Tevbe Sûresi-32
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُولَئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (71) وَعَدَ اللَّهُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً فِي جَنَّاتِ عَدْنٍ وَرِضْوَانٌ مِنَ اللَّهِ أَكْبَرُ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (72)
***
وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُولَئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللَّهُ إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (71)
(Va eLMuEMiNUvNa Va eLMuEMiNaTı BaGWuHuM EaVLiYAEu BaGWın YaEMuRUvNa Bi eLMaGRUvFi Va YaNHaVNa GaNı eLMUNKaRı VaYuQIyMUNa elQaLAvta Va YüETUvNa elZaKAvTa Va YUvOIyGUNa elLAvHa Va RaSUvLaHu EuLAvEiKa SaYaRXaMuHuMu elLAvHu EinNa elLAvHa GaZIyZun XaKIyMun)
“Mümin erkekler ile mümin kadınlar birbirlerinin velisidirler, marufu emrederler, münkerden nehy ederler, salâtı ikame ederler, zekâtı ita ederler, Allah ve resulüne itaat ederler. İşte onlara Allah yakında rahmet edecektir. Allah azizdir hakimdir.”
Münafıklardan bahsetti... Geçmiş kavimlerden bahsetti... Şimdi de müminlerden bahsetmektedir. Müminlerle münafıkları karşılaştırmaktadır. Önce müminlerden bahsedip sonra münafıklardan bahsetmesi yerine, önce münafıklardan bahsetmiş, sonra müminleri zikretmiştir. Çünkü sûrenin konusu müminler değil münafıklardır. Müminleri anlatmak için müminlerden bahsetmiyor, münafıkları anlatmak için müminlerden bahsediyor, aralarındaki farkları göstererek onların daha iyi kavranmasını sağlıyor.
Münafık kadınlar ile münafık erkekler denmiştir. Mümin erkekler ile mümin kadınlar denmiştir. Her ikisini kadınlar ve erkekler olarak tashih etmiştir.
Burada iki şeye işaret etmektedir.
Bunlardan biri; ister müminler olsun ister münafıklar olsun, kadın erkek ayırmaksızın bir dayanışma içinde olduklarıdır. Kadınların yaptıklarından erkekler, erkeklerin yaptıklarından kadınlar sorumlu olacaklardır. Bir evliya olarak bahsetmiştir, birbirlerinin velisi olduğu söylenmiştir. Çoğul getirilmiş, ikil getirilmemiştir.
İkincisi ise; iki türlü birlik vardır.
Biri; başkan var, ona bağlı cemaat var. Cemaat hukuk düzeni içinde topluluğu oluşturur. Herkes kendi içtihadı ile hareket eder. Sonunda hesabı üstlerine değil hakemlere verir.
Diğeri ise askeri düzendir. Ast üst vardır. Ast olanlar üst olanların emrindedir, onların dediklerini yaparlar ve onlara karşı sorumludur. Üstlerin astları cezalandırma yetkisi vardır.
Birinciler müminundur, ikinciler ise müminattır. Buradaki erkeklik dişilik kişilerin erkek ve dişi olmasından değil, hukuk veya askeri düzende olup olmamasına göredir.
Burada önemli bir husus ortaya çıkmaktadır. Müminlerin oluşturacakları dayanışma grupları ayrı olacak, münafıkların oluşturacakları dayanışma ortaklıkları ayrı olacaktır. Müminler münafıkları kendi dayanışma ortaklıklarına almayacaklardır.
Bu nasıl sağlanacaktır?
Dayanışma sorumluları kişileri kendi dayanışmaları içine alıp almamakta serbesttir. O halde dayanışmaya girmek isteyen kendisine göre münafık olanı dayanışmasına almayacaktır. Böylece münafıklar isteseler de istemeseler de ayrı dayanışma oluşturmak zorunda olacaklardır. Böylece biz kimseye münafık demeyeceğiz ama münafıklar kendiliğinden ayrı dayanışma ortaklığını oluşturacaklardır.
Yine burada ortaya çıkan ikinci önemli husus; cemaat içinde dayanışma olduğu gibi iş içinde de dayanışma vardır. Birlikte iş yapıyorsak, aynı yerde oturuyorsak, birbirimizden sorumluyuz. Ortak iş yaparken bir zarar doğarsa orada çalışanlar onu paylaşarak öderler. “Müminat” bunu ifade eder. Ne var ki bunların kendileri değil de dayanışma ortaklıkları bunu tazmin eder. “Müminun” da bunu ifade eder.
İşte durum böyle olduğu gibi kasamede de böyledir. Bir yerde bir ölü bulunduğu zaman onu oranın halkı tazmin eder, diyetini öder.
Kasameye Kur’an’da delil arıyorduk. İşte bu ‘ayetler kasameyi ifade eder.
Yüz daireli lojmanlı işyeri apartmanlarını yaptığımızda oranın sorumlusu olacaktır. Münafık olanları kendi katından uzaklaştıracak veya apartmandan uzaklaştırılacaktır. Aynı anlayışta olanlar böylece seçilmiş olacaklardır.
“Birbirinin velisidirler” ifadeleri her iki âyette tekrar edilmiştir. O halde dayanışma ortaklığında fark yoktur, bütün dayanışma hükümleri aynı olacaktır.
Münafıklar münkeri emredip maruftan nehy ederler, oysa müminler marufu emredip münkerden nehy ederler. Maruf icma ile sabit olan hükümlerdir. Münker ise icma hâsıl olmayan, henüz kesin olmayan hükümlerdir. Kişinin içtihadı farklı olsa da icmaya uymak zorundadır. Çünkü maruftur. İcmadan sonra fiilen muhalefet caiz değildir. Farklı içtihatlarda herkes kendi içtihadı ile hareket edecek, biri diğerine karışmayacaktır. Münafıklar ise icma olsun olmasın kendi kararlarına uyulmasını isterler. Ekseriyet kararı deyip kendi heva ve heveslerini başkalarına empoze etmeye çalışırlar. Demek ki başkalarını kendisine uymaya zorlayan kimse münafıktır. Başkalarının içtihadına saygılı olursa o mümindir.
Münafıklardaki “ellerini kabzederler” yerine burada “salâtlarını kılar ve zekâtlarını verirler” denmektedir. Namaz ile zekâtı cimriliğe karşı getirmiştir. Böylece bedeni görevleri yapmamak mâli görevleri yapmamakla eşit kabul edilmiştir.
