Tevbe Sûresi-34
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
وَمِنْهُمْ مَنْ عَاهَدَ اللَّهَ لَئِنْ آتَانَا مِنْ فَضْلِهِ لَنَصَّدَّقَنَّ وَلَنَكُونَنَّ مِنَ الصَّالِحِينَ (75) فَلَمَّا آتَاهُمْ مِنْ فَضْلِهِ بَخِلُوا بِهِ وَتَوَلَّوْا وَهُمْ مُعْرِضُونَ (76) فَأَعْقَبَهُمْ نِفَاقًا فِي قُلُوبِهِمْ إِلَى يَوْمِ يَلْقَوْنَهُ بِمَا أَخْلَفُوا اللَّهَ مَا وَعَدُوهُ وَبِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ (77) أَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ سِرَّهُمْ وَنَجْوَاهُمْ وَأَنَّ اللَّهَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ (78)
الَّذِينَ يَلْمِزُونَ الْمُطَّوِّعِينَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ فِي الصَّدَقَاتِ وَالَّذِينَ لَا يَجِدُونَ إِلَّا جُهْدَهُمْ فَيَسْخَرُونَ مِنْهُمْ سَخِرَ اللَّهُ مِنْهُمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (79) اسْتَغْفِرْ لَهُمْ أَوْ لَا تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ إِنْ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ سَبْعِينَ مَرَّةً فَلَنْ يَغْفِرَ اللَّهُ لَهُمْ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ (80)
***
وَمِنْهُمْ مَنْ عَاهَدَ اللَّهَ لَئِنْ آتَانَا مِنْ فَضْلِهِ لَنَصَّدَّقَنَّ وَلَنَكُونَنَّ مِنَ الصَّالِحِينَ
(Va MiNHuM MaN GAvHaDa elLAvHa LaEiN EAvTAyNAv MiN FaWLiHİy LaNaöÖadDaQanNa Va La NaKUvNanNAa MıNa elöÖAvLıXIyNa)
“Ve onlardan kimileri fadlinden bize ita ederse tasadduk edeceklerine ve salihlerden olacaklarına dair Allah’la ahitleştiler.” (75)
Buradaki “Hum” zamiri küffar ve münafıklara gitmektedir. “Ve” harfi isim cümlesini fiil cümlesine yani “yahlifune”ye bağlamaktadır. Bu cümle hâl cümlesidir. Onların içinde Allah’la ahitleşip kendilerine fadlinden verildiği takdirde tasadduk edeceklerini söyledikleri halde, onlar küfür kelimesini söylemediklerine yemin etmektedirler.
Son Nebi, Bedir Savaşı’ndan dönerken, “Küçük savaştan dönüyoruz, büyük savaşa gidiyoruz” demiştir. Büyük savaş derken kendi nefsimizle olan savaşı kastetmiştir.
İnsanlar sıkıntıya girdiklerinde Allah’a dua ederler, eğer fazlından verirse salihlerden olacaklarını söylerler, Allah onlara verince de söylediklerini unuturlar.
Biz bu durumu yaşadık.
1950’lere gelinceye kadar en büyük zulme uğrayanlar namaz kılanlardı, Allah’a iman edenlerdi. Müslümanlar haram yememek için hayatın tüm alanlarından kaçmışlar, adeta kendi kendilerine sefalet içinde yaşıyorlardı. Demokrat Parti gelince İslâmî kaygısı olmayanlar zengin olmaya başladılar. Haram yemek istemeyenler ise kenarda sinip beklediler.
1950’lere geldiğimizde Demokrat Partililer Batılılarla işbirliği yaptılar ama görünürde İslâmiyet tarafını tuttular, gerçekte ise yine onlar tarafı oldular, CHP’lilerden daha çok Müslümanları ezdiler. 52 yerde şubesi olan Milliyetçiler Derneği’ni kapattılar. Millet Partisi’ni kapattılar, Kırşehir’i ilçe yaptılar. 1960 askeri müdahalesi sonrasında da ilk işleri beni görevden atmak olmuştur.
1960’lı yıllar inanmışların harekete geçme dönemi olmuştur.
Önce Akevler Kooperatifi kuruldu... Sonra Millî Nizam Partisi kuruldu... Daha sonra Akyazılı Vakfı kuruldu... Müslümanlar ekonomik hayatta, siyasi hayatta, dini hayatta yeniden devreye girdiler.
İşte o tarihlerde değişik içtihatlar vardı.
Akevler; rüşvet vermeden, vergi kaçırmadan, kamunun mallarını paylaşmadan bir site hâlinde cihad yapmayı tercih etti. Hâlen sağlam olarak duruyor ama büyümedi, yerinde saydı.
Özellikle AK Partililer ve F. Gülenciler gibileri ise; mevcut düzende helal-haram demeden güçlenmeyi, ondan sonra helal kazanacak bir düzeni getirmeyi yeğlediler. Bozuldular ama büyüdüler. Bu iki grup da kendi çıkarları için bu usulü seçmediler, bu yolla daha çabuk ve kolay İslâm düzenini getireceklerine inandılar.
Erbakan; şartlar müsait olmadığından fiilen tam olarak yapamasa bile, fikren İslâm düzenini benimsedi ve tüm insanlığa anlattı, mevcut sömürü düzenini ortaya çıkardı.
İslâm düzenini fiilen amelî olarak ortaya koyamadık ama tüm insanlığı uyarmaya muvaffak olundu, insanlık sömürü sermayesinin ne olduğunu ve nasıl sömürdüğünü öğrendi.
Bu uyarı ile Sovyetler yıkıldı...
Bu uyarı ile ABD’de sermaye ikiye bölündü...
Şimdi sömürü sermayesi ile devletler arasında savaş vardır...
Bugünkü peş peşe oluşan Cemaat - AK Parti çatışması bu savaşın devamıdır...
Erbakan’ın dünyaya anlattığı “Adil Düzen”e karşı cephe alan Cemaat/Camia/Hizmet ve AK Parti, başlangıçta Allah ile yaptıkları ahitleşmeyi unutup mevcut düzende iktidar olma çabasına girdiler. Başlangıçta birlikte sömürü ile mücadele ederken, şimdi birbirleri ile mücadeleye başladılar!.. Adil Düzen Çalışanlarının, haklının yanında yer almaları gerekirken; ya birilerinin yanında yer aldılar yahut ikisinden de uzak durmaktadırlar.
Bugün çetin günler geçirmekteyiz...
Erdoğan gözü dönmüş bir şekilde saldırmaktadır. Sömürü sermayesi onun çevresini sarmıştır. Çevresi ona ihanet etmektedir. Kendileri yani görevliler AK Parti’ye saldırıyorlar ama Gülen Cemaati saldırıyor denmektedir.
Öbür taraftan F. Gülenci olduklarını iddia eden Samanyolu ve Zaman gazetesi Gülen’i dinlemeyip saldırılara devam ediyor. Zaman ve Samanyolu bile bile bunu yapmaktadır. Nifak içinde Müslümanları birbirine düşürmek için hazırlanmış dolarların emrine girilmiştir.
AK Parti de bu dolduruşa ve yönlendirmeye gelmiştir, rolünü tam da sömürü sermayesinin senaryosuna göre ve onun istediği gibi oynamaktadır.
Her iki taraf da Allah’a vermiş oldukları sözlerinde durmamışlardır. İki taraf da güçlendikleri zaman tasadduk edeceklerini vaat etmişler ve salihlerden olacaklarına dair söz vermişlerdir. İki taraf da zamanla güçlenmiştir. Maddi imkânlar şimdi kutularda dolaşıyor. Cemaat de zenginlik içinde boğuluyor. Ama İslâm düzeni için, “Adil Düzen” için zerre kadar adım atmamaktadırlar. Gülen Cemaati Risale-i Nurları okumayı bıraktı. Kur’an düzenini getirme ihtiyacını duymadı. Şimdi de birbirleri ile çatışmaktadırlar!
Şimdi bu âyet/lerin ifadelerine ve yaşanan sonuçlara tekrar bakalım.
AK Parti ve Gülen Cemaati Allah’a Kur’an düzenini getireceklerine söz vermediler mi? Biz önce güçleneceğiz, ondan sonra İslâmiyet’i getireceğiz demediler mi?
Akevler’den ayrılmalarının sebebi bu olmuştur.
Akevler; biz kendi aramızda İslâm düzenini getirirsek güçleniriz demişti.
Onlar ise mevcut zalim düzende güçlenirsek İslâm düzenini getiririz demişlerdi.
Böyle taahhüt etmediler mi? Allah fazlından verirse, bizi zengin ederse, biz o zenginliğimizi İslâm düzeni için kullanacağız demediler mi? Salihlerden olacağız, müfsidlerden olmayacağız demediler mi?
Şimdi ne yapıyorlar? Birbirlerini yiyorlar!
Cemaat İzmir’de üniversite kuracaktı. Yer seçiliyordu. Cemaat’in o günkü münafıkları üniversitenin Akevler’in yerlerinde kurulmasını istemiyordu, şeriata yakın olan üniversite istemiyorlardı. Samimi Nur şakirtleri ise üniversitenin Akevler ile beraber olmasını istiyorlardı. Fethullah Gülen’i getirdiler, ona sordular; o da bizim arazimizde durdu ve ‘burası olsun’ dedi. İşte o yer orada duruyor ve İzmir’de o üniversiteyi hâlâ kurmadılar. Onları yönlendiren veya yöneten gizli elin işi Nur şakirtlerini şeriattan uzak tutmak olmuştur.
AK Parti belki yüze yakın üniversite açtı. Akevler’in yirmi kişiye yakın “Adil Düzen”de yetiştirdiği profesörü vardır. Bu kadar üniversite kurduran Başbakan Erdoğan bunların hepsini yakından tanıyor; bir tanesini olsun rektör yaptı mı?
Evet, bizim 1960’lardaki görüşümüz gerçek olmuştur. Partiyi, cemaati, şirketi ve diğerlerini şeriata göre kurarsan güçlü olursun; güçlendikten sonra şeriatı kuramazsın.
Abdullah Aymaz bana demişti ki; biz güçleneceğiz ondan sonra siyaset yapacağız. Bize hep muhalif oldular, muarız değil muhalif oldular. Şimdi güçlendiler; şeriatı getirmek için bir küçük adım attılar mı? Atmazlar, atamazlar; çünkü artık dizginler başkalarının ellerinde. A. Aymaz demiş ki; Tebbet Sûresi’ni okusunlar. Bizim Tebbet Sûresi’nin yıllar önce yaptığımız yorumumuz vardır. Buradaki elleri kuruyacak olan sermayedir. Bugün cemaat onların yanında yer almıştır. Evet, sermayenin tarihi işi son buldu, artık kuruyacaktır.
Cemaat’ten de münafıklar ayıklanacak ve Bediüzzaman’ın yaktığı Kur’an nuru yeniden insanlığı aydınlatmaya devam edecektir. F. Gülen de artık kabul etsin ki Akevler’in görüşü doğru imiş. Güçlendikten sonra şeriat gelmezmiş. Şeriat gelirse güç kazanılırmış...
وَمِنْهُمْ مَنْ عَاهَدَ اللَّهَ
(Va MiNHuM MaN GAvHaDa elLAvHa)
“Ve onlardan kimi Allah’la ahitleşti”
Kıtal vardır. Cihad vardır.
Kıtal savaştır, karşı tarafla çatışmadır, ölme veya öldürmedir.
Cihad ise kıtalle olduğu gibidir ama kıtal dışında da cihad olur.
Hazreti İsa kıtalsiz cihad yapmıştır. Roma İmparatorluğu vardı. Devlet silah gücü ile halkı eziyordu. Hazreti İsa Roma İmparatorluğu ile savaşa girişmedi. Hazreti İsa Yahudilerin bozdukları dinlerini de düzeltmekle işe başlamadı. Tam tersine o Havarileri eğitti. Onların tüm dünyanın beldelerine gitmelerini istedi ve Hıristiyanlığı dünyaya yaydı. Önce Roma Hıristiyan oldu. Bugün ise bütün dünyaya yayılmış bir din olmuştur.
Hazreti Musa da Firavuna sen tahtından in ben çıkayım demedi; tam tersine, İsrail oğullarını ver de buradan ayrılayım dedi...
Hazreti Muhammed Mekke reisliğini reddetti ve Medine’ye hicret etti...
1960’larda F. Gülen ve Erbakan’a dedik ki; biz legal çalışacağız, devlete karşı silahlı ve isyanlı iş yapmayacağız... Biz Akevler’i kurduk... Erbakan parti/ler kurdu… Gülen vakıf kurdu... Legal ve meşru hareket etmemiz gerektiğinde tamamen anlaşmıştık.
İhtilafımız usulde olmuştur.
Bizim gayemiz bir kooperatif kurup kendi sistemimizde sitemizde İslâm’ı yaşamaktı.
Bize göre parti sadece tebliğ partisi olmalıydı, savunma partisi olmalıydı; bu düzende iktidara talip olmamalıydık.
Erbakan ise iktidar olmaya talip oldu. İlâhi takdirle iktidar oldu da.
Bize göre; Gülen Cemaati Risale-i Nurların tedrisine devam etmeli, ekonomiyi Akevler’e, siyaseti de Millî Görüş’e bırakmalıydı. Birbirimizi desteklemeliydik, dayanışmalıydık. Ama ikisi de bunların hepsini kendileri yapacaktı. İkisi de Akevler’i dışladılar ve kendi kararlaştıkları yollarına koyuldular. Sonunda bugünkü çatışma ortaya çıktı.
Kur’an’da bir kelime zikredilip izhar edilince onun daha öncekinden başka manası vardır. Bundan sonraki âyetin sonunda Allah’ın allamu’l-guyub olduğunu marife olarak getirmektedir. Bunun anlamı kendisinden başka gaybı bilenin olmadığıdır. Bu da oradaki Allah kelimesi âlemlerin rabbi Allah’tır. Sıra ile gerisin geriye takip edersek, buradaki Allah onun halifesi olan Allah’tır. Bundan önce de âhiretteki azabından bahsedilen Allah’tır yani o da âlemlerin rabbi olan Allah’tır.
“Allah’la ahitleştiler” demek toplulukla ahitleştiler demektir.
Bir kimse müslim olur. Bir ahdi yoktur. Ama mümin olursa cihad yapmayı, gerektiğinde savaşmaya ahitleşti demektir. “Adil Düzen”i topluluğa taahhüt edip sonra ‘Ben vazgeçtim, ben Millî Görüş gömleğini çıkardım’ diyemezsiniz. Baştan kabul etmeyebilirsiniz. Parti kurduklarında sözleşmelerinde ‘Biz Adil Düzene karşıyız, biz Millî Görüş gömleğini çıkardık’ deselerdi bir derece makul olabilirdi. Ama yine de olmazdı. Çünkü onlar o makamlara Millî Görüş sayesinde geldiler.
Burada “Minhum” demekle hepsinin aynı olmadığını, içlerinden kimilerinin böyle olduğunu anlatmak için getirilmiştir.
Kimileri hiç taahhütte bulunmadılar. Risale-i Nur şakirtleri ‘Biz İslâm düzenini getireceğiz’ demediler ama ‘faizli bankalarda zengin olacağız, televizyonumuzu cinsi teşhirler için kullanacağız’ da demediler, ‘üniversiteler kurup faizli düzenin sömürmesi için hizmet edeceğiz’ de demediler. Nur derslerini medreseler hâline getirip Kuran ilimlerini okutacaklarına, ateist kolejlerinde heykellerle takiyye yaptılar.
Dost acı söyler.
