Tevbe Sûresi-46
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
إِنَّ اللَّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرَاةِ وَالْإِنْجِيلِ وَالْقُرْآنِ وَمَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ مِنَ اللَّهِ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذِي بَايَعْتُمْ بِهِ وَذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (111)
***
إِنَّ اللَّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ
(EinNa elLAvHa iŞTaRAy MiNa eLMüEMiNIyNa EaNFuSaHuM Va EMVAvLaHuM BiEanNa LaHuMu eLCanNaTa)
“Allah müminlerden nefislerini ve mallarını cennet onların olması karşılığı satın almıştır.”
Bu sûre insanların sosyal gruplarından bahsetmektedir. Baştan okumaya başladığımız zaman bunu bilmiyorduk. İlerledikçe bu gerçeği gördük. Sûreyi birinci olarak böyle bitireceğiz. Ondan sonra siz yeniden bu tesbiti göz önüne alarak sûreyi baştan yeniden yorumlayacak, bizim farkına varmadığımız pek çok şeyi göreceksiniz.
Sûreyi okumadan evvel Kur’an’dan öğrendiklerimize dayanarak insanları dört grupta toplamıştık.
a) Müşrikler. Bunlar burada tasnif edildi. Kendileriyle sözleşme yaptığınız müşrikler ve sözleşme yapmadığınız müşrikler. Sözlerinde durmayan müşrikler, hakem kararlarını kabul etmeyenlerdir.
b) Kâfirler. Mahkeme kararlarını kabul edip savunmaya katılmayanlardır. Askerlik yapmadıkları gibi cizye de vermeyen kimselerdir. Bunların hukukuna riayet ederiz ama onların güvenliğini biz sağlamayız.
c) Müslimler. Bunlar bedenen savaşmayı kabul etmiyorlar ama onun yerine bedel olarak cizye veriyorlar.
d) Müminler. Savunmaya ve güvenliğe bedenen katılan kimseler ise müminlerdir.
Müminler de gruplara ayrılırlar. Birinci grup müminler Allah için ölümü göze almışlardır ama öldürmekle yetkili değildirler. Mekke müminleri böyledir. İkinci grup müminlere ise kıtal da farzdır, savaşa girerler ve ölür veya öldürürler.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti var, vatandaşlar var, hukukları var. Aralarında çıkan ihtilafları hakemler çözüyorlar. Hakem kararlarına uymayanları yola getirmek için ordu teşkil edilir. Bu yapılanma güvenliği sağlar.
Bugünkü düzende kuvveti ele geçiren vatandaşlar şunu der: Ya bizden olacaksın, asker olacaksın ve cephemizde savaşacaksın, ya da karşı cephede olup biz seninle savaşacağız. Tarafsızlık yok.
Kur’an ise bu hükümleri kaldırmıştır. İsteyen asker olup topluluğun güvenini sağlar. Bunlara savaşan müminler diyoruz. Birincilere mücahit müminler diyoruz.
Kur’an bu savaşan müminler için şöyle diyor: Allah bu müminlerden canlarını ve mallarını satın almış, karşılığında cenneti vermiştir.
Mümin olmak kolay bir iş değildir. Allah’a ve âhirete gözünle görmüş gibi inanıyorsun. Bu dünya hayatı er geç bitecektir. Misafir olduğun bu dünyadan şimdi gitsen ne olur, yarın gitsen ne olur. Ama âhiret hayatı süreklidir, ebedidir. O hayatı kazanmak için bu hayatını seve seve verirsin. O yolda bu uğurda ölüm kârlı iştir, hem de çok kârlı iştir.
Kur’an başka yerde müslimleri tarif ederken de; onlar derler ki: Rabbimiz, bize dünyada da hasene ver, âhirette de hasene ver, cehennem azabından koru.
Amel-i salih işledikleri için bunlar da cennete gidecekler ama cennetteki dereceleri müminler kadar olmayacaktır.