Münafıklar için “Allah ve resulünü unuttular” deniyor, müminler için “Allah ve resulüne itaat ederler” diyor. Mahkeme kararlarını ilâhi karar kabul ediyor. Hakemlerden oluşan mahkeme kararlarını kabul etmemek Allah’ı hesaba katmamaktır.
Münafıklar için “Allah da onları unuttu” denmektedir. Müminler için ise “Allah onlara rahmet edecektir” denmektedir. “Allah onlara azab edecek” denmiyor, “Allah da onları unuttu” deniyor. Çünkü insan zaten O’nsuz yaşayamaz. Bu azabın en büyüğüdür. Bu da görevi yerine getirmeyenlerin topluluk imkânlarından yararlanamayacağını ifade eden kuralı ortaya koymaktadır. Vergisini vermeyenler verginin sağladığı imkânlardan yararlanamazlar.
“Münafıklar fasıktır” ifadesine karşılık, “Allah azizdir hakimdir” diyerek onların fasıklıklarının işe yaramayacağını, başaramayacaklarını ifade eder. Buradaki münafıkların yaptıklarına karşılık müminlerin yaptıkları değil de Allah’ın yaptıkları ifade edilmiştir. Çünkü müminlere Allah yaptırmaktadır, onlar O’nun adına hareket etmektedirler.
“Allah münafık erkeklerle münafık kadınlara ve kâfirlere vaat etti” sözüne karşılık, “Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara vaat etti” denmektedir. Münafıklara kâfirleri eklediği halde müminlere kimseyi eklememiştir. Müslimler de müminlerden sayılmıştır. Çünkü onlar da bedel vererek güveni sağlamaya katılmışlar ve mümin olmuşlardır. “Va’d” kelimesini her ikisi için zikretmiştir.
Münafıklara ve küffara cehennem nârını vaat etmiştir.
Müminlere ise cenneti vaat etmiştir
Her ikisi için orada halid olduklarını belirtmiştir.
a) Altında nehirlerin cereyan ettiği cenneti,
b) Adn cennetinde bulunana tayyibat mesakini,
c) Ve daha ekber olan Allah’ın rızasını vaat etmiştir.
Buna mukabil münafıklara “onların hasbıdır” denmektedir. Yani işledikleri suçlardan fazla azap edilmeyeceklerdir. Oysa müminler için kat kat ihsanda bulunacaktır. Cehennem nârı küçük ve basit bir şey olarak kalırken, müminlere olan rahmeti sonsuza doğru yürümüştür.
“Münafıklara azabı mukim vardır” deniyor.
“Müminlere ise en büyük fevzdir” deniyor.
Bu âyetleri karşılaştırdığımızda simetriklik kavramını anlatmaktadır. Her şey birbirine benzer, cehennem bile cennete benzemektedir. Buna temsil denmektedir. Batılılar buna analoji demektedirler.
“Veli” arka demektir. Türkçede “bel” kelimesi vardır. İki anlamı vardır. Bir çocuğun annesi ve babası onun arkasından koşar, onu kollar. Çocuk büyür. Bu anlamda veli çocuğun koruyucusudur ve ona hükmedicidir. Diğer taraftan veli sırt sırta vermek demektir. Davar cinsi hayvanlar dinlenirken arkalarını birbirlerine verirler, yüzleri dört tarafa çevrili olarak yatarlar. Düşman ne taraftan gelirse gelsin görürler ve tedbir alırlar. Bu dayanışmadır. Sırt sırta vermedir. Ayrıca akrabalar, komşular, ortaklar yakınlarına arka çıkarlar. Biri onlara saldırsa birlikte karşı koyarlar. Kur’an’da “evliya” dendiği zaman dayanışma içine giren gruplar anlaşılmaktadır; “veli” ise bu dayanışma ortaklığının sorumlusudur.
Dayanışma Araplarda İslâmiyet’ten önce de vardır. Bir kabile mensupları dayanışma içine girer, karşı tarafla aralarında savaş başlar, kan davaları sürüp giderdi. Araplar buna “âkile” demekte idiler. Bir kabile mensubunu kabile halkı korurdu. Onun suç işlemesine mâni olurdu. Çünkü sonunda tüm kabile savaşa girmek zorunda kalırdı.
“Ukl” devenin çayırda kazığa bağlandığı halkadır.
Hazreti Muhammed Medine’ye hicret edince ilk iş olarak kabileleri tesbit etti ve kısas hükümlerini getirdi. Af hâlinde de diyet ödenirdi. Böylece ilk olarak resmi âkileler sistemini oluşturdu ve aralarında hakemlik sistemini koydu. Kur’an bunu “evliya” kelimesi ile teyit etti. Kur’an’da “âkile” kelimesi yoktur, “evliya” kelimesi vardır. Araplar da “evliya” kelimesini bu manada kullanmıyorlardı. Hazreti Peygamber ise her iki kelimeyi bu manada kullanmıştır.
Uzun zaman “âkıleye” Kur’an’da delil bulamamıştım. Bakara Sûresi tedayün âyetindeki “veliyyihi” kelimesi ile velayetin âkile olduğunu anladım. İlk olarak ben anladım sanmıştım ama sonra hadislerde Hazreti Peygamberin velayeti âkile karşılığı kullandığını gördüm. Böylece hata yapma ihtimalim azalmış oldu.
O halde burada “mümin kadınlar ve mümin erkekler birbirinin evliyasıdır” derken aynı dayanışma ortaklığı içindedirler demektir. Kur’an bunları dört grupta toplamıştır.
1- Ahlâki dayanışma ortaklığıdır. İhmalden doğan zararları tazmin eder. Kur’an’da “minhac” olarak zikredilir. Sorumluları “ruhban”dır. Merkezleri “salâvat” yani tekkelerdir.
2- İlmi dayanışma ortaklıkları sorumluları “ahbar”dır. Bilgisizlikten doğan zararları tazmin eder. Kur’an’daki adları “şir’a”dır. Merkezleri “savamı’”dır.
3- Mesleki dayanışma ortaklıkları sorumluları “rabban”dır. Beceriksizlikten doğan zararları tazmin ederler. Kur’an’daki adları “mensek”dir. Merkezleri “biye’”dir.
4- Siyasi dayanışma ortaklıkları sorumluları “kıssis”dir. Kasten iras edilen zararları tazmin ederler, Kur’an’daki adları “viche”dir. Merkezleri “mescit”tir.
Burada kadın erkek hep dayanışma içindedirler, diğer taraftan topluluk dayanışma içindedir. Aynı işi yapanlar da dayanışma içindedirler.
Diğer anlatılan husus da mümin dayanışma sorumlularının münafıkları aralarına almamalarıdır. Onlar ayrı dayanışma içinde olmalıdır.
وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ
(Va eLMuEMiNUvNa Va eLMuEMiNaTU)
“Ve mümin erkeklerle mümin kadınlar”
Kurallı erkek çoğul kuralı; başkanı olan, sözleşmesi olan, merkezi olan ve yaptırımı olan topluluktur. Halk kurallara uyar. Nizaları hakemler çözer. Uymayanlar cezalandırılır. Baştan karışmazlar. Bu tür toplulukları yalnız insanlar oluştururlar, hayvanların ve eşyanın böyle birliği olamaz. Kurallı dişi çoğul ise örgütü, sistemi, yapıyı oluşturur. Organize oluşlardır. Hayvanların ve eşyanın da böyle çoğulları olabilir.
Bu topluluklarda fertlerin kadın veya erkek olması şartı yoktur. Kur’an’da namaz kılanları “saffat, zacirat, taliyat” olarak cemaatten zikretmektedir.
Eğer müminun ve müminat birbirine atfedilmezse iki topluluğu ifade etmektedir. Atfedilirse iki mana taşır. Erkeklerden oluşan topluluklar ve kadınlardan oluşan topluluklar anlamındadır. Yahut iki tür topluluğu ifade etmektedir. Hukuk düzeni “müminun” ile askeri düzen ise “müminat” ile ifade edilmiş olur.
Münafıkların kendi dayanışma ortaklıkları olacaktır. Müminlerin kendi dayanışma ortaklıkları olacaktır. İşlerde de münafıklar kendileri iş yapacaklar, müminler de kendi işlerini yapacaklardır. Dayanışma ortaklıkları istemedikleri kimseleri ortaklığa almama hakkına sahiptirler. O halde bir mümin dayanışma sorumlusu veya iş sorumlusu, münafık olduğuna kanaat getirdiği zaman ona seninle çalışmak istemiyorum diyecektir, ona münafık olduğunu söylemeyecektir. Bucak başkanının bu yetkisi yoktur, münafık olduğu için birini bucağından sürme yetkisi yoktur ama sürse geçerlidir.
بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاءُ بَعْضٍ
(BaGWuHuM EaVLiYAEu BaGWın)
“Birbirlerinin velisidirler”
Arapçada birbirlerinin “kimileri kimilerinin” şeklinde ifade edilir. Onlar kendi dayanışma ortaklıklarını kurmuş olacaklardır. İktidar ve muhalefet kavramı ortaya çıkmaktadır. Müminler iktidarda olanlardır. Münafıklar ise muhalefette olanlardır.
Buradan şu sonuca varırız.
Askerlikte de dayanışma ortaklıkları vardır. Münafıklar bir orduda birleşecekler, müminler bir orduda birleşeceklerdir. Başkanın hiçbir bölgenin savunmasını kendilerine vermediği ordular olabilecektir. Münafıklar ordu içinde geri hizmetlerde istihdam edileceklerdir. Sonuçta öyle bir mekanizma geliştirmemiz gerekir ki bizim kimseye sen münafıksın dememize gerek kalmadan münafıklar ayrı, müminler ayrı dayanışma birliklerini oluşturacaklardır.
Yüz dairelik lojmanlı işyeri binaları yapıyoruz. Her katta ayrı aşiret yani on aile vardır. Apartman başkanı münafıkları hiç almayabilir yahut münafıklara bir kat, iki kat tahsis eder. Münafıkların kendi katları olur. Yahut münafıklar bir apartmanda toplanırlar ve onlar da birbirlerinin evliyası olurlar. Aynı şey dayanışma ortaklıkları için de olmuş olur. “Müminûn” ocak, bucak, il, ülke teşkilatını, “münafikat” ise dayanışma ortaklıklarını ifade etmiş olabilir.
Bunların üzerinde çalışma yapmanız gerekmektedir.
يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ
(YaEMuRUvNa Bi eLMaGRUvFi)
“Marufu emrederler”
Bir topluluk oluşmaya başladığı zaman kendi yaşama kurallarını kendisi koyar, o topluluk artık o kurallar içinde gelişir. Oraya katılanlar o kurallara uymak zorundadırlar.
Bu maruf olmadır.
Münafıklar kuralların devamlı olarak değiştirilmesini isterler. Meclisler kurar, ekseriyet oyunları ile toplulukları birbirine katar, münkeri emrederler. Oysa müminler eskiden alınmış maruf kararlara uyarlar, onları değiştirmek istemezler, bunlara yenilerini katmak isterler. Yani icmaları oluştururlar. Kuralları beğenmeyenler, düzeni beğenmeyenler o düzeni değiştirmek için uğraşmazlar, o topluluktan uzaklaşırlar, hicret ederler.
Ekseriyet demokrasisi münafıklıktır, hicret demokrasisi müminliktir.
Merkezi yönetim münafıklıktır, yerinden yönetim müminliktir.
Beklenen ve istenen insanların kurallar içinde özgürce yaşamalarıdır, beklenen ve istenen her topluluğun kurallarını kendisinin koymasıdır.
Tercüme kanunlar münafıklıktır, kendi içtihadına dayanan kanunlar müminliktir.
Bir toplulukta yaşayanlar o topluluğun marufunu birbirlerine emredeceklerdir. Öyle örgütleri olacaktır ki marufa uymayanlar cezalandırılacaktır. Buradaki emir kişilere ayrı ayrı emir değil, birlikte marufu emreden bir örgütün olmasıdır. Bu örgüt nöbetli müminlerdir, ellezîne âmenudur.
وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ
(Va YaNHaVNa GaNı eLMuNKaRı)
“Ve münkerden nehy ederler”
Maruf olmayanları dayatma münkerdir. İnsanın kendi içtihadına değil de başkalarının içtihadına göre amel etmesi münkerdir. Bu tür karışanlara da mani olurlar yani insanların özgürlüklerini korurlar. Hakemlerden oluşmuş yargıları vardır. Hakem kararlarına uymayanları hakem kararlarına uyacak şekle getirmekle görevli teşkilatları vardır. Hukuk düzeni sağlanmıştır. Herkes kendi içtihadı ile amel eder. Kimse kimseye karışmaz. Zarar verilmişse sonra hakemlerin kararı ile hakları ödenir.
Emri bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münker birbirinden ayrılmaz iki müessesedir. Biri icmaları geçerli kılar, diğeri ise içtihatları geçerli kılar. İçtihatlara karışılmaması gerektiğini ifade eder, karışanlara mani olunmasını geçerli kılar.
Birlik ve özgürlük...
Münkeri nehy insanların özgürlüklerini korur.
وَيُقِيمُونَ الصَّلَاةَ
(VaYuQIyMUNa elQaLAvTa)
“Salâtı ikame ederler”
“Salât” toplantıdır.
“İkame etmek” demek toplantıyı yapmak demektir.
Müminler günde beş defa toplantı yaparlar; sabah mesaiye başlamadan önce, sabah mesaisini bitirdikten sonra, akşam mesaisine başlamadan önce, akşam mesaisini bitirdikten sonra ve yatmadan önce, toplanır ve günlük hayatlarını düzenlerler. Bu ocaklarda yapılır.
Ayrıca haftada bir gün bucak toplantısı yapılır.
Yılda bir defa il kongresi yapılır; Ramazan Bayramı.
Yılda bir defa ülke toplantısı yapılır; Kurban Bayramı.
Yılda bir defa insanlık kongresi yapılır; burada toplanılır ve geçmişlerin muhasebesi yapılır, gelecek hakkında kararlar alınır.
Toplantı vakti kadar toplantı yeri de önemlidir. Günlük toplantıları kişiler bulundukları yerde yaparlar. Ocak, bucak, il ve ülkelerin mescitleri vardır. Hac ise Mekke’de yapılır.
Toplantılara temiz elbiseler giyilerek gidilir. Kadın ve erkekler anlaşılacak elbise giyer, evli ve bekâr anlaşılacak şekilde elbise giyerler. Ayrıca kişinin inanışlarını gösterecek elbiseler giyilir. İlmî ve meslekî dereceleri, mensup olunan aşiret ve kabileleri belli olacak elbiseler giyilir. Herkes herkesi bilir ve ona göre muamele yapar.
Topluluğa gelmeden önce temizlik yapılır. Böylece hastalıkların bulaşması önlenir. Sağlık sağlanır. Bunların dışarıda toplantıya gelmeden önce yapılması gerekmektedir.
Toplantıya ezanla çağrı yapılır.
Toplantıda divan vardır. Herkes ona doğru yönelip oturur. Buna kıble denmektedir.
Toplantıda sıralanarak durulur veya oturulur, karmaşık oturulmaz.
Toplantının hangi toplantı olduğu belirlenir.
Toplantının bir de başkanı vardır, toplantıyı o yönetir.
Toplantının başladığı kamet ile ilan edilir.
Toplantı el kaldırarak ve “Allahu Ekber” denerek başlamış olur. Başkan da kıbleye dönüktür. Halk başkana uyar. Başkan emretmez.
Toplantıda ayakta durulur, rükûa gidilir, secde yapılır ve oturulur. Bunlar bir taraftan da beden eğitimidir.
Toplantıda Kur’an okunur, manası düşünülür, sessizlik içinde birlikte vecde girilir, dua ederler. Bu da ruhi eğitimdir.
Tesbih edilir, tahmid edilir, istiğfar edilir ve selam verilir. İnsanlar buralarda yaptıklarını ve yapacaklarını kendi kendilerine hesaplarlar. Tesbih görevin yerine geldiğini ifade eder. Hamd görevi yerine getirirken kullanılan imkânları ifade eder, tekbirle, istiğfarla eksik bırakılanlardan özür dilenir, tekbirle yeni görevi kabul eder.
Tekbirden önce veya selamdan sonra başkan istişare eder, kararlar alınır ve dağılınır.
Herkes öbür toplantıya kadar kendi kendine yüklendiği görevleri yerine getirir. Nasıl bir arı, bir koyun, bir ağaç, bir sinek sabahtan akşama kadar rızık peşinde koşarsa, insan da sabahtan akşama kadar işlerin peşinde koşar. Allah’ın halifesi olarak içtihadını yapar, sonra da Allah’ın kulu olarak içtihadına göre görevlerini yapar.
Buradaki “Allah” kelimesini topluluk olarak da düşünebiliriz, içtihat yaparken topluluğun vekili olarak kurallar koyar, topluluk adına kendi kendisine emir verir. Sonra kendisine verdiği emri vatandaş olarak yerine getirir. Görevin karşılığını alır. Görevi yapmazsa sorumlu olur. Bu sebepledir ki salat müfrettir, marifedir. Kurallar içinde hepimiz beraber hareket ederek ortak iş yapmış oluruz.
وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ
(Va YüETUvNa elZaKAvTa)
“Ve zekâtı ita ederler”
Kişiler toplantıdan sonra dağılır, kişi kendi içtihadına göre yapması gerekenleri yapar. İşyerini işgal eder. Kim önce seçerse o işyeri ona ait olmuş olur.
Kolaylık olsun diye işler bilgisayarlara işlenir. Kişi bu işlerden birini seçer, işi yapar ve teslim eder. Elde ettiği ürünü bölüştürür.
a) Beşte ikisi kendisinindir. Emeğinin karşılığıdır.
b) Beşte ikisi tesislerin kirasıdır. Kira payı olarak alırlar.
c) Beşte biri de toprak kira payı olarak ortaklığındır. Buna zekât denmektedir. Ortaklığın bütçe gelirleri bunlardan oluşur.
Zekât ile her çeşit yol yapılır. Kara, deniz, hava ve demir yolları; su, elektrik, gaz ve pissu yolları yapılır; mabetler, pazarlar, medreseler ve mescitler yapılır. Bunlar da yollardır. Basın, yayın, nakliye ve haberleşme araçları da yollardır.
Çalışamayan ve çalışmayanlara yeryüzü kira payları verilir; bunlar yetimler, yaşlılar, fakirler ve yoksullardır.
Üretmeyenlere payları verilir; yolda olanlar, âlimler, sanatkârlar bunlardandır.
Borçlular borçtan kurtarılır, yabancılar vatandaş yapılır.
وَيُطِيعُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ
(Va YUvOIyGUNa elLAvHa Va RaSUvLaHu)
“Ve Allah ve resulüne itaat ederler”
Kur’an’da;
“Allah” dendiği zaman kurallar anlaşılır, şeriat anlaşılır.
“Resul” dendiği zaman başkan anlaşılır, yönetim anlaşılır.
“Allah ve resul” dendiği zaman geçici hakem olarak başkan anlaşılır.
Başkan çıkan nizaları geçici olarak halleder, işin aksamasını önler, sonra hakemlerden oluşan yargıda haklar tesbit edilir, mağdur olanlar sonra hakemlere gider ve mağduriyetleri hakem kararlarıyla giderilir.
“Allah ve resulü” de hakemlerden oluşan yargıyı ifade eder.
Taraflar birer hakem seçerler, hakemler de bir başhakem seçer ve onların aldığı kararlar kesindir, uygulanır; hatalı da olsa uygulanır. Mağdur olanlar hakemlere karşı dava açarlar. Hakemler yanlış karar vermişlerse onların dayanışmaları öder.
أُولَئِكَ
(EuLAvEiKa)
“İşte onlar”
Burada işaret edilen “onlar” mümin topluluklar ile mümin ekiplerdir, mümin kadınlar veya mümin erkekler değildir. Ocak, bucak, il ve ülke halklarıdır. İnsanlıktır. Bunlar müminundur. İlmî, meslekî, siyasî ve ahlaki dayanışma ortaklıkları ise müminattır. Çünkü onlar topluluk değil örgüttür, ast-üst ilişkileri vardır.
سَيَرْحَمُهُمُ اللَّهُ
(SaYaRXaMuHuMu elLAvHu)
“Allah onlara yakında merhamet edecektir”
Buradaki “Allah” âlemlerin rabbi olan Allah’tır.
Böyle olan toplulukları ve kuruluşları kendi nizamı içinde rahmete ulaştıracaktır.
Yukarıda geçen “Allah” yargıyı ifade eder, buradaki ise halkı ifade eder. Onun için zamirle değil de isimle ifade edilmiştir. Eğer zamir olsaydı hakemler rahmet etmiş olurdu. Oysa hakemler rahmetle değil adaletle görevlidirler.
إِنَّ اللَّهَ
(EinNa elLAvHa)
“Allah”
Buradaki “Allah” da topluluktur. Bundan sonraki haberlerin nekre olması da buna delalet eder. Bu sebeple izhar edilmiştir. Yoksa “O” denirdi.
Yukarıda zikredilen kurumları olan bir topluluk Allah’ın halifesi olma derecesine çıkmış bir topluluktur. “İnne” ile tahkik etmesi, münafıkların oluşturduğu topluluk değil de müminlerin oluşturduğu topluluk Allah’ın halifesidir demektir.
Şimdiye kadar anlatırken topluluğun Allah’ın halifesi olduğu ifade edilmiş ama müminlerden oluşan bir topluluk kaydını kullanmamıştır. Buradaki “İnne” bize bu şartı getirmektedir. “Ve” harfi ile de atfedilmemiştir.
عَزِيزٌ حَكِيمٌ (71)
(GaZIyZun XaKIyMun)
“Hakim olan azizdir.”
“Hakim” “Aziz”in sıfatı olarak alınabildiği gibi, ikisi de ayrı ayrı haber olur. Sıfatı müşebbeheler sıfat olabildikleri gibi isim de olabilirler. “Demirci” dediğimiz zaman, “Demirci Ahmet geldi” diyebildiğiniz gibi sadece “Demirci geldi” diyebilirsiniz. “Bir demirci geldi” diyebilirsiniz. Burada da hakim haberden sonra haber olabileceği gibi hakim olan aziz de olabilir.
Müminlerden oluşan topluluklar Allah’ın yeryüzündeki halifesidir, hükmeder ve hükmünü yerine getirir demektir. Hakemler yalnız karar verebilir. Yönetim hakem kararlarını benimserse o zaman topluluk aziz olur, alınan hakem kararları yürürlükte olur.
Burada bir soru akla gelir; ya bucak başkanı hakemlerin kararlarını uygulamazsa ne olur, o bucak halkı ne yapacaktır?
Bucak halkından olup dayanışma sorumlularından olan biri veya daha başka biri oradan hicret eder ve başka yerden o başkan aleyhinde il hakemleri nezdinde dava açar. Hakem kararlarına neden uyulmadığı sorulur. Makul mazeretler beyan edemezse başkanlıktan hakemler kararı ile alınabilir.
Bu dava açma yetkisi o bucağın illerdeki temsilcilerine de verilir.
Bunun dışında böyle bir başkanın bucağında olan halk hicret eder ve o bucağın nüfusu 3 000 den aşağıya düşerse bucak tasfiye olunur.
وَعَدَ اللَّهُ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً فِي جَنَّاتِ عَدْنٍ وَرِضْوَانٌ مِنَ اللَّهِ أَكْبَرُ ذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (72)
(VaGaDa elLAHu elMuEMiNIyNa Va eLMüEMiNAvTı CanNAvTin TaCRIy MiN TaPTiHav eLEaNHAvRu PAvLiDIyNa FIyHAv Va MaSAvKıNa OayYıBaTan FIy CanNAvTi GaDNın Va RıWVAvNun MıNa elLAHı EaKBaRu ÜAvLiKa HuVa eLFaVÜu eLGaJIyMu)
“Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, orada hâlid olacakları, tahtında nehirlerin aktığı cennatı ve adn cenneti içinde tayyibe mesakini vaat etmiştir. Allah’tan rıdvan ekberdir. İşte bu azim fevzdir.”
Birincideki müminler topluluklar ve örgütler idi.
Buradaki müminler ise erkeklerden ve kadınlardan oluşan topluluklardır.
Bir dayanışma içindedirler ama dayanışma konuları farklıdır. Onun için ayrı ayrı zikredilmişlerdir. Erkekler çocuk doğurmazlar, kadınlar da savaşa gitmezler. Farklı konularda dayanışma içindedirler. Bu sebeple sadece mümin erkekler demeyip “mümin erkekler ve mümin kadınlar” denmektedir. Bu sebeple izhar edilmiştir.
“Cennet” kelimesi müfred olarak âhiretteki cehennem karşılığı olan yeri ifade etmektedir. Bu âyette şu sorunun cevabını buluruz.
Âhirette halk ocaklar, bucaklar, iller ve ülkeler olarak gruplanacak mıdır?
Yoksa hepsi ayrı fert olarak tüm insanlık bir topluluk oluşturacak mıdır?
“Cennatin” kelimesi çoğul olarak zikredildiğine ve nekre olduğuna göre çok cennetler var ve aralarında bağlantılar vardır demektir.
Buna göre âhirette de insanlar farklı topluluklar şeklinde olacaklardır. Meskenlerin bulunduğu cennetleri ayrı zikretmektedir. Topluluklarla ilgili cennetlerin altında ırmaklar akmaktadır. Bu cennetler ise yaz kış meyve veren cennetlerdir. Burada tayyibet mesken vardır. Tayyib demek sağlıklı demektir. Buradan öğreniyoruz ki cennette de giyim vardır, cennette de meskenler vardır. Demek ki orada da iklim şartları söz konusudur.
Oradaki hayat buradaki hayattan fazla farklı değildir. Acı çekilmiyor, ölüm yoktur. Bunun dışında hayat bu dünya hayatı gibidir. Orada yaşamak için çalışma yoktur ama kazanmak ve yükselmek için çalışmak vardır.
Biz bu dünya hayatını da böyle düzenlemeye çalışmak durumundayız. İnsan aç kalacağı için değil, daha çok kazanmak için çalışmalıdır. Yoksa herkesin çalışmasa da yaşama hakkı vardır.
Bu nasıl sağlanacaktır?
Kaba olarak şöyle açıklayalım. Üretenlere ücret veriyoruz. Mallarını satın alıyoruz. Sonra o malları iki misli fiyatla satıyoruz. Malların yarısını kazanmış oluyoruz. Mallar ambarda duruyor. Onları da nüfus başına bütün halka bölüştürüyoruz. Onun için halka karşılıksız olarak ve eşit olarak para bölüştürüyoruz. Çalışmayan veya çalışamayanların da üretimden yarı yarıya payları vardır. Böylece herkes geçinmektedir. İnsanlar zaten az çalışsalar yetecek kadar üretim yapmaktadırlar. Artan emekle yatırım yapmaktadırlar. Demek ki çalışmayanların yatırımda payları olmayacaktır demektir, onlar çocuklarına bir şey bırakmayacaklar demektir.
Herkesin yaşama hakkı vardır. Çoğalma ise çalışanların hakkıdır. Çalışan çocukların tayyıbet meskenlerde yaşama hakları vardır. Cennette de böyledir. Herkes yaşayacak, çalışmadan yaşayacak ama çalışanların ise dereceleri yükselecek.
“Allah vaat etmiştir” dendikten sonra “ve” harfi ile atfedip “Allah’ın rıdvanı ekberdir” denmektedir. “Rıdvan” mastardır. Rıdvan nekre getirilmiş, “Min” ile izafe edilmiştir. Demek ki rıza ekberdir denmektedir. “Ekber” en büyük manasında olduğu gibi daha büyük anlamındadır. Cennet ve meskenlerden daha büyüktür denmektedir. İşte oradaki çalışma bu rıdvanın daha yüksek derecesine çıkmadır. Nekre getirilmekle rıdvanın da derece derece olduğu anlaşılmaktadır. Bunun ne olduğunu ancak tahmin edebiliriz. O’nun takdirinin rızasının insanda sağlayacağı haz daha büyük olacaktır demektir.
“Ekber” ile “Azim” birlikte getirilmiştir. Azim miktar, kebir ise değerdir. Üç kilo patates iki kilo buğdaydan azimdir ama iki kilo buğdayın değeri üç kilo patatesten daha ekberdir. Buradaki “zâlike” yalnızca rıdvan değil vaat edilenler de dâhil birlikte azimdir.
وَعَدَ اللَّهُ
(VaGaDa elLAHu)
“Allah vaat etmiştir”
Münafıklara ayrı, müminlere ayrı vaat etmiştir. Münafıklara vaidi vaat etmiştir, müminlere ise vaad vaat etmiştir. Münafıklara yapılan vaid inzar manasındadır, oysa müminlere yapılan vaad ise tebşir manasındadır.
“Bir esed bize saldırdı, aramızdaki esed bizi kurtardı” dersem, o bizi kurtardı diyemem. Çünkü birincisinde kastedilen hakiki manada eseddir. İkinci manada ise mecazi manadaki eseddir.
Münafıklara yapılan vaid mecazidir, müminlere yapılan vaad hakikidir. Bundan dolayı “ve” ile atıf edilmemiştir. Burada vaat eden âlemlerin rabbi olan Allah’tır. O vaat etmiştir. Müminlere cenneti O hazırlamıştır.
الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ
(elMuEMiNIyNa Va eLMüEMiNAvTı)
“Mümin erkekler ve mümin kadınlar”
Burada sadece müminun denseydi mümin topluluk anlaşılırdı. Mümin erkekler ile mümin kadınlar ayrı ayrı anlaşılmazdı. Bu sebepledir ki ikisini birden zikretti. Harfi atıf ile atfederek kişilerin kastedildiğini ifade etmiştir. İzmar edilmeyip izhar edildiğinden dolayı da bu birincideki mümin ve müminelerden farklıdır. Bunlar kişiler olduğu halde bundan önceki âyette zikredilenler topluluklar ve gruplardır. Kurallı çoğul kullanılması ise bunların ayrı ayrı münferiden hareketleri değil de topluluk içinde topluluk için hareketlerini ifade etmesidir.
Bizim mümin ve mümine olmamız için bir topluluk içinde olmamız ve orada o topluluğa yarayacak işler yapmamız gerekmektedir. Tek başına iyi olma yeterli değildir.
Topluluk içinde kadınların görevleri başkadır, erkeklerin görevleri başkadır. Görev farklı olduğu için yetkileri de farklıdır. Dolayısıyla sorumlulukları farklıdır, hakları da farklıdır. Bu farklılık kadın veya erkek olmalarından değil işbölümünden dolayıdır.
Kadın çocuk doğurmakta ve süt vermektedir. Erkek bu işleri yapmamaktadır. Bundan dolayı erkeğe nafaka temin etme ve savunma görevi verilmiştir. Herkes görevinde yetkilidir, sorumludur, hak sahibidir. Erkek kadının hizmetçisi olmaktadır, koruması olmaktadır. Kadının aldığı bu hizmetlere karşılık kocasına karşı bazı borçları oluşmaktadır. Yabancı erkeklerle halvette kalmama taahhüdünde bulunmaktadır. Bu sebeple kadının bazı hareketleri sınırlanmıştır. Bu sınırlamayı istemeyen kadın İslâm nikâhı ile evlenmeyebilir. Böyle bir kadına koca dayak atamaz ama kusurlu şekilde boşar yani mihir vermez yahut velisinden ona sahip çıkmasını talep edebilir.
جَنَّاتٍ
(CanNAvTin)
“Cennetler”
“Cennetler” burada nekre getirilmiş, dişi kurallı çoğul getirilmiştir. Demek ki cennetler ayrı ayrıdır ama birbirine bağlıdır. Bu dünyada olduğu gibi farklı yerlerde farklı cennetler vardır.
Canlılar birbirlerini yiyerek yaşarlar. Her canlı farklı besinler üretir. Bu yeme sayesinde birinin ürettiği bir besin bütün canlılar tarafından paylaşılır. Böylece tüm canlılar arasında işbölümü oluşmuştur.
Âhirette de böyle olacaktır, dolayısıyla cennetler arasında bir işbölümü vardır.
Demek hayvanlar olacak, bir yerden diğer yere bu dünyada olduğu gibi besinleri taşıyacaklardır. Düzen değişmeyecektir. DNA’lar, kromozomlar, besin zinciri orada da olacaktır. Buradaki nekre “cennat” kelimesi bunu ifade eder.
تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ
(TaCRIy MiN TaPTiHav eLEaNHAvRu)
“Tahtından ırmaklar akar”
Burada ifade edilen ırmaklar borular içinde akan sıvılardır.
Kur’an nâzil olduğu zaman basınçlı su boruları teknolojisi bilinmiyordu. Bugün ise bu teknoloji kullanılarak sular evlere kadar götürülmektedir. Ayrıca petrol boruları, gaz boruları, buhar boruları da vardır. İşte, âhirette de su, süt, bal ve içecekler bu borularla taşınacaktır. Bu dünyada zararlı olan alkol âhirette zararlı olmaktan çıkarılacaktır. DNA’larda yapılacak değişiklik onun insan bedenindeki kötü etkisini önleyecektir. Alkolün iyi tarafı çok daha çabuk sindirilip kana karışmasıdır. Dolayısıyla acıkma daha çabuk def edilir.
“Cennâtın tahtında” demiş olması su borularının toprağa gömülü olmuş olmasından dolayıdır. Kirlenen sıvılar arıtma yerlerinde temizlenecektir. İnekler sütlerini süt gölüne akıtacaklardır. Arılar ballarını bal göllerine akıtacaklardır. Yüksek yerde olan göllerin sıvıları doğrudan borularla evlere kadar gidecektir. Uygarlık kıyamete kadar o kadar gelişecek ki cennete gittiğimizde çok az fark olacaktır. Mühürlenmiş içeceklerden bahsediyor. Bugün bunlar yapılıyor. Koltuklara yaslanma bugünün modası olmuştur.
خَالِدِينَ فِيهَا
(PAvLiDIyNa FIyHAv)
“Orada haliddirler”
Münafıklar için de müminler için de halidin kılmaktadır.
Halid ile ebed arasında fark olarak şunu söylüyoruz. Halid olma demek sürekli olma, kesintisiz olma demektir, ara verilmeme demektir. Ebed ise sonu olmama, sonsuza kadar sürme demektir. Burada her ikisi için “halid” kelimesini kullanmaktadır.
Cennette de halid olunacak, cehennemde de halid olunacak. Küffar ile münafıkları bir saymaktadır. Bu âyetten cezalarını çektikten sonra münafık ve kâfirlerin cehennemden çıkacaklarını istidlâl edemeyiz. Kıyas olarak onların da orada ebedi kalacaklarını söyleriz. Çünkü kalış bakımından bir ayrılık zikretmemiştir. Allah’ın adil olması kesindir. Kimseye suçundan fazla ceza verilmez. Zamanla sınırlı olarak işlenmiş bir fiilin cezası sınırsız bir zamana teşmili adil değildir. Bu durumda cehennemin onlar için yurt olacağı sonucuna varırız. Yahut zamanın kısalması sebebiyle cennettekiler milyarlarca yıl cennette kaldıkları halde, cehennemdekiler ise bir yıl kalır ama aynı zamanda tekrar birleşebilirler.
Zamanın kısalığı ve uzunluğunu şöyle ifade edelim. İstanbul’dan Ankara’ya biri İzmir’den dolaşarak gitse, biri de doğrudan Bolu’dan gitse, zamanı kilometre ile ölçse, İzmir’den dolaşan çok kilometre gitmiş olur. Ama Ankara’ya giden yavaş gittiğinde zaman olarak ikisi iki gün sonra aynı zamanda Ankara’da bulunurlar. Gidilen yer aynıdır ama alınan yol yani zaman farklıdır.
Cennet için uzun milyarlarca yıl sonra cennetten daha ileri bir hayata geçeceklerdir. Cehennemdekiler de geçeceklerdir. Hepimiz birlikte cennetin cennetine gideceğiz. Ama cehennemdekiler için birkaç yıl, cennettekiler için ise milyarlarca yıllar geçecektir. Hattâ cehennemdeki zaman suçlulara göre değişebilir. Kimi daha kısa zamanda kimisi daha uzun zamanda kalır.
Matematiği ve fiziği bilmeyenler bunları anlamakta zorluk çekerler. Oysa bugün zamanın izafiliği ilmen kabul edilmiştir. Kur’an buna birkaç yerde işaret etmektedir.
وَمَسَاكِنَ طَيِّبَةً
(Va MaSAvKıNa OayYıBaTan)
“Ve tayyibet meskenler”
“Tayyib” yararlı demektir, sağlığa uygun demektir. “Habisat” zararlı demektir.
Meskenlerden bir kısmı güneşsiz, havasız, zararlıdır, sağlığa uygun değildir. Bir kısmı ise sağlığa uygundur.
Bugünkü ifademizle klimalı meskenler demektir. Ne var ki bugünkü klimalarla alınan hava oksijen bakımından sağlıklı değildir. Oysa cennetteki meskenler klimalıdır ama hava da doğal havadır. Belki de ormanlardan borularla getirilen hava ile evler iklimlendirilecektir. Isıtırken havanın vasıfları bozulmaktadır. Elektrikle değil de sıcak su ile ısıtırsanız, havayı da ormanın temiz havası ile değiştirirseniz tayyib bir eviniz olmuş olur.
فِي جَنَّاتِ عَدْنٍ
(FIy CanNAvTi GaDNın)
“Adn cennetlerinde”
“Cennet” kelimesi burada nekre olarak izhar edilmiştir. Zamir yerine isim olarak zikredilmiştir. Demek ki biraz evvel zikrettiğimiz cennattan farklı olmalıdır. Bu cennat ormanlıklardır. Cennet genel olarak âhiretteki hayatın adıdır. Onun içinde ormanlıklar vardır. Onlar karbondioksiti oksijene çevirmektedirler.
İşte burada temiz ormanlar içindeki evler anlamındadır.
Bizim iki türlü yapılarımız olacaktır.
Biri; yüz daireli lojmanlı işyeri evlerimiz olacak, burada sanayi işyerleri bulunacak.
Bir de; birer dönümde yerleştirilmiş dinlenme evleri olacak, bunlar ağaçlı meyvelikli yerler olacaktır. Burada üretilen oksijen bir aileye beslediği hayvanları ile birlikte yeterli olacaktır.
Şimdi bir dönüm yer yılda kaç metreküp oksijen üretir? Bir aile yılda kaç metreküp oksijen tüketir? Bir dönümlük alan buna yeter mi?
Dinlenme evlerine tahsis edeceğimiz yerler bu kadar olacaktır.
Kur’an kentlerdeki yüz daireliklerden nur âyetinde bahsetmektedir. Burada da kırlardaki dinlenme evlerinden bahsetmektedir. Demek ki bizim yüz dairelik lojmanlı işyeri apartmanları ile dinlenme evleri projelerimiz Kur’an’a dayanmaktadır.
Kur’an iki özel cennetten bahseder. Biri firdevs cennetidir; ferdi cennet demektir, özel köşklerin olduğu cennettir. Bir diğeri de adn cennetidir; yaz kış meyve veren cennettir, daha doğrusu ardı arkası kesilmeyen meyve veren cennettir. Bu meyve türü ile sağlanabildiği gibi yaz ve kış farklarının azlığı ile de sağlanır.
Dünyanızda ise yaz-kış işlerin olduğu, boş zamanın olmadığı işyerlerinin bulunduğu siteler demektir. Tarım siteleri ve sanayi siteleri böyle siteler olacaktır. Yüz daireli lojmanlı işyerleri apartmanlarının altında orta ölçekli sanayi işyerleri olacaktır. Tarımda iş olduğu zaman tarımda çalışılacak, olmadığı zaman da apartmanın bodrumundaki işyerlerinde çalışılacak. Böylece yaz kış meyve veren bahçelere benzeyecek.
Eskiden bir kent kurulurken göz önüne alınan şey su idi. Suyun olduğu yerde köyler ve kentler kurulurdu. Şimdi su meselesi kısmen çözülmüştür. Elektrik varsa su da var demektir. Ama temiz hava sorunu henüz çözülememiştir. Yeni planlamada hava sorunu su sorunundan önce gelir. Bu âyetlerde bu ikisine işaret edilmiştir; tahtında ırmakların aktığı cennetler ile tayyib meskenlerin bulunduğu adn cennetleri.
وَرِضْوَانٌ مِنَ اللَّهِ
(Va RıWVAvNun MıNa elLAHı)
“Ve Allah’tan rıdvan”
“Rıda” Türkçedeki “rıza” kelimesidir, “razı olmak” fiilini çok kullanırız. Kur’an’da “Rıdvan” masdarı vardır, “Rıza” masdarı yoktur. Dolayısıyla rıza manasındadır.
“Allah’ın rızası” denmeyip “Allah’tan rıza” denmektedir. Buradaki “Min” ibtida-i gaye içindir, Allah’tan gelen rıza. Rıza bir varlık kabul edilmiş, O’ndan geldiği ifade edilmiştir. İnsanlarda meydana gelen hoşnutluktur. Allah’ın hoşnutluğu değil de insanın hoşnut olmasıdır.
İnsanda iki önemli husus vardır; sağlık ve zevk. İnsan sağlıklı olduğu zaman zevk de alır, hastalıklı olunca acı duyar. Ne var ki acı sağlıktan ileri gelmemektedir, ona göre ayarlanmış olmasından ileri gelmektedir. Acı duyan ruhtur. Sağlıklı olan bedendir. Birçok hallerde beden sağlıklı olmaz ama insan acı duymaz. Birçok hallerde de tersi olur. Bir yakınınız öldüğü zaman büyük acı duyarsınız. Oysa bedeninizde hiçbir hastalık yoktur.
Daha önce sayılmış nimetler bedenle ilgili nimetlerdir. Onlara kavuşmuş olmanın duyacağı ruhi haz vardır. Cennet, bedenin sağlığından dolayı haz duymaktadır ama asıl haz Allah’ın rızasıdır. İnsan öyle duygular duyacaktır ki bedenle ilgili olmasa da ruhen haz duyacaktır. Zaten haz sadece ruhidir. Uyuşturulan ayağınız kesildiği halde ağrımaz.
Âhiretteki amel ile Allah’ın rızasında artma meydana gelecektir. İnsan orada daha üst seviyede haz içinde yaşayacaktır. Allah’ın varlığı ile O’nun var ettiği insanın varlığı arasında sürekli yaklaşma olacaktır.
Sonsuzlukta bir özellik vardır. Daima yaklaşırsınız ama hiçbir zaman varamazsınız. İnsan her zaman Allah’a yaklaşacak ama hiçbir zaman varamayacaktır. Yine bu söylediklerimin de anlaşılması için matematik kültürüne sahip olmak gerekir.
أَكْبَرُ
(EaKBaRu)
“Ekberdir”
Bedenin sağlık içinde olmasından doğan saadetten Allah’ın rızasından doğan saadet daha büyüktür. Büyüklük burada değerde büyüklük olarak ifade edilmiştir.
İnsanın duygularında meydana gelen hazlar iki çeşittir. Biri geçicidir, o andaki duygulardır. Biri de insanda sürekli meydana gelen saadettir. Bir çıban akıtılırken o anda acı duyabilirsiniz ama sonra rahatlarsınız.
“Ekber” değerde üstünlük olduğu için süreklidir.
Burada rızayı vaat etmiştir denmiyor, Allah’tan gelen rıza daha büyüktür deniyor. Rıza bizim amellerimizin sonunda Allah’tan gelen bir şeydir. Vaat edilmeyen bir şeydir. Çünkü bu dünyanın amelinden doğan karşılık değildir. Orada yapacağınız amelden dolayı doğan karşılıktır. O vaat edilmiyor, orada mevcuttur.
ذَلِكَ
(ÜAvLiKa)
“Bu”
Burada mümin erkeklerle mümin kadınların kavuştukları duruma işaret edilmektedir, sadece rıdvana işaret edilmemektedir. Bununla beraber sadece rıdvana da işaret etmiş olabilir.
هُوَ
(HuVa)
“Dir”
Buradaki “Hüve” fasl zamiridir, Türkçedeki “dir” anlamındadır.
الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
(eLFaVÜu eLGaJIyMu)
“Azim fevzdir.”
“Fevz” gölgeliktir. Gölgeye girmek anlamında “kurtulmak”, mezara girmek anlamında “ölmek” demektir.
“Fevz” sıkıntılardan kurtulmadır, engelleri aşarak daha iyi yere gelmedir.
Âhirete ulaşma “fevzi azim”dir.
Anne karnında olan insan doğmakla ilk kurtuluşunu gerçekleştirmiştir.
Âhirette cennete gitmekle de ilk kurtuluşu aşmıştır. Büyük bir kurtuluşa ulaşmış, cehenneme gitmekten kurtulmuştur.
Burada “azim kurtuluştur” deniyor, “a’zam kurtuluştur” demiyor. Yani son kurtuluş değildir. Cennetin de cenneti olacaktır, orada çok daha büyük kurtuluş olacaktır.