Tevbe Sûresi-50
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
وَعَلَى الثَّلَاثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُوا حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنْفُسُهُمْ وَظَنُّوا أَنْ لَا مَلْجَأَ مِنَ اللَّهِ إِلَّا إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُوا إِنَّ اللَّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ (118)
***
وَعَلَى الثَّلَاثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُوا حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنْفُسُهُمْ وَظَنُّوا أَنْ لَا مَلْجَأَ مِنَ اللَّهِ إِلَّا إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُوا
(Va GaLay elÇaLAvÇaTi elLaÜIyNa PulLiFUv XatTAy EiÜAv WAvQaT GaLaYHiM eLERWu BiMAv RaXuBaT WAvQaT GaLaYHiM EaNFuSuHuM Va JanNUv EaN LAv MaLCaEa MıNa elLAvHı EilLAv EiLaYHi ÇümMa TAvBa GaLaYHiM Li YaTUvBUv)
“Hulf etmiş üçüne da arz rahubat sebebiyle aleyhlerine dıyk emiş ve nefisleri aleyhlerine dıyk etmiş ve Allah’tan gelene kendisinden başka bir melce olmadığını zannettiler. Onrarın tevbe etemsi için onlara tevbe etmiştir.”
Bu âyette geçmişte cereyan eden olay anlatılmıştır. Bazı kimseler savaşa katılmamışlar. Savaştan dönüldüğünde Hazreti Peygamber onları sorguya çekmiş ve yalandan özürlerini beyan etmişlerdir. Hazreti Peygamber onların yalanlarını yüzlerine vurmamış, serbest bırakmıştır. Onlardan üç kişi ise gerçekleri itiraf etmiş ve istemedikleri için katılmadıklarını beyan etmişlerdir.
Hazreti Peygamber bunlara tecrit cezasını vermiştir. Kimsenin onlarla konuşmamasını istemiş, herkes de bu yasağa uymuştur. Kişiler sıkıntıya girmiş ve elli küsur gün ceza devam etmiştir. Sonunda bu âyet nâzil olmuş ve onlar sevinmişlerdir.
Bu olayda Kur’an’ın “ve a’riz anhum” âyetindeki emir uygulanmıştır. Onlardan ilgiyi kesip görüşmemek ve konuşmamak Türkçedeki küsme olayıdır. Bir kişinin diğer kişiye küsmesi makbul değildir. Ama ceza olarak sürmek, kimsenin onunla konuşmaması cezası medeni cezadır, topluluğun cezalandırmasıdır. Başkan ve hakemler bu hususta karar verdikten sonra kimse onunla konuşmaz ve belli zamandan sonra tekrar konuşmaya başlanır. İşte bu tevbedir. Hapis cezaları yerine dışlama cezası geçerli olacaktır.
Gizli gizli konuşanlar olmaz mı?
Bir yerin güvenliğini sağlamak için yönetime verilmiş iki önemli silah vardır. Biri bucağından sürme, diğeri de bucakta iken onunla kimsenin konuşmaması. Topluluk bu âyete sahip çıkar da konuşmazsa o toplulukta sürgün cezaları azalır. Kişi bununla ıslah olmuş olur. Onunla konuşanlar sürgün cezasına çarptırılmış olurlar. Yani onunla konuşan da artık bucak dışına çıkarılır. Bu çıkış mahkeme kararı ile olursa malları da verilmez, mahkeme kararı olmadan başkan tarafından sürülürse malları kendisine verilir. Başkanın adama ölüm cezasını uygulaması hâlinde diyet ödenir ama hakem kararı ile ölüme çarptırılan için diyet ödenmez.
Bu âyetin fıkıh bakımından bu şekilde açıklaması ancak nüzul sebebi ile ilgilidir. Hazreti Peygamber uygulamıştır. Bu âyete göre değil, “ve a’riz anhum” âyetine göre uygulamıştır. Bu âyetle de o i’razı kaldırmıştır.
Bu yorum tarihi bakımdan doğrudur. Kur’an hitap ettiği kimseye, yere, zamana ve şartlara göre yorumlanır. Bütün cümleleri öyledir. Kur’an’ı okuyan kimseye okuduğu zaman hitap eder, o gün o yerde o kişiye ve bulunduğu şartlara göre mana kazanır. Bu ona ilhamla doğar. O manaya göre amel etmesi o kişiye farz olur. Eğer bir toplulukta herkes bir manayı aynı şekilde anlıyorsa, ona herkes uymak zorundadır. O topluluğun kuralı kural olur. Artık fertler bu kuralı değiştiremezler. Değiştirmek için yine ittifak gerekmektedir.
Burada “selase” kelimesi üç kişiye raci olacağı gibi üç topluluğa da raci olur. Demek ki bu âyet şimdi bize nâzil olmaktadır. Bugün böyle bir üç kişi veya üç topluluk vardır. Bunlar geri bırakılmışlardır. Kendileri tecrit olmuşlardır ve sıkıntıya girmişlerdir.
Bu üç kişi kimdir?
Bunların tesbiti ile ilgilenmeyeceğim. Bugün hâlen faaliyette bulunan üç topluluk da kastedilmiş olabilir. Onun üzerinde de durmayacağım. Bu hususta şimdilik görünür açık bir topluluk yoktur. Bugün bu şekilde hareket eden topluluklar vardır. Ne var ki bunlar üç değil ikidir. Herhangi bir sıkıntıları yoktur. AK Parti galibiyetin sarhoşudur, saldırıyor. Cemaat da geri vitesimiz yok diyor. Bunlar birbirlerine saldırıyorlar.
Biz bu âyeti tarihi boyutu ile manalandıracağız.
Bundan önce iki gruptan bahsetti. Hazreti Peygamber ve arkadaşlarından bahsetti. Sonra müminlerden bahsetmişti. Biz o müminleri dört halife devri olarak yorumlamıştık. Şimdi de üç yeni grup eklenmektedir. Biz bu grubu halifelerden sonra gelen dönemler olarak anlıyoruz; Emeviler, Abbasiler ve Türkler dönemi olarak görüyoruz. Sünniler, Şiiler ve ehl-i tarik olarak da gruplandırabiliriz.
İnsanlık şimdiye kadar üç dönem geçirmiştir.
Hazreti Nuh öncesi dönem kişi yönetimi dönemidir. Bu dönemde kabile başkanları Allah’tan aldıkları ilhamlarla kabilelerini yönetirlerdi.
Hazreti Nuh aleyhisselamdan itibaren vahiy dönemi başladı. Artık yazılı vahiy gelmektedir. İnsanlar vahiyle oluşturulmuş yazılı kurallarla yönetilmeye başlamışlardır.
Kur’an’dan sonra ise insanlar artık doğrudan vahiyle değil, dört delile istinaden kendilerinin içtihat ve icmaları ile ortaya koydukları kurallarla yönetilmeye başlanmıştır. Bu dönem insanlık için büyük inkılâptır. Kuralları kendin koy ve kendi koyduğun kurallara uy; kendiniz sözleşmelerinizi yapınız ve kendi yaptığınız sözleşmelere uyunuz. Başkanını sen seç, istediğin zaman da başkanını değiştir ama seçtiğin başkana itaat et. İhtilaflarda hakemleri taraflar seçsin, başhakemi de hakemler seçsin ama ondan sonra artık onların verdiği kararlara uysun. İşte Kur’an bu büyük inkılâbı gerçekleştirmiştir.