لَئِنْ آتَانَا مِنْ فَضْلِهِ
(LaEiN EAvTAyNAv MiN FaWLiHİy)
“Bize fadlından ita ederse dediler”
“Fadlından ita” ne demektir?
Bir kimsenin hakkı emeği kadardır. İnsan çalışır ve yaşar ama bununla milyonlara hükmedemez, bununla apartmanlar inşa edemez, bankalar kuramaz. Bu servet ancak Allah’ın fazlından vermesiyle mümkündür. Kişinin hakkı olmadığı halde Allah onları ona vermiştir.
Allah insanlara böyle hakkı olmayan imkânları fazlından neden verir?
Verir çünkü o sayede topluluğun işleri görülür. Allah bize “ilim” ihsan etmişse o ilim ile O’nun vereceği görevleri yapalım diye vermiştir. Allah eğer bize “cemaat” ihsan etmiş, bizi mürşid yapmışsa, O’nun yoluna insanları irşad edelim diye olmalıdır. Nur şakirtlerine nimetlerini bu hususta cihad yapan siyasileri desteklemeleri için vermiştir; onlar ise onunla mücadele ediyorlar. Siyasileri iktidar etmişse, “Adil Düzen”i getirsinler diye etmiştir ama onlar Allah’tan değil de sermayeden korktukları için “Adil Düzen”e karşı olmuşlardır. Başlangıçta İslâm düzeni için ortaya çıkıp sonra Allah’ın verdiği imkânları sermayenin Türkiye’yi daha çok sömürmesi için harcamaları ahitlerine durmamaları şeklinde olur.
لَنَصَّدَّقَنَّ
(LaNaöÖadDaQanNa)
“Tasadduk edeceğiz”
“Tasadduk” zekât vermektir, harcamaktır.
Evet, Allah onlara fazlından vermiştir ama faizsiz kredileşme akıllarına geldi mi? Batı’nın faizsiz diye yutturduğu finans bankalarını kurup onlar gibi insanları sömürmeye devam ettiler. Yetmedi; elde ettikleri imkânlarla AK Parti’yi çökerttiler.
AK Parti de bir gün olsun faizsiz kredileşme bankasını kuralım dedi mi? Hayır, demedi! Bizim “Alternatif Faizsiz Banka / Selem ve Kredileşme” kitabını okuyup uygulayacaklarına, bizim çalışmamızı etkisiz hâle getirdiler. Şimdi de Risale-i Nur medreselerini kapatmakla meşguldürler.
Cemaate göre Risaleleri okutmak yeterlidir.
AKP’lilere göre de ülkede kanal yapıp ülkenin ekonomisini çökertmek yeterlidir.
Oysa iki taraf da “fıkıh derslerini okutan medreseler” kurmalı idi... İki taraf da “uygulamalı okullar” açmalı idi... İki taraf da “Adil Düzen işletmeleri” kurmalı idi...
Cemaat Samanyolu televizyonu değil, İslâm televizyonunu kurmalı idi... İnsanlara futbolu seyrettirmeli değil, İslâm düzenini anlatmalı idi...
İslâmiyet Hıristiyanlık gibi değildir, şeriat dinidir/düzenidir. İslâm düzenini gerçekleştirmek için sadece ahlâk dersleri vermek yeterli değildir.
وَلَنَكُونَنَّ مِنَ الصَّالِحِينَ
(Va La NaKUvNanNa MıNa eLöÖAvLıXIyNa)
“Ve salihlerden olacağız”
Salih olmak demek uyumlu olmak demektir. Biri bir iş yaptığı zaman sen onun işini tamamlarsan salih olursun. Örnek olarak biri koyun yetiştirirken sen yün iplik fabrikası kurarsan salih olursun, ama sen de koyun yetiştirmeye başlarsan salih olmazsın. Bir üçüncü dokuma fabrikasını kurarsa salih olur ama o da kumaş fabrikası kurarsa salih değil fasık olur.
Akevler kooperatif kurup ortaklarına iş ve aş bulma işine girişti...
Erbakan siyasi parti kurup ülkemizi İslâm düzenine götürmek istedi...
F. Gülen Risale-i Nurlarla insanlığa Kur’an’ın nurunu götürmek istedi...
Bunlar salih amellerdir.
Akevler parti kurup siyaset yapsaydı fasık olurdu. Akevler dini cemaat/ler oluşturup cemaatin yapmak istediğini yapsaydı salih amel etmemiş olurdu. Akevler’in görevi siyasette Millî Görüş’ü, dinde cemaatleri desteklemek olmalı idi. Öyle de yaptı; hâlâ da yapıyor...
Oysa Cemaat ve AK Partililer ne yaptılar?
Akevler’in işini benimsediler ve kendileri cari sistemdeki faizli sistemde Akevler’in konuları ile ilgilenmeye başladılar, salihlerden olmadılar.
Oysa biz “sabikun” idik, “evvelun” idik.
Biz Akevler olarak ne yaptık?
Onlarla çatışmadık. Biz de kimsenin yapmadığı işi yaptık; ilimle meşgul olduk, hâlâ da öyleyiz. Biz ilim ve ekonomi faaliyetleri gösteriyorsak, kendi sitemizi “Adil Düzen”e göre kurmak için gösteriyoruz. Ortaklarımızın dışındakilerle şimdilik meşgul değiliz.
Akevler destekledi ve parti kuruldu. Ankara’da toplantı yaptık. Kendilerine partililerin Akevler ile ortak olmalarını, önce İzmir’de örnek bir kooperatif oluşturmamız gerektiğini, sonra tüm Türkiye’de benzer kooperatifler kurmamız gerektiğini önerdim. Kabul ettiler. ‘Gelecek hafta gel ortak olalım’ dediler. Gittiğimde gördüm ki; Kamil Büyüközer arkadaşlarımıza yalan söylemiş, güya Akevler sözleşmesi ile kooperatif kurmuş! Bir hafta içinde aceleyle sözleşmeyi geçirmişler. Öz Elif Kooperatifi ve Sitesi böyle yapıldı. Bu arkadaş sonra Karases ile bir olup Almanya’da Millî Görüş’ü çökertti. Sonra Osman Yumakoğulları görevlendirildi ve Avrupa Millî Görüş’ü yeniden kurdu.
Salihlerden olamadılar.
‘Salihlerden’ olacağız dediler, Akevler’den olacağız dediler ama sonra bir hafta içinde sözlerinden hulf ettiler. “Min” kelimesi bunların bu hâlini ifade etmektedir.
فَلَمَّا آتَاهُمْ مِنْ فَضْلِهِ بَخِلُوا بِهِ وَتَوَلَّوْا وَهُمْ مُعْرِضُونَ (76)
(FaLamMAv EAvTAyHuM MiN FaWLıHIy BaPiLUv BiHIy Va TaValLav Va HuM MuGRiDUvNa)
“Fadlından îta edince de onu bahlettiler ve iraz ederek tevelli ettiler.”
Buradaki “Fa” atıf harfidir, bu sözü verdikten sonra hemen arkasından küfrettiler.
Erbakan’a 1968’de parti kurmamızı teklif ettik. Olumlu karşıladı. 1969’a Konya’da AP’den adaylığını koyması için çevresindekiler ısrar ettiler. Akevler buna karşı çıktı. Çevresinin öyle istediğini beyan etti ve gidip adaylığını koydu. S. Demirel veto etti. O çevresindekiler hep dağıldılar. Erbakan’ın büyüklüğü yenilmeyi kabul etmemesi idi. O zaman Akevler’i aradı ve Akevler’in desteği ile bağımsız adaylıklarımızı koyduk. Ben Aydın adayı oldum. O tek başına Konya’da üç milletvekili kadar oy alınca herkes onun etrafında toplandı. Bizi unuttu.
İzmir’deki Nur cemaatini 1960’ların başında Mustafa Birlik’in Nur medresesinde tanıdım, onlara bazı tavsiyelerde bulundum; tavsiyelerimi kabul ettiler ve uyguladılar.
1- Devlete karşı gelmeyeceksiniz, bu ülkede oturduğunuz müddetçe bu devlete sadık olacaksınız.
2- Gizli toplantılar yapmayacaksınız, açık toplantılar yapacaksınız. Risale-i Nurlar suç değildir. Onları buna inandırmak için de konferanslar verdim, her konuşmamda Risalelere temas ettim. Müftülükte görevli İhsan Emci ve Osman Eskicioğlu, Türk Ocağı adına bu konferansları tertip ediyorlardı. Bu konferanslara F. Gülen arkadaşları ile birlikte katılıyordu.
3- Devletten ve zenginlerden yardım almayacaksınız, doğrudan halka gidecek ve yapmakta olduğunuzu onlara anlatacaksınız; halkımız sizi destekleyecektir. Risale-i Nur şakirtleri hapishanelerde veya mum ışığında evlerde çalışıyorlardı. Onları faal hâle getirmek için çalıştım.
4- Halktan “yardım almak” değil, “ortaklıklar” kurup iş yapmalıyız ve kazandıklarımızdan hizmetimizi yapmalıyız dedim. Bu amaçla iki sene çalıştık. Nur Evleri sözleşmesini geliştirdik. F. Gülen’le mutabık kaldık. Mustafa Uyar kardeşimiz Hatay caddesindeki 35 dönümlük arsasını Kooperatife sattı. Parasını ortaklar katıldıkça alacaktı.
Ancak onlar “kooperatif” değil “vakıf” kurup F. Gülen’i Kooperatif’ten ayırdılar. Yukarıdaki önerimin sadece bazı kısımlarını değerlendirdiler ve bugünkü cemaat oluştu. Sonra bizimle ilişkilerini kesip i’raz ettiler, İslâm düzenine göre değil, cari düzende büyümekle meşgul oldular.
Biz şimdi araştırma merkezini kuruyoruz. Araştırmacı Müçtehit Yetişme Merkezi “Adil Düzen” üzerinde çalışmaktadır. Hâlen dört kişi finanse ediliyor ve çalışma devam ediyor. Birinci aşama tamamlandıktan sonra bu araştırmacıların sayısını yüz kişiye çıkarmak istiyoruz. Bizi destekleyecekler yine bunlar olacaktır.
İyi insanlar vardır, kötü insanlar vardır. Doğru işler vardır, yanlış işler vardır.
Ben Erdoğan’ı ve Gülen’i yakından tanıyorum, onların samimiyetine ve imanlarına şehadet edebilirim. Şahıslarına karşı sevgim ve saygım vardır. İçtihatlarındaki hatadan dolayı böyle davrandıklarını kabul ediyorum. Dinde Gülen’in yanındayım, siyasette Erdoğan’ın yanındayım; bir gün onların tevbe edip Akevler’e tekrar döneceklerini ümit ediyorum.
فَلَمَّا آتَاهُمْ مِنْ فَضْلِهِ
(FaLamMAv EAvTAyHuM MiN FaWLıHIy)
“Onlara fadlından îta edince”
Taahhüt edince Allah da hemen onlara verdi. Millî Görüş iki sene içinde iktidara ortak oldu. Gülen Cemaati de önce 1971’de takipten kurtuldu. Erbakan’ın etkisiyle onları serbest bıraktılar. 1980’lerde de aleyhlerindeki soruşturma durmakla kalmadı, Demirel ve Özal onları desteklediler, onlar ise Ecevit’i desteklediler! Bunların hepsi normaldi. Ne var ki Akevler’le ilgilerini kesmeyeceklerdi. Cari sistemle zengin olma yerine, “Adil Düzen”i kurmaya çalışmalı idiler. Bu kötü niyetlerinden ileri gelmedi, içtihatlarındaki hatadan ileri geldi.
بَخِلُوا بِهِ
(BaPiLUv BiHıy)
“Onu buhlettiler”
Allah’ın verdiklerini buhlettiler. Buradaki zamir “Fadl”a gitmektedir.
Ne AK Parti ne de Cemaat bu zenginliğin ve imkânların onlara neden verildiğini bilemediler. Bu iktidarı Allah niye onlara verdi, bunu bilemediler; hâlâ bilmemektedirler. Basınları var, televizyonları var ama “Adil Düzen”i kimseye anlatamıyoruz. Oysa İslâm düzenini gerçekleştirmek için birçok imkânlara sahip olurduk; hâlâ olabiliriz...
1- Bin hanelik beldeler kurulabilir veya yönetimleri ele alınabilir ve oralarda İslâm düzeninin uygulaması yapılabilir.
2- Bir üniversite açılır ve orada Nizamiye Medreselerinde olduğu gibi Kur’an Arapçası modern teknoloji ile tedris edilebilir ve Arapça olarak asri ilimler telif edilebilir.
3- “Adil Düzen”e göre bir işletme kurulabilir ve o işletmede dünyaya hitap edilebilir. Örnek olarak bir mala-mal marketler zinciri kurulabilir. Bu marketler para ile alıp satmazlar, kendi senetleri ile alıp satarlar.
4- Gerçek faizsiz kredileşme bankası kurulup insanlığa örnek olarak gösterilebilir.
İşte bunlar (AKP ve Cemaat) zenginliklerinden ve imkânlarından para ayıracaklar. Akevler’e katılıp işletme fıkhının projesini hazırlayacaklar ve uygulayacaklar.
İleride Allah Akevler’e de bu nimetleri verecektir. Akevler bu nimetleri harcamakta cimrilik yapmayacaktır. Nitekim İzmir Akevler Allah’ın kendilerine verdiği nimetlerinden İstanbul Müçtehit Yetişme Merkezi’ni desteklemektedir.
وَتَوَلَّوْا
(Va TaValLav)
“Ve sırtlarını çevirdiler”
Başlangıçta beraber yola çıkmış iken sonra terk ettiler. Yeni dostlar buldular ve iraz ettiler. Beraberce yola çıktıkları yol arkadaşlarını terk ettiler.
Akevler kırk sene zulüm iktidarları ile mücadele etti. AK Parti tek başına iktidar olduktan sonra da kooperatifimiz hâlâ mağdurdur; 50 milyon dolarlık yerini orman olmadığı halde devlet gasp etmiş, öyle duruyor; herkese mallarını iade ediyorlar, bize iade etmiyorlar!
“Tevelli etmek” demek ilgilenmemek demek, yapması gerekeni yapmamak demektir.
وَهُمْ مُعْرِضُونَ (76)
(Va HuM MuGRiDUvNa)
“Ve onlar iraz eder oldukları halde.”
“Tul” boy demektir, “arz” da en demektir.
“İraz etmek” demek yan çizmek demek, ayrılıp başka tarafa gitmek demektir.
Hedeften ayrıldılar. “Kur’an düzeni” yerine “zulüm düzeni” içinde zalimlerle bir olup halkı ezmeye devam etmektedirler. Dershaneler açtılar; halk çocuklarını pahalı pahalı okutuyorlar. Halk modaya uyulsun diye çocuğunu dershanelere gönderiyor. Bu yan çizmedir.
Oysa bizim önerimiz şu idi: Kooperatif kuralım, oradan elde etiğimiz gelirle dershaneler açıp ortaklarımıza parasız ilim verelim. Para ile ilim satmak haramdır. Mevcut okulların okuttuklarının yanında İslâmiyet’i de öğretecek kitaplar yazalım. O kitaplardan imtihan olup başarılı olanları taltif edelim. Hocalarına da ücretlerini başarılarına göre verelim.
Evet, İslâm düzenini bırakıp cari sistemle başarı peşinde koşmak irazdır.
Çalışmaları terk edip Akevler’i yalnız bırakmak tevellidir.
Yapılacak iş sade ve basittir. “Adil Düzene göre işletmeler” kurulacak ve orada elde edilen kazançlarla İslâm düzeni öğretilecektir. Mevcut düzende helâl-haram demeden kazandıktan sonra da mevcut düzeni desteklemek iraz ederek tevelli etmektir. AK Parti’nin ve Cemaat’in yaptığını yapmak irazdır. Akevler’i bıraktıkları yetmedi, şimdi de birbirlerine taarruz etmektedirler. Demek ki “iraz ederek” demek, “saldırarak” demektir.
فَأَعْقَبَهُمْ نِفَاقًا فِي قُلُوبِهِمْ إِلَى يَوْمِ يَلْقَوْنَهُ بِمَا أَخْلَفُوا اللَّهَ مَا وَعَدُوهُ وَبِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ
(FaEaGQaBaHuM NıFAvQan FIy QuLUvBiHiM EiLAy YaVMı YaLQaVNaHUv BiMAv EaPLaFuv elLAvHa MAv VaGaDUvHUv Va BiMAv KaNuv YaKTuMUvNa)
“O’na mülâki olacakları yevme/güne dek Allah’a vaat ettiklerinde hulf ettiklerinden dolayı ve kizb ettiklerinden dolayı onlara nifakı ıkab etmiştir.”
“Onlara nifakı ıkab etmiştir.”
“Nifak” münafıklık demektir, küfre benzer kelimedir.
“Ikab etmek” kovalamak anlamında olduğu gibi cezalandırmak anlamındadır da.
O’na mülâki olacakları güne kadar onlara nifakı onlarla bir etti yahut nifak ile cezalandırdı. Çünkü onlar Allah’a vaat ettiklerinden ihlâf ettiler. Ikab eden Allah’ın halifesi olan topluluktur; onları takip edecek ve onları cezalandıracaktır. Yahut topluluk onları nifaka sokmuştur. Muhalefet ettikleri kimse ise topluluk değil âlemlerin rabbi Allah’tır.
Çünkü ne AK Partililer ne de Cemaat yaşayışlarında topluluğun anladığı İslâmiyet’e muhalefet etmediler. Aynı zamanda topluluk içinde kaldılar, onların istediklerinin çoğunu yaptılar. Örnek olarak; kızların başörtülü olarak görevli olmalarına izin verdiler. Görünürde onlar topluluğa muhalefet etmediler. Görünürde İslâm dinini/düzenini getireceklerini vaat ettiler, görünürde bunun için çalışanlara da muhalefet de etmediler ama İslâm düzenini getirmekten kaçındıkları için âlemlerin rabbi olan Allah’a muhalefet ettiler.
Bu sebeple burada iade edilmiş zamir getirilmemiştir. O’na vaat ettiklerinde zamirden sonra Allah lafzı izhar edilmiştir. Hemen önce zamir ile ifade edildikten sonra izhar edilmesi beliğ olmaz. Ona sonra gelen zamir önce giden zamirden farklı ise iade edilir. Burada iade edildiğine göre bu Allah’ın halifesi olan topluluk değildir, bu âlemlerin rabbidir.
Başlangıçta vaat ettikleri âlemlerin rabbi olan Allah’ın istediklerini topluluğa taahhüt ettiler. Bu ifade aynı zamanda topluluğa vaat edilenin Allah’a vaat edilen olduğu anlamındadır. Şu şartla ki; vekil olan asıl olanı tam temsil etmelidir. Bir vekil kendi keyfine göre hareket ederse ihanet etmiş olur. O zaman da O’na itaat etme vaadinden hulf etmedir.
Topluluk (AK Parti) başlangıçta Allah’ın halifesi olarak İslâm düzeni istemekte iken, sonra bu istekten vazgeçerek Avrupa Birliği’ne girme derdine düşmüştür. Böylece âlemlerin rabbine ihanet etmiştir.
Bugünkü AK Parti’nin ve Cemaat’in İslâmiyet’le ilgili durumları ne kadar beliğ bir şekilde ifade edilmiştir. Görünürde Allah’ın istediklerini yapmakta, diğer taraftan AK Parti ve Cemaat Kur’an’ı bir tarafa iterek mevcut faizci zalim düzende zengin olmak için çalışmışlardır ve hâlen de aynı amaçla çalışmaktadırlar.
Bir de her ikisinin kizb ettikleri vardır denmektedir.
Ne kizb ediyorlar?
Bunlar tekel sömürü sermayesi ve temsilcileri ile gizli anlaşmalar yapıyorlar ve bu anlaşmaları halktan gizliyorlar; bu iki topluluğun da gizli anlaşmalarını bilemiyoruz.
Vaat ettiklerinden hulf etmişlerdir ve kizb etmişlerdir. Bu nifaktır. Nifakın takibi bu sebeple olmuştur. Nifakın kalblerinde olması da merkezlerinde olmasıdır. Yani ne AK Parti mensuplarında ne de Gülen Cemaati’nde nifak yoktur, nifak sadece merkezlerindedir yani yöneticilerindedir. Biz şunu iddia ediyoruz. Gülen de Erdoğan da samimi insanlardır. Onların içtihatlarında hata vardır ama onlarda nifak yoktur. Bunlara müntesip olanların yani cemaat mensuplarının ve partililerin nifakları yoktur. Nifak bunların çevresindeki yöneticilerdedir. Bu sebeple nifakı kalblerine ıkab etmiştir.
فَأَعْقَبَهُمْ نِفَاقًا
(FaEaGQaBaHuM NıFAvQan)
“Onlara nifakı ıkab etmiştir”
Yalan söylemezseniz hiçbir sıkıntı çekmezsiniz. Ama yalan söylerseniz, yalanınızı devamlı saklamak ve kollamak zorunda olursunuz. Her konuşmanızda o yalanınızı hatırlamak zorundasınız, aksi halde bir hata yapar ve yalanı açık edersiniz.
Nifak daha zordur. Çünkü yalnız konuşmalarınızı kontrol etmek değil, aynı zamanda hareketlerinizi de kontrol etmek zorundasınız. Ben şimdi şunu yaparsam yakayı ele veririm diye korku içinde yaşarsınız. Ömrünüz korku ve tedirginlik içinde geçer.
“Ukba” son demektir. “Akıbet” sonunda demektir.
Nifak sonunda onları buldu demektir.
Ikaba karşı nifak ortaya çıkar. Siz bir kimsenin sizi kandırdığını anlarsanız ona bir şey söylemezsiniz, siz de onu kandırırsınız, evet dersiniz, ama sonunda o sözünde durmadığı için siz de durmazsınız. Allah’ın ıkabı budur. Yahut siz kandırmazsınız ama onları da başkaları kandırır, nifak içinde olurlar.
Küçük topluluk içinde yaşadığınız zaman herkes herkesin kuyusunu kazar ama birbirlerine hep hoş görünürler. Topluluk nifak içinde yaşar. İnsanın en zor anlaşılan yanı topluluk içindeki durumudur. Kişi hem topluluğun ferdi olmak ister, hem de bağımsız olmak arzusundadır. Bu durumu ayarlamakta sıkıntı çekmektedir. Bunun için yalan söylemektedir. Bunun için nifak yapmaktadır. Bu küfürde kişiliğini koruma içgüdüsüdür.
Şeriat insanın topluluk içinde özgür olmasını düzenler. Topluluk onun özgürlüğüne karışmayacak, kişi topluluğa karşı görevlerini yerine getirecektir. Müslim ve mümin şeriata teslim olmuştur. Hakemlerin kararlarına boyun eğmiştir. Herkes nizalarda hakemlere gider, kendi seçtiği hakemin kararına boyun eğer. Kendi düşen ağlamaz.
Allah’a ve âhirete inanma insanı huzur içinde bırakır.
Zulmedenlerin karşılığını âhirette Allah ödeyecektir, çünkü zulmetmesine O izin vermiştir. Zulmedene ceza verip vermemesi O’na aittir.
فِي قُلُوبِهِمْ
(FIy QuLUvBiHiM)
“Kalblerinin içine”
Kalb insanın beynidir. Burada düşünür, burada nifak içinde olur. İnsan beyni nifaka göre kodlanır. Nasıl alışkanlık refleks hâline gelip insan farkında olmadan uyarsa, aynı şekilde nifak da insanın beynine yerleşir. Her düşünmesi ve hareketi nifak üzerinde olur. Ben nasıl davranayım ki karşımdaki insanı kandırayım. Tüm sanatı buna dayanır.
Bunu yalnız bize yapmazlar, birbirlerine de yaparlar. Yönetimlerine karşı kin içindedirler ama yan yana gelince birbirlerinin dostudurlar. Eğer bir kimse birlikte olduğu kimsenin yüzüne söyleyemediği bir şeyi arkasından söylüyorsa o gıybet etmektedir ve nifak içindedir.
Benim Cemaat içinde nifak içinde olmadıklarını bildiğim insanlar vardır. AK Parti’nin ilkleri de böyle kimselerdir ve nifak içinde değildirler. Bu sebepledir ki bu kavgalar bitecek ve iki tarafta da yine Allah yolunda hizmete devam edilecektir. Arada ajanlar vardır, gürültüyü onlar çıkarıyorlar. Gülen de Erdoğan da samimidir. Bir gün hatalarını anlayacak ve tevbe edeceklerdir. Gülen ilk kurduğumuz günden beri Millî Görüş’e karşıdır. Biz Erbakan’la bu tutumunu onlar takiyye yapıyor gibi kabul ettik ve hiçbir zaman aleyhlerinde bulunmadık.
إِلَى يَوْمِ يَلْقَوْنَهُ
(EiLAy YaVMı YaLQaVNaHUv)
“O’na mülaki olacakları güne kadar”
Buradaki zamir kıyamete gider gibi düşünülebilir. Eğer bundan sonra gelen “ehlefullaha” değil de “ehlefu” olsa bu manayı verebilirdik. Ama buradaki zamirden sonra Allah kelimesinin izharı kıyamette değil de bu dünyada mülaki olmaları anlamındadır. Muahede yaptıkları Allah’a mülaki olacakları güne kadar denmektedir.
Bunun anlamı; bir gün gelecek, nifakları anlaşılacak ve artık nifaklarına devam edemeyeceklerdir. Nitekim Medine’de Yahudiler arasında böyle olmuştur; Hazreti Muhammed aleyhisselâm Medine’ye gelince, Medinelilerin birleşmesi sonunda onlar dışarıda kalmamak için onlar da katılmış ama daima içlerinden kin beslemişlerdi. Sonunda Hendek Savaşı’nda bu nifakları son bulmuştu. İşte o gün onlar da Allah’la karşı karşıya gelmiş ve olan olmuştur. Katledilmişler veya esir alınmışlardı.
AK Parti nifak içinde değildir, Erdoğan nifak içinde değildir. Cemaat nifak içinde değildir, Gülen nifak içinde değildir. Ama her iki tarafta nifak içinde olanlar vardır. Onların içinde nifak içinde olanlar olmasaydı, yüzbinlerce kişi dinlenmiş ama iktidarın haberi olmamış gibi bir durum olmazdı. AK Parti’nin şimdilik alternatifi olmadığı için oyumuzu ona vereceğiz ama bu kadar zavallı bir partinin iktidarda kalmaya ne kadar hakkı vardır? AK Parti Akevler’in uzağında kalarak yaşamış ve bu kadar basit şeyleri bile anlayamamıştır. Oysa bir kimsenin sadece bakışları bile onu ele verir.
بِمَا أَخْلَفُوا اللَّهَ
(BiMAv EaPLaFuv elLAvHa)
“Allah’a ihlaf ettiklerinden dolayı”
“Half” ense demektir, hilaf etme gittiği istikametin aksine gitmek demektir, salih iş yapma yerine hilafına iş yapma demektir, birinin yaptığını diğerinin bozması demektir.
Farklı görüşte olmak, farklı işler yapmak hilaf değildir. Kişi kendi fikrini savunurken karşısındakinin fikrine muhalif olabilir ama kişi kendi fikrini savunmadan sırf karşısındakinin fikrini çürütmesi hilaftır.
Kişi iş yaparken başkasının işinde bir sınırlama getirmiş olabilir. Ama sırf başkasını ızrar bir hak değildir. Herkes kendi haklılığını ispat etmek hakkına sahiptir ama kimse başkasına zarar verdirme hakkına sahip değildir.
مَا وَعَدُوهُ
(MAv VaGaDUvHUv)
“Vaat ettiklerine”
Evet, birisine bir şeyi vaat eder de sonra o vaadi yerine getirmezseniz ona zarar vermiş olursunuz.
AK Parti de Cemaat de bize İslâm düzenini vaat ettiler ama güçlenince ikisi de vaatlerini unuttular, vaatlerini yerine getirmediler. Başka bir ifade ile getiremediler. Çünkü merkezleri işgal edilmişti. Baştakiler bizdendi, halk bizdendi ama aradakiler münafık idiler. Dolayısıyla vaat ettiklerini yerine getiremiyorlar. Allah da onları ıkab etmektedir. Şimdiki sıkıntıları işte buradan gelmektedir. Hazreti Peygamber döneminde de Medine’de böyle olmuş ama sonunda müminler galip gelmişlerdir. Dolayısıyla AK Parti dağılabilir, Cemaat dağılabilir ama “Risaleler” devam edecektir, “Millî Görüş ve Adil Düzen” devam edecektir. Kâfirler istemeseler de Allah nurunu tamamlayacaktır.
Eskiden bu tür olaylarda tedirgin olur endişe etmeye başlardık. Şimdi ise gayet rahatız. İslâm âlemini bölemeyecekler ve Allah’ın nurunu söndüremeyecekler. Şer zannettiğimiz sonunda hayra dönüşür.
Buradaki “Hu” zamiri Allah’a değil “Mâ”ya gitmektedir. Dolayısıyla vaat edilen O’nun halifesi olan topluluktur. İhlaf ettikleri Allah ise âlemlerin rabbidir, vaat edilen kimse değildir.
وَبِمَا كَانُوا يَكْذِبُونَ
(Va BiMAv KaNuv YaKTuMUvNa)
“Ve kizb ettiklerinden dolayı da”
Yalan söylüyorlar. Yalan söylemek suçtur.
ABD Başkanı bir kadınla ilişkide bulunmuş. ABD’de muhakeme ediliyor. İlişkide olmayı mahkeme suç kabul etmemiş, sadece yalan söylediği için onu muhakeme etmiştir. Bir devlet başkanı yalan söylemez. Ekseriyete dayalı ilk cumhuriyet ABD’de kurulmuştur. Başkana krallara verdikleri yetkiyi verdiler. Bir şartla; her şey açık olacak, halktan gizli bir şey olmayacaktır. Bu sebeple başkanın oturduğu saraya “şeffaf saray” dediler. Beyaz Saray’ın adı ak saray değildir, şeffaf saraydır.
Dolayısıyla suç işlemenin cezası vardır ama gizlemenin cezası da ayrıca vardır. Bir şey gizli alınırsa yapılan hırsızlıktır ve yapanın kolu kesilir. Cinsi ilişkiyi gizli yaparsanız zina olur. Yoksa evlenebileceklerin cinsi ilişki kurmaları, iddetin beklenmesi şartı ile zina değildir. Bu sebeple İslâmiyet’te resmi nikâh yoktur. Nikâh alelade bir akittir. Ebu Hanife’nin şahitlik şartı aleniyet şartıdır.
Demek ki kâfirlerin günahı bir tanedir. Münafıkların günahı çifttir. Onun için cehennemin en alt derkinde olurlar.
Burada “Bi” harfi iade edilmiştir. Vaat edilen “Mâ”ya raci olmasın diye iade edilmiştir. Bir de ihlaf ayrı suçtur, yalan ayrı suçtur. Yanlış suç değildir, yalan suçtur.
أَلَمْ يَعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ سِرَّهُمْ وَنَجْوَاهُمْ وَأَنَّ اللَّهَ عَلَّامُ الْغُيُوبِ
(Ea LaM YaGLaMu EanNa elLAHa YaGLaMu SirRaHuM Va NaCVAvHuM Va EanNA elLAvHa GalLAMu elĞuYUvBi)
“Allah’ın onların sırlarını ve necvalarını ilm edeceğini ve Allah’ın guyubun allamı olduğunu ilm etmediler mi?”
Bu âyet atıf harfi getirilmeden başlıyor. Bundan önceki âyeti anlatmaktadır. Allah onların kalblerine nifakı ıkab etmiştir, onların kalblerinde nifak vardır. Âyette, bu durumu ilm etmediler mi denmektedir.
Dikkat edeceğimiz hususlardan biri şudur. “Allah’ın bildiğini” demiyor da “Allah’ın bileceğini” diyor. Buradaki “Allah” O’nun yeryüzündeki halifesi olan “topluluk”tur. Topluluk ileride sırları ve necvaları bilecektir deniyor. Türklerde atasözü vardır, yer gök yeminlidir. Olaylar uzun zaman gizli kalır ama sonunda bütün sırlar çözülür, gizli olanlar ortaya çıkar. Tarihi kandırmak mümkün değildir. Sır ve necvalar er-geç bilinir hâle gelir. Olaylar mutlaka iz bırakır.
Dikkat edeceğimiz bir başka husus da şudur. Burada sır ve necva atıf harfi ile atfedilmiştir. Demek ki sır başka necva başkadır. Aralarında ne fark vardır, bunun üzerinde durulması gerekir. Dr. Mete Bey bu iki kelime üzerinde durabilir.
Bu iki çeşit gizleme anlamındadır. Türkçede “gizlilik” vardır “kapalılık” vardır. Birlikte olduklarını da gizliyorlarsa bu gizliliktir. Birlikte olduklarını açık yapıyorlar ama ne konuştuklarını gizliyorlarsa bu kapalılıktır.
Âyet, sosyolojiden bildiğimiz bu ayrılığa işaret etmiş olabilir. Acaba hangisi hangisidir? Kur’an’ı yorumlarken kabul ettiğimiz varsayımlar bu tür varsayımlardır. Kur’an üzerinde çok çalışılmıştır, ancak sonuca varılanlar çok azdır.
Necva: Vadinin selin ulaşmadığı yerine necva denmektedir. Toplulukta da topluluğun ulaşamayacağı toplantılara denmektedir. Kötülüğün ulaşamayacağı yer de necattır.
Serir: Sedir altına konduğunda bilinmeyen yerdir.
Demek ki necva kapalı toplantıdır. Sır ise gizli toplantıdır.
“Allah” kelimesi izhar edilmiştir. Gaybların ilmine sahip olduğu söylenmektedir. Yani münafıkların durumları iki tarafta da kötüdür. Kâfirlerin durumu bu dünyada iyi olabilir. Münafıklar ikisini de kazanacaklarını sanırlar ama ikisini de kaybederler.
أَلَمْ يَعْلَمُوا
(Ea LaM YaGLaMu)
“Bilmediler mi?”
İnsan aklı aynı özellikleri taşıyan varlıkları bir ad altında toplar.
Buna tümevarım denir.
Sonra karşılaştıkları varlıklarda aynı özellikler varsa onu da o gruba sokar.
Buna da tümdengelim denmektedir.
Böylece varlıkları tasnif eder, onlar arasındaki ilişkileri ortaya koyar.
Böylece ilim sahibi olunur.
İlim kurallardan oluşur.
Buradaki ilim kurallardan oluşan ilimdir. Yani insanlar topluluğun ilerde her şeyi bileceğini, sır ve necvaların ortaya çıkacağını kural olarak bilmiyorlar mı?
İnsanlar bu ilimleri sayesinde hayatlarını sürdürmektedirler. Bu tür ilimlere nazari ilimler denmektedir. Elimi ateşe sokarsam elim yanar. Bunu bilmezsem elimi ateşe sokar ve yanarım. Doğadaki kanunlarla biyolojik yapımızı bu tür ilimlerle sürdürürüz.
Sosyal kurallar da böyledir. Kurallı topluluklar içinde yaşamak kolaydır. Ama kuralsız topluluklarda ise kişiler ne yapacaklarını bilmezler. Sıkıntılar buralardan gelmektedir.
أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ
(EanNa elLAHa YaGLaMu)
“Allah’ın ilm edeceğini”
Allah her şeyi bilmektedir. Bu sebeple burada eğer âlemlerin rabbi olan Allah olsaydı muzari sigası yerine mazi sigasının gelmesi gerekirdi. Ne var ki buradaki Allah âlemlerin rabbi olan Allah değil de O’nun yeryüzündeki halifesi olan insanlıktır, onun bileceği beyan edilmektedir.
İlim olması için onun beyyinelerle tesbit edilmesi gerekmektedir.
Topluluk bunları nasıl bilecektir?
Önce muhasebe tutulmaktadır. Bugünkü elde dolaşan para yerine elektronik kartla hareket edecektir. Bir bucağa girerken, bugün metroya binerken nasıl kart kullanıyorsanız, orada da kart kullanacaksınız. Bu kart parasız olacaktır ama o kartı kullanmadan giremezsiniz, kart kullanmadan çıkamazsınız. Kapı sizi tanıyacak ve öyle kartınıza geçiş izni verecektir. Böylece kartınız sizi her yerde takip edecektir. Ayrıca alışverişler de para ödeyerek değil, kartla yapılacaktır. Parmak izleri ile kayıtlara imkân sağlayacaktır. Bir de herkes istediği bilgiyi telefon mesajı ile kamuya bildirecektir. Telefon ücretsiz olacaktır. Herkesin telefonu olacaktır. Yalnız o açabilecektir. Böylece insanlar için sır ve necvalar kalmayacaktır.
Bundan yüz sene evvel bu âyet mücmeldi.
Bugün ise bu âyet artık beyan edilmiş olmaktadır.
Topluluğun bilmesi ne demektir?
Kişiye ‘sen bu saatlerde nerede idin’ diye sorulduğu zaman, kendi telefon ve kart kayıtlarını göstererek bulunduğu yerleri ispat edecektir. Yani soruşturmacılara karşı savunmasını yapacaktır. İsterse göstermeyebilir.
Topluluğun bilmesi demek yargı karşısında bilinmesi demektir. Başkaları da kendi kayıtları ile bir başka kişinin sır ve necvalarını yargı karşısına koyabilecektir. Yani bir gizli istihbarat örgütü kurulmayacak, bir gizli araştırma örgütü kurulmayacak. Açık araştırma örgütü, soruşturma teşkilatı soruşturma yapacaktır.
سِرَّهُمْ
(SirRaHuM)
“Sırlarını”
İnsanda dört meleke vardır; his, fikir, irade ve ünsiyet.
Fikir doğruyu yanlıştan ayırır.
İrade zararlıyı yararlıdan ayırır.
Ünsiyet zulmü haktan ayırır.
His ise iyiyi kötüden ayırır.
His melekesinin ruhla olan ilişkisi zevk dediğimiz ilişkiyi sağlar. Ağzınıza şeker aldığınızda size tat verir, zararlı bir şey aldığınızda size acı verir.
Bu zevk melekelerinden biri de sürurdur. Bir yere baktığınızda hoşunuza gider, göz onu zevkle seyreder. Hoşunuza giden bir müziği dinlediğiniz zaman siz onu zevkle dinlersiniz. Banyo yaptığınız zaman zevk alırsınız. Bunlar sürur ile ifade edilir. Olaylar da size sürur verir. Buna serra hâli denir. Karşılığı da darradır.
Sır kelimesi bir de aleni karşılığı manasını taşır. Açık yapmak alenidir. Gizli yapmak sırdır. Burada aleni karşılığı kullanılmıştır.
Sır kelimesi cehr karşılığı da kullanılmaktadır. Cehr sözü açıkça söylemektir. Sır ise sözü söylemeyip içinde tutmadır. Hafi kelimesi sözü alçak sesle söylemektir, fısıltı yapmaktır. Sır ise hiç söylememektir.
İhfa etme karşılığı ibda getirilmiştir. Hafiy cehr karşılığı da aleni karşılığı da getirilmiştir. Geceleyin müstahfi gündüzleri sarib olma kavlı israr veya cehr olarak getirilmiştir.
Burada sır ile necvayı yan yana zikretmiştir. Necva kapalılıktır, sır ise gizliliktir.
سَوَاءٌ مِنْكُمْ مَنْ أَسَرَّ الْقَوْلَ وَمَنْ جَهَرَ بِهِ وَمَنْ هُوَ مُسْتَخْفٍ بِاللَّيْلِ وَسَارِبٌ بِالنَّهَارِ (10Rad-)
“Sizden kavli israr edenle cehr eden ve leylde istihfa edenle neharda sarib olan birdir.”
Kavlin cehrine karşı sırrı getirdiği gibi, geceleri gizlenen ile gündüzleri kaybolanı karşılaştırmaktadır.
Necvayı ısrar ettiler. Buradaki âyette necvayı sırra atfetmiştir. Başka âyette ise necvayı israr ettiler diyerek necvanın sırdan olduğu ifade edilmiştir. Sır necvayı da içermektedir.
Kur’an’da kelimeler çoğunlukla iki mana taşır. Örnek olarak İslâm kelimesini alalım. İslâm Kur’an ehlini ifade ettiği gibi tüm hak dinleri de ifade eder. Grupların isimleri varsa gruplardan birinin ismi grubun ortak ismi olur. O kelime müşterek kelime olur. Geniş manada veya dar manada kullanılır. Biri mecazi değildir. Müşterektir. Necva ile sır da böyledir. Sır necva karşılığı kullanılır ve ikisinin ortak kelimesi olur.
وَنَجْوَاهُمْ
(Va NaCVAvHuM)
“Ve necvalarını da”
Münafıklar nifaklarını iki şekilde yaparlar. Bazen kapalı toplantılar yaparlar. Bunu hem meşru hâle getirmişler hem de hak kabul etmişlerdir.
Telefonları dinlemek suç sayılmıştır. Evraklar gizli olmuştur. Mahkeme karar verirse kişi dinlenecektir. Mahkeme davacı olmadan karar vermez. Mahkeme savunma alınmadan karar vermez. Dolayısıyla bugünkü dinlemeler meşru değildir.
Ama herkesin konuşmaları kendi bilgisayarında veya kendi bilgisayar kayıtlarında kaydedilecektir. Kendisi istediği zaman onu savunmak için belge olarak kullanılacaktır.
Ben birisi hakkında bir ihbar veya şikâyette bulunursam o kişi haberdar edilir. O da yazar ve savunmasını yapar. Karşı tarafa da bildirilir. Herkes kendi dosyasını istediği zaman istediğine gösterir. İşte bu topluluğun bilmesi anlamındadır.
Dr. Mete Firidin diyor ki; Anayasaya ne gerek vardır, Kur’an yeter.
Kur’an’ı anlayıp uygulayacak hâle getirmek için Anayasaya ihtiyaç vardır.
Kur’an’ın bu âyetlerini yorumlayacaksınız. Ona göre dinlemeler üzerinde duracaksınız. Kur’an; ‘topluluk her şeyi bilir’ diyor, diğer taraftan da ‘tecessüs etmeyin’ diyor, ‘gıybet etmeyin’ diyor. Bir adam aleyhinde onun olmadığı yerde konuşmak gıybettir.
Âyetler değişik yerlerde değişik hükümleri ortaya koymaktadır. Kur’an bunların bir araya getirilip sistem hâline sokulmasını zamana ve mekâna bırakmıştır. Buna “beyan” demiştir. İçtihat ve icma müessesesi budur. Geçmişte oluşan fıkıh ilmi, usul ilmi budur. Kur’an’ı böyle anlamadığımız takdirde sorunlarımızı Kur’an’la değil de akılla çözmüş oluruz. Akıllar hiçbir zaman anlaşamazlar.
Akıl varsayımları koyamaz, konan varsayımlar üzerinde yürür, doğru sonuçlara varır. Varsayımları koymak ancak vahiy ile olmaktadır. Bu sebepledir ki Kur’an’sız doğru yol bulunamaz. Ama Kur’an’la doğru yolu bulmak çabalamakla gerçekleştirilir. Kur’an bir gemidir. Onun içine girilerek Hakk’a doğru yol alınır. Ama geminin hedefe varması için kaptanın onu sevk etmesi gerekir.
Kur’an kitap olarak insanlara ancak onu açıp okur, üzerinde düşünür ve dediklerini anlayıp yaparlarsa yol göstermiş olur. Bizim Anayasa çalışmalarımız budur.
وَأَنَّ اللَّهَ
(Va EanNA elLAvHa)
“Ve Allah”
Allah kâinatı yaratmıştır, doğa kanunlarını koymuştur. Bu kâinat insanlar için yaratılmıştır. İnsanlar onlardan yararlanarak yaşarlar. Allah kişilerin birlikte doğadan yararlanması düzenini kurmuştur. Allah insana; alın size doğa ve alın size doğanın kanunları demiştir. Ben size sosyal kanunların nasıl oluşacağını öğrettim. Ona göre sosyal kanunları oluşturun ve doğadan yararlanarak yaşayın diyor.
İşte…
Anayasa Çalışmalarımız delillerden yararlanarak sosyal düzenimizi kurmadır.
Eskiden peygamberlerin yaptıklarını şimdi biz yapıyoruz.
Kur’an değişmez anayasadır.
Bizim anladıklarımız sadece bizi bağlar. Biz anayasayı yaparken onu bağlayıcı olarak insanlığa sunmuyoruz. Biz Kur’an’dan böyle anladık. Siz de sizin anladıklarınızı koyun ve uzlaştığımız hususlarda birlikte uygulama yapalım.
Bize yani Kur’an’a göre insanların yeryüzünde barış içinde yaşamasının iki yolu vardır.
Birinci yola göre; içtihad yapacaklar ve herkes kendi içtihadı ile amel edecektir. İcma edecekler ve icmaya herkes uyacak. On ailelik ocaklarda başlayacak bu içtihad ve icmalar bucaklarda yazılı hâle getirilecek. Bin hanelik her bucak kendi düzenini yaşayacaktır. Merkez bucaklar taşra bucaklara hükmetmeyecek, hizmet edeceklerdir.
Diğer imkân da hicrettir. Herkes ayrı ocak ve bucağını oluşturacak, orada icma ve içtihad yapacaklardır. Uyum sağlayamayanlar ayrılıp istedikleri bucağa gidebilecekleri gibi yeter sayıyı bulunca da kendileri ocak veya bucak kuracaklardır.
İnsanlar içtihad ve icmaları yaparken doğa kanunlarına uymak zorundadırlar. Doğa kanunlarını kimse değiştiremez. Mesela, bir iğne yapıp erkeklere çocuk doğurtamaz, kadın erkek eşitliğini sağlayamaz.
عَلَّامُ الْغُيُوبِ
(GalLAMu elĞuYUvBi)
“Gaybları bilendir.”
Haber burada marife gelmiştir. Yani bilen yalnız Allah’tır denmiş olur. Allah lafzının iadesi ile buradaki Allah’ın âlemlerin rabbi olduğunu ifade etmiştir.
Gayb şehadetin karşılığıdır. Görünmeyen demektir.
Bu âyette “sır, necva, gayb” kelimeleri geçmektedir. Üç defa “ilim” tekrarlanmıştır. “Allah” kelimesi iki defa geçmektedir.