”den gelen bir fiildir. Isıtmak anlamındadır. Hamam da sıcak demektir. Meçhul sigası ile getirilmiştir. Isıtan zikredilmemiştir. Hamam kelimesine akraba olmasından anlıyoruz ki bu ısıtma insanın elini yakmayacak. Etin bozulmasını önlemek için ateşte yakmadan kavurursun. Bu ısıtma o ısıtmadır.
عَلَيْهَا
(GaLaYHAv)
“Onun üzerine”
Bütün madenlerde yemekler pişirilemez, bazıları yemekleri zehirler. Bakır böyledir. Bunun için bakır kapları kalaylarlar. Gümüş ve altın üzerinde yemek pişirilir. Zehir yapmaz. İlk okunduğu zaman sanki altın ve gümüşle key edilecektir, sanılır. Altın ve gümüş içinde ısıtılan şeyle key yapılır.
Hangi maddeler ısıtılacaksa onun üzerinde ısıtılır ve onunla alınlar, yanlar ve sırtlar key edilir. Burada okuduğumuz zaman onların cezalandırılması için bunun yapıldığını anlarız.
Âyet üzerinde dikkat edilirse cezalandırma faslı olsa da bir dönüştürme amaçlı olduğu anlaşılacaktır.
فِي نَارِ جَهَنَّمَ
(FIy NAvRı CaHanNaMa)
“Cehennem ateşinde”
Cehennemde değil cehennem ateşinde.
“Cehennem” fırın demektir.
“Cehennem ateşi” cehennemi ısıtmak için oluşturulan fırındır.
Kur’an’da cinlerin ateşten var edildikleri beyan edilmektedir. Ateş yüksek sıcaklığı olan bir yerdir. Nâr ile nur aynı kökten gelmektedir. Nur ışıktır. Nâr ise ışık salan yerdir.
“Nurdan yaratılmıştır” denmiyor, “nârdan yaratılmıştır” deniyor.
Işıktan değil ışık salan yerden anlamındadır. Işık iki şekilde çıkmaktadır. Biri kömür ile oksijenin birleşip CO2 olması ile ışık çıkar.
Buradaki “nâr” yanan kömürdür.
Diğeri de iki hidrojenin birleşip helyuma dönüşmesi ile ortaya çıkar.
Yani ışığın kaynağı ikidir.
Atomların birleşip yeni molekül oluşturması ile ışık çıkar.
Diğeri ise iki atom birleşir, yeni atom oluşur.
“Cehennem ateşi” dendiğinde anlaşılan, atomların birleşip yeni atomun oluşması şeklindedir. Güneşte yeryüzünde mevcut olan kömür, oksijen, azot ve fosfor gibi atomların varlığını bilmekteyiz. Saldıkları ışıkların tahlilinden biliyoruz. Bunların atom numaraları değişmiyor ama atom ağırlıkları değişiyor. Bu değişme sayesinde ışık salıyorlar. Bu ışıkları atom yapılarının değişmesi ile salmaktadırlar. Cinlerin hayatı böyle oluşmaktadır. Âhirette cehennem halkının hayatı da öyle olacaktır.
فَتُكْوَى بِهَا
(Fa TuKVay BiHAv)
“Onunla key edilir”
“Küvet” tavan veya döşemede büyük boşluktur. Yıkanılan tahta veya kayadan yapılmış araçtır. Küvetin içinde bitkilerle ısıtılan su ile şifa sağlanır. Sonra demir veya başka şeylerle deriyi ısıtmak da key etme şeklinde anlaşılmıştır.
Kur’an’da bir defa geçen bu kelime kullanılan Arapçada sıcak bir şeyle deriyi ısıtmadır, kızartmadır. Bugün dünya dilerinde “küvet” ise banyonun yapıldığı veya bir şeyin boyandığı yerdir. O halde altın ve gümüş karışımı bir kapta belli maddeler ısıtılacak ve insan onunla dönüştürülecektir.
“Yuhma”nın “Tuhma” olmaması, müzekker olması ile diyoruz ki; burada ısıtılan azabı elimdir, altın ve gümüş değildir. “AleyHa”daki “Ha” altın ve gümüş kaptır.
Buradaki “Ha” nereye gitmektedir?
“Elim azab” müzekkerdir ama key ettikten sonra elim azab değişecek, başka bir şey olacaktır. Zamir ona gitmektedir. O halde mahzuf bir kelime vardır. Azabı elim nârı cehennemde ihma eder, azabı elimin dişisine döner, azabete döner ve onunla key edilir anlamı ifade edilmiş olur.
Bu yorumlamalar size zorlama gelebilir ama müfessirler de bu konu üzerinde uzunca tartışmışlardır. Buradaki zorlama mahzuf olan isme zamir gönderilir mi?
Biz bunu caiz görüyoruz. Başka yerde bu hususu açıklamıştık. ‘Bay Hocaoğlu gelmedi, Bayan geldi’ dersek, Bayan Hocaoğlu gelmiş olur. Arapçada bayan yerine müennes zamir gönderirsen de aynı mana anlaşılır.
جِبَاهُهُمْ
(CiBAvHuHuM)
“Onların alınları”
“Cebhe” alındır. Dönüşme alından başlatılmıştır. Yani sinir sistemi bilinç dönüştürülecektir. Böylece dönüşmeden acı duyulamayacaktır.
وَجُنُوبُهُمْ
(Va CuNUvBuHuM)
“Onların cenbleri”
Ondan sonra dönüştürme kemiklerde yapılacaktır.
وَظُهُورُهُمْ
(Va JuHUvRuHuM)
“Onların sırtları”
Ondan sonra etler dönüştürülecektir.
Yahut hep birden ama ayrı ayrı yerlerde başlayacaktır.
هَذَا مَا كَنَزْتُمْ لِأَنْفُسِكُمْ
(HAvÜAv MAv KaNaZTuM LiEaNFuSiKuM)
“İşte siz bunları kendiniz için kenz ettiniz.”
“Biz de şimdi bunları sizin için kullanıyoruz” denecektir.
Bu söz başlamadan önce mi yoksa başlamadan sonra mı denecektir?
Onlara denmeyecek, ortalığa denecektir. Yani bu işlemi yapanlar melekler ise melekler diyecekler. Onun için “Yukalu” denmemiştir.
فَذُوقُوا
(Fa ÜUvQUv)
“Tadınız”
Dönüşmenin kolay olmayacağı ifade edilmektedir.
Yahut dönüşmeden sonra hayatın kolay olmadığı ifade edilmektedir.
Bizim en zor anlayacağımız olay cehennem olayıdır. Konu sadece bir acı çektirme değildir. Konu molekül hayatından atomik hayata geçmedir.
مَا كُنْتُمْ تَكْنِزُونَ (35)
(MAv KuNTuM TaKniZUvNa)
“Kenz ettiğinizi”
“Kenz ettiğinizi tadın” deyince, altın ve gümüş kabına konan elim azab ve altın gümüş birlikte atomik insana dönüşecektir. Yani altın ve gümüş de atomik yapı içinde yer alacaktır. Bu takdirde “Fa Tukva BiHa”da zamir altın ve gümüşe gitmiş olabilir.
Ben bir varsayım ortaya koydum. Siz bu varsayım üzerinde çalışınız, kendiniz varsayımlar koyunuz, benimkilerden daha iyisini bulabilirsiniz, o zaman o doğru olur.