Kur’an’ın ikinci büyük inkılâbı ise babadan oğula intikal eden peygamberlik ve babadan oğula intikal eden saltanatın sona erdirilmesidir. Kur’an’dan önce insanlar kendi içtihatları ile değil, kendilerine öğretilenlerle yönetiliyorlardı. O dönemde bu öğrenme ve öğretme ancak babadan oğula yapılabilirdi. Ne o gün gelişmiş ilim ve kitaplar vardı, ne de öğretmenlik yapılan siteler vardı. Eğitim ancak aile içinde alınabiliyordu. Yönetimle ve hukukla ilgili eğitim de böyle sağlanabiliyordu.
Oysa Kur’an’dan sonra yeni öğretme ve öğrenme imkânları doğdu. İlimler çok gelişti. Artık babadan oğula intikal eden eğitim yeterli olmadı; nitekim olmayacaktı. Kur’an yönetimin ve eğitimin aile içi öğrenimi ve eğitimi yerine, okullarda ve dershanelerde öğrenilmesi sistemini getirdi. Babadan oğula intikal eden sistem kaldırıldı.
Hazreti Peygamber’e erkek çocuk verilmedi, dolayısıyla onun yerine geçme imkânı kaldırıldı. Kadınların devlet başkanı olma sistemi de kaldırıldı. Böylece Kur’an babadan oğula intikal eden bir sistemi ortadan fiilen de kaldırdı. Hazreti Peygamber kendisinden sonra yerine geçecek başkanı da vasiyet etmedi. Hattâ rivayet edilir ki ölüm zamanında arkadaşlarına kâğıt kalem getirin, ben vasiyet yapacağım, onu yazın demiş; arkadaşları, Allah hasta iken sana bir şey vahyetmez deyip vasiyet etmekten vazgeçirmişlerdir. Bu rivayette muhtemeldir ki kendisinden sonra kimin geçeceğini vasiyet etmeyi murat etmiş olsun. Hazreti Peygamber’in ölümünden sonra, cenazesini kaldırmadan önce başkanlarını seçmişlerdir. İlk defa Hazreti Ömer Hazreti Ebubekir’e biat etmiş, sonra oradakilerin hepsi biat etmiş ve seçmişlerdir. Ondan sonra Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali seçilmişledir.
Bundan sonra Hazreti Ali’nin çok kabiliyetli çocukları vardı. O öldükten sonra hilafet onlara geçebilirdi. Ama Allah bunu onlara nasip etmedi. Sahabeler saltanatın babadan oğula geçmeyeceğinde icma etmişlerdir. Başkanın ismi zikredilirken de uli’l-ilmi ve’l-cismi denmekle yönetimin babadan oğluna intikaline son verilmiştir.
İşte bu böyle iken ne oldu?
Emeviler devreye girmiş, yönetime Emeviler hâkim olmuş, ondan sonra şeriata aykırı olarak saltanat babadan oğula intikal etmeye başlamıştır.
Araplar bunları mütegallibe kabul etmiş, başkanlıklarının meşru olmadığını bilmiş iseler de fiilen başkanlıkları geçerli olmuştur. Bir asra yakın zamanda tamamen, bir asırdan sonra da asırlarca saltanat sürmüşlerdir. Doğuda hükümdarlıklarını kaybetmişler ama Batıda Endülüs’te asırlarca hükümranlıklarını sürdürmüşler, büyük uygarlıklar kurmuşlardır.
İşte üçten birileri bunlardır, Emevilerdir.
Emevilerin bir özelliği de Arapçılık yapmaktı. İşgal ettikleri ülkeleri Araplaştırıyorlardı. İslâmiyet’i Arapçılıkla birleştirmişlerdir. Bugün Kuzey Afrika’nın tamamı Arapça konuşur, Suriye ve Irak Arapça konuşur. Böylece İslâmiyet’in temeli olan biat yoluyla yönetim sistemini bozarak hanedan yönetimine ve Araplaştırma siyasetine dökmüşlerdir.
Emevilerin Arapçılığına karşı ilk direnenler İranlılar olmuştur. Uygarlıkları Kur’an öncesi Arap uygarlığından çok daha büyük olan İranlılar, İslâmiyet’i kabul etmekle beraber Arapçılığı reddetmişlerdir. Ne var ki bu dini bir direnme değil, sadece ırkı direnme idi, kavmi direnme idi. Onların mantığında da saltanat geleneği vardı. Bunlar Hz. Ali’nin çocuklarının iktidarda olmasını istiyorlardı. Bu sebeple Araplarla birleşerek Emevi saltanatını devirdiler.
Ne var ki Emevilerin yerine Hz. Ali’nin çocukları değil de Hz. Peygamber’in amcası olan Abbasilerin çocukları geçmişlerdir. Hz. Ali’nin çocuklarının iktidar olması demek, Arabistan’ın ve İslâm âleminin kan gölüne dönmesi demekti. Çünkü Emeviler Hz. Ali taraftarlarına büyük zulümler yapmışlardır. Bu sebeple Arap Müslümanları Hz. Ali taraftarları yerine Abbasileri getirdiler. Böylece Arabistan’da ikinci sülale dönemi başladı.
Bu yeni dönemde de İran halkı hep direnmeye devam etti. Kendilerini Hz. Ali’ye mensup kabul ettiler ve Abbasileri tanımadılar. Onların üzerine tayin edilen valiler tarihin en büyük zulmünü yaptılar. Bununla beraber Abbasiler Arapçılıktan vazgeçtiler. Hanedan anlayışı devam etti, Arapçılık sona erdi.
Böylece Müslümanlar yeniden İslâmiyet’e doğru yönelmeye başladılar.
Kur’an’ın getirdiği düzen ve şeriat insanlık şeriatı idi, Kur’an tüm insanlara nur idi. Ama siyasette dünya tek devleti anlayışı yoktur. Şeriat yönüyle tüm insanlar bir ümmettir ama yönetim yönüyle her kavmin kendi hâdisi vardır. Aynı dili konuşan devletler kendi düzenlerini kurarlar ve güvenliği de kendilerinin oluşturduğu ordularla sağlarlar, hakemlerden oluşan yargının kararlarına uyarak barış içinde yaşarlar.
Abbasiler de eski hataları sürdürdüler, merkezi yönetimi esas aldılar, tüm İslâm âlemini bir devlet altında toplamaya çalıştılar. Güçleri yetmediği için hiçbir zaman bunu başaramadılar ama merkezi yönetim onların temel düzenleri olmuştur.
Hazreti Peygamber Arap Yarımadası dışında yani Araplardan başka kimseyi yönetime almamıştır. Arap Yarımadası’nın fethi bitince kendisinin de ömrü sona ermiştir. Suriye, Irak ve Mısır hep Hazreti Peygamber’den sonra fethedilmeye başlanmıştır. Bu yayılma hatası dört halife döneminde olmuştur. Onun sonucu olarak Sahabeler birbirine düşmüş ve o çatışma günümüze kadar sürmüştür.
Bugün hâlâ mezhep savaşları çıkarılmak istenmektedir.
Hazreti Ali’nin dört hatası olmuştur.
a) Baştan beri halifeliğin kendi hakkı olduğunu sanmıştır. Gerçi diğer üç halifeye karşı çıkmamıştır, hep yanlarında olmuştur ama çevresi bunu daima istismar etmiştir. Oysa onun hilafeti kabul etmemesi gerekirdi. Danışman olarak çok daha etkili olur, bin yıl süren kavgalara sebep olmazdı. Bugünkü Türkiye’de R. Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığına soyunması da böyle bir hatadır.
b) Hazreti Ali merkezini Medine’den Irak’a taşımıştır. Böylece çevresinden yani asıl onu destekleyenlerden uzaklaşmış, onların yerine menfaatçiler toplanmıştır. Medine’deki o faziletli sahabeler yanında kalmamıştır.
c) Hazreti Ebubekir ve Hazreti Ömer, hattâ Hazreti Osman istişare ederek işlerini meşveretle yürüttükleri halde, Hazreti Ali meşverete önem vermemiştir. Bu sebepledir ki Medine’yi terk etmede mahzur görmemiştir.
d) Medine’de kalacak, Hazreti Peygamber zamanında fethedilen Arabistan’ın yönetimini elinde tutacak, fethedilen diğer ülkelerin yönetimini o ülkeleri fethedenlere bırakacaktı. Aralarındaki ihtilafları da hakemler yoluyla çözecekti.
İşte bu hataları sebebiyle hükümranlık onun elinden gitmiş, önce Emevilerin, sonra Abbasilerin eline geçmiştir. Abbasiler de Irak’ta hükümdarlık sürdürmüşlerdir. Arapçılık yapmadıkları için de varlıklarını daha uzun zaman devam ettirdiler. İranlılara ve Araplara karşı kendi saltanatlarını korumaları için Türklerden oluşan ordular oluşturdular. Arapçılık yapmadıkları için de İslâm medreselerinde tüm dünyanın âlimleri okudu ve okutuldu. Hattâ Müslüman olmayan ilim adamları da oralarda yetişti ve katkıda bulundu.
İslâm uygarlığı Abbasiler zamanında doğdu. Ondan sonra yeni uygarlık değil, var olan o uygarlığın yaygınlaşması sağlandı. Buradaki üçlerden biri Abbasilerdir. Merkezi yönetim devam etmiştir, hanedanlık sistemi devam etmiştir.
İslâmiyet süratle yayılıyor, yepyeni ileri uygarlıklar doğuyordu. İslâmiyet’in artık bir siyasi birlik içinde olması imkânsız hâle gelmiştir. O tarihlerde dünyada yenilik olmaktadır. Müslümanlar ve Araplar savaşlarda yeniliyordu ama yenenler Müslüman oluyordu. Moğollar dünyayı fethettiler, Abbasileri de ortadan kaldırdılar ama kendileri Müslüman oldular.
Türkler ve Persler Müslüman olunca, Slavlar ve Cermenler de Roma’yı yenmiş ama onlar da Hıristiyan olmuşlardı.
Böylece din artık devletin hâkimiyetinden çıkmış, dinler devletlere hâkim olmuşlardır.
Bu dönem aynı zamanda dinlerin siyasiler tarafından bozularak dinlere kendi amaçlarına göre şekil vermeleri dönemidir. Hindistan’daki Gazneli Mahmut içtihat kapısını kapatarak yeni sorunların şeriat tarafından değil de siyasiler tarafından çözülmesini istemiştir. Bunu yapanlar da bu yaptıklarını dine karşı değil, dini koruyarak yapma iddiasında bulunarak yapmışlardır. ‘Biz Arapça bilmiyoruz, biz onlar kadar âlim olamayız! O halde içtihat nerde biz nerde!’ deyip dini sadece eski içtihatlara hapsetmişlerdir.
Bu iddia İslâmiyet ve Kur’an’ı reddetmekten başka bir şey değildir.
İslâm âlimleri de buna karşı şu sistemi geliştirdiler: Devletin idaresi şeriatla değil de siyasetle yapılır, dolayısıyla din siyasete karışmaz, hükümdarlar özgürdür, şeriat yalnız özel hukukta geçerlidir demişlerdir. Böylece özel hukuku keyfi düzenden kurtarmışlardır. Ne var ki buna da ancak yeni içtihat yapmamak şartı ile izin verilmiştir.
Yönetimde şeriatı tamamen yok eden bu uygulama sayesinde İslâmiyet dünyaya yayılmış, her tarafta İslâm halkı oluşmuş, medreseler kurulmuş, halk Kur’an’ı öğrenmeye başlamıştır. Bu dönemde Hıristiyanlık da Batı’da yayılmaya devam etmiştir.
İşte, üçüncü topluluk Türklerdir. Raşid Halifelerden sonra gelen Emeviler, Abbasiler ve Türkler bu üç topluluğu oluşturmuşlardır.
Türklerin İslâmlığı şöyle başlar. Türklerle Araplar çetin bir şekilde savaşmaktadırlar. Araplar Orta Asya’yı almış, Çin hudutlarına dayanmışlardır. Savaşlarla Arap orduları merkezlere hâkimdir ama halk henüz İslâmiyet’i kabul etmemiştir. Halklar kendi dağlarında ve kendi köylerinde eski dinlerinde yaşamaktadırlar. Manihaizm veya Budizm dinlerinde devletlerini yaşatmaktadırlar. Arap Müslümanları Kırgızistan’ın Talas mevkiinde Çinlilerle karşılaşmışlardır. Çin ordusunda bulunan Türkler orada cephe değiştirdiler ve Müslümanlar tarafına geçtiler. Böylece Müslümanlar galip gelirler ve o tarihten sonra da Türkler ile Müslümanlar arasında barış başlar. Sonunda Karahanlıların hükümdarı Saltuk Buğra Han Müslüman olur ve onun ardından tüm Türkler Müslüman olurlar. Karahanlı devleti kurulur. Bu arada Hindistan’ı Gazneliler fetheder, büyük uygarlık oluşur. Moğol İmparatorluğu dünyanın en büyük devleti olur, Cengiz Han’ın dört oğluna kalır. Çin’deki oğlu Budist olur ama diğer üç oğlu Müslüman olur. Bu arada Selçuklular Abbasileri korumaya devam ederler. Bu arada Anadolu’yu fethederler, sonra onların yerine Osmanlılar geçer. İslâmiyet’in son 500 yılı Türklerin hâkimiyetinde geçer.
Türklerin yaptığı en büyük hata elbette içtihadın kaldırılmasıdır. Hiç delile ve kaynağa dayanmadan içtihadın kaldırılmasına Selçuklular ve Osmanlılar da büyük bir iştahla sarılmışlardır. Osmanlılar bir de şeyhülislâmlık icat ederek bugünkü Anayasa Mahkemesi’nin temelini atmışlardır. Şeyhülislâm din adamı değil ilim adamıdır. Osmanlılar tekkeleri serbest bırakmış, onları propaganda aracı olarak kullanmışlardır ama siyasetlerini dine değil ilme dayandırmışlardır.
Bugünkü Avrupa uygarlığını ateşleyen Osmanlılar olmuştur. Avrupalılar Viyana’ya kadar gelen Osmanlılardan korunmak için çaba sarf etmişler ve başarıya ulaşmışlardır. Ne var ki Osmanlı hanedanının yapısı Bizans imparatorlarının yapısı olmuştur.
Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı kabul etmiş ve ikiye ayrılmıştır. Doğu Roma imparatorla uzlaşmış bir siyasi yapıya sahip olmuş, Batı Roma ise Papa ile uzlaşmış devletlerden oluşmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu da Bizans usulü devlet yapısını benimsemiş, halifeliği zorla almış ve din ile uzlaşmıştır.
Bu usul bugün hâlâ devam etmektedir. Diyanet İşleri Başkanlığı patriklikten başkası değildir, İslâmiyet’te hiçbir yeri yoktur. Devletin dini okullar açması ve kendi programını dayatması İslâmiyet’e karşı işlenmiş cinayetlerin başında gelmektedir. Hayrettin Karaman gibi bazı arkadaşlarımız başarının İmam-Hatip Okullarından (liselerinden) geçeceğine inanmaktadırlar. Bu âyette zikredilen üç gruptan biri de bu mantığın kurbanı olan Türklerdir.
Buradaki “Alâ” ile baştaki nebi ve arkadaşlarına olan “Alâ” atfedilmiştir. O dönemde ikiye ayrılmış nebinin dönemi ve dört halifenin dönemi, sonra da “ve Alâ” diyerek o iki büyük dönem atfedilmiştir. Bunun üç sahabe ile manalandırılması ve sadece bununla yetinilmesi Kur’an’ı basitleştirmek olur.
“Ellezîne Hullifû” dendiği zaman onlar İslâmiyet’ten ayrılmışlardır, İslâmiyet’i tahrif etmişlerdir. Ne var ki bu tahrif kendiliğinden olmamış, Allah’ın takdiri ile olmuştur. Çünkü insanlık henüz Kur’an’ı kendi içtihadıyla uygulayacak dönemlere gelmemiştir. Bunun için yirminci yüzyıl beklenmiştir. Kur’an ancak bugün uygulanabilir şartlara ulaşmıştır. “Hullifu; tahlif edilmiştir” denmektedir.
Bu dört döneme halkların bu durumları neden olmuştur. “Hattâ” ile açıklanmaktadır. Usulde “Hattâ” illetlerin yanında bir ifade sayılır. Tahlif edildiler, Kur’an düzeninden uzaklaştırıldılar. Bunun sebepleri dört grupta toplanmaktadır.
a) Tarım döneminde yaşıyorlardı. Yer genişti ama yeterli ürün alamıyorlardı. Toprak edinmek zorunda idiler.
b) Kendi iç güvenliklerini şeriat düzeniyle sağlayamadılar, zorunlu olarak askeri düzene geçtiler.
c) Bu uygulamalar gösterdi ki Kur’an düzeni olmadan insanlık sorunlarını çözemez. Şeriattan her uzaklaşma insanlığı çıkmaza götürmektedir. İnsanlara göstererek öğretmek için bu yapılmıştır.
d) Kendi düzenlerini kendileri kursunlar. Dikte edilerek değil de kendi çabaları ile bunu yapsınlar. Tevbe etsinler diye tevbe etti yani kendi hidayetlerini kendilerine buldurdu.
وَعَلَى الثَّلَاثَةِ
(Va GaLay elÇaLAvÇaTi)
“Ve üçünün üzerine”
Evet, Allah nebi, muhacir ve ensar üzerine tevbe etmiştir. Sonra onların bazıları üzerine yine tevbe etmiştir. Ayrıca üç topluluk üzerine tevbe etmiştir.
Buradaki “selase”yi üç kişi değil de üç topluluk olarak anlamak daha sahihtir.
Kişiye yapılan tevbe ile bir uygarlığı kurup insanlığa hediye eden topluluğu aynı “Ve” ve “tevbe” üzerinde cem etmek çok beliğ bir cem olmaz.
Kur’an nâzil olduğu zaman onun kolay anlaşılması için olaylar tertiplenir. O gün o şekilde anlaşılarak hepten abes cümle söylenmez. O gün olay üzerine nâzil oldu. Ancak bu “üç” kelimesi binbeşyüz yılın hikâyesini anlatmaktadır.
الَّذِينَ خُلِّفُوا
(elLaÜIyNa PulLiFUv)
“Tahlif edilenler”
“Tahlif olanlar” denmemekte, “tahlif edilenler” denmektedir. Yani bu üç uygarlık, üç mezhep Kur’an’ın düzeninden uzaklaştılar ama bunu kendileri yapmadılar, Allah böyle takdir ettiği için böyle oldu. Onun için “Hullifû” denmektedir. Yoksa “Hallefû” olması gerekir.
Kur’an bunların Kur’an’dan ayrıldıklarını söylemekte ama onları suçlamamaktadır. Peygamberin yaptıklarını denk görmektedir.
Tevbe kelimesinin manasını bir günahtan dönme değil de birine dönme şeklinde anladığımız zaman, Allah İsrail oğullarından müminlere döndü anlaşılır ve bu durum tarihin seyrini anlatmaktadır. Allah arşa istiva etti dendiği zaman, arştan yönetti demektir. Fiilen karışmadı ama yönetimi de bırakmadı anlamında olduğu gibi; tevbe de insanların Allah’a dönmeleri, Allah’ın da onlara dönmeleri yani buluşmaları ve görüşmeleri anlamındadır.
Bugünkü uygarlık seviyesine insanların nasıl geldiği anlatılmaktadır.
حَتَّى
(XatTAy)
“Ta ki”
“Hattâ” kelimesi “Li” mansına da gelir, böyle olduğu için böyle oldu. Yani onlar sıkıntıya girince Allah onlara böyle yaptı. Olayların oluş sebeplerini anlatmaktadır.
Kur’an ancak bugün ulaşılan uygarlık imkânları içinde tam uygulanır durumdadır. Henüz uygarlaşmamış topluluklarda Kur’an uygulanamadığı için Kur’an en son gönderilmiştir. Kur’an’da öğretilenlerle insanlık Kur’an’ın uygulanacağı seviyeye yükseltilmiş, o zamana kadar Kur’an’ın bazı hükümlerinin uygulanmasına izin verilmemiştir.
İşte buna işaret etmek üzere “Hattâ” denmiştir.
Bugünkü ulaşım, haberleşme, aydınlatma ve bilgisayar teknolojileri sayesinde Kur’an uygulanır hâle gelmiştir. Ne var ki dünyayı bu hâle getiren de Kur’an’ın kendisidir.
Bu sır anlaşılmasın diye Batılılar medreseleri kapatıp kendi yalanlarına bizi de şartlandırmışlardır.
Gelecekte insanlık tarihi ele alınıp ortaya gerçekler konunca bugünkü uygarlığın Müslümanların değil Kur’an’ın eseri olduğu anlaşılacaktır.
Allah Kur’an’ı bütün insanlığa göndermiştir, yalnız Araplara göndermemiştir.
Kur’an’ın ilk uygulaması “Sünnet” ile yapılmıştır. Ondan sonra “istişare” ile devam edilmiş. Sonra “Fıkıh” diye bir ilim doğmuştur.
Yunanistan’da tümdengelim ve tümevarım ilimleri vardı. Bunu Hazreti İbrahim aleyhisselâm öğretmiştir. Bu türden cinse veya cinsten türe gelmedir. Varsayımlar aklın kesin kabullerine dayanır.
