Tevbe Sûresi-17
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللَّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللَّهُ إِلَّا أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ (32) هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ (33)
يُرِيدُونَ أَنْ يُطْفِئُوا نُورَ اللَّهِ بِأَفْوَاهِهِمْ وَيَأْبَى اللَّهُ إِلَّا أَنْ يُتِمَّ نُورَهُ وَلَوْ كَرِهَ الْكَافِرُونَ (32)
(YuRIyDUvNa EaN YuOFiEUu NUvRa elLAvHı Bi EaFVAvHiHiM Va YaEBay elLAHu EilLAv EaN YuTimMAa NUvRa HUv Va LaV KaRiHa eLKAvFiRUvNa)
“Allah’ın nurunu femleri ile itfa etmeyi murat ediyorlar. Ve Allah ise kâfirler kerh etseler de nurunu itmam etme dışındakinden iba etmektedir.”
Benzer âyet Saf Sûresi’nde geçmektedir.
Aralarındaki farkları karşılaştırıp mana farklarını arayınız.
يُرِيدُونَ | لِيُطْفِئُوا | نُورَ اللَّهِ | بِأَفْوَاهِهِمْ | وَيَأْبَى | اللَّهُ | إِلَّا أَنْ يُتِمَّ | نُورَهُ | وَلَوْ كَرِهَ | الْكَافِرُونَ |
يُرِيدُونَ | أَنْ يُطْفِئُوا | نُورَ اللَّهِ | بِأَفْوَاهِهِمْ | وَ | اللَّهُ | مُتِمُّ | نُورِهِ | وَلَوْ كَرِهَ | الْكَافِرُونَ |
Bugün Hıristiyan ve Yahudiler, hattâ Hindu ve Budistler işbirliği hâlinde İslâmiyet’i ortadan kaldırmak istemektedirler. ABD’de zenci Müslümanlar vardır, başarılı bir cihat yaptılar. Onlardan ürken ABD’liler Hıristiyan zencilere rıza gösterdiler, onlara haklar tanıdılar. Önce Müslüman zencileri ortadan kaldırmak istiyorlar; sonra da tüm zencileri Kızılderililer gibi imha etmeyi hedefliyorlar. Böyle Yahudiler ve böyle Hıristiyanlar vardır.
Kur’an onlardan bazılarından bahsetmektedir. Hıristiyan ve Yahudilerden bahsettiği için; âyetin sonunda “kâfirler kerih görseler de” diyor. Kastedilen bütün Yahudiler ve bütün Hıristiyanlar değil, kâfir olan Yahudiler ve kâfir olan Hıristiyanlardır.
Avrupa Birliği’nin en büyük problemi İslâmiyet’tir. Müslümanları sömürebilmek için onların dinsizleşmelerini istemişler, müstemlekeleri ateist yöneticilerle yönetmişlerdir. Batılı kâfir bir mütefekkir diyor ki; ‘Siz Kur’an’ı onların elinden almadıkça Müslümanları yönetemezsiniz.’ (İngiltere’nin Sömürgeler Bakanı olan Gladiston’un Lordlar Kamarası’ndaki sözü: “Kur’an Müslümanların elinde oldukça, onlara kesin olarak galip gelmemiz imkânsızdır. Ya bu Kur’an’ı Müslümanların elinden almalıyız, ya da onları Kur’an’dan soğutmalıyız.”) Avrupa ile Müslümanlar arasındaki savaş İslâmiyet’in ilk yıllarında başlamıştır. Kuzey Afrika’nın ve Suriye’nin fethi ile Hıristiyanlarla Müslümanlar 1400 senedir savaşıyorlar. Malazgirt (1071); İstanbul’un Fethi (1453) ve Viyana Kuşatması (I. 1529, II. 1683; Sakarya’ya kadar gelmeleri ( 23 Ağustos - 13 Eylül 1921) bu düşmanlığın hikâyesidir. Tarih böyle yazılmıştır.
Benzer durum Hindistan’da da vardır. Hindistan Kıtası Hindu dini ile Müslümanlar arasındaki kavgaya dayanmaktadır. İki siyasi güç Hindistan’ı parçalamıştır. Bundan dolayıdır ki Hindular da İslâmiyet’in getirdiği nur sönsün istiyorlar.
Çin’de 300 milyon Müslüman vardır. Çin’in bütünlüğünü Müslümanlar bozmaktadır.
İşte, sömürü sermayesi bu durumdan yararlanarak iki asırdır İslâm soykırımı ile uğraşmaktadır. İlk hedef İslâmiyet’ten vazgeçirmek; vazgeçiremezse yok etmek.
Allah’ın nurunu itfa etmek yani söndürmek için tüm dünya yöneticileri birleşmiş bulunmaktadır. Her yerde Kur’an ehline zulüm yapılmıştır; hâlen yapılmaktadır. Yirminci yüzyılın ilk yarısında nerde ise bunu başaracaklardı. Ne oldu? Müslümanlar direndi. Savaşlarla fethedemediğimiz Avrupa’yı işçilikle fethettik.
Bu âyetin asrımıza delaleti kadar açık bir asır olmamıştır; belki de olmayacaktır.
Dünya yirminci asırda birleşti ve İslâmiyet’i ortadan kaldırmaya girişti.
Sonu ne oldu?
Avrupa Birliği kuruldu ve Papalık bile Müslümanlara dost gözü ile bakmaya başladı. Oysa sermayenin istediği Müslümanlarla Hıristiyanlar çatışacak, kendisi keyif sürecekti. Sosyalist bir ülkede (Polonya) yetişen ve en büyük zulmü gören Papa Jan Paul, Papa olur olmaz Müslümanların Kurban Bayramı’nı tebrik etti.
Daha sonra kendisine ‘Türkleri Avrupa Birliğine alalım mı’ diye sorulduğu zaman; ‘Onlar da İbrahimî dindendir, alalım’ dedi. Böylece Müslümanların İbrahimî dinini tasdik etti. Hıristiyanlıkta Papa’nın dediği ilâhi vahiy kabul edilir. O halde bugün Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında fark kalmamıştır. Sadece mezhep farkları vardır.
Bugün Türkiye’nin mümin Yahudileri, ‘Biz İsa’ya da Muhammed’e de peygamber değildir demiyoruz, biz sadece onlar İsrail oğullarına peygamber değildir diyoruz’ demektedirler. Böylece gerçek Yahudiler de Kur’an’ı ilâhi kitap olarak kabul etmektedirler.
Henüz Müslümanlar da, Hindu ve Budistler de onların İbrahimî dinden olduklarını bilmiyorlar. Oysa Tevrat bunu çok açık olarak anlatmaktadır. İslâm tarih kitaplarında da geçmektedir. Hazreti İbrahim’in üçüncü karısı Katura’dan dört oğlu vardır. Onları doğuya gönderdi ve onlara Brahmanizm dinini kurdurdu. Brahma İbrahim’dir. Kur’an da bu din mensuplarından ve kitaplarından bahsetmektedir.
Yeryüzü peygamberlerin getirdiği uygarlıklarla yaşamaktadır. Eski Mısır ve Eski Yunanlılar tarih olup gitmişlerdir. Bugünkü Mısır’da yaşayanlar Müslümanlardır, Yunanistan’da yaşayanlar da Hıristiyanlardır.
1967’de Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi’ni kurduk. 1969’da bağımsız adaylığımızı koyduk. Akyazılı Vakfı da o tarihlerde kuruldu. Millî Görüş de, Risale-i Nurlar da insanlığı Hak yolda birleşmeye çağırmıştır. Akevler bunun cihadını yapmaktadır. Bugün artık dost düşman anlamıştır ki Allah’ın nuru sönmeyecektir.
Müşriklerden bahsettikten sonra ehli kitaptan olup da şirk içinde olanlardan bahsetti. Ehli kitap müşrik değildir. Çünkü onlar hukuku kabul ediyor ve yargıya saygılıdırlar. Ama bazı sözleri ve fiilleri şirktir.
Bugünkü batı düzeni şirktir.
İşçilik sistemi şirktir. İnsan iradesini yok edip düzende zorlama yaparak insanları kendisine taptırmadır, insanları köleleştirmedir. İslâmiyet’te rakaba vardır, köle yoktur. Rakaba borçlu demektir. Borcunu ödeyinceye kadar borçlanma ehliyeti elinden alınmıştır. Ama o yine insandır, yine Allah’ın kuludur. Bunun için mahkemelere gidip dava açabilmekte, davalı ve davacı olabilmektedir.
Faiz bir şirktir. Karşılıksız para çıkarmak, Allah’ın mülkünde hak iddia etmektir.
İnsanların seyahatlerine, mallarını almalarına ve vermelerine mâni olmak şirktir, gümrükler ve vizeler şirktir.
Bugünkü anlayışta halka hâkim olan bürokrasi şirktir. Kamu halkın hâkimi değil hadimidir.
Bugünkü insanlık şirk içindedir, ancak hakem kararlarını kabul ettikleri için müşrik değildirler. Bunlara kâfir denmektedir.
Müşriklerden sonra kâfirlerden bahsetti. Şimdi de kâfirlerin İslâm düşmanlığından, Kur’an düşmanlığından, şeriat düşmanlığından bahsetmektedir.
Bir CHP’li kürsüde haykırıyor; ‘Kıza ayrı miras mı vereceksiniz?’ Bu kişi şirk içindedir. Neden? Devlet olarak biz bucaklara karışmayız. Bucaklar kendi yönetimlerini kendileri belirlerler. İsterlerse kıza iki isterlerse erkeğe iki misli pay verirler veya birine hiç vermezler. O bucağın yasalarını o bucak koyar. Merkezi yönetim oraya karışırsa şirk olur.
Biz evin nafakasını erkeğe yüklüyoruz. Biz erkeğin kadına boşanma tazminatını vermesini yüklüyoruz. Boşanma tazminatını geri almamak için mirası yarım veriyoruz. Siz vermeyebilirsiniz. Biz size, siz de bize karışamazsınız. Biz Tanrı değiliz, O’nun ne kefili ne de vekiliyiz. Siz de dediğinizin ve yaptığınızın hesabını bize değil Tanrı’ya verirsiniz.
Görüyoruz ki meclislerin taşrayı bağlayan kanunlar çıkarması şirktir. Meclis merkez bucaklarda uygulanacak kanunları çıkarır. Taşra bucaklarının kanunlarını taşra bucakları yapar. Bakınız, biz Kur’an’a aykırı kanun çıkardığınız için şirktesiniz demiyoruz, merkezin taşraya karışmasına şirk diyoruz. Merkezi yönetime şirk diyoruz. Hakemlik sistemine şirk demiyoruz. Allah hükmedecek deyip mollalara hükmettirmiyoruz. O zaman biz de sizin gibi şirk içinde olurduk. Biz diyoruz ki; tarafların seçtiklerinden oluşmuş hakemler ile hakemlerin oluşturduğu başhakem karar versin diyoruz. Siz bunu kabul etmediğiniz için şirktesiniz.
Yargı kararlarını kabul ettiğinize göre size müşrik değil de kâfir diyoruz. Çünkü kulaklarınızı tıkamış bize kulak vermiyorsunuz, bizimle tartışmıyorsunuz.
Biz burada size şirki anlatıyoruz. Şirkin kötü olup olmadığına siz karar verecek ve ister müşrik olacaksınız ister olmayacaksınız. Bizim size karışmamız şirktir. Çünkü biz tanrı değiliz. Biz de sizin gibi kıymetli ama basit bir insanız. Biz sizden üstün olmadığımız için size bir şey dayatmıyoruz. Sizin de bize bir şey dayatma yetkiniz yoktur.
İşte bu Allah’ın nurudur.
يُرِيدُونَ
(YuRIyDUvNa)
“Murat ediyorlar”
“Raid” bir şeyi çevirmek için kullanılan koldur. Sonra mastar olarak bir iş yapanın o işi yapmak isteğine isim olmuştur. Yani işleri döndüren beyindeki kol anlamına gelmiştir. “Rüveyda” maksatlı yani bir işin sonunu görmek için mühlet vermek demektir.
“Meşiet” bir şeyi yapmayı aklında tasarlamadır, plan yapmadır.
“İrade” ise kafada tasarlananları fiilen gerçekleştirmedir.
Allah bir şeyi murad edince ona “ol” der ve o da olur. “Bir şeyi” demekle daha önce meşiet edilmiş, onun fiilen olmasını istediği zaman ona “ol” der ve o da olur.
Sömürü sermayesi başından itibaren İslâmiyet’i ortadan kaldırmayı murad etmiştir. Buna Medine Devleti döneminde başlanmıştır. Hazreti Peygamber aleyhisselâm Mekke’den Medine’ye hicret edince Medine Sözleşmesi’ni yaptı. Sözleşmeyle Medine Müslümanları (Ensar) ile Mekke Müslümanlarını (Muhacir) anlaştırdı. Sözleşmede bütün Medine kabilelerinin adlarını saydı. Sonunda İslâmiyet’i kabul etsin etmesin herkes sözleşmeye katıldı. Yahudiler de katıldılar ama sonra Hendek Savaşı’nda ihanet ettiler. Kendilerinin seçtiği hakem onların erkeklerinin asılmasına karar verdi ve asıldılar. Kadınları ve çocukları esir edildiler. Daha sonra da rahat durmadılar. Hayber fethedildi. Onlardan da esirler alındı. Sonunda Arabistan’dan sürüldüler. Onlarla başlayan bu çatışma ve savaş Hazreti Ömer’in Kudüs’ü teslim almasıyla barışa döndü. Uzun zaman seslerini çıkaramadılar. İspanya’da gördükleri zulüm ve soykırımdan onları Osmanlılar kurtardı. Hâlâ Türkiye’dedirler.
