Tevbe Sûresi-22
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
لَوْ كَانَ عَرَضًا قَرِيبًا وَسَفَرًا قَاصِدًا لَاتَّبَعُوكَ وَلَكِنْ بَعُدَتْ عَلَيْهِمُ الشُّقَّةُ وَسَيَحْلِفُونَ بِاللَّهِ لَوِ اسْتَطَعْنَا لَخَرَجْنَا مَعَكُمْ يُهْلِكُونَ أَنْفُسَهُمْ وَاللَّهُ يَعْلَمُ إِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ (42) عَفَا اللَّهُ عَنْكَ لِمَ أَذِنْتَ لَهُمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَتَعْلَمَ الْكَاذِبِينَ (43) لَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ أَنْ يُجَاهِدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ (44) إِنَّمَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَارْتَابَتْ قُلُوبُهُمْ فَهُمْ فِي رَيْبِهِمْ يَتَرَدَّدُونَ (45)
***
لَوْ كَانَ عَرَضًا قَرِيبًا وَسَفَرًا قَاصِدًا لَاتَّبَعُوكَ وَلَكِنْ بَعُدَتْ عَلَيْهِمُ الشُّقَّةُ
(LaV KAvNa GaRaWan QaRIyBan Va SaFaRaN QAvÖıDan LaitTaBaGUvKa Va LAvKiN BaGuDaT GaLaYHiMu elŞuqQaTu)
“Karib bir araz olsaydı, kasıd bir sefer olsaydı, sana tâbi olurlardı.
Lâkin şukka onlara baid oldu.”
Berâe/Tevbe Sûresi, sözlerinde durmayan müşriklerin hükümlerinden başladı. Sözlerinde duran müşriklerden sonra ehli kitaba geldi, onların hükümlerini söyledi. Müslim ve müminlerin hallerinden bahsettikten sonra da münafıklara geldi.
Münafıklar, çıkarları sebebiyle müminlere katılanlardır, yabancı ajanlardır, onlarla işbirliği içinde olanlardır.
Bu âyetlerde münafık kelimesi geçmemekte, ancak onlar tarif ve tavsif edilmekte, onlara kazib denmektedir. Sıradan yalan söyleyenler değil, yalan üzerine topluluk oluşturup onunla insanları kandıran kimselerdir. 42’inci âyette bunları anlatmaya başladı. 64 âyetin 22 âyetinde münafık kelimesini kullanmadan onları anlatmaktadır. Sonra 70’inci âyete kadar altı âyet münafıkları zikrederek anlatmaktadır. 28 âyet bunlardan bahsetmektedir. 28 7’nin 4 katıdır.
Önce kazibin olarak bunları zikretmekte, sonra münafıklar olarak anlatmaktadır.
Tevbe Sûresi fetihten sonra nâzil olmuştur yani İslâm devleti kurulduktan sonraki hükümleri içermektedir.
1924’den sonra inkılâplar başlamış, Türkiye ateist devlet olmuştu. 1950’lere kadar Türkiye resmen dine karşı idi. Şemsettin Günaltay başbakandı. 1950 seçimlerinden önce Celal Bayar’la anlaştılar; demokrasiyi getireceklerdi ama inkılâplar yani dinsizlik korunacaktı. Adnan Menderes halkın isteğine uyarak dinsizlikten tavizler vermeğe başladı. Menderes özellikle bu konuda Celal Bayar’la devamlı çatışma hâlinde idi. Sonunda Batılılar Menderes’i astırdılar. Ne var ki ondan sonra gelen S. Demirel ve T. Özal, hattâ B. Ecevit ve T. Çiller bu idamdan yılmadılar, Adnan Menderes’in izini takip ettiler.
Nihayet 1969’da Erbakan’ın önderliğinde bağımsız adaylıklarımızı koyduk...
Ondan sonraki gelişmelerle bugün Anayasa ekseriyeti ile iktidardayız...
Acaba fetih gerçekleşti mi?
Gerçekleşmediği çok açıktır.
Evet, maalesef gerçekleşmedi, çünkü; “Millî Görüş gömleği” çıkarılmıştır, “Adil Düzen”e karşı cephe alınmıştır... “Zulüm düzeni” şiddetini artırarak devam ediyor... Türkiye’nin imkânları yap-işlet modeli ile satılıyor… Halk mirasyedi gibi geçici olarak rahat ettiriliyor... Hastaneler zengin ediliyor... Okullara ordudan fazla para harcıyoruz... Okullarda okuttuğumuz kitaplar, Cumhuriyetin ilk yıllarında Batı’da yazılıp Türkiye’ye zorla uygulatılan ateizmi hedef edinen kitaplardır...
Ben/biz onları suçlamıyoruz. Çünkü o günkü Türkiye onlarla savaşamazdı. Ben şimdi AK Parti ve Saadet Partisi’ni suçluyorum. Çünkü artık İslâmî ilimleri okutma zamanı ve imkânları ortaya çıktı ama yapılması gerekenler yapılmıyor.
O halde bu sûre bize hitap etmiyor.
“Adil Düzen” iktidar olacağı zamanki uygulayıcıları ilgilendirmektedir.
Biz şimdi Mekke döneminde miyiz, yoksa Medine döneminde miyiz?
Evet, biz Hazreti İsa’nın dönemindeyiz. Roma devleti var, kitap ehli var ama onlar kitap verilenler değildir. Hazreti İsa sadece tebliğde bulundu, Romalılara karşı silahlı mücadeleye izin vermedi; bir yanağına vurana ikinci yanağını çevir dedi.
Bugün biz siyasette değil, dinde değil; ilmî gelişmelerden sonra iktisatta uygulama yapacağız. Adil Düzene göre işletmeler kurduğumuz zaman fetih gerçekleşmiş olacaktır.
Berâe/Tevbe Sûresi’nden doğrudan değil de ancak kıyas yoluyla yararlanırız.
“Karib araz” hemen kazanmadır.
“Kasıd sefer” de iktidardır.
Demek ki bugün insanlar ya hemen zengin olmak istiyorlar yahut hemen iktidar olmak istiyorlar. İzmir Akevler’de bunlarla işbirliği yaparak bugünkü duruma gelinmiştir. İzmir Akevler de karib arzı ve kasıd seferi istemiştir. Allah da ikisini vermiştir ama insanlığın sorunları çözülmemiştir.
Şimdi İstanbul’da “ADİL DÜZEN” çalışmalarımız yeniden başlamıştır; İstanbul Yenibosna çalışmaları sayesinde gerçek fetih yaşanacaktır, inşaallah…
لَوْ كَانَ عَرَضًا قَرِيبًا
(LaV KAvNa GaRaWan QaRIyBan)
“Karib bir arz olsaydı.”
“Arz” ön dişlerdir. Enlemesine manasına gelmektedir. “Amd” diktir. “amk” da diktir. Biri dikine diğeri de derinlemesine demektir. “İraz etme” yan çizme, yana atma, kenara atma demektir. “Urze” bahanedir. “Ariz olma” geçici olma demektir. “Araz” çıkar demektir, varlık demektir.
“Karib araz” yakın çıkar demektir.
İnsan diğer canlılardan tamamen farklıdır. Diğer canlılarda mülkiyet yoktur, senin benim malım yoktur, onlarda miras yoktur. Onlar sadece yaşadıkları günlerini düşünürler, gelecek yıllar için bir hazırlık yapmazlar. Oysa insanlar için mülkiyet vardır, bu benimdir, bu senindir anlayışı vardır. İnsanlar birbirleriyle mallarını ve emeklerini değiştirirler, kendileri için ve çocukları için mal biriktirirler. Biz şimdi atalarımızın 60 bin yıldır biriktirdiklerini ve yaptıklarını tüketmekte ve yemekteyiz. Bizim yaptıklarımızı ve biriktirdiklerimizi de bizden sonra gelenler tüketeceklerdir. İnananlar böyle yaparlar.
İnanmayanlar ise geleceklerini değil ve yakında olanları isterler, hattâ geleceklerde elde edeceklerini de şimdi harcarlar, borç alarak tüketirler; hattâ buna karşılık “faiz” bile verirler! Yani “şimdiki” onlar için “gelecektekinden” daha kıymetlidir.
Müminler için ise durum bunun tam tersinedir. Mümin olan üreticiler şimdi ürettiklerini geleceğe saklarlar, geçmişte ürettiklerini şimdi tüketirler.
Bugün insanlara diyoruz ki; şimdi günün ihtiyacını çalışın kazanın ve harcayın. Fazlasını bugün için istemeyin, onu gelecek için biriktirin diyoruz. Demesine diyoruz ama zorlanmadan dinlemiyorlar. Bugün Batı dünyasına, Avrupa’ya borçlanıyor, günümüzü gün ediyoruz; geleceğimizi ise satıyoruz! Yap-işlet-devret modeli ile ülkeye yatırım yapmak iyi bir şeydir. Ne var ki yol gibi köprü gibi kalıcı yatırım yaparsak doğrudur. Ama amorti olup tükenecek şeylere borçla yatırım doğru değildir. Burada baid bir araz ile karib araz birleşmiştir. Şimdi para ile yürüyeceğiz, sonra da ülkemiz gelişmiş olacaktır.
Bizim işçilerin bu yap-işlet işlerinde çalışması ise karib arazdır, yani yakın zamandaki çıkardır. Çünkü tarlasını ve kendi işini bırakıyor, biraz fazla aylık maaş alıyorum diye oraya gidiyor, sonra gelecekle ilgili olarak ekilmeyen tarlası çalılığa dönüyor veya çoraklaşıyor, çalışmayan atölyesi kapanıyor, var olan müşterilerini kaybediyor.
İşte bu durum yarını düşünmemedir, haramdır, günahtır.
Demek ki fıkhi hüküm nedir?
Devletin yap-işlet-devret modelini çalıştırması devlet için iyidir ama halkın orada çalışması kötüdür. Peki, bu durumda ne olacak, yapılması gereken nedir? Dışarıdan işçi gelecek, onlar çalışacak, biz ise kendi işimizde çalışmaya devam edeceğiz.
Biz şimdi “Müçtehit Yetişme Merkezini” kuruyoruz. Ancak on sene sonra sonuç alabileceğiz. Çünkü dört ilim (Kur’an Arapçası, Fıkıh, Matematik, Adil Ekonomik Düzen Muhasebesi) ancak on senede uygulamalı olarak öğrenilir. Buna katılan kardeşlerimiz vardır. Kimileri ise bir sene içinde sonuç alalım diyorlar. İşte bunu istemek karib arazdır. İnsanları bir şeye götürmek için onlara yakın arazlar gösterirler, sonra da yarı yolda bırakırlar. Bu sefer o insan kendi yaptığı hataya bakmaz, karşı tarafı suçlar.
وَسَفَرًا قَاصِدًا
(Va SaFaRaN QAvÖıDan)
“Ve kasid bir sefer”
“Sefer” yolculuk demektir, uzak yolculuk demektir. Uzak yolculuk üzerinde durulmuştur. Fakihler bunu mesafe ile ölçmüşler, üç günlük yolculuğu esas almışlardır.
Biz bu tahlili kabul etmiyoruz. Bize göre insanlık kıtalara, kıtalar ülkelere, ülkeler bölgelere, bölgeler illere, iller ilçelere ve ilçeler bucaklara ayrılır. Bucak, il, ülke ayrı birer çevredir. Kendi paraları var ve kendi yöneticileri var.
“Sefer” demek kendi ili dışına çıkma demektir. Kendi ili dışına çıkmaya niyet edip bucağından ayrılan seferde olur. İlin dışına çıkma demek ülkeye çıkma demektir. Ülke de savunma alanıdır. Dolayısıyla herkes kendi bölgesi dışında askerlik yapacağı için askerde olmak seferde olmak demektir. Savaşmak seferde olmak demektir. Nitekim savaşın ilan edildiği yıllar seferberlik dönemidir.
Bizim uygulamamızda ise siyasi parti kurma kasid seferdir. Parti kurulacak, iktidar olunacak ve iktidarın nimetlerinden yararlanılacaktır.
1973 yılında Millî Selâmet Partisi CHP ile koalisyon yaptı. Yaptıkları ilk iş KİT’lerdeki yönetim kurulu üyeliklerinin paylaşılması olmuştur. Bana da bir yer yani bir KİT’in yönetim kurulu üyeliğini vermek istediler, ben kabul etmedim. Bu yaptıklarına çok üzüldüm ve siyasetten ayrılıp partiyi dışarıdan desteklemeye karar verdim.
Nitekim bugün de AK Parti’yi destekleyenlerin durumu budur. Kasid sefer vardır; iktidar nimetlerinden yararlanmak, kadroları doldurmak. Cemaat/Hizmet mensupları kadroları doldurmak istiyorlar, doymuyorlar, hep/si bizim olsun diyorlar. AK Partiler, Millî Görüşçüler de pay istiyorlar. Kavga budur.
Oysa AK Parti adil bir atama düzeni getirirse kasid sefere gerek kalmaz.
AK Parti ne yapacak?
Kamu ile ilgili işyerlerinde birileri işe alınacaksa, siyasi partilere aldıkları oylara göre kadro verilir. Onlar ehliyetli olanları atarlar. Bu meselenin çözümü de işte bu kadar basittir. Cemaat/Hizmet mensupları da devlet kadrolarında yerleşeceklerse ya parti kurar ve kadroları alır veya bir parti ile anlaşır, verecekleri oya karşılık kadro isterler.
Demek ki maaşım çok olsun çabası, iktidarda makam elde edeyim isteği kasid seferdir. Yapılacak iş nedir? Ortaklık kuracağız, bugün maaşımız az olacak ama gelecekte çocuklarımıza zengin ülke bırakacağız. Siyasi partilere gireceğiz yahut siyasi partileri kuracağız ama gayemiz “ADİL DÜZEN”i getirmek olacaktır. Devleti yağmalama merkezi olarak görmemeliyiz, geleceğimizi ve gelecek nesilleri düşünmeliyiz.
لَاتَّبَعُوكَ
(LaitTaBaGUvKa)
“Sana tabi olurlardı.”
Hukuk düzeninde kişiler kurallara uyarlar, üstlerin emirlerine uymazlar. Sonra yaptıklarından hakemler karşısında mesul olurlar. Askeri düzende ise kişiler üstlerin emirlerine uyarlar, kendileri sorumlu olmazlar. Kendileri emirlere uyup uymadığından sorumludurlar. “Sana tabi olurlardı” demesiyle bizim bu kuralımızı teyit etmektedir.
Savaşta başkana tabi olunduğu gibi, bir iş yaparken de birisi imam olur, herkes onun emirlerine uyar. Uymak istemeyen o işi terk eder veya o işten sorumlu olan onu uzaklaştırabilir. Demek ki işte ve siyasette oraya katılanlar askeri disiplin içinde olurlar, iş yaparken ve siyaset yaparken emir-komuta zincirine uyarlar. İşten ayrıldıkları zaman herkes özgür olur. Üst olanı değiştirme her zaman mümkündür.
Buradaki “onlar” anlamında gelen “vav” kimlere racidir?
Kendilerine nufur edin dendiği halde nufur etmeyen kimseler kastedilir şeklinde anlaşılmaktadır. Oysa onlardan bahsettikten sonra genel emir vermiş ve nufur ediniz denmiştir. Memurunbih muhatap iken ona gaip zamir göndermek beliğ olmaz. ‘Buraya gel, o gelmedi’ denemez. O halde buradaki “onlar” için mahzuf bir cümle vardır, oradakilere hitap etmiş olur. Hıfafen ve sıkalen nufur edinizden sonra, size böyle emir verildiği halde sizden kimileri çıkmamışlardır. Eğer karib araz olsaydı sana tabi olurlardı denmiş olur. Böylece önce katılıp sonra ağır davrananları hazfedilmiş olan cümle ile anlatmaktadır. Cümlenin hazf olduğunu da buradaki “vav” belirtmektedir. Cümlenin hazfedilmesinin hikmeti oraya değişik zamanlarda değişik olayları açıklayan cümlelerin yerleştirilebilmesi içindir.
وَلَكِنْ بَعُدَتْ عَلَيْهِمُ
(Va LAvKiN BaGuDaT)
“Velâkin onlara baid oldu.”
Şukka onlara karib değil de baid güründü. Yakın çıkarların peşinde koşanlar, uzak için yatırım yapmazlar. Oysa insanların hayvanlardan farkı, insanlar şimdi kazanır sonra yerler. Hayvanlar ise o gün kazandıklarını o gün yerler. İnsanlar bu dünyada kazanır, böylece âhireti kazanırlar. Hayvanların öyle durumları yoktur. Hayvanlar gibi kazibler de; uzak olan için o ne zaman olacak derler.
Biz Akevler’i kurduğumuzda, parti kurduğumuzda böyle uzak görünmüştü.
Şimdi de “Adil Düzen” çalışmalarımız uzak görünüyor.
a) Müçtehitler ne zaman yetişecek?
b) Ağaç evler ne zaman inşa edilecek?
c) Mala-mal marketler ne zaman yapılacak?
d) Yüz dairelik apartmanlar ne zaman yapılacak?
e) Yüz dairelik dinlenme evleri ne zaman yapılacak?
f) Adil Düzen siteleri ne zaman oluşacak?
g) Adil Düzen Partisi ne zaman?
h) Adil Düzen ne zaman?
İşte, bunlar hep uzak görülüyor.
الشُّقَّةُ
(elŞuqQaTu)
“Şukka”
“Şukka” kökü kopup ayrılma anlamındadır. “Şıkak” ayrılık demektir. Ayrıca meşakkat anlamında da kullanılmaktadır. Araplar uzak yolculuğa “şukka” demektedirler, meşakkat anlamındadır. Bu şekilde, Arapların kullandığı şekilde değerlendirilebilir. Onlara bu şukka, bu alternatif uzak geldi. Olmayan şey dediler.
İki yol vardır. Bu iki yoldan birini seçenlerle diğerini seçenler arasında bu âyetler karşılaştırılacaktır. Bunların tanımlarını iyice bellememiz gerekmektedir.
a) Şimdi kazanıp şimdi tüketmek isteyenler ile şimdi kazanıp ilerde tüketmeyi düşünenler, gelecek için çalışanlar, günlük ihtiyaçlarını geçmişle giderenler.
b) Mevcut düzende şahsi çıkarları için çalışanlar, düzeni geliştirerek ilerde herkesin ondan yararlanmasını sağlayanlar, özel çözümün peşinde koşanlar, genel çözümü atlayanlar.
وَسَيَحْلِفُونَ بِاللَّهِ لَوِ اسْتَطَعْنَا لَخَرَجْنَا مَعَكُمْ يُهْلِكُونَ أَنْفُسَهُمْ وَاللَّهُ يَعْلَمُ إِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ
(VaSaYaXLiFUvNa Bi elLAHı Lav iSTaOaGNAv LaPaRaCNAv MaGaKuM YuHLiKUvNa EaNFuSaHuM Va elLAvHu YaGLaMu EinNAHuM LaKAvÜiBUvNa)
“Yakında istitaamız olsaydı biz de sizinle huruc ederdik diye half edeceklerdir. Nefislerini helak edecekler. Allah onların kazib olduğunu bilir.”
Siz bir parti kurarsınız, baştan ‘bundan ne olacak’ derler ve gelmezler. İşinizi bozarlar. Sonra başarı elde ettiğiniz zaman; ‘ha, ben de vardım, ben de kurucu idim’ derler, size katılırlar. ‘O zaman sen uzaklaşmadın mı, sen sabote etmedin mi’ dediğinizde; yemin ederek ‘benim mazeretim vardı, onun için katılmadım’ derler.
Buradaki “Se” yakın zamanda siz galip geleceksiniz, oralar hep sizin olacak ama onlar yine başköşede olmak isteyecekler.
Bu âyetler Suriye’ye karşı tertip edilen ordu için anlatılmaktadır. O zaman katılmamışlar, daha kafile yola çıkmadan Hazreti Muhammed vefat etmemişti. Cenazeden sonra ordu hareket etmiştir. Hiç kimseyle karşılaşmadan geri dönmüşlerdi. Sonra Suriye hemen fethedildi. Mısır fethedildi... Irak fethedildi... İran fethedildi...
Birinci “Adil Düzen” uygulamasında uzak duranlar, şimdi anayasa ekseriyeti ile elde edilen iktidar döneminde ‘ben de vardım’ yarışı içindedirler.
Millî Görüşçüler ve AK Partililer aynı hatayı yapmışlar, onlarla işbirliği yaparak beraber yürüdükleri yol arkadaşlarını ekmişlerdir. İktidarı hedeflemişler ve düzeni değiştirmekten vazgeçmişlerdir.
Biz ne yaptık da öyle yaptık diye pişman olacaklar, kendi kendilerini yereceklerdir. Bunların içinde öyleleri vardır ki; nasılsa müminler mağlup olacak demişler ve katılmamışlardır. İşte bunlar sıkıntıdan kendilerini helâk edeceklerdir.
Allah onların kazib olduğunu bilmektedir. “Allah’a yemin ediyorlar” denildiğinde, orada kastettikleri Allah kâinatın rabbi Allah’tır. Burada zamir gönderilmiyor, “Allah” lafzı iade ediliyor. “Allah bildi” demiyor da “Allah bilecektir” diyor. Yemin ettikleri zaman bileceği için Allah onların yalancı olduğunu geleceğin hikâyesi ile anlatmaktadır. Burada bilecek olan âlemlerin rabbi olan Allah değil de, O’nun yeryüzündeki halifesi olan insanlık bilecektir. Öyle işler yapacaklardır ki onların samimi olmayıp yalancı olduklarını bilecektir, yaptıkları ortaya çıkacaktır demektir.
Yer gök yeminlidir şeklinde bir söz vardır. Olaylar gizli kalmaz, zamanla mutlaka aydınlanır. Herkesin ne yaptığı ortaya çıkar. İnsanlar hep olaylardan rahatsız olurlar, hep karşı hareketler yaparlar. Bunlara karşı mukavemet edenler kazanır. Başlanan işte sebat eden, direnen, sıkıntılara katlanan kazanır.
وَسَيَحْلِفُونَ بِاللَّهِ
(VaSaYaXLiFUvNa Bi elLAHı)
“Ve Allah’a half ediyorlar.”
Buradaki “Ve” harfi yukarıda bahsettiğimiz mahzuf cümledeki fiile atfetmektedir. “Ben Ahmet geldi dedi” derseniz, sadece Ahmet’in “geldim” dediğini söylersiniz. Ama “Ahmet ve ben geldi” derseniz, Ahmet geldi ve o ben geldi dedi şeklinde anlarsınız. Burada da o geri kalanlar kastedilmekte, onlar huruc etmediler ve ileride de Allah’a yemin edeceklerdir denmiş olmaktadır.
سَيَحْلِفُونَ بِاللَّهِ لَكُمْ إِذَا انْقَلَبْتُمْ إِلَيْهِمْ لِتُعْرِضُوا عَنْهُمْ فَأَعْرِضُوا عَنْهُمْ إِنَّهُمْ رِجْسٌ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ (95)
“Half etmek” Kur’an’da doğru söylediğine inandırmak için söylenir. Mahkemedeki yemini Kur’an “kasem” olarak zikretmektedir. Sizin onlardan iraz etmeniz için yemin de ederler, siz de iraz ediniz denmektedir. Yani bir kimse bir beyanda bulunursa, ona doğru beyanda bulunduğuna dair yemin ettirirsiniz. Onun lehine hükmedersiniz. Sonra aksi ortaya çıkarsa yalandan yemin etmiş olmanın cezasını çeker.
Fıkıhta bir kural vardır. Davacı bir şeyi iddia ettiğinde delil getirmesi gerekir. Davalı ise yemin etme şartı ile beraat eder. Bunun sorumluluğu, yarın kesin beyyine ile yalandan yemin ettiği ortaya çıkarsa, yalandan yemin edenin hükmü verilir. Bir daha onun şehadeti kabul olmadığı gibi artık o kamu görevi de yüklenemez.
Fıkıhçıların yemin kuralının da Kur’an’daki yerini bulmuş oluyoruz.
لَوِ اسْتَطَعْنَا لَخَرَجْنَا مَعَكُمْ
(Lav iSTaOaGNAv LaPaRaCNAv MaGaKuM)
“İstitaa etseydik sizinle beraber huruc ederdik.”
“Tav” devşirmeye müsait meyvedir. Olgunlaşmadan meyveler zor koparılırlar. Oysa olgunlaştıktan sonra elinizi tutuğunuz zaman size gelir. “İtaat” da böyledir. Siz emredersiniz, o direnmeden kendi isteği ile yaparsa ona “itaat” denmektedir.
Bir işi yapmak istediğiniz zaman yapma gücünüz varsa, ona “istitaa” denmektedir.
Buradan şunu anlıyoruz ki savaşa insanlar çağırılır, herkes kendi isteği ile katılır, kimse nöbetli olsa da zorla askere götürülmez. Savaştan sonra katılmayanlar sorguya çekilirler. Mazeretleri olduğunu iddia eder ve yemin ederlerse, onlara bir ceza verilmez. Sonra yalancı oldukları sabit olunursa, yalandan yemin etmiş olurlar, onun cezasını çekerler. Başkan bu durumda bunları isterse nefy edebilir.
Cengiz Demirci başkanın nefy edemeyeceği görüşündedir. O zaman burada bir açıklık kalmaktadır. Yemini istismar edene bir müeyyide getiremiyor.
يُهْلِكُونَ أَنْفُسَهُمْ
(YuHLiKUvNa EaNFuSaHuM)
“Nefislerini ihlak ediyorlar.”
“Heleke” lazım fiildir. “Yehlikûne” yani “helak olurlar” denebilirdi. Müteaddi yapılmış ve “nefislerini ihlak ediyorlar” denmiştir. Bu kendi kendilerini kötülemek, yanlış yapmak, yapmasaydım demektir.
AK Parti kurulurken bazı arkadaşlarımızı çağırdılar. Onlar da “Akdemir ile Karagülle’yi ne diye çağırmıyorsunuz?” dediğinde; “Biz onlara hükmedemeyiz!” demişler.
Biz AK Parti’nin kuruluşuna katılmadık ama bugün de bundan dolayı pişman değiliz. Ama böyle katılamadıkları halde pişman olanlar vardır. Sonradan katıldılar!
Bizim katılmayışımız AK Parti başaramayacaktır kanısından dolayı değil, AK Parti’nin “Adil Düzen”i benimsemediğinden dolayıdır.
Bugün de bu eski arkadaşlarımızı kıyasıya eleştiriyoruz. Onlara muhalif olmadığımızı, sadece onların doğru işler yapması için muhalefet ettiğimizi söylüyoruz. Bildiklerimizi anlatmak için oyumuzu veriyoruz. Bazı arkadaşlar görev alıyorlar. Bunu da doğru buluyoruz.
Ben şahsen sadece bir kere yapmadığım bir şeyden sonra pişmanlık duydum. Kenan Evren yönetime el koyunca Kurucu Meclis kurdu. Ben başvurmadım. Sonradan Evren’i tanıdıkça başvursaydım, yüzde elli aralarında yer alır, 82 Anayasası daha da İslâmi olurdu diyorum.
İşte bu tür pişmanlıkları nefsini ihlak etme şeklinde anlıyorum.
Bununla beraber Kur’an’ın her yerini tarayıp bu mananın doğruluğu teyit edilmelidir.
وَاللَّهُ يَعْلَمُ
(Va elLAvHu YaGLaMu)
“Ve Allah ilmeder”
Bundan önceki “Allah” kelimesi âlemlerin rabbi Allah’a yemindir. Burada zamir olarak getirilmediğine göre bunu topluluk şeklinde anlayabiliriz.
“Alim” denmeyip “Ya’lemu” denmesi de böyledir. Allah her şeyi geçmişte bilir, gelecekte bilme bize aittir. Bu da bunun topluluğa delalet ettiğini gösterir.
Topluluk nasıl bilir?
Yargı kararları ile bilebilir. Yahut topluluk bir şeye öyle kani olur. Topluluk geçici olarak yanlışlıklara inanır, onun peşine düşer ama uzun zaman geçince gerçekleri görmeye başlar.
Sultan Abdülhamit aleyhinde tekel sömürü sermayesi büyük yaygaralar yapmış ve insanları inandırmıştı. Ama şimdi zaman geçtikçe Abdülhamit’in ne kadar iyi işler yaptığını görmeye başlamıştır. Bugün artık o “Kızıl Sultan” değildir. Abdülhamit okullara ve medreselere önem vermiştir, ikisinin birlikte bilinmesi gerektiğini kavramıştır. Cumhuriyeti kuranları o yetiştirmiştir. Cumhuriyet onun eseridir. Mustafa Kemal de onun ürünüdür. Bugünkü ilâhiyat, imam-hatip okulları, liseler ve üniversiteler Abdülhamit’in başlattıklarının gelişimidir. Daha önce Batı’dan sadece teknik aktarılıyordu. Abdülhamit tüm uygarlığı aktarmak istemiştir. Türkiye Müslüman kalarak muasır medeniyetin fevkine çıkmayı hedeflemiş, Mustafa Kemal bunu açıkça ifade etmiştir.
إِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ
(EinNAHuM LaKAvÜiBUvNa)
“Onlar kâzibdir.”
Onların güçleri olmadığı için değil de başarıya ulaşılacağına inanmadıkları için gelmedikleri bilinecektir.
Biz 1970’lerde partiyi kurduğumuzda birçok samimi kimseler bize şunu itiraf etmişlerdir: Sizin haklılığınızı biliyoruz ama Türkiye’de ordu sizi iktidar etmez. Buna dışarıdan da izin vermezler. Onun için bize katılmamış, onlar Demokratik Parti’yi kurmuşlardı. Bugün o parti kurucu ve mensupları olarak hayattalar ama artık adları bile yoktur. Bizim partimiz isim olarak değişmiş olsa da anayasa ekseriyeti ile iktidar olmuştur. Birçok inanmış insan vardır ki bizim yanımızda yer almadıkları için nefislerini ihlak ediyorlar.
Bugün “Adil Düzen”in başaramayacağını sanan ve dolayısıyla sevdikleri istedikleri halde yanımızda yer almayanlar da nefislerini ihlak edeceklerdir. Onların istitaamız yoktur demelerinin gerçek olmadığı da ortaya çıkacaktır.
Millî Görüş’te genel başkanlığa oynayan, genel başkan olduğu halde başaramayan, sonra parti kuran, şimdi de AK Parti’nin başına geçeceğini sanan kardeşimiz (N.K.) böyle daldan dala atlamaktadır. Oysa onun da Erbakan gibi Akevler’le bir olup önce “Adil Düzen” üzerinde çalışması, sonra da Adil Düzen Partisi’ni kurup insanlığa hizmet etmesi gerekirdi; Erbakan’a cephe alma değil, Erbakan’ın yanında olması gerekirdi...
Fatih Erbakan da bu olanlardan ders ve ibret almalıdır…
Bunların adlarını ve yaptıklarını niye sayıyorum?
Çünkü bunların bu işi yapma kabiliyetleri vardır ama inançları yeterli değildir. Bizim gücümüz Adil Düzen Partisi’ni kurmaya yeterli değildir ama inancımız tamdır. Biz “Adil Düzen Anayasası”nı uygulamalı olarak hazırlıyoruz. Bir gün gelecek, Necmettin Erbakan gibi birileri çıkacak ve bunu “siyasi hayata” geçirecek, “ekonomik hayata” geçirecektir.
عَفَا اللَّهُ عَنْكَ لِمَ أَذِنْتَ لَهُمْ حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكَ الَّذِينَ صَدَقُوا وَتَعْلَمَ الْكَاذِبِينَ
(GaFay elLAvHu GaNKa LiMa EaÜiNTa LaHuM XatTAy YaTaBayYaNa LaKa elLaÜIyNa ÖaDaQUv Va TaGLaMa eLKAvÜiBIyNa)
“Allah seni affetmiştir. Sadık olan kimseleri tebeyyün etmeden ve kazibleri ilmetmeden neden onlara izin verdin.”
İzin isteyen çok kimsedir. Onlara izin vermiştir. Hangi konuda ne zaman izin vermiştir. Savaşa çağrıldığı zaman mümin olan herkes savaşa katılmak zorundadır. Kendilerinden bedel alınmamıştır. Savaşa katılamayacak olanlar mazeretlerini beyan ederler.
Hukuk düzeninde kişi fiil işler, sonra suç işlemişse cezalandırılır. Askerlikte ise kişi bir iş yapacağı zaman üstten izin alır. O izin verirse o işi yapar. Bir toplantıdan ayrılırken biri izin isterse başkan tebeyyün etmeden izin verir veya vermez. Oysa askerlikte nöbete çağırıldığı zaman ancak mazereti olanlara izin verilir. Mazeretini başkan tebeyyün etmelidir. Yani kendisi kani olmalıdır. Tebeyyün etmediği takdirde izin verse sorumlu olur. Başkan olduğu için affedilmiştir yani bir cezası yoktur ama başkanlıkta kusur etmiştir. Başkanlık aleyhine dava açıldığı zaman bu tür hareketleri çok yapıyorsa başkanlıktan alınabilir.
Demek ki izin verilmeden topluluktan ayrılma yoktur. Toplantıdan da izin verildiği zaman ayrılınabilir.
İstişare heyeti kurulur, bunlar beş ile yirmi kişi arasındadır. Toplantıda bunlarla istişare edilir. Bu meclise katılıp katılmama zorunlu olmayabilir ama katıldıktan sonra ayrılmadan önce başkandan izin almak gerekir.
Bir kimse mümin veya müslim olur. Müminler başkanın emrindedirler. Mümin olmak demek başkanın hükmüne uyma zorunluluğu vardır demektir. Orada da uymayanlar başkandan izin isterler. O tebeyyün eder. “LeKe” kelimesinden anlıyoruz ki buna hakem kararları gerekmez, kendi tebeyyünü ile karar verecektir.
Sadıklar için tebeyyün şartı getirilmiş, kâzibler için kazibleri bilinceye kadar denmiştir. Onlar için tebeyyün şartı getirilmemiştir.
O halde onların mazeretinin olduğunu nasıl bilecektir?
Başkan onlara izin verecekse onlara yemin verir. Onlar kâzib olmadıklarına delil getirmemeleri hâlinde kâzib sayılırlar. Nitekim zina iftirasında da hüküm böyledir. Başkan takdir eder. Eğer mazeretleri olmadığına kanaat getirirse izin vermez. Mazeretleri olduğuna kanaat getirir ama tebeyyün edemezse yemin ettirerek izin verir. “Ve” harfi ile getirildiği için tebeyyün eden kimselere de yemin vererek izin verir. Sadece onlara vermek zorundadır. Diğerlerine verip vermemekte serbest olacaktır.
عَفَا اللَّهُ عَنْكَ
(GaFay elLAvHu GaNKa)
“Allah seni affetmiştir.”
Görevli olan görevini ifa ederken, yetkisini kullanırken sorumludur. Ancak bu içtihattan gelen bir hata olduğu için sorumlu değildir. Sorgulanmış olması da onun sorumsuz olduğu anlamına gelmez.
Peki, başkanları kim sorgulayacak?
Yargı sorgulayacak.
Yargının sorgulaması iki çeşittir. Ya kararını iptal eder yahut kendisini görevden alır. Görevden alma önemlidir, dolayısıyla ancak çok önemli hususlarda görevden alınabilir.
Bugün devlet başkanları sadece vatana ihanet suçundan sorumludurlar. Anayasalarda bu husus yazılı olmakla beraber muhakeme usulü yer almamıştır. Milletvekillerinin muhakeme usulüne tabi olmalıdır. Üçte iki ekseriyet aranmalıdır. Yahut halka gidilip üçte iki ekseriyetle ihanetine karar alınmalıdır.
“Adil Düzen”de ise mecliste grubu olan siyasi partilerden her biri devlet başkanı aleyhine hakemlere gidebilir. Hakemlerden birini grup sorumlusu, diğerini başkan seçer; başhakemi hakemler seçer. Kararla görevine son verilebilir.
Bu hüküm yalnız son nebiye ait olsaydı “haliseten leke” derdi. Bu bile yeterli değildir. Zeyd boşadığında gibi şahsına has olduğu isim belirtilerek ifade edilmiş olması gerekir.
لِمَ أَذِنْتَ لَهُمْ
(LiMa EaÜiNTa LaHuM)
“Neden izin verdin.”
Bundan sonraki ifadelerden başkanın izin verme yetkisi olduğu anlaşılmaktadır. Herhangi bir işte olunduğu zaman oradakilerin işten ayrılması işi bozabilir. Dolayısıyla sorumlunun izni olmadan kişi oradan ayrılamaz. Sorumlu da gelişigüzel izin vermez. Çünkü ekip çalışması vardır. Ekibin aksaması herkesi rahatsız eder. Bu sebepledir ki ekip çalışmaları istisnai kabul edilmiştir. Asıl olan herkesin kendi işini kendisinin yapmasıdır.
Bu nasıl mümkün olacaktır?
Mal ambarları bulunacak. Ambarların stok seviyeleri olacak. Stok azalmışsa fiyat yükseltilecek, stok çoğalmışsa fiyat düşürülecektir. Kişiler yatsı namazlarında ertesi gün ne yapacaklarına ambarlardaki fiyatlarına göre karar vereceklerdir. Ucuz olan ham madde ambarından pahalı olan mamul madde ambarına üreterek aktaracaklardır. En çok kazanacakları işi seçeceklerdir. Böylece herkes kendi işini kendisi yapacaktır. Bir kişinin tek başına yapacağı iş değilse anlaşarak birlikte yapacaklar. İşte orada sorumlunun izin vermesi gerekmektedir.
حَتَّى يَتَبَيَّنَ لَكَ
(XatTAy YaTaBayYaNa LaKa)
“Sana tebeyyün edene dek.”
“Beyyine” soruşturma sonunda varılan kati kanaattir.
İki yolla yapılır.
Biri araştırmacının vardığı kanaattir. Bunun kesin olması gerekir. Yani zahir mertebesinden nass mertebesine yükselmiş olan içtihat tebeyyün etmiş olur.
Diğeri de iki veya dört soruşturmacının tebyinidir.
Sadece “beyyine” dendiği zaman soruşturmacıların beyyinesidir. “Tebeyyene lehu” dendiği zaman kişinin içtihattaki tebeyyünüdür. Buradaki “Li” harfi tadiye içindir.
“Tebeyyene” ortaya çıktı anlamındadır.
“Tebeyyene Lehu” ona ortaya çıktı olmuş olur.
الَّذِينَ صَدَقُوا
(elLaÜIyNa ÖaDaQUv)
“Sadık olan kimseler”
“Ellezî sadaka, men sadaka” şeklinde getirmeyip “Ellezîne sadakû” getirilmesi, bu hareketin toplulukça olduğunu ifade eder.
Burada izin verilenler gruplardır, teker teker kişiler değildir. Savaşa gidilirken her siyasi dayanışma sorumlusu kendi askeri ile savaşa katılır.
Savaş ekip tarafından yapılacak, onların grubuna görev verilecektir. Her grup kendi imkânları ile kendi işini yapacaktır. Kişilere izin verecek olan grup sorumlusudur. Gruba izin verecek olan ise cephe komutanıdır yahut devlet başkanıdır. Cephede de birliğe görev verilir ve birlik sorumlusu emir sorumlusudur.
Sadık olanlar kimlerdir?
Birliğin durumu savaşa katılmaya elverişli olmayabilir. İzinlilerin çokluğu nedeniyle ekip iş yapamaz duruma gelmiş olabilir. Onların hepsi birden askere alınamazlar. Yani ekip birden katılır veya katılmaz. Bu ekipten bir kimse başka ekibe katılmaya zorlanamaz.
Bu durum işte de böyledir. İş ekibe verilir. Herkes kendi ekibinde çalışma durumundadır.
Bakınız, buradaki “Ellezîne Sadakû” kelimesi ne kadar çok sorunu çözme durumundadır.
وَتَعْلَمَ الْكَاذِبِينَ
(Va TaGLaMa eLKAvÜiBIyNa)
“Ve kâzibleri ilm edene dek”
Burada “Kâzibîn” kelimesi getirilmiştir. Çünkü ekip hep birden yani birlikte yalancı olur. Katılmadığı takdirde sonra eğer yalancı oldukları anlaşılırsa o grupta olanların hepsi yalancı olmuş olur. Ceza hepsine birden uygulanır.
Askerlikte sorumluluğun ortak olduğu ilkesi de buradan ortaya çıkmaktadır. Anayasada bu hususa delil aramıştık. Burada açıkça bu husus ifade edilmektedir.
Askeri düzende sorumluluk ortaktır. Oysa hukuk düzeninde sorumluluk şahsidir. Kimse kimsenin yükünü yüklenmez. Sadık olanlar tebeyyün edilecek, kâzib olanlar bilinecektir. Burada sadık oldukları tebeyyün etmeyenlere izin verilmez, kâzib addedilirler. İzin isteyenin aynı zamanda beyyinesini getirmiş olması gerekir.
Burada da demek ki soruşturmacılar olacak ama karar hakemler tarafından değil başkan tarafından verilecektir. Buradan da askerlikte hakemlik değil hâkimlik sistemi var anlamı çıkar. Başkanın kararı uygulanır. Hukuk düzeninde ise kişinin içtihadı uygulanır, sorumlusu da kişinin kendisidir, yargıya kendisi hesap verir.
لَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ أَنْ يُجَاهِدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ
(LAv YaSTaEÜiNuKa eLlaÜIyNa YuEMiNUvNa BilLAvHi Va elYaVMi eLEAvPiRi EaN YuCAvHiDuUv BiEaMVAvLiHiM Va EaNFuSiHiM Va elLAHu GaLIyMun Bi eLMutTaQIyNa)
“Allah’a ve ahir yevme iman edenler malları ve nefisleri ile cihat etmemek için sana istizan etmezler. Allah muttakileri alîmdir.”
Savaşta veya barışta askeri alanlarda görev alıp almayacaklarını beyan ederek izin istemezler. Çünkü bunlar mallarını ve canlarını cennet karşılığı Allah’a satmışlardır. Dolayısıyla artık o işi yapmamak için mazeretleri olmaz. İzin isteyenlere de mazeretleri varsa izin verilir. Burada ifade mutlaktır. Yani mazeretleri olsa da izin istemezler anlamı çıkar.
Bundan önce “sadıklara izin verebilirsin” demiş olması buradaki mutlakı takyit etmektedir. Azimet olanı hiç izin istememektir. Ama izin istemeye ruhsat verilmiş anlamını vereceğiz. Böylece ruhsat ve azimet kavramları da bu âyette açıklanmaktadır demektir.
“Allah ve âhirete iman”da geçen “Allah” âlemlerin rabbi olan Allah’tır.
“Muttakileri bilir”deki “Allah” ise topluluk olmalıdır.
Demek ki izin isteyenlerin sonradan soruşturulup gerçekten özürlerinin olup olmadığının tahkik yetkisi vardır. Onlar yani yargı adil karar verecektir. Karar verme yetkisi onlara aittir demektir.
Başkan izin verirken kendi takdiri ile verecektir. Hakem kararı olmayacaktır ama hakemlere gitme hakkı her zaman vardır demektir. Yani başkanın kararına diğer gruplar hakemler nezdinde itiraz edebilir. Çünkü başkanın izin vermesi diğerlerinin zararınadır. Her hak sahibinin zayi olan hakkı talep etme yetkisi vardır. “İttika eder” deniyorsa, o hususta karar yetkisi onlara aittir demektir. Karar verirken muttaki olması gerekir.
لَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ
(LAv YaSTaEÜiNuKa eLlaÜIyNa YuEMiNUvNa)
“İman etmiş olanlar senden izin istemezler.”
İmanın iki manası vardır.
Biri zahiri manadır. Dünyadaki hukukta ona uygulayacağınız hükümlere göre mümin olunmaktadır. Ben müminim diyen ve bizim toplantılara katılan mümindir. Birlikte kıldığımız namaza katılan kimsedir. Namazlar işe başlarken ve iş sona ererken, yatarken ve kalkarken kılınır. Sabah namazları fecir zamanında kılınır. Bugünkü toplulukta iş hayatı fecirde başlamamaktadır. Sabah mesaisine sekiz buçukta başlıyoruz. O halde sabah namazı bu saatten önce kılınacak. İşte bu toplantıya, bu namaza katılan mümindir.
Mesai saatlerine namaz vakitlerinin uyması için takdim ve tehir ruhsatı verilmiştir. Kur’an bunu vermektedir. Öğle ile ikindi, akşamla yatsı arasındaki takdim ve tehir Kur’an’ın beyanları ile sabittir. Sünnette uygulaması vardır.
Sabah namazının tehiri hususunda Kur’an’da henüz yerini bulmuş değilim ama kıyas yoluyla caiz olarak tesbit edilebilir. Bunu fıkıhçılar da kabul etmektedirler. Kendi bucağımızı kuruncaya kadar bu uygulamayı fıkhi hüküm olarak kabul ediyorum. Sabah namazını kişiler münferiden evlerinde fecir zamanında kılarlar, sekiz buçukta ise nafile olarak bize uyarlar.
İkinci iman anlayışı ise kalben imandır, batıni imandır. Bunu yalnız Allah bilir. Âhirette geçerli olan iman bu imandır.
بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ
(BilLAvHi Va elYaVMi eLEAvPiRi)
“Allah ve âhir yevmine”
Âhiret Allah’a atfedilmiş ve “Bi” harfi iade edilmemiştir.
Demek ki Allah’a inanmakla âhirete inanmak ancak birlikte gerçekleşebilir.
Doğa kanunlarına inanmak ve doğada düzen olduğuna inanmak Allah’a inanmaktır. Sadece Allah’ın sıfatları ile ilgili farklılık söz konusu olabilir. Müsbet ilmin kabulü sebep sonuç ilişkisi Allah’a imandır. Bizim “Allah” ile ateistlerin “doğası” arasındaki fark; biz Allah’ın öldükten sonra bizi tekrar dirilteceğine ve orada bizi sorguya çekeceğine inanıyoruz. Onların tanrısı ise bundan 13,7 miyar yıl önce doğdu ve biraz fazla da olsa belli zaman sonra ölecektir. Bizim Allah’ımız ise “hayyun la yemut”tur. O’nun ruhunu taşıyan bizler de O’nun gibi la yefnayız yani yok olmayacağız. İşte müminler bu âhirete iman ederler, bu dünya hayatının orası için geçiş olduğunu bilirler, ölümden korkmazlar.
أَنْ يُجَاهِدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ
(EaN YuCAvHiDuUv BiEaMVAvLiHiM Va EaNFuSiHiM)
Malları ve canları ile cihat etmeye”
Malları ve canları ile cihat etmeye katılmamak için izin istemezler.
Burada “En”de mahzuf “Li” vardır. Malları ile canları ile cihad etsinler, cihaddan alıkonmasınlar diye senden geri kalmak için izin istemezler. İstememelerinin illeti cihada katılma arzularıdır. Sıkıntıları olsa da cihaddan geri kalmamak için izin istemezler.
Burada “En Yukatilû” veya “En Yuharibû” denmemiş, “En Yucahidû” denmiştir.
Bugünün cihadı “Adil Düzen” için çalışmadır. “Adil Düzen”i getirecek olan bu cihadı yapacak olanlardır. Burada da “Bi” harfi iade edilmemiş ve “Bi Emvalihim” denmemiştir. İkisi birden olmalıdır. Müminler malları ile ve canları ile cihada katılanlardır. Müslimler ise yalnız malları ile cihada katılanlardır.
وَاللَّهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ
(Va elLAHu GaLIyMun Bi eLMutTaQIyNa)
“Allah muttakileri alimdir”
“Allah muttakileri alimdir” denmektedir. Buradaki “Allah” topluluktur. “Alimun”un nekre olması da buna delalet eder.
İnsanlar yaşarken ve görevleri yerine getirirken takdir hakkı tanınmıştır. Fıkıhçılar buna “istihsan” demektedirler. Bu takdirin de yargı denetiminde olduğu bu âyetle sabit olmaktadır. Muttakileri topluluk yargı yoluyla bilecektir, bilmektedir denmektedir.
İlim beyyine ile olacaktır.
إِنَّمَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَارْتَابَتْ قُلُوبُهُمْ فَهُمْ فِي رَيْبِهِمْ يَتَرَدَّدُونَ (45)
(EinNaMAv YaSTaEÜiNuKa elLaÜIyNa LAv YuEMiNUvNa Bi elLAHi Va eLYaVMi eLEAvPiRi Va iRTAyBaT QuLUvBuHUM Va HuM FIy RaYBiHiM YaTaRadDUvNa)
“Sadece Allah ve âhirete iman etmeyenler isti’zan ederler ve onların kalbleri irtiyab etmektedir. Onlar raybleri içinde tereddüt etmektedirler.”
“Allah ve âhirete iman edenler isti’zan etmezler” dendikten sonra, mefhumu muhalefetle iman etmeyenler izin isterler çıkabilir. Mefhumu muhalefeti Kur’an usul olarak kabul etmediği için sadece Allah ve âhirete iman etmeyenler izin isterler ile tekit etti. Hatta Allah ve âhirete iman etmeyenlerin de hepsi izin istemezler denmiştir.
Gerçekten Allah ve âhirete iman etmeyenlerden de cahiliye hamiyyesi vardır. Onlardan da izin istemeyenler bulunmaktadır. Böyle bir hamiyyeleri olmazsa, o zaman müminlere direnmezler ve denge kurulmaz, müminler oynayacak karşı takımı bulamazlardı.
Allah ve âhirete iman etmeyecekler; bu yetmez, bir de kalbleri irtiyab edecek ve onlar rayblerinde tereddüt edeceklerdir. Eğer sizin kazanacağınızı bilirlerse katılacaklar, kaybedeceğinizi bilirlerse katılmayacaklardır.
Burada bahsedilen yine kişiler değil topluluklardır. Birlikte katılırlar, içlerinde zafer kazanıldığı halde ölenler ölecektir. O husus toplulukların kendi içlerine ait hususlardır.
Cahiliye hamiyyetidir. Reyb içinde tereddüt eden yöneticilerdir. Yöneticilere uyan topluluklardır. Kişilere sosyal baskı vardır. Kişi topluluk içinde o derece uyum sağlamıştır ki o topluluğun kuralları içinde yaşar ve ölümü göze alır. Törelere göre öldürenler olduğu gibi ölenler de vardır. “Rayb” ne olacağı hususunda karar vermemedir. “İrtiyab etmek” bir türlü karar vermemek demektir. “Tereddüt etmek” ise kiminin öyle kiminin başka türlü karar vermesidir. Yahut bir insanın değişik zamanlarda değişik karar vermesidir. Ekseriyet sistemi irtiyab sistemidir. Birinin çıkarının değişmesi topluluğun kararını değiştirmiş olur.
إِنَّمَا يَسْتَأْذِنُكَ
(EinNaMAv YaSTaEÜiNuKa)
“Sadece senden isti’zan ederler.”
“İnnemâ” kelimesini getirerek isti’zan edenlerin Allah ve âhiret yevmine iman etmeyenler olduğunu ifade ederek iman edenlerin isti’zan etmeyeceklerini vurgulamaktadır.
İki mazeret vardır.
Biri hayati tehlikesi olan mazerettir. Hastadır; katılırsa görevini yapamayacak, ölecektir. Bu ağır özür için izin istemek caizdir. İzin verilmediği takdirde yine katılınacaktır.
Diğeri ise evdekilerin sıkıntı çekecekleri veya büyük zarara uğrayacağı gibi mazeretlerdir. Hayati tehlikesi olmayan mazeretlerdir. Bu sebepten dolayı âhirete iman edenler izin istemezler.
الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ
(elLaÜIyNa LAv YuEMiNUvNa Bi elLAHi Va eLYaVMi elEAvPiRi)
“Allah ve ahir yevme iman etmeyenler.”
“Allah ve âhir yevm” kelimelerini zikretmeyebilirdi.
Bundan önceki âyette geçen “Allah” kelimesi topluluğu ifade ediyordu. Burada ise âlemlerin rabbini ifade ediyor. Bu sebeple zikredilmiş hazf veya izmar edilmemiştir.
Yukarıda iman edilmeyen âhiretteki sorumluluktur, burada zikredilen âhiretteki nimetlerdir. Bu sebeple iade edilmiştir de diyebiliriz.
Bir kimse mümin olmaz müslim olarak kalır, onun âhirette bir sorumluluğu yoktur. Oysa iman ettikten sonra görevi yapmamak sorumluluğu gerektirir. Söz vermek zorunda değilsiniz ama söz verdikten sonra onu yerine getirmekle mükellefsiniz.
Buradaki “âhiret yevmi”nin izhar edilmesi bunlar arasındaki bu farka işaret etmekte olduğunu istihsan ediyoruz. Siz başka bir şey istihsan edebilirsiniz, o doğru olur veya ikisi doğru olur.
وَارْتَابَتْ قُلُوبُهُمْ
(Va iRTAyBaT QuLUvBuHUM)
“Ve kalbleri irtiyab etmiştir.”
“Haraca” çıktı demektir. “İhtirac”ın manası yoktur. Lazım olan fiilin tekrar lazım yapılması mümkün değildir
“Reyb” kuşku içinde olmak demektir. “İrtiyab”ın manası nedir?
Burada psikolojik durumu ifade etmektedir. Beyne gelen uyarılardaki eksiklik insanı “kuşkulara” uğratır. Yani dışarıdan gelen etkilerle olan reyb vardır. İnsanın beyninde oluşan ikinci bir reyb daha vardır. Buna “kuruntu” diyoruz. Beynin bir tarafında oluşan devrelerin başka tarafta belirsizlik oluşturmasıdır. Ruhun dışarıdan gelen etkilerle değil de beynin içinde olan arızalardan dolayı reyb etmesidir.
İnsanlarda bu tür reyb yani irtiyab bir ruhi hastalıktır. Bu ruhi hastalıklar ibadetlerle giderilir. İnsanın ‘Allah… Allah…’ diyerek zikretmesi, Kur’an okuması, ibadetler yapması insandaki bu irtiyabı giderir. İlmen bir şeyin doğruluğunu bilmiş olursun. Âhiret vardır diye bilirsin ama için bir türlü ona inanmaz, hep ‘ya yoksa’ diye kuşkular içinde olursun.
Namaz, oruç, zekât, hac ve Kur’an’ı kıraat etmek, Allah’ı sıfatları ile tesbih etmek insandaki irtiyabı yok eder.
Çoğulun çoğula izafesi her birinin ayrı ayrı izafesidir. Dolayısıyla herkesin kendi kalbi irtiyab hâlindedir. Allah ve âhirete iman “Ellezîne” ile gelmiş ve topluca imandan bahsedilmiştir. İman etmiş topluluklar birlikte iman ederler, farklı inanışları olmaz. Oysa irtiyab her birinde ayrı ayrı oluşur. Birlikte iken iman ederler ama kendi dünyalarına döndüklerinde reyb içinde olurlar.
فَهُمْ فِي رَيْبِهِمْ
(Fa HuM FIy RaYBiHiM)
“Onlar reyblerinde”
“Reyb” burada masdar olduğu için müfret gelmiştir. “Reybin” denseydi nekre olan reyb farklı olabilirdi. “Reybihim” dediğine göre reybleri tektir. İman etmiyorlar, kalblerinde reyb vardır. “Fa” harfi getirilerek reybler de hastalık gibi bulaşmaktadır.
İman etmek, sonra kuşkulara düşmek sosyal olaydır. Yani kişilere etki etmektedir. İnsan ve topluluk karşılıklı etkileşim içindedir. Önce havuza herkes nesi varsa dökmekte, sonra da havuzdan istediğini almaktadır. Böylece oluşan havuz sosyal yapıdır. Kişiler ise havuzdan farklı havuzcuklara sahiptirler. Havuzcuklar ortak havuzdan farklıdır ama ortak havuzu onlar oluşturdukları gibi onlar da ortak havuzdan yararlanmaktadır.
Bu âyetler bu oluşu da bu örnekle anlatmaktadırlar.
Bu oluş yalnız insanda değil, denizlerde de böyle oluşur. Karadan gelen ırmaklar denize getirdikleri maddelerle denizi zenginleştirirler. Sonra da karalar denizden su alırlar. Yağmur onlara deniz suyu getirir.
Topluluğun oluşması, toplulukta fertlerin varlıklarını koruması hep bu kurallara dayanmaktadır. Kur’an’da her şey vardır derken işte bu kıyas yoluyla vardır.
Buradaki “Fa” harfi sebep fasıdır. Bu etkileşmeye bu “Fa” harfi delalet etmektedir.
يَتَرَدَّدُونَ (45)
(YaTaRadDaDUvNa)
“Tereddüt ederler.”
“Tereddüt etme” kendi kendisini reddetme demektir.
Bir karar veriyorsun, sonra vazgeçiyorsun, onu iptal ediyorsun, başka karar veriyorsun. Gidiyorsun, duvara çarpıyorsun, seni reddediyor, öbür duvara çarpıyorsun.
Kendi reyblerinde, beyinlerinde oluşan reyblerinde veya birbirinin etkisiyle oluşan reybleri içinde tereddüt etmektedirler.
Toplulukları bir yöne götürme bu etkileşme sonucu olur.
Topluluk kutuplaşır, halk kutuplardan güçlü gördüğüne doğru gider. Çoğu zaman halk sık sık kutup değiştirir. Bu tereddüt istikrarsızlıktır. Bu sebepledir ki İslâm düzeninde iktidar kutupları dengede tutan, kutupların kopmasını önleyen bir düzendir. Kutuplardan biri galip gelince başkan öbür tarafı takviye eder ve kopmayı önler, devrilmeyi önler. Başkanın asker olması gerektiği kuralı buradan gelir.
Bir partinin tahakkümü ile oluşan denge geçicidir. Zamanla muhalefet içten içe güçlenir ve istikrar bozulur. Oysa başkanların sağladığı denge istikrarlı dengedir. Ekseriyet sistemi ile değil nisbi sistemle demokrasi oluşur, asker kökenli başkan da onu korur.