Kur’an bunun yanında “şer’î kıyas” diye bir usul geliştirmiştir. Cinsten türe, türden cinse gitme yerine, türden türe yani yanlamasına ilişki kurmayı öğretmiştir. Bir ocak bucağa, bucak ile (vilayete) bağlıdır. Bunlar iç içe topluluklardır. Bu Yunan aklı ve mantığının konusudur. Kur’an’ın öğrettiği ileri kıyasta komşu ocaklar arasına gidip gelmedir, komşu bucaklar arası ilişkilerdir.
Yine Yunan mantığında yalnız kesin olarak doğru kabul edilen bilgiler vardır. Kur’an bunun yanında zannı delilleri de delil olarak gösterdi. Amel ederken kesin delil aramayacak, zanni delille de amel edeceksiniz. Ama onun doğru olduğunda ısrar etmeyecek, çünkü o sadece kendi ameliniz için size delildir dedi. Bunun sağladığı imkân şu oldu. Eskiden amel ilmin konusu değilken, bundan sonra ilim amel için yapılmıştır. İçtihad yapacaksınız ve ona göre amel edeceksiniz, sonuçlara bakarak hatanızı düzelteceksiniz.
İşte, Batı uygarlığı buna dayanmaktadır, bunu da Kur’an öğretmiştir.
إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الْأَرْضُ
(EiÜAv WAvQaT GaLaYHiM eLERWu)
“Arz onlara dıyk edince”
Emeviler, Abbasiler ve Türkler dönemlerinde ilimlerini kullanarak topraklarının verimini artırmamışlar, onun yerine yeni toprak elde etme durumunda olmuşlardır.
Geçmişte insanlar meyve toplamışlar... Meyvelikler bitince avcılığa geçmişler... Av hayvanları bitince çobanlığa geçmişler... Çobanlık bitince tarımcılığa geçmişlerdir... Tarım yetmeyince mübadele, o da yetmeyince ticarete geçmişler... Kur’an’a kadar bu böyledir.
Kur’an’ın insanlara sağladığı bilgi ve hareketler sayesinde insanlar “mal mübadelesi” yerine “emek mübadelesini” öğrenmişlerdir. Emek mübadelesine geçmeden önce bu üç uygarlık sona ermiştir. Bunlar ancak mal mübadelesini yapıyorlardı, tarım dönemi üretimi içinde idiler. Bunun için savaşmak ve ülkeler fethetmek zorunda idiler. Bu sayede Hıristiyanlık ve İslâmiyet dünyaya yayılmıştır.
Tarlalar ekiliyor ve onunla hayat sürdürülüyordu. Ne var ki tarımcılık yapabilmek için kalabalık aileye gerek vardır. Tüm hayatın gerekleri aile içinde olup bitiyordu. Ancak kalabalık aile yaşayabiliyordu. Dolayısıyla evli çiftler çok çocuk yapmak zorunda idiler, bunlar sayesinde işbölümü gerçekleşiyor ve aile hayatını sürdürebiliyordu. Bu da sonunda toprakların bölünmesine sebep oluyor, artık o topraklar aileyi geçindiremiyordu. Bunun üzerine kabileler ve kavimler kendi topraklarını terk ediyor ve başka yerlere göç ediyorlardı. Bu da uygarlığın yayılmasına sebep oluyordu. Bu yayılışta da Kur’an’ın hükümleri tam uygulanamamıştır. İlay-ı kelimetullah ilkesi içinde meşru yollar bulunmuş ve fethedilen ülkelere adalet götürülmüştü. Ne var ki hakemlik sistemi işletilememişti.
بِمَا رَحُبَتْ
(BiMAv RaXuBaT)
“Rahb nedeniyle”
“Raab” (ayn harfi ile) taşmakta olan dolu kap demektir. “Rhb” (ha harfi ile) dolu ama taşmayacak kadar boşluğu olan kap demektir.
“Rahb” “Rahm” kelimesi ile akrabadır. Rahmeti sebebiyle denmektedir. Genişleme anlamındadır. “Bi”yi “Fî” manasında aldığımızda, genişlik içinde daraldılar anlamı çıkar. “Bi”yi sebep bası olarak anladığımızda, genişlediğinden dolayı sıkıldıkları anlamı çıkar. Kentlerin büyümesi sebebiyle ortaya gelen sıkışıklığı, trafiği ve hava kirliliğini ifade etmektedir. Bugün insanlar kırları terk edip kentlere koşmaktadırlar. Yeryüzünün geniş olmasına rağmen kentlerde sıkışıklık içinde yaşıyorlar. “Rahubet” kelimesi kentlerin büyümesini ifade ettiği gibi kentlerde yaşamanın kolaylığını da ifade etmektedir.
Sanayi için merkezi yerlere ihtiyaç vardır. Tarım için de yayılmaya ihtiyaç vardır. Tarım ile sanayi arasındaki denge oluşmamıştır, sorunlar devam etmektedir.
Bu sorunlar ahşap evlerden oluşan dinlenme siteleri ve yüz dairelik lojmanlı tarım ve sanayi apartmanları ile çözülecektir. Rahmet içinde sıkıntıda olma bugünkü dünyanın sorunudur. Allah bu durumdan tekrar eski denge durumuna döndüreceğini müjdelemektedir. Ocak, semt, bucak, ilçe, il, bölge, ülke, kıta merkezleri ve insanlık şeklindeki teşkilatlanma, bunlar arasındaki halkın parasız yararlandığı ulaşım, dinlenme evleri sanayii ve tarım kentleri, ilmî-meslekî-siyasî-ahlâkî dayanışmalarla insanlık yeniden eski rahbına kavuşacaktır.
Bir taraftan kalabalıklaşarak topluluktan yararlanma, diğer taraftan kalabalık hâline gelen topluluklardaki sorunlar; işte bunlar bu üç dönemin sorunları olmuştur. Kur’an bu sorunların çözüleceğini haber vermektedir. Trafik, hava kirliliği, işsizlik ve güven sorunları bu darlığı oluşturmaktadır.
وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنْفُسُهُمْ
(Va WAvQaT GaLaYHuM EaNFuSuHuM)
“Ve nefisleri kendilerine dıyk etmişti”
“Nefis” kişi demektir. Türkçede “nüfus” olarak kullanılmaktadır. Bir taraftan nüfusun az olmasından zor durumda olan insanlar, nüfusun artması ile sıkıntıya girmeye başladılar. Doğum kontrollerini icat etmeye başladılar. Thomas Robert Malthus, teoriler üreterek yeryüzünün insanlara yetmediğini iddia etmiştir. Oysa bugün köyler boşaldığı halde yine insanlar besin sıkıntısını azlıktan değil, bölüşmedeki aksaklıktan çekmektedirler. Önce boşalan köyler yeniden dolacaktır. Köylere kentteki ruhb götürülecektir. Nüfusun artmasından doğan sıkıntı giderilecektir. Kendi nüfusları kendilerine sıkıntı vermeye başladı.
“Dâkat” kelimesi burada iade edilmiştir. Demek ki yerden doğan darlıkla nüfustan doğan darlık farklıdır. Biri ekonomik darlıktır, biri sosyal darlıktır.
İnsan topluluk içinde ayrı yaşayacak şekilde var edilmiştir. Yalnız kaldığı zaman da sıkılmaktadır, kalabalık olduğu zaman da sıkılmaktadır. Ekonomi bakımından da böyledir. Bir yerde kalabalık olduğu zaman da geçim sıkıntısı çekilmekte, bir yerde nüfus az olduğu zaman da sıkıntı çekilmektedir. İki sıkıntı birbirinden farklıdır. Diyelim ki biri üretimdeki sıkıntıdır, diğeri ise bölüşmedeki sıkıntıdır. Biri eğitimde sıkıntıdır, diğeri ise işte sıkıntıdır.
Bu ifadelerde kalabalıklaşmadan doğan sıkıntılar anlatılmaktadır. Biri teknik sıkıntıdır, diğeri hukuk sıkıntısıdır.
İnsanlık bugün teknik sıkıntıyı aşmış bulunmaktadır ama hukuki sıkıntı devam etmektedir. Kur’an bunun da aşılacağını bildirmektedir.
وَظَنُّوا أَنْ لَا مَلْجَأَ مِنَ اللَّهِ
(Va JanNUv EaN LAv MaLCaEa MıNa elLAvHı)
“Ve Allah’tan iltica edilecek yer olmadığını zannettiler”
“Zan” kelimesi anlamak anlamındadır. Hesap etmek ile zannetmek aynı anlamdadır. Hesapta kesin bildiğin bir şeyde şüpheye düşmektir. Zannetmek demek bilmediğin bir şeyi bilmek anlamına gelir. Anladılar manası çıkmaktadır.
Buradaki “Allah” topluluğu ifade eder. Bundan önce nebiye tevbe eden Allah’tan zikretti ki O da Allah Teâlâ’dır. Bundan sonra da marife olarak tevvab olduğunu söylemektedir. Buradaki Allah’ın zamir değil de isim olarak zikredilmesi, buradaki Allah kelimesinin manasının topluluk olduğunu göstermektedir.
İnsanlar başlangıçta ayrı ayrı aileler hâlinde çalışıp yaşamaya başladılar. Zamanla birlikte işleri oldu ve kısmen birleşmeye geçtiler. İnsanlık böylece uygarlaştı. Uygarlaştığı en son yirminci yüzyılın sonunda artık üretimi birlikte yapmakta, ayrı ayrı tüketmektedirler. Uygarlaşma yapı bakımından tamamlanmıştır. İşte insanlığın bu duruma geçmesi için Emevilerin, Abbasilerin ve Türklerin uygarlıklarını yaşaması gerekmekte idi. Bugün insanlık artık anlamıştır ki kişi kendi başına bir iş yapıp yaşayamaz. Her insan topluluk içinde üretmek, ürettiğini satmak, ihtiyaçlarını satın almak durumundadır.
İnsanın artık topluluk dışında sığınacak bir yeri kalmamıştır. Bir kolaylık gelmiştir. İnsan topluluğunu kolay değiştirmektedir; ocağını, bucağını, ilini ve ülkesini değiştirmektedir. Bu ona özgürlük sağlamaktadır ama yine de mutlaka başka bir ocağa ve başka bir bucağa gitmek zorundadır.
Batı dünyası “teknik” bakımından insanların ocak, bucak, il ve ülkeleri kurma bakımından yeterli gelişmeyi sağlamıştır. Ne var ki “hukuk” bakımından bunların on bin senelik hukuku içindedir. Bunların yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.
Yeni hukuk düzeni yeni mülkiyet anlayışını getirecektir. Batı bunu hissetmiş ve eski hukuk sistemini sosyalimle, komünizmle yıkmak istemiş ama yerine bir şey getiremediği için insanlık hepten hukuksuz kalmıştır.
İşte “Adil Düzen Çalışmaları” bu “yeni hukuk sistemini” getirmekten ibarettir.
1- Birinci olarak; işletme mülkiyeti ile yararlanma mülkiyetinin birbirinden ayrılması, işletme mülkiyeti ile insanlığın ortak malı olan yeryüzünü birlikte kullanma imkânına erişilecektir.
2- İkinci olarak; insanın yeryüzündeki kira payıdır. Bu pay bir ihsan değil bir haktır. Dolayısıyla bütün insanlar üretimden -çalışmak istemeyenler çalışmasalar da- paylarını alırlar. Bu insanların yaşamalarını garantiye alır.
3- Üçüncü olarak; yeni hukuk anlayışı içinde yer alacak husus çalışanların faizsiz kredi alma haklarının olmasıdır. Yani para üretme halka aittir. Senyoraj hakkı halkındır. Para yalnız emek karşılığı çıkabilir. İnsanlar için emeklerinden başka bir şey yoktur.
4- Dördüncü olarak; yeni hukukta yer alan husus hicret hakkıdır. Kişinin ocağını, bucağını, ilini ve ülkesini değiştirme hakkı vardır. Eski kaldığı yerdeki gayrimenkullerin karşılığının oradan ayrılana verilmesi gerekmektedir. Yani yararlanma mülkiyeti ülke veya il sınırlarını tanımaz, insan yararlanma mülkiyetinden her yerde yararlanır, gittiği yerde o hakkını kullanır.
Bunun manası yeryüzünün tek ümmet olmasıdır. Kur’an’ın yeryüzü insanlığındır ve insanlar tek ümmettir ifadeleri bu gerçeği ifade etmektedir.
إِلَّا إِلَيْهِ
(EilLAv EiLaYHi)
“Ondan başka”
Topluluk içinde yaşama demek topluluğun kurallarına uyma, topluluğun yetkilerine itaat etme demektir. Bu da insanın özgürlüğünü kısmaktadır. Ne var ki insan artık tek başına yaşayamadığı için bu gerçeği kabullenmek zorundadır. Kişi topluluklardan birine katılmak zorundadır. Yeter sayıyı bulduktan sonra kendisi de topluluk kurabilir ama hiçbir zaman topluluğu reddetmez. Tüm insanlık da bir topluluk hâline gelmiştir.
‘Özgürlükçü Anayasa’ edebiyatını tutturmuşlar!
Anayasa insanların topluluk içinde özgürce yaşama düzenini ortaya koyar.
Sanki böyle bir düzen varmış da birileri mâni oluyormuş!
Öyle değildir. Böyle bir düzen bilinmemektedir. Böyle bir düzenin varlığını ortaya koyma ilmin işidir. Kur’an’ın ifadesiyle, bu da ancak her söze kulak vermekle olur. İnsanlık üç devri böylece oluşturdu. Bugün başka gözle baktığınızda, insanlığı saadete götürecek Kur’an ehli vardır. “Adil Düzen” vardır. Bunun dışında kapitalizm, sosyalizm ve karma sistemler vardır. İşte işaret edilen üç topluluk bunlardır.
Buna göre demek ki bugün Adil Düzen Çalışanlarının ortaya koyduğu düzen yarın kapitalistler, sosyalistler ve karmacılar tarafından da kabul edilecektir.
Buradaki “Hi” zamiri insanlığa gitmektedir.
Yirminci yüzyılda Birleşmiş Milletler’in tarihi başlamıştır. 1900 tarihleri içinde böyle kuruluşlara girişim yapıldı. Birleşmiş Milletler vardır. Sermayenin sömürü aracı olarak kullandığı bu kuruluş gittikçe fonksiyonel hâle gelmekte ve sermayenin aracı olmaktan yavaş yavaş çıkmaktadır. Adil Düzen Kooperatifleri kurulduğu zaman sömürü aracı olmaktan tamamen çıkacak, insanlığa sunduğu hizmetler ise daha düzgün ve etkili olacaktır.
Yeni insanlık teşkilatı kredileşme kooperatifleri ile kurulacaktır. Bu kooperatifler yeryüzünde karşılığı olan altın parasını çıkaracaklardır. Siyasete, dine, ilme karışılmayacaktır. Dinî, ilmî, iktisadî, siyasî dayanışmalar arasında tam denge sağlanacak ve bunlardan birinin diğerine hâkimiyeti kalkacaktır.
Tarihte önce din hükmetmiştir. Sonra siyaset hükmetmiştir. Şimdi karşılıksız para hükmetmektedir. Gelecekte ilim hâkim olacaktır; ilim adamları değil ilmin kendisi hâkim olacaktır. Bu ilim topluluk içinde özgür olarak yaşamanın yollarını ortaya koyacak, isteyen kabul edecek ve başaracak, kabul etmeyenler kendiliklerinden eleneceklerdir.
ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ
(ÇümMa TAvBa GaLaYHiM)
“Sonra onların üzerine tevbe etti”
“Ve’l-Selâse” diyerek Nebi ve Ensara yaptığı atıf ile insanlığın üç topluluk olarak geliştiğini bize bildirmektedir. Emeviler, Abbasiler ve Türkler tarihte İslâm dinini/düzenini oluşturup getirdiler. Batı da buna sosyalizm, kapitalizm ve karma ekonomi sistemi ile katkıda bulundu. Kur’an burada “Sümme” diyerek bundan sonra olacakları bildirmektedir.
Birinci tevbe onların hâlâ varlıklarını sürdürmüş olmalarıdır. Araplar, Persler ve Türklerden oluşan İslâm dininin cemaatleri hâlâ vardır ve devam etmektedirler. Tarihteki sapmalara rağmen varlıklarını sürdürmektedirler.
Emeviler saltanatı getirdiler ve Arapçılık yaptılar.
Abbasiler Arap ırkçılığını bıraktılar, onun yerine mezhep ayrımcılıklarını yaptılar. Sünni-Şii kavgası hâlâ devam etmektedir.
Türkler ise içtihadı kaldırdılar, İslâmiyet’i kökten değiştirdiler.
İşledikleri bu günahlarına rağmen onlar görevlerini yaptılar. Şimdi de her üç ekol varlığını korumakta, dünya siyasetinde etkisini sürdürmektedir.
Batı gözü ile bakıldığı zaman en büyük cinayetler dünya savaşlarının merkezi olmuşlardır. Bununla beraber her üç nesil devam etmektedir; ABD, Rusya ve Çin.
Bundan sonra ne olacaktır?
İşte, Allah bunlara dönmüştür, bunlarla görüşmektedir. Bunları düzenlemektedir. Yeni imkânlar oluşturmaktadır. İşte bu “Sümme Tâbe” içinde tedrici bir şekilde “Adil Düzen”in gelmesini sağlayan hazırlıklara işaret etmektedir.
1967’de İzmir’de Akevler Kooperatifi kuruldu, İslâm düzeninin bir site hâlinde ele alınma çabasına girişti. Bundan önce İzmir’de yaşayanlar arasında Mustafa Birlik’in baş çektiği Nur cemaati vardı. Remzi Güres’in başkanlık yaptığı İzmir Halil Rifat Paşa semti cemaati vardı. Bunların resmi kuruluşları yoktu. Akevler 20 dönüm arsa/arazi alarak resmi cemaat oluşturdu, bunlar bu kooperatifin kurucuları oldular.
Fethullah Gülen Akevler ile anlaşma içinde Akyazılı Vakfı’nı kurdu. Erbakan Akevler ile siyasi parti kurdu. Bugün Akevler uygulamalı ilmî çalışmalarına devam etmektedir. Gülen tüm dünyada okulları ile İslâmiyet’i ulaştırmış durumdadır. Millî Görüş’ün devamı olan AK Parti de dünya çapında siyaset yapmaktadır.
Sosyalizm görevini yapmış ve çekilmiştir...
Kapitalizm görevini yapmıştır ve çekilmektedir...
Allah’ın tevbesidir.
Allah bu konularda insanlığı hazırlamaktadır...
Buradaki “Tâbe” Kur’an’ın nâzil olduğu dönemi gösteren “Tâbe”ye atfedilmiştir.
Yani İslâmiyet’in zuhur ettiği o ilk günlerde Allah nasıl insanlığa Kur’an’ı ihsan etmişse, bugün de Kur’an’ın uygulamasını ihsan edecektir, “Adil Düzen”i ihsan edecektir...
“Selase”ye verilen mananın ne derece uygun olduğunu görüyoruz.
Bundan kırk sene öncesinde “Adil Düzen”i ortaya attığımızda herkes gülüyordu. Erbakan’ın yakın arkadaşları bile gülüyordu. Ama bugün bütün dünya artık onun gücünü gördü, kokusu değil adı bile yetiyor. Bugün Ekmeleddin İhsanoğlu eğer CHP ile MHP’nin adayı ise bu da “Adil Düzen”in zaferidir. Görüyorsunuz işte, “Adil Düzen”i hafife alanlar bile o nimetten yararlanıyorlar... Çünkü Allah tevbe etmiştir.
لِيَتُوبُوا
(Li YaTUvBUv)
“Tevbe etsinler diye”
Çok açık ifade ile Allah tüm insanlardan “Adil Düzen”e yani İslâm düzenine dönmelerini istemektedir... Tevbemizi istemektedir. Siga emir sigasıdır, haber sigası değildir. Haber olsaydı “liyetubûne” olurdu.
Evet, şimdi Allah bize dönüp bakıyor ve bizden “Adil Düzen”e yani İslâm düzenine dönmemizi bekliyor. Adil Düzen Çalışanları bu emri yerine getirmekte olduklarından dolayı ne kadar hamd etseler azdır. Ama bu âyet yalnız Adil Düzen Çalışanlarını değil, tüm insanlığın tevbeye ve “Adil Düzen”e dönmelerini istiyor ve bekliyor. Dönenler kurtulacak, dönmeyenler helâk olacaklardır.
Arapları, Persleri ve Türkleri veya Sünnileri, Şiileri ve ehli tariki “Adil Düzen”e çağırıyor. Kapitalistleri, sosyalistleri ve karmacıları “Adil Düzen”e çağırıyor. Obama’yı, Putin’i ve Erdoğan’ı “Adil Düzen”e çağırıyor. Ve başlarında durmuş bekliyor...
Burada bu vesileyle şunu ifade etmek isteriz ki; “Adil Düzen” demek Akevler’in veya Erbakan’ın koyduğu düzen değildir, Kur’an düzenidir. Sadece Kur’an düzeni değil, aynı zamanda ilim düzenidir. Tüm insanlığın hidayete erme araçları ile elde edeceği düzendir.
Nasıl tevbe edilecek, bunun için neler yapılacak?
1- Önce, Kur’an’ın kendisi şimdi bize bu şartlarda bu sorunları çözmek için Allah tarafından gönderilmiş İlâhi bir kitaptır deyip müntesiplerinden onun dilini yani “Kur’an Arapçasını ve yorumunu” öğrenmelerini istemektedir.
2- “Matematiği” öğrenerek müsbet ilim yoluyla insanlığın nerden nereye geldiğini, sorunlarının neler olduğunu öğrenmelidirler.
3- Bu ilimlere dayanarak “III. Binyıl Uygarlığının Fıkhını ve Projesini” üretmelidirler. Böylece gelmekte olan bin yıllık uygarlığa öyle dönüş yapmalıdırlar.
4- Merkezi muhasebe yerine “Halk Muhasebesini” ortaya koyup “Genel Hizmet Müessesesini” çalıştırmaya başlamalıdır, insanlar bunun için kooperatifleşmelidirler.
إِنَّ اللَّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ (118)
(EinNA elLAvHa HuVa elTavVAvBu elRaXIyMu)
“Allah tevvabdır, rahimdir.”
İnsanlığın ikinci Kur’an uygarlığına gittiğini haber verdikten sonra, Allah’ın tevvab olduğunu, rahim olduğunu beyan etmiştir.
Nimet vardır.
Rahmet vardır.
Nimet, ekonomik nimetlerdir.
Rahmet ise sosyal nimetlerdir.
III. binyıl uygarlığı nimet üzerinde değil rahmet üzerinde oturacaktır. Ekonomik yapı değişmiştir. Şimdi hukuki yapı değişecektir. Allah’ın bunun üzerinde tevvab olduğuna işaret etmektedir.
Kâinatı var eden Allah iki şekilde kâinatta tezahür eder. Biri, tüm kâinatın hâliki olarak tezahür eder ki buralarda mahlûklar arasında fark yoktur. Bir de rahim sıfatı ile tezahür eder ki burada iyilere verdiği fazla iyilik anlamındadır. Yeryüzünün kirası olarak tüm insanlar yaşama hakkına sahiptir. Burada ayrıcalık yoktur. İhtiyaca göre bölüşme vardır. Burada Allah rahman sıfatı ile tecelli eder. Oysa çalışanlar ayrıca emeklerinin karşılığını alırlar. Bu da rahim sıfatı ile tecellidir.
Allah’ın tevvab olması, bozulmak üzere serbest bıraktığı düzeni yeniden düzene kavuşturmasıdır. Bin senelik uygarlaşma içinde ilk dönemde insanlara rahmet etmekte ve geliştirmektedir. İkinci dönemde rahmetini sürdürmekte ve gelişmenin meyveleri alınmaktadır. Üçüncü dönemde ise insanları kısmen serbest bırakmakta ve düzen bozulmaktadır. Sonra yeni düzeni kurmaktadır. İşte bu yeni düzen tevvab olarak ifade edilmiştir. Rahim sıfatı ile Allah düzeni yeniden tesis etmektedir.
Rahim sıfatı ile tecelli ediyor demek, III. binyıl uygarlığını Adil Düzen Çalışanları kuracaktır demektir. Allah insanlara tevbe etmiştir, onların “Adil Düzen”i kurmalarını sağlamaktadır ve bu çalışmaları yapanlara da mükâfatını verecektir.
Burada tekrar işaret edelim ki bugünkü Adil Düzen Çalışanlarını doğrudan nebi ve sahabelere atfetmiştir. Bizim görevimiz sahabeler dönemindeki topluluğun görevidir. Bu işe Bediüzzaman ile başlanmıştır, Akevler ve Millî Görüş’te devam edilmektedir. Bu tefsir usulümüz Bediüzzaman’ın tefsir usulüdür. Örnek olarak “el-müminûne” ile “ellezîne yuminûne”yi bizim gibi karşılaştırıyor. Neden “müminûn” demedi de “ellezîne” ile getirdi diyor ve cevabını arıyor. Biz bunu farklı şekilde yorumluyoruz ama yorumlama usulümüz aynıdır.
Siz de âyetlere bizim verdiğimiz manaları vermeyeceksiniz ama yorumlama usulünüz bizimle aynı olmalıdır, bizimki de eskilerin usulünün aynı olmalıdır.
إِنَّ اللَّهَ
(EinNA elLAvHa)
“Allah”
“Ve” harfi getirilmeden isim cümlesi getirilmiştir. Cümle hâl cümlesi değildir, cümle beyan cümlesidir. Bundan önce anlatılanların takdir-i ilâhi ile olduğunu, tesadüflerle oluşmadığını ifade etmektedir.
Hazreti Nuh Peygamber ilk defa şeriata dayalı bir düzen getirdi. Hazreti İbrahim ilmi, Hazreti Musa şeriatı, Hazreti Davud ekonomiyi, Hazreti İsa ahlâkı (dini) oluşturdu. Kur’an bunları bir arada uyguladı ve örnek bir düzen gösterdi. Üç dönemde ve bu uygulama üzerinde insanlık hazırlandı, şimdi yeniden oluşacaktır.
Bunun aksini iddia edenler vardır. ‘Avrupa müktesebatı’ adı altında güya kendileri hukuku oluşturmaktadırlar. Kur’an işte onlara cevap vermektedir: Hayır, lâik hukuk olmaz. Hukuk içinde lâiklik vardır ama lâik hukuk olamaz. Hukuk ancak peygamberlerin getirdiği şeriat içinde olur. Bunun da son uygulaması ve son gelişmiş şekli birinci Kur’an uygulamasıdır.
هُوَ
(HuVa)
“O”
“İnne” isim cümlesine dâhil olur. İsmi nekre olabilir. Haber genellikle nekre olur. Ama tahsis varsa, o zaman mübteda ve haber marife olur. “Huve” gelirse tahsis tekit edilmiş olur. Allah, yalnız Allah rahim olan tevvabdır anlamı çıkar. Burada bu teyit edilmiştir.
التَّوَّابُ
(elTavVAvBu)
“Tevvabdır”
Bozulmuş olan düzeni yine O düzgün olarak yeniden iade eder. III. binyıl uygarlığı yalnız ve yalnız âlemlerin rabbi Allah’ın tevbesi ile ikame edilir. Onun dışındaki sosyalizm, kapitalizm, karma ekonomi; Sünni, Şii veya sufi yollarla bu işlerin çözülmeyeceğine işaret etmektedir.
Hâlâ Sünnilik, Şiilik, sufilik ile III. binyıl uygarlığının oluşacağını iddia edenler vardır. Allah ise bunlarla değil, ancak “Adil Düzen” ile yani “Kur’an düzeni” ile bu işin çözüleceğini bildirmektedir.
Bakınız; biz “Adil Düzen” deyince Akevler’in “Adil Düzeni”nden bahsetmiyoruz, Erbakan’ın “Adil Düzen”inden bahsetmiyoruz; Allah’ın “Adil Düzen”inden bahsediyor. Onun ne olduğunun anlaşılmasının da bizim katıldığımız usulle olacağını bildiriyoruz. Sırat-ı müstakim içinde sorunlar bu şekilde çözülür.
الرَّحِيمُ (118)
(elRaXIyMu)
“Rahimdir.”
III. binyıl uygarlığı rahmet uygarlığı olacaktır, âdil bölüşüm uygarlığı olacaktır. Demokratik, lâik, liberal, sosyal hukuk devleti olacaktır yani şeriatçı, islâm, hak ve âdil ahkâm düzeni olacaktır. Allah bizim anayasamıza bu maddeleri daha evvel yazdırmıştır. Bunların hepsi Allah’ın bize tevbe ettiğinin delilleridir.