İstanbul’un fethinden sonra Avrupa’da zengin olmaya başladılar. Bugünkü Batı uygarlığını Hıristiyanlarla birleşerek onlar kurdular. Sonunda anlaşarak İslâmiyet’i ortadan kaldırmaya karar verdiler. ABD Başkanı Bush zamanında bunun projelerini yapmış, İkiz Kuleleri kendileri yıkmışlardır. Yahudiler iki sene öncesinde kuleleri bir Hıristiyana sattılar. 11 Eylül 2001 günü de hiçbir Yahudi kulelere gelmedi. Sonra kuleleri yıkıp bunun müsebbibi olarak Usame b. Ladin’i ilan ettiler! Başkan Bush resmen tüm dünyaya savaş ilân etti; ya onlardan olunacak ya da karşısında olunacaktı! Arada kalmak yoktu. Neyse ki başaramadılar.
Birinci ve İkinci Cihan Savaşlarını hep sermaye çıkardı. Birincisinde Osmanlıları yıktı, ikincisinde İsrail devletini kurdu. Şimdi üçüncü cihan savaşını çıkarmaktadır. Böylece Türkiye’nin kökünü kurutmayı murad ediyor. Yukarıda saydığımız sebeplerden dolayı tüm dünya yöneticileri onunla yani tekel sömürü sermayesi ile bir olmuşlardı.
Sonra ne oldu?
Erbakan’ın önderliğinde Türkiye’de CHP ile MSP koalisyon yaptı. Solcularla anlaştık. O zaman Türkiye’de sürgünde olan Humeyni örnek alarak bizim yaptığımızı daha sonra yaptı, solcularla anlaştı ve İran’daki inkılâbı gerçekleştirdi. Gorbaçov bizim yaptıklarımızı yaptı, Müslümanlarla anlaştı ve SSCB’nde komünizm rejimi sona erdi.
Bugün sermaye mağlup durumdadır ve şaşkın halde ne yapacağını bilememektedir. Necmettin Erbakan ömrü boyunca yaptığı sert konuşmaları ile sömürü sermayesine karşı dünyayı uyandırdı ve bugün tekel sermayenin eski etkisi bu sayede sona erdi.
أَنْ يُطْفِئُوا
(EaN YuTFiEUu)
“İtfa etmeyi”
“TFV/Tafve” (tı ile) kaynayan tencerede taşan köpük demektir. Ateşi su dökerek söndürmek için “itfa” fiili kullanılır. Türkçedeki “tava” kelimesi buradan gelir. Gürcücede “Tı” harfi ile “tapa” derler.
“İtfaiye” kelimesi buradan gelmektedir. Ateşi söndürmek, ışığı söndürmek demektir. Mumu yakarsınız, yatacağınız zaman üfler söndürürsünüz. Gazlı şişe lambaları önce kısar, sonra üfler söndürürsünüz. Ağızla söndürmek üfleyerek söndürmek demektir.
Nur Sûresi’nde Allah’ın nurundan bahsetmekte, onun şarkta veya garpta yağı olmadığından bahsetmektedir. Çakmak ve kibrit kullanmaya gerek kalmadan yandığı söylenmektedir. Yani Allah’ın nurundan maksat elektrikli lambalardır. Cep lambasını alın ve yakın, sonra da istediğiniz rüzgârda tutun, söner mi?
İşte onlar Allah’ın nurunu ağızları ile söndürmek istemektedirler.
نُورَ اللَّهِ
(NUvRa elLAvHı)
“Allah’ın nurunu”
Nur Sûresi’nde bizzat Allah’ın nur olduğunu söylemektedir. Türkçede de tanrı fecrin adıdır. Tanyeri anlamındadır. Allah hiçbir şeye benzemez. Işığa da benzemez. Ne var ki O ancak nur ile anlatılır. Ziya doğrudan moleküllerden çıkan ışıktır. Gözümüz ziyayı kullanamaz. Ziya çevreye yayıldığı zaman nur olur, nâr nura dönüşür.
Işık bir cisme çarptığı zaman yansır ve bize gelir, biz onunla cismi görürüz.
Allah da cisimlere çarpar ve bize cisimleri gösterir. Bütün kâinat Allah’ın nurundan ibarettir, elektronlardan ve elektronların hareketlerinden ibarettir. Elektronların da ışık gibi dalga olduğu üzerine kurulan teori kuantum fiziğini ortaya koymuştur.
Plazma denilen durum madde ile ışığın birleştiği sahadır. Bunun anlamı şudur. Kâinat kuantum denen madde dalga parçacığından ibarettir. Allah onunla tecelli etmiştir. Kimse onu üfleyerek söndüremez.
Bir ışık dalgası devam ederken eğer onu durdurursak ikiye ayrılır, biri elektron diğeri pozitron olur. Sonra ışık hızından daha düşük hızlarla hareket ederler. Bunların daha da yavaşlamasıyla atomlar meydana gelir. Atom parçalanır, elektron ve pozitron olur. Elektron ve pozitron birleşir ışık kuantumu olur.
Elektronlar havayı parçalarlar ama hava elektron ve pozitrona dokunamaz.
بِأَفْوَاهِهِمْ
(Bi EaFVAvHiHiM)
“Femleri ile”
‘Onlar nuru söndürmek istiyorlar’ deseydi de anlaşılırdı. Onların ağızlarıyla, nefesleriyle Allah’ın nurunu söndürmek istediklerini söyleyerek ne kadar zayıf ve gülünç durumda olduklarını anlatmaktadır.
Allah elektronlardan oluşan ve onların yaydığı kuantumlardan ibaret olan nura O’nun gönderdiği ilâhi kitapları benzetmektedir. Onların yaptığı kanunlar, Kur’an karşısında, ışık kuantumları karşısındaki hava parçacıkları gibidirler. O kuantumları da Allah halk etmiştir. O şeriatı da Allah koymuştur. Onun bir parçacığına üfleyip geçici zaman içinde şer’î hükümleri bertaraf edebilirsin ama ilâhi düzeni bozmazsın, kendin helâk olup gidersin.
Sömürü sermayesi ne kadar yırtınırsa yırtınsın, CHP zihniyeti ne kadar üfleyerek elektrik lambasını ağzıyla söndürmeye çalışırsa çalışsın, Allah nurunu tamamlayacaktır.
Evet, kıza bir, erkeğe iki misli miras verilecektir. Böyle verenler refaha erecek, böyle vermeyenler yok olup gideceklerdir. ‘Biz yok edeceğiz’ demiyoruz; doğa yok edecek, Allah yok edecek diyoruz. Bütün bunları müsbet ilim kanunlarına dayanarak söylüyoruz.
وَيَأْبَى اللَّهُ
(Va YaEBAy elLAHu)
“Ve Allah iba etmektedir.”
Allah’ın nuru âlemlerin rabbi olan şeriat nurudur, İslâm’ın nurudur, doğa kanunlarının nurudur. İba eden de O’nun yeryüzündeki halifesi olan insanlığın nurudur. Yani onu biz tamamlayacağız; Adil Düzen Çalışanları tamamlayacak; bu görevi Allah bize verdi.
Allah bu görevi bize melek göndererek vermedi. Öyle şartlar hazırladı ki biz bu görevin içine düştük. Öyle ilhamlar verdi ki herkes bizimle beraber oldu yahut biz onlarla beraber olduk. Burada “Allah” kelimesini iade etmesinin hikmeti; bu görevin Adil Düzen Çalışanlarına verildiğini söylemesi içindir. Biz emirleri meleklerden almıyoruz. 1400 sene evvel meleklerden alınan vahiy bitti. Kim ‘ben vahiy alıyorum’ diyorsa ya yanılıyor ya da yalan söylüyor. 1400 senedir insanlık emirleri meleklerden değil Kur’an’dan almaktadır. İnsanlar onların içine doğan manalarla amel etmektedirler. Buna “içtihad” diyoruz. İçtihad herkesi değil sadece kişinin kendisini bağlar. İcma ise herkesi bağlar.
Kur’an ve fıkıh bu kadar açık iken; hâlâ tarikat şeyhlerinde keramet arayanlara, hâlâ Avrupa sokaklarında sürünenlere sadece acırız.
Allah sana Kur’an göndermiş, ilim vermiş, anlaman için akıl vermiş…
Başkalarının kanunlarını Türkiye’ye gece yarılarında aktar diye bunları yapmamış.
AK Parti küçük bir iyi iş yaparsa hemen ümitleniyor, yoksa bize gerek kalmayacak mı diye düşünmeye başlıyoruz. Hep aleyhlerine yazmak istemiyorum. İstiyorum ki iyi yaptıklarına iyi diyeyim. Mesela, Marmaray’ı tebrik edeyim; nitekim ediyorum. Mesela, başörtüsü meselesini tebrik edeyim; nitekim ediyorum. Bu âyetleri okudukça imanım artıyor ve AK Parti’nin başaramayacağını görünce de bana bir hüzün çöküyor...
Bir şeyler yapayım diyorum, bu arkadaşları uyarayım diyorum. Erbakan da bunlar gibi muamele yapıyordu ama gerçeği arıyordu. Dolayısıyla onun bizi aramasını beklemeden gidip diyeceğimizi diyorduk. O da dediklerimizi değerlendiriyordu. Bunlar aramıyor! Hallerinden memnunlar! Ben ise bu perişan hallerini görünce üzülüyorum. Sevdiğim için üzülüyorum. Onlar da beni seviyorlar ama sözlerimi duyuramıyorum, sözlerimi dinlemiyorlar.
إِلَّا أَنْ يُتِمَّ
(EilLAv EaN YuTimMa)
“Tamamlayacak olması dışında”
İki menfi bir araya gelince müsbet ortaya çıkar. Ye’ba müsbet fiildir ama manası ile menfidir. Demek ki gramersel olarak müsbet, mana olarak menfi fiilden sonra gelen menfi ile müsbet anlamını taşır.
Allah nurunu tamamlayacaktır...
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” tüm dünyayı aydınlatacaktır...
Bunu Adil Düzen Çalışanları yapacaktır...
Bir gün gelecek; Risale-i Nur Şakirtleri, Millî Görüşçüler (Ak Parti dâhil), Süleymancılar ve Diyanet Mensupları “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”na sahip çıkacaklardır... Risale-i Nurlara sahip çıktıkları gibi sahip çıkacaklardır...
İnsanlık Allah’ın nuruna doğru adımını atacaktır...
نُورَهُ
(NUvRaHu)
“Nurunu”
Buradaki zamir âlemlerin rabbi Allah’a giden zamirdir.
Evet, Adil Düzen Çalışanları, Allah’ın nurunu yani “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı tamamlayacaklardır. Bizim çalışmalarımızda eksikler ve hatalar olacaktır, yanlışlar olacaktır. Ne var ki insanlık çalışacak ve bu eksikleri tamamlayacak, bu hataları düzeltecek, bu yanlışları giderecektir. Sonunda insanlar O’nun nurunu bulacaklardır.
Adil Düzen Çalışanları bunu başaracaklardır; çalışanlar başaracaklardır, çalışmalara karşı çıkanlar değil. Nitekim Erbakan’ı “Adil Düzen”den vazgeçirtmek için uğraştılar ama başaramadılar; sonra tüm insanlık onun yani Erbakan’ın bu direnmelerine saygı duydu.
وَلَوْ كَرِهَ
(Va LaV KaRiHa)
“Velev kerh etseler de”
“Kürhe” kazılması zor topraklı yerdir. İnsanın bir iş yaparken zorlanması manasına gelmiştir. “İkrah” icbardan farklıdır. İcbar elini kolunu tutup işi yaptırmamak veya kelepçelemektir. Bunu yap yoksa sana yemek vermem demek ikrahtır. Bunu öldürmezsen ben seni öldürürüm demek ikrahtır.
Düzende ikrah yani zorlama yoktur. Hukuk düzeninde herkes kendi iradesiyle verilen hükmü kabul eder. Kabul etmeyen hukuk düzeni dışına çıkmış olur, hukuk düzeni onu korumaz. Düzen içinde kaldığı müddetçe zorlama yoktur. Bu sebeple savaş düzeni din değildir, askeri düzen din değildir. Din barış düzenidir, İslâm düzenidir. “Allah’ın indinde düzen barıştır” denmiştir. Barış da ancak hakem kararlarına uymakla olur.
الْكَافِرُونَ (32)
(eLKAvFiRUvNa)
“Kâfirler.”
Burada kastedilen kâfirler, çağın sömürücü ve hükmedici düzenini savunan kimselerdir. Savundukları şey şirktir ama kendileri müşrik değildirler.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı kabul eden şirkten kurtulur.
Bizim söylediklerimizi kabul eden demiyoruz; Kur’an’ı kabul ederek Kur’an’a göre düzeni benimseyen şirkten kurtulur. Kişi Kur’an’ı bizim anladıklarımız gibi değil, kendi anladığı gibi anlayacaktır. Tevrat’ta, İncil’de, Furkan’da olanları da değerlendirecektir. İşte onlar şirk içinde olmazlar. Herkes kendi içtihat ve icmaları ile hareket edecektir.
هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ (33)
(HuVa elLaÜIy EaRSaLa RaSUvLaHUv Bi eLHuDAy Va DIyNı eLXaqQı Li YuJHiRaHUv GaLay elDIyNı KulLiHi Va LaV KaRiHa eLMuŞRiKUvNa)
“Müşrikler kerh etseler de O resulünü dinlerin küllüne zahir olsun diye Huda ve Hak Din ile irsal etti.”
Bundan önceki âyette onlar Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar dedi. Allah ise nurunu kâfirler istemese de tamamlayacaktır. Burada “Ve” harfi getirmemiştir. O halde nurun bir açıklaması olarak anlayabiliriz. Nur ve Hak dindir. Nuru açıklamış olmaktadır.
“Nur” kelimesi üzerinde durmamız gerekmektedir.
Nurdan kasıt Kur’an mıdır, yoksa Kur’an’ın getirdiği şeriat mıdır?
Onlar neyi söndürmek istiyorlar?
Kur’an’ı söndürmek istiyorlar.
Kur’an nurdur.
Kur’an aslında yeni bir şey getirmemektedir. Nasıl karanlıklar içinde lambayı yaktığınız zaman ışık her tarafı göstermekteyse; Kur’an da bir ışıktır, öyle bir ışıktır ki çevresini aydınlatır. Kur’an gelmiş ve ilk uygulamada her şeyin örneği verilmiştir.
Kur’an ne gibi yenilikler yapmıştır?
Kur’an gelmeden önce ilk şeriatı Hazreti Nuh peygamber getirmiş, kendisine kitap gelmemiştir, vahiy gelmiş ama kitap inmemiştir. Sünnet nasıl bizim şeriatımız ise onların da şeriatları böyle idi, peygamberlerin sözlerini içeriyordu.
Hazreti İbrahim peygambere ise Tevrat’tan birkaç sahife verilmiştir. Tevrat o sahifeler üzerinde tamamlanmıştır. Hazreti İbrahim’in yaptığı iş insanları dine akıl yolu ile davet etmektir. İlmî deliller göstererek şirkten uzaklaştırmak istemiştir. İlmi mistisizmden yani vahye dayalı yönetimden ayırmış, böylece lâikliğin ilk adımını Hazreti İbrahim atmıştır.
Ondan sonra Hazreti Musa peygamber gelmiş, Tevrat şeriatını getirmiş ve yönetimi mistisizme dayandırmamıştır. Hazreti Musa’ya sorarlar; sen zina yapsan seni de mi recm edeceğiz? Evet, ben zina yapsam beni de recm edeceksiniz der. Böylece insanlar şeriat karşısında tarağın dişleri gibi eşit olmuşlardır. Böylece yönetim mistisizmden ayrılmıştır.
İnsanların inançlarına baskı yapılmasın diye Allah Tevrat’ı yalnız İsrail oğullarına göndermiş, diğer dinleri serbest bırakmıştır. Lâik düşünceyi insanlara anlatmak basit olmamıştır. Ülkemizdeki Halk Partisi (CHP) lâikliği hâlâ anlamamıştır, dinsizlik anlayışına devam etmektedir. Lâiklik dinden uzaklaşma değil, dinlere eşit şekilde yaklaşmadır.
Ondan sonra Hazreti Davut peygamber gelmiş, ekonomiyi hukuk düzeni içine yerleştirmiş ve ekonomiyi mistisizmden ayırmıştır.
Ondan sonra Hazreti İsa peygamber gelmiş, dinin sınırlarını çizmiş, “Allah’ınkini Allah’a, kralınkini krala” diyerek inancı tüm diğerlerinden ayırmıştır.
Kur’an ne yapmıştır?
Hazreti İbrahim ile başlayan ve insanları kendi içtihat ve icmaları ile yaşamaya bırakan düzenin tamamını almış ve bir bütün olarak uygulamıştır. Diğer dinler Kur’an’ın kendi zamanlarındaki uygulamalardır.
Mühendisler önce örnek imalat yapar, sonra proje çizer, sonra projeyi uygular, ondan sonra da seri imalata geçerler.
Allah da insanlara düzeni öğretmek için önce proje yapılmadan uygulamalar yaptırmış, insanlar proje okumalarını öğrenmişlerdir. Sonra proje olarak Kur’an gelmiştir. Sünnet de ilk örnek uygulamadır.
Bundan sonra kıyamete kadar artık Kur’an uygulanacaktır.
Son Peygamber’in diğer peygamberlerden farkı yoktur ama son kitabın diğer kitaplardan farkı vardır. Bu fark dört temele dayanmaktadır.
1) Kur’an Arapça olarak inmiştir. Kur’an Arapçası Kur’an için oluşmuştur. Dolayısıyla Kur’an’da geçen bütün kelimeler lafzı ile hüküm ifade eder. Bunun için “Hükmen Arabiyyen” denmektedir. Böyle bir kitap yeryüzünde olmadığı gibi böyle bir dil de yoktur. Kur’an kendi diliyle nâzil olan tek kitaptır.
2) Kur’an’ın dili lügatiyle grameriyle muhafaza edilmiştir. Kur’an’ın indiği zamanki Arapça temel olarak alınmış, insanlar hâlâ o Arapça ile meşguldürler. Dünyada böyle her yönüyle korunmuş başka bir dil yoktur. Yalnız Kur’an dili bütünüyle bilinmektedir.
3) Kur’an’ın kendisi eksiksiz olarak hiç değişmeden yazısıyla ve kıraatiyle bize kadar gelmiştir. Elimizde kimsenin itiraz edemeyeceği aslıyla bulunmaktadır.
4) Kur’an kendisinin ilâhi kitap olduğunu kendisi ile ispatlamaktadır. Diğer peygamberler mucize gösterdiler ve insanlar o mucizelere dayanarak kitaplara inandılar. Hazreti Muhammed ise Kur’an okudu ve Kur’an mucizesi ile halk onun peygamber olduğuna inandı. Biz de şimdi onun mucizelerine dayanarak onun ilâhi kitap olduğuna inanıyoruz.
Böylece Kur’an diğer bütün kitaplardan tamamen farklı olarak imtiyazlı bir kitaptır. Bununla ilgili olarak yazılan kitabımız yeniden elden geçirilip basılmayı beklemektedir.
Kur’an’da Tevrat ve İncil için de nur denmektedir. Onlar yalnız Kur’an nurunu değil tüm İslâm nurunu söndürmek istediler. Ateizme nerede ise tüm insanları inandırdılar. Bizim yetiştiğimiz gençlik döneminde bir ilim adamının peygamberlere inanması gayriilmî kabul ediliyor, hattâ Allah’a inanan cahil olarak görülüyordu. Bir Sovyet âliminin Allah’a inandığını söylemesi o günlerde olay olmuştu. Allah’a inanmak, âhirete inanmak ilkel düşünce kabul ediliyordu. Bu durum 20. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam etmiştir.
1950’lerde durum bu idi. Biz bunu 1960’larda kırabildik. 1950’lerde Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil (1893-1967) Allah’a inanmak için inanıyordu, gerçekten Allah’ın olup olmadığını sorgulamıyordu. Akla ve ilme uyduğu için değil, akıl dışı da inanılabileceğini iddia ediyordu.
1960’larda biz İzmir’de Prof. Dr. Necmettin Erbakan Hocamıza “İslâm ve İlim” diye bir konferans verdirdik. İşte ondan sonradır ki tüm dünya Allah’ın varlığına inanmanın ilme aykırı olmadığını öğrendi. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde okuduğumuz dönemde bir mescidimiz vardı. Orada mühendis adayları Arapça okuyor ve Allah’a inanıyordu. Daha sonra Türkiye’nin kaderini işte o dönemde yetişen o kadro çizecekti.
Bugün Sovyetler (SSCB) yıkılmış, din düşmanlığı ortadan kalkmıştır. Araştırın, göreceksiniz; bu İzmir’de yakılan bir meşalenin dünyayı saran aydınlatmasıdır.
Bundan önceki âyette “Allah’ın nurunu söndürmek istiyorlar” denmişti. Bu nur Hazreti Âdem’den başlayıp günümüze kadar gelen İslâm nurudur. Bu nur benim senin nurun değildir. Onlar işte bu nuru söndürmek istemişlerdir. Allah ise nurunun tamamlanmasını murat etmiştir.
Bu âyette ise “Huda ve Hak Din” marife olarak gelmiştir; bu da Kur’an düzenidir.
Kur’an düzeni deyince “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”dır.
‘Nerden biliyorsunuz’ diyeceksiniz.
Burada kastedilen söndürme olayı insanlık tarihinde başka hiçbir zaman olmamıştır. Hıristiyan ve Yahudiler birleşip müşriklerle bir olarak tüm dinlere birden saldırıda yalnız ve yalnız bu dönemde bir ve beraber olmuşlardır. Bundan sonra da olacağını zannetmiyoruz, çünkü artık onu söyleyecek dayanakları kalmamıştır.
Kur’an’ın burada bahsettiği Huda ve Hak Din “Adil Düzen”dir, “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”dır. Çünkü “Allah’ın nuru” demek, devlet aşamasına geçmek demektir. 20. yüzyıla kadar insanlığın tamamı devlet aşamasına geçmemişti. Afrika’da, Sibirya’da, kutuplarda henüz devlet içinde olmayan topluluklar vardı. Bugün ise tüm insanlık devlet aşamasına geçmiştir. Birinci adım atılmıştır, sadece düzen “Adil Düzen” değildir.
Bu olay tarihte bir defa tekerrür etmiştir. Çünkü bundan sonra kimse devlet aşaması dışında kalmayacaktır. Kur’an bunun için artık o günler geri gelmeyecektir diyor. Elbette Kur’an’ın aydınlatması kıyamete kadar devam edecektir. Denizlerde ve uzayda Kur’an hükümleri ortaya konacak ve insanlığı aydınlatacaktır ama temel olarak bizim içinde bulunduğumuz bu binyılımızda aydınlatacaktır. Hakemlerden oluşan yargı, yerinden yönetim, karşılıklı kaydî para, millî ordular bugün insanlar tarafından benimsenmiştir. “Demokrasi, demokrasi” diyorlar, sonra zırvalıyorlar. Demokrasi demek “içtihat sistemi” demektir.
Bu âyetin aynısı yine Saff Sûresi’nde geçmektedir. İki âyetin iki sûrede tekrar edilmesine ve ikisinin de Medeni (Medine) sûresi olmasına dikkat etmeliyiz. İfadeler aynen tekrar edilmekte, birinde “kâfirûn” diğerinde “müşrikûn” üzerine vurgu yapmaktadır. Şirk içinde olan ehli kitabın müşrik olmadıklarına dikkatimizi çekmektedir.
هُوَ
(HuVa)
“O”
Buradaki zamir Allah’a gitmektedir. Halife olan Allah değil de zatına gitmektedir. Çünkü irsal eden O’dur. “Hüve” hiç tekrar edilmezdi veya “Allah” lafzı tekrar edilebilirdi. Onların yerine “O” getirilmiştir. Arada “Ve” de konmamıştır. İrsal eden nurunu itfa emek istedikleri kimsedir. Nurunu bu irsal ile tamamlayacaktır.
Allah nurunu doğrudan değil irsal ile tamamlayacaktır. O halde ikinci Allah lafzına insanlık manasını vermemiş olmamızda isabet vardır. Resulün kendisi ile değil, irsal ettiği Huda ve Hak Dini ile tamamlayacaktır.
Allah Kâinatı insan, melek, cin ve ruhlar için yarattı. Kendisi dışında şuurlu başka varlıklar yoktu. Hayvanların varsa ruhları da ruhtur. Burada önemli olan insanın Tanrı’nın taşıdığı vasıfları sembolik de olsa taşımasıdır.
Kâinat insan için yaratıldığına göre Kur’an Kâinat kadar önemlidir. O’nun kelamı olması bu önemini yeteri kadar anlatmaktadır. “Hüve” mübtedadır.
الَّذِي أَرْسَلَ
(elLaÜIy EaRSaLa)
“İrsal etmiş olandır.”
“Ellezî Ersele” ise “Hüve”nin haberidir. “Hüve”nin zikri irsal edenin başkası değil de O’nun olduğunu belirtmesidir.
“Risl” saçaktan sarkan su akıntılarıdır. Hareketi ifade eder. Peş peşe göndermek demektir. Resulün resul olduğunu belgelemek gerekir.
Biri gelip de ‘ben bakanlıktan geliyorum’ dediği zaman ona inanmaz, telefon açar, böyle birinin gelip gelmediğini tahkik ederiz.
Burada Allah “Ellezî Ersele” ile tanımlanmıştır. Biz Allah’ın varlığını gönderdiği elçilerle biliriz. Kur’an 1400 sene önce nurunu tamamlayacağını bildirmiştir.
Şimdi biz ne yapıyoruz?
O nuru “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” ile tanımlıyoruz. Kur’an’ı alıp tilavet ediyoruz. Bir de bakıyoruz ki III. binyılın bütün sorunlarını çözüyor. Bundan anlıyoruz ki bu kitabı getiren kimse Allah’ın resulüdür.
رَسُولَهُ
(RaSUvLaHUv)
“Resulünü”
“Resulü” değil “Resulünü” demektedir.
Bir devlet vardır. Elçiler tayin eder, görevlileri olur. Bunlar devlet adına hareket ederler. Bunların çoğundan devlet başkanının haberi bile olmaz. Bazen özel mesaj göndermek ister, o zaman özel elçi atar, başkanın doğrudan mesajını ulaştırır.
Bu “Resul” de özel resuldür, nebilerin hatemidir. Cebrail’in vahiy getirdiği son kimsedir. Özel elçisidir.
Bu onun diğer elçilerden üstün olduğu anlamını taşımaz. Sadece görevinin özel olduğunu ifade eder. Kur’an’ı getiren özel elçidir.
Kur’an diğer bütün kitapları da içeren mucize bir kitaptır. Bu durum diğer kitaplar için eksik bir durum değildir, aksine onların da ilâhi kitaplar olduğunu biz Kur’an’la bilebilmekteyiz. Kur’an onları tasdik eden ve destekleyen bir kitaptır, onlar da Kur’an’ın anlaşılmasını sağlayan kitaplardır.
بِالْهُدَى
(Bi eLHuDAy)
“Huda ile”
Fatiha Sûresi’nde ‘bize müstakim sıratı hidayet et’ diye dua etmeye başlarız. Ondan sonra gelen ilk sûre de Kur’an’ın Huda olduğu belirtilmiştir. Yani Kur’an hidayetle başlamakta, Kur’an’ın Huda olduğu bildirilmektedir.
“Adil Düzen” Kur’an’ın nurudur. Eksikler bize aittir, yanlışlar bizimdir; aydınlık yani nur ise O’na aittir.
Kur’an yol gösterme bakımından bütün insanlara hidayettir, yola götürme bakımımdan ise müslimlere ve müminlere hidayettir. Işık ortalığı aydınlatır ve yol gösterir. Hidayet ise helal ve haramı ortaya koyar. İnsanlar duyarlar, işitirler, anlarlar ve ona uyarlar yahut uymazlar. Dünyada uymaları için zorlanmazlar, hesabı âhirette verirler. Yani hidayet insanlara nasıl yaşamaları gerektiğini öğreten bir bilgidir. Sigara içersen hastalanırsın. Bunu bilmek hidayettir. İdam cezasını kaldırırsanız anarşi olur, bu hidayettir. Boşanmayı yasaklarsanız boşanma artar.
Biz Kur’an’ı Allah’ın bize ihtiyacı olduğu için okumuyoruz. Bizim ona ihtiyacımız vardır. Allah Kur’an’ı bizim için indirmiştir. O’nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. Allah’ın kendi yarattıklarına nasıl ihtiyacı olabilir ki.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” Kur’an hidayetinden bizim anladıklarımızı içermektedir. Onun tetkiki ile “Adil Düzen” anlaşılmış olacaktır. Bucaklar kendi anladıkları “Adil Düzen”e uymakla yükümlüdürler. İnsanlardan Kur’an’ın istediği her söze kulak vermeleridir. Bu arada Kur’an’a da kulak verilmelidir. Başkalarını bırakın; Kur’an’a kulak vermeyi yasaklayan zihniyet en yakın arkadaşlarımızın yanında yer almıştır! Hayrettin Karaman ve Sabahattin Zaim (ve onların içinde olduğu R. Tayyip Erdoğan’ın oluşturduğu 14 kişilik heyet mensupları) bile “Adil Düzen” eksiktir; o halde ona uymak yanlıştır görüşünü savunmuşlardır. Oysa “Adil Düzen”e uymak farzdır, uymamak şirktir. Hatalar ise mağfuvdur. İçtihat müessesi budur. Bir bakıyorum; insanlık hidayete doğru dev adımlarla koşmaktadır... Bir bakıyorum; herkes Kur’an’ın söylediğini anlamakta zorluk çekmektedir...
Kur’an kesin dille buyurmaktadır; hidayetini tamamlayacaktır. Ben, sen, o ister görevimizi yapalım, ister yapmayalım, sonuç bize değil O’na aittir.
Marife olarak getirilmiş olan bu “Huda” nedir?
İnsanlar diğer canlılardan farklı olarak özgürlüklerini koruyarak birlikte yaşarlar, birlikte çalışırlar. Sonra bölüşürler ve en sonunda evde ailece tüketerek çoğalırlar. İşte, hidayet bu özellikler ile ilgili kurallar içerir. İnsan kendi çıkarları ile topluluğun çıkarlarını birleştirecektir. Başkasına zarar vermeyecektir. Dünyaya gelmiştir. Görevi vardır; insanlığı oluşturmada katkıda bulunmak. İnsanlık dediğimiz şey de tarihî varlığı oluşturmada katkıda bulunmaktır. Burada muhatap olan daha çok ferttir, helal ve haram fertlere aittir.
وَدِينِ الْحَقِّ
(Va DIyNı eLXaqQı)
“Ve Hakkın dini”
Dikkat edersek görürüz ki “Huda” yani hidayet ile “Hak Din” birbirlerinden ayrılmışlardır. “Hak Din” hukuk düzenidir. “Hak” kelimesi hukuku ifade eder. Harfi tarifi istiğrak için alırsak karşılığı hukuk olur.
Hukuk düzeninin özelliği şudur. Kimse kimseye müdahale etmiyor, herkes istediğini yapıyor ama şeriatta belirtilen cezalara çarpılıyor ve onu yerine getiriyor. Buna da hakemler karar veriyor. O halde “hukuk düzeni” demek “yargı düzeni” demektir.
Baştan beri anlattıklarımızda İslâmiyet’i tarif ederken hakem kararlarını kabul eden müslimdir diyor, bunu istihsanla yapıyorduk. Anlattıklarımızda boşluk vardı. Şimdi bu boşluk dolmuştur. Kur’an’da “Allah’ın indinde din İslâm’dır” denmekte, burada da hukuk düzeninden bahsetmektedir. O halde Allah’ın indinde yalnız “hukuk düzeni” vardır, o da hakemlerin verdikleri kararlara uymadır.
Hukuk düzeninde gönüllü müminler vardır. Bunlar hakemlerin kararlarına uymayanlar olursa onları yola getirirler. Bunu nasıl yapacakları da bu sûrenin konusudur.
Müşrik demek hukuk kararlarına yani yargı kararlarına uymayan demektir.
Müşrikin tarifi olarak hakemlerin kararlarını kabul etmeme şeklinde ifade etmemizi bu hidayete atfedilen Hak Dini açıklamaktadır.
Şimdi Kur’an’ın getirdiği nurun ne olduğunu çok açık şekilde anlamış oluyoruz. Topluluk için fert olarak sorumluluk içinde yaşamaktır. Bu da şeriata uymakla olur. Şeriatı da biz koyarız yani kendi yaptığımız şeriata uyarız.
Dört kademede şeriatımız oluşur.
-İçtihat yaparız ve kendi şeriatımızı kendimiz oluştururuz; ona uyarak kurallar içinde yaşarız.
-Sözleşmeler yaparız ve sözleşmelere uyarız.
-Ortak vekil seçeriz; o istişare eder ve bizim adımıza karar verir, o bizi de ilzam eder.
-Hakemlere gideriz. Biz hakemlerimizi seçeriz. Hakemlerimiz de başhakemi seçerler. Onların verdikleri karar şeriat olur.
İşte bu oluşan düzen “hak düzen”dir, “hukuk düzeni”dir.
لِيُظْهِرَهُ
(LiYuJHiRaHUv)
“Onu izhar etsin diye”
“Zahr” hayvanın sırtıdır. “batn” ise karnıdır. Görünen anlamına geldiği gibi üst anlamına da gelir. “İzhar etmek” sırtını üste getirmek demektir. Güreşte rakibin sırtını yere getirip kendisi sırtını üste getirdiği zaman, kendinizi izhar etmiş ve siz galip gelmiş olursunuz.
Hak Din izhar etmek, Hak Dini galip getirmek için resul göndermiştir.
Bütün dinleri zahir kılacaktır.
Burada işaret edilen “Hak Din”dir, “hukuk düzeni”dir.
İnsanlık 60 bin yıldır bu düzeni oluşturmayı öğrenmiş, ancak Kur’an’la son şeklini almıştır. Birinci Kur’an uygulaması Sünnete dayanmıştır. İkinci Kur’an uygarlığında hukuk düzeni gelecektir. “Adil Düzen” işte budur, bu olacaktır. Biz bu düzeni getirdik diye bir iddiada değiliz. Biz sadece bu düzenin nasıl geleceğine işaret ediyoruz. Kur’an’dan içtihatların nasıl yapılacağına dair örnekler veriyoruz. İnsanlık çalışacak bir yüzyıl, belki ikiyüz, belki üçyüz yıl sonra örnek bir anayasa ortaya çıkacak, III. binyıl uygarlığı ortaya çıkacaktır. İşte o zaman din/düzen galip gelecektir.
عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ
(GaLay elDIyNı KulLiHi)
“Dinin bütününe”
Birinci din marife, ikinci din de marifedir. Demek ki ikinci düzen de bilinmektedir. Marifenin başına “Külli” kelimesi gelince bilinen bir şeyin tamamı demek olur. ‘Bütün balıkları yedim’ derseniz birçok balıkları yemiş olursunuz. ‘Balığın bütününü yedim’ derseniz, bir balığın tamamını yemiş olursunuz. Burada da dinin tamamına demektedir.
Peki, Hak Din olmayan din nedir, hukuk düzeni olmayan düzen nedir?
İşte onun Batı’daki adı polis düzenidir. Kişilerin kişilere emrettiği, müdahale ettiği düzendir. Hukuk düzeninde yönetim kişilere müdahale etmez. Tesbit eder, yargıya götürür, cezayı yargı verir. İslâmiyet’ten öğrendikleri bu gerçekleri Batı dünyası güya uygulamakta, ondan sonra da sokakta yürüyenlerin üzerine toplu polis göndermektedir. Toplu polis İslâmiyet’te yoktur. Polis olayları gözler ve sonra hakemlere götürür. İşte hukuk düzeni odur. Burada işaret edilen düzen askeri düzendir.
Arap dilinin kurallarına dikkat etmeden Kur’an’ı okursak manasını anlayamayız.
“Alâ külli dinin” veya “edyanin” denseydi, o zaman bütün dinlerin üzerine şeklinde anlardık. Devlet aşamasından önce hukuk düzeni yoktu, askeri düzen vardı. Başkan mutlak otorite idi ve o kabileyi yönetirdi. Hazreti Nuh’tan itibaren başlayan hukuk düzeni oluşması Kur’an’da tamamlanmıştır. Ne var ki Batı bunu anlayamamıştır.
“Adil Düzen Anayasası”nda hukuk düzeni ile askeri düzen birbirinden ayrılmıştır. Askeri düzen arızidir. Esas olan hukuk düzenidir. Askeri düzen hukuk düzenini kurmak ve korumak için vardır.
Devlet aşamasından önce vahiy vardı. Başkanlar vahye dayanarak askeri düzenle topluluğu yönetirlerdi. Kur’an’dan sonra vahiy olmadığına göre ya hukuk düzeni vardır ya da savaş vardır. Artık polis rejimi ile yönetim kaldırılmıştır. İnsanlık henüz bu hukuk düzenini tam olarak kavrayamadığı için bugünkü geçiş çatışması olmaktadır.
Allah hukuk düzenini askeri düzene galip getirecektir. Askeri düzen hukuk düzenini korumak için vardır. Bu sebepledir ki bir ordu eğer hukuk düzenine karışmaya başlarsa meşruiyetini kaybeder. Olağanüstü hal meşru değildir. Ya sıkıyönetim ilan edilir ve askeri düzen vardır ya da hukuk düzeni mevcuttur. İkisi arası bir düzen yoktur.
وَلَوْ كَرِهَ
(Va LaV KaRiHa)
“Ve kerh etseler de”
Yukarıda da aynı ifade getirilmiştir. Burada da orada da kerh kâfirler için söylendi. Burada müşrikler için söylenmiştir. Bu husus ikinci âyetlerde de teyit edilmiştir.
الْمُشْرِكُونَ (33)
(eLMuŞRiKUvNa)
“Müşrikler.”
Kur’an’dan sonra ya “hukuk düzeni” vardır, herkes hakem kararlarına kendi arzusu ile uyar veya şirk vardır. Onlarda yani şirk olanlarda askeri düzen uygulanır. Yani onlarla savaşılır ve etkisiz hâle getirilir. Buna “tenkil” denmektedir.