Mümin veya müslim olmak insanın kendi elindedir, kendi isteğine bağlıdır. 7 yaşından 15 yaşına kadar istediği zaman mümin veya müslim olur. 15 yaşında kararını kesinleştirir, ben mümin olacağım der. O toplulukta artık o mümin olarak kalır. Malını ve canını topluluğa verdiği için de tüm giderlerini topluluk karşılar. Gerektiğinde bütün mallarını topluluk için harcar. Canını da verir. O da mallara sahiptir. Müslimler gibi onun da mülkü vardır. Ama gerektiğinde hepsi devletindir, topluluğundur. Müslimlerin mallarında devletin sadece vergi alma hakkı vardır. Savaşta da mallarına karşılık olmak üzere savaşın sonunda ganimetten yararlanırlar.
إِنَّ اللَّهَ
(EinNa elLAvHa)
“Allah”
Burada “İnne” getirilmiştir.
Yanlış bilgiye sahip birisine bir şey anlatırken, ‘sen bunu yanlış biliyorsun, öyle değil de böyledir’ anlamında başına “İnne” getirirsin. Yanlış bilgide ısrarlı ise o zaman ayrıca tekit edersin, mesela “Le” harfini de eklersin.
Burada sadece “İnne” getirilmiştir.
İnsanlar genel olarak Allah’ın iştira ettiğini sanmazlar, savaşanlarla savaşmayanları bir tutarlar yahut zorlayarak ve korkutarak savaşa götürmeyi, gönül rızası ile savaşanlarla bir tutarlar. Kur’an düzeninde zorla asker yapmak olmadığı gibi zorla askere götürmek de yoktur. Savaş zamanında savaşa katılmayanlara verilen ceza bir daha onları askere almamadır.
Demek ki Allah insanları savaşıp savaşmamakta tamamen serbest bırakmıştır. Savaşmayanlardan bedel almıştır. Bedel vermeyip savaşa katılmayanlar da sadece dışlanmıştır. Dünyada zorla asker etme yoktur.
Batılılar ne yapıyorlar?
Kuvvet oluşturuyorlar. Savaşıp düşmanı öldürmezsen ben seni öldürürüm demektedirler. On kişinin başına bir onbaşı koyuyorlar ve bu kişiler savaşmazlarsa sen arkadan vur diyorlar. On onbaşının arkasında bir yüzbaşı koyuyorlar, savaşmazsa sen onu vur diyorlar. Devam ediyor; on yüzbaşıya bir binbaşı, on binbaşıya bir albay, on albaya bir tümgeneral, on tümgenerale bir orgeneral koyuyorlar. Bunlardan biri savaşmazsa veya savaştırmazsa, arkadan vur ve öldür diyorlar.
İşte, bugünkü ordular böyledir. Vatandaşı zorla askere alırlar, zorla da savaştırırlar.
Kur’an düzeninde ise kimse askere zorla alınmaz. Bedel vermek isteyenlerden bedel kabul edilir. Savaşmayanlar da o bucaktan, o ilden, o ülkeden kovulurlar; öldürülmezler. Sadece savaş esnasında karşı cepheye geçenler öldürülürler.
Buradaki “Allah” kelimesi âlemlerin rabbi olan Allah’a delalet eder. Çünkü cenneti vermek ancak O’nun gücündedir.
اشْتَرَى
(iŞTaRAy)
“İştira etti”
“Şira” satmaktır. “Bey’” de satmaktır. “ŞRV” kelimesi Kur’an’da 25 defa geçmektedir. 23 defa da “İştera” şeklinde geçmektedir. “Bey’” kelimesi 15 defa geçmektedir. Toplamı 40 etmektedir.
Bu âyette her ikisi yani “Bey’” ve “İştira” birlikte geçmektedir.
“Bey’” el sıkışma anlamındadır. Ticari amaçla da anlaşma olabilir veya sosyal birlik kullanma anlamında anlamı olmaktadır. Burada hem mal vardır, hem de sosyal anlaşma vardır. O da biattir. Bu sebeple şira ile bey’ birleşmiştir.
“Adil Düzen”de mala mâlik olma vardır. İnsana mâlik olunmaz. Mal karşılığı yapılan anlaşmalar şiradır. İşçinin emeğini verip mal alması şira değildir, bey’dir. Şira, mala mal ile olur. Ücrette üretilen mal satılmaktadır. Kölelikte de kişinin kendisine değil onun mallarına el konmaktadır. Bu sebepledir ki köle de tam ehliyete sahiptir, ticari işlemleri de geçerlidir.
Burada özel durum vardır. İnsanlar canlarını vererek cenneti satın almıyorlar, mallarını ve canlarını vererek cenneti satın alıyorlar. Daha doğrusu cennet paradır, mal ve canlar maldır. Bu yalnız âlemlerin rabbi Allah için yapılabilir, insan veya topluluklar için yapılmaz.
“Şira” satma demektir. “İştira” ise satışı kabul etme demektir. Mal sahibi ‘ben bu malı on liraya satıyorum, sana satıyorum’ der. Bu müteaddi fiildir. Bu satışını kabul ediyorum diyor, mutabakat gösteriyor.
Demek ki malını ve canını verip cenneti isteyenler müminlerdir. Allah da bunların bu isteklerini yerine getirmiştir. Yani Allah demiyor ki benim mümine ihtiyacım var, cennet karşılığı onlardan malı ve canı istiyorum demiyor. Aksine, kârlı bir alışveriş olduğu için onlar mümin olmak istiyor.
مِنَ الْمُؤْمِنِينَ
(MiNa eLMüEMİNIyNa)
“Müminlerden”
Güvene almak isteyen kimseler demektir. Burada iman edenler bellidir. Ama iman nekredir. Neyin güven altına alınacağı zikredilmiyor.
Bunlar neyi güven altına alırlar?
Bucakta koruma olurlar, ilde zabıta olurlar, ülkede asker olurlar. Bucakta malları korurlar, ilde canları korular, ülkede topluluğu ve toprağı korurlar.
Buradaki “Min” satıcıları göstermektedir. Bunlar siyasi dayanışma ortaklığı kurarlar. Komutanlarını seçerler ve kendi köylerini değil diğer köylerden birini, bunlar kendi ilçelerini değil diğer ilçelerden birini, bunlar kendi bölgelerini değil ülke içindeki diğer bölgeleri korurlar. Çünkü kendi semtini, kendi ilçeni, kendi bölgeni korumak demek kendi nefsini korumak demektir. Başka semtleri, başka ilçeleri ve başka bölgeleri korumak, nefisleri ve malları vererek koruma karşılığı cennet verilmiştir. Bu sebepledir ki kendi ilçene taarruz edildiği zaman ilçe halkı kadın erkek, müslim mümin herkes, nefsi müdafaaya kalkışacaktır. Vaat edilen cennet bu savunma karşılığı değildir. Başka semtte, başka ilçede, başka bölgede yapılan savunma savunmadır, cennet bunlara vaat edilmiştir.
أَنْفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ
(EanFuSaHuM Va EaMVAvLaHuM)
“Canlarını ve mallarını”
Kur’an’da 30’a yakın yerde mal ve can bir arada zikredilir. Hepsinde önce mal, sonra candan bahseder. Sadece burada önce can, sonra maldan bahseder. Çünkü burada müminlerden alınan önce candır, sonra maldır. Ama diğer her yerde insanların önce mallarını vermeleri, sonra da canlarını vermeleri gerekir. Burada ise malın korunması asıldır. Mal canın yongasıdır. Yonga olduğu için önce yonga atılır. Mal verilir can yaşar. Ama uluslararası savaşlarda vatan müdafaası mal için yapılır. Çünkü vatan olmazsa canlar yaşayamaz. Demek ki toprağın dışında canlar müreccahtır. Toprağa sıra gelince toprak müreccahtır.
Buna kıyas ederek diyoruz ki, sosyal güvenlik zaruri ihtiyaçlardan sonra önemlidir. Zaruri ihtiyaçları kesip sosyal güvenliği sağlamak yanlıştır. Sağlıklı kişilerden besini kesip hasta kişilere ilaç vermek yanlıştır. Sosyal sigortanın dengede tutulması gerekir. Önce kişiden alacağımız sağlık primi kendi hayatına etki etmeyecek, açlıktan hasta etmeyecek. Sonra sağlık hizmetlerine harcadığımız para vatandaşları işsiz bırakmayacak.
Ben ülkemi dış borçlara boğdum, hastaneleri çoğalttım. Devlet hastaneleri çoğaltmakla değil, hastaneleri azaltmakla iftihar etmelidir. Devlet okuma yıllarını çoğaltmakla değil, okuma yıllarını aynı bilgileri vererek azaltmakla öğünmelidir. Okuma yılını artırdın ama bilgi seviyesi düştü, üretim azaldı, nüfusun artması azaldı. Bu sebepledir ki kişi başına hâsıla payı değil de, biz uzun ömürlü nüfusun artmasını gelişme kabul ediyoruz. Bir saat çalışan bir insan, kaç gün bir insanı besleyebilir, biz onunla ölçeriz.
Her yerde mal önce nefis sonra iken, burada nefis önce mal sonradır. İşte bu böyle kitaplar dolusu manaları içerir. Demokrasinin de dozu budur. Devletin varlığı söz konusu oluncaya kadar önce halk sonra devlet, ama devletin varlığı tehlikeye düştüğü zaman önce devlet sonra mal. Çünkü gemi batınca orada yaşayanlar da ölür.
Hukuk da böyledir. Devlet tehlikeye girdiği zaman hukuk sona erer. Askeri müdahalelerin meşruiyeti buradan gelir. Müdahaleleri sorgulayanlar önce o gün bu durumun söz konusu olup olmadığını tesbit edeceklerdir. Bunu hakemlerden oluşan tarafsız yargı tesbit edebilir. Askerleri ondan sonra muhakeme edersiniz.
Nefisler ve mallar çoğul olarak getirtilmiştir. Herkesin kendi nefsi vardır. Herkesin kendi malı da olacaktır. Ama bunlar birleştirilerek topluluk oluşacak, ortaklıklar oluşacak.
بِأَنَّ لَهُمُ الْجَنَّةَ
(BiEanNa LaHuMu eLCanNaTa)
“Cennet onların olmasına karşılık”
Burada “Enne”nin gelmesi, “Lehum”un önce gelmesi, “Cennet”in marife olması, cennetin onlara tahsis edildiğini ifade eder. İlk bakışta müslimlere cennet yokmuş manası çıkar. Hâlbuki diğer âyetlerden icma ile sabittir ki müslimler de cennete gideceklerdir.
Buradaki “el” cins için değil ahd içindir. Müminlerin cenneti ayrıdır. Müminlere ait olan cennet yalnız müminlere aittir. Yani tahsis vardır ama bütün cennetler değil, onlara ait cennet onlara hastır.
Müçtehitler gramer kurallarını yorumlamayınca adeta yorumda kuralları bırakıp kıyl-u kal ile yetinmişlerdir. Biz size ‘falan söyledi, filan söyledi’ demiyoruz. Kur’an Arapçasının kuralları ve usul kurallarının gereği ile yorum yapıyoruz. Görünürde manasız gibi olan pek çok ifadeler bir de bakıyorsunuz ki sadece bir kitap değil, bir kütüphane olabiliyor.
Bugün Cumhurbaşkanı köşkte oturur. Orası bizim evlerden çok daha yüksek bir cennettir. O bizim evlere istediği zaman gelebilir ama gelmek istemez. Biz isteriz ki gelsin, ama o gelmez. Buna karşılık bizi kabul etse onun köşküne gitmek isteriz ama o bizi kabul etmediği için gidemeyiz.
İşte, âhiret hayatında müminlerin cenneti ile müslimlerin cenneti böyledir. Birbirlerinin cennetine ancak davetle gidebilirler. Ama biri hep davet eder. Diğeri ise hatırlamak istemez. Bu âyet bize bu sorunu da çözmüş oluyor.
يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ
(YuQAvTiLUvNa FIy SaBIyLi elLAvHi Fa YAQTuLUvNa Va YuQTaLUvNa)
“Allah’ın sebilinde kıtal ederler, katl ederler ve katl olunurlar”
Müminlerin cennetini âlemlerin rabbi satın almıştır.
Ne yapar, Allah bunları ne için satın almıştır?
Onlar toplulukların ve insanlığın güvenini sağlamak için savaşırlar, onlarla vuruşurlar.
Kuralımız ne kadar uymaktadır?
Cenneti veren Allah... Uğrunda savaştığımız dünyadaki insan topluluk... Onun halifesi olan Allah... Onun için “Fî Sebilihî” denmemiş de “Fî Sebilillah” denmiş.
Buradaki önemli hususlara sırası ile işaret edelim.
Fasl edilmiş, “Ve” harfi veya “Fa” harfi getirilmemiştir. Çünkü bu cümle bundan önceki cümlenin beyanıdır. Yalnız müminler böyle savaşı yapmakla görevlidirler ve yetkilidirler. Mümin olmayanların savaşı müminlere karşıdır. Öyleyse hakem kararlarına uyanlar bir cephe olurlar ve hakem kararlarına uymayanlara karşı savaşırlar.
Mufa’ele babı getirilmiştir: Meşru olan karşılıklı savaştır. Yoksa kimseyi zorla Allah’ın yoluna getirme görevimiz veya yetkimiz yoktur. Onlar bizim mallarımızı ve canlarımızı tehlikeye sokarlarsa biz de onlarla savaşırız. Malımızı çalanın malını çalmayız. Teslim olursa kolunu keseriz. Teslim olmaz da isyan ederse, işte o zaman onunla savaşırız.
Teslim olduktan sonra savaşı durdururuz. Hakemlerin vereceği kararlara uyarız.
Kıtal Allah sebilindedir. Yani topluluğun güven içinde birbirlerine gidip gelebilmesi, alışveriş yapabilmesi, malların canların zarar görmemesi için sağlanan güven için kıtal ederiz. Savaş genel güvenlik için meşrudur. Bunun için emredilmiş, bunun için meşru kılınmıştır.
Fillâhi” denmemiş “Fî Sebilillâhi” denmiş. Topluluk için savaşılmaz. Topluluk için baskı yapılmaz. Düzende zorlama yoktur. Herkes kendi düzenini kurar ve yaşar. Biz ona karışmayız. Bizim düzenimizi bozan olursa onunla savaşırız. Gümrükler ve vizeler savaş sebebidir. Yeryüzü bütün insanlar için var edilmiştir. Birilerinin bir yeri diğerlerine karşı hapsetmesi sebilullahı durdurmasıdır.
“Fî Sebilihi” denmemiş de “Fi Sebilillâhi” denmiş. Kâinatı var eden Allah’ın sebili doğa kanunlarıdır. Onları kimse değiştiremez. O’nun halifesi olan toplulukların kanunları değiştirilebilir. Müminlerin görevi doğa kanunlarını koruma değil, sosyal kanunları koruma, hilafeten korumadır.
“Katl ederler ve katl olunurlar.” “Fa” harfi ile ifade edilmiştir. “Mukatele” kelimesi açıklanmıştır. Burada mufaale babının müşareket için geldiğini açıklamaktadır. Karşılıklı katl vardır. Siz onları, onlar sizi katlediyorlar. Siz hem failsiniz hem meful.
Katl etmek ve katl olunmak “ve” harfi ile getirilmiştir, “ev” harfi ile getirilmemiştir. Dolayısıyla onlar bizimle kıtal etmeyince biz onlarla kıtal edemeyiz. Savaşa onlar tarafından başlanmalıdır ve savaş devam etmelidir. Teslim olduktan sonra ancak mahkeme kararı ile öldürebiliriz.
“Katl ederler ve katl olunurlar” denmektedir. Bir kimse hem katil hem maktul olamaz. O halde kimileri katl eder, kimileri de maktul olur demektir. O halde müşarekette hepsinin aynı işi yapmaları gerekmez. Toplulukta birilerinin yaptığı bir iş, eğer birlikte o maksatla hareket ediyorlarsa, hepsi birlikte hareket etmiş olur.
Bir topluluk bir kişiyi linç etti. Burada suçlu orada bulunanların hepsidir. Eyleme katılmış ama kendisi linç fiiline iştirak etmiş olmasa da linç etmiştir. Onun da aynı derecede cezası vardır. PKK’lılar dağda savaşıyorlarsa hepsi suçludurlar. Ben karargâhta idim, ben fail değilim diyemez. Bunun için biz şu çözümü getiriyoruz. Kaç kişi ölmüşse, oraya katılanlardan o sayıda insan kısasla öldürülür, geri kalanlar da diyet öderler. Böylece topluca işlenmiş suçlarda hem kısas yapılır, hem diyet ödenir. Kimlerin öldürüleceğine mağdurlar karar verir. Her ölenin velisine karşı taraftan istediğin kişiyi seç deriz. Bu caydırıcıdır. Çünkü böyle olaylara katılan herkes bilir ki içimizden birisi adam öldürürse veya toplu hareketten dolayı ölürse, kısas yapılır ve o ben olabilirim. Diğer taraftan kısas yapılmayan kimseler de cezasız kalmaz. Bu hükümleri “vezni ikame ediniz” âyetinden istinbat ediyoruz.
يُقَاتِلُونَ
(YuQAvTiLUvNa)
“Mukatele ederler”
Fiilin faili müminlerdir. Fiil-i muzari gelmiştir. Fiil-i muzari sürekliliği ifade ettiği gibi belirsizlik anlamını taşır.
Kur’an’da pek çok yerde kesinliği ifade etmesi için saat yaklaştı, “Ay inşikak etti”nin manası, gelecekte saat yaklaşınca Ay inşikak edecektir demektir. Kesinliği ifade etmesi için fiil-i mazi getirilmiştir. Buna karşılık bazı fiiller geçmişte işlenmiştir ama işlenip işlenmediği kesin değilse muzari sigası ile getirirsiniz.
Burada muzari sigası ile getirilmesi, mümin olmak demek ille de savaşmak demek değildir. Gerektiği zaman savaşmaya hazır olan kimse mümindir. Bunun için muzari gelmiştir.
Kıtal ifadesi burada çoğul olarak getirilmiştir. Çünkü belli sayıdan az vuruşma savaş değil katl hükümlerine tâbidir. Yani muhakeme ederken kişilerin ayrı ayrı hareketleri esas alınır ve hareketlere ceza verilir.
Demek ki toplu yürüyüşlerde topluluğu suçlayabilmemiz için belli miktarda sayılara ulaşmamız gerekir. Kur’an’ın işaretine bakarsak bu sayı 20 kadardır. Yirmiden az sayıdaki hareketler toplu hareket sayılmaz. Polis müdahale etmez. Teker teker faillerin fiillerini tesbit ederek kişilere ceza verir. Kalabalık 20 kişiyi geçerse polis toplu anons yapar. Dağılmazlarsa, dağıtmak için cephe savaşı kurallarını uygulayabilir. Ondan sonra da hasar tesbit edilir. Ölüler tesbit edilir. Katılanlar arasında kasame yapılır. Suçlu olanlardan mağdurların belirttiği kimseler bedeni cezalara çarptırılır. Diğerlerine ceza verilir.
فِي سَبِيلِ اللَّهِ
(FIy SaBIyLi elLAvHi)
“Allah’ın sebilinde”
İnsan kişiliğini koruyarak topluluğunu oluşturmaktadır. Yani herkesin kendi yeri var, kendi yurdu var. Orada ne isterse kişi onu yapar. Topluluk silahlı güçle müdahale edemez. Kişinin izni olmadan evine giremez. Ama dışarıda emniyeti ihlal ettiği zaman silahlı güç müdahale eder. Onların güvenliğini sağlar. Kişilerin özel hayatlarına karışmaz.
فَيَقْتُلُونَ
(Fa YaQTuLUvNa)
“Katlederler”
Buradaki “Fa” beyan “Fa”sıdır. Yukarıda söylenen cümlenin açıklamasıdır. Böylece mukatele kelimesinin manası açıklanmıştır. “Ve” harfi ile getirilmesi tek taraflı kıtalin olamayacağını ifade eder.
وَيُقْتَلُونَ
(Va YuQTaLUvNa)
“Ve katl olunurlar”
Savaşta karşı tarafın attığı kurşunun kime ait olduğu önemli değildir. Mübaşir değil, müttehem yani mağdurun cezalandırılmasını istediği kimse cezalandırılır.
Sokak hareketlerine bazen saf insanlar katılırlar. Sonunda fiilleri onlara yaptırırlar, kendileri yokmuş gibi olurlar. Bu sebeple bu tür olaylarda orada bulunan herkes suçludur. Mağdurlar onun cezalanmasını isterler.
Soma’da Erdoğan bulunup işçilerin çok üretim yapması için talimat verse ve o orada iken patlama olsa, kasıt varsa onun idamını isteyebiliriz. Yani toplu yürüyüşlerde adam öldürme gaye olmalıdır. Değilse, adam ölse bile kısas değil diyet yapılır.
وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرَاةِ وَالْإِنْجِيلِ وَالْقُرْآنِ
(VaGDan GaLaYHi XaqQan FIy elTaVRAvTı Va eLİNCIyLı Va eLQuREAvNı)
“Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da aleyhte hak (borç) olarak kendi üzerine vaat ettiği olarak böyledir.”
Buradaki vaat karşılığı cennetin verilmesidir. Allah’a borç olmuştur. Nasıl insanlar sözlerinde durmak zorunda iseler, sözlerinde durmayanlar insan sayılmazlarsa, Allah da verdiği sözünde durmak durumundadır. Sözünde durmayan Tanrı olmaz.
Ebed olmak, ezel olmak, ehad olmak, samed olmak O’nun sıfatlarındandır. Allah bir Allah’ı yaratamaz, çünkü bu muhaldir. Bunun gibi; Allah sıfatlarını da değiştirmez, Allah vaadinden hulf etmez. Vaat edip etmemekte irade sahibidir ama vaadini yerine getirmemekte iradesi yoktur. Allah zalim olmaz, âdildir. Bu sıfatları vaciptir. İşte, “aleyhi” kelimesini kullanması bunu ifade eder.
Bunu mecazi olarak yorumlayanlar vardır. Ama Allah’ın sünnetinde tebdil bulamazsın, tahvil bulamazsındaki sünnette değişiklik olsa bile, kendisinde değişiklik olmaz. Kendisi zalim olamaz.
Herkes böyle inanmak zorunda değildir. Bütün bunlar zaman ve mekân içinde söylenen sözlerdir. Bize görünüşü böyledir. Bizatihi kendisinin sıfatlarını bizim idrak etmemiz mümkün değildir.
Hakkan Fi’t-Tevrat’ın hâlidir. Yani Tevrat’taki bir hak demektir.
Aksi de olabilir. Hakkan, va’den gibi cennetin verilmesinin hâlidir. Tevrat ve İncil ve Kur’an hakkın zarfıdır. Ya da Tevrat’ta anlatılan hak anlamına gelir. O zaman savaşmayan müminler de dâhil olmuş olur. Mekke dönemi veya Hıristiyanlık böyledir.
وَعْدًا عَلَيْهِ
(VaGDan GaLaYHi)
“Ve O’nun üzerine va’d olarak”
Buradaki zamir Allah’a racidir. Cenneti veren Allah’a racidir. Bu sebeple zamir gelmiştir, Allah dememiştir. Cennet karşılığı canlarını ve mallarını satın almıştır. Ana ödemeyi peşin yapmıştır. Ödemeyi âhirete bırakmıştır.
Bununla beraber malı imal eder, karşı tarafa malın hazır, gelirsen artık o malı teslim etmiş sayılırsın, veresiye olmaz. Şimdi almadıkları için vaat oluyor. Ama hazır olduğu için de veresiye olmuyor. Yani Allah önce cenneti hazırlamış, ondan sonra müşteri olmuştur.
Müeccel alışveriş caiz değildir. Alışverişte kabz gerekmez. Talep edildiği tarihten sonra ödeme yapılır.
حَقًّا
(XaqQan)
“Hak olarak”
Buradaki “Hakkan” kelimesi vaadin zarfı olabilir. Vaat masdardır. Sakata sukutan hakkan veya sukutan kizben diyebilirsiniz. Bu takdirde vaadin hak olduğu ifade edilmiş olur.
Tevrat’ta ve İncil’de ve Kur’an’da olan hak vaad anlamındadır. Yahut Tevrat’ta olanın hak olduğunu ifade eder. Orada anlatılan hak vaad edilmiştir. Ya da kitapların içinde olan hak değil vaattir.
İncil’de kıtal meşru olmadığına göre İncil’de zikredilen hak için kıtal anlamı çıkar ki daha uygun olabilir. İncil’de kıtal meşru değildir ama kendisinden sonra geleceğin zamanında kıtalin meşruluğu anlatılmıştır. Dolayısıyla İncil’de de kıtal meşrudur, sadece o zaman meşru değildir.
فِي التَّوْرَاةِ
(FIy elTaVRAvTı)
“Tevrat’ta”
“Fî” harfi tekrar edilmemiştir. Demek ki vaat edilen cennet hepsinde aynı cennet olduğu gibi hepsi bir bütün demektir. Kur’an’da başka, Tevrat’ta başka, İncil’de başka başka vaatler yoktur. Tevrat hiç cennet ve cehennemden bahsetmez, o halde orada kıtal edenlere vaat yoktur. O takdirde Tevrat’ta olan vaat değil, haktır. Yoksa Tevrat’ta vaad edilmemiştir.
Bununla beraber üç kitap bir kitap sayıldığı için birincideki vaat diğerinde de yapılmış olan vaattir. Tevrat şeriatı, İncil tarikatı getirmiştir; Kur’an ise bunların birlikte nasıl düzenleneceğini hükme bağlamıştır. Bu bakımdan buradaki hükümler bir bütündür. Birinde yapılan vaat hepsinde yapılmış olur.
Burada başka bir şey daha ifade edilmiştir. Sadece Tevrat, sadece İncil, sadece Kur’an İslâm düzenini oluşturmaz. İslâm düzeni bu üç kitabın bir arada değerlendirilmesi ile gerçekleşir. Tevrat’ta sadece şeriat var, İncil’de sadece tarikat var. Ama bunlar ayrı ayrı malzemedir. Bunları terkip edip yapı yapma ise Kur’an’a aittir. İnsan olmadan inşaat olmaz, malzeme olmadan da inşaat olmaz. Bunları bir araya getiren proje ve müteahhit olmazsa yine inşaat olmaz.
Brahmanların Vedalarından, Budistlerin Burkanlarından bahsetmemesinin anlamı budur. Onlar kişi yönetimine dayanan bir düzeni düzenlemişlerdir. İncil tarikat kitabıdır, ancak şeriatı savunan bir tarikat kitabıdır. Tevrat Hıristiyanlıkta şeriattır, insanlığı İslâmiyet’e hazırlamıştır. Hâlbuki Hindu dini ve Budizm sırf ahlâkî dindir. Çin’deki Konfüçyüs ve Tao Budist rahipleri değillerdi.
Tevrat “töre” kelimesinden gelmektedir, Sümercedir. Sümer dili Türkçe kökenlidir. Kurallar demektir. Kurallı çoğuldur. Töreler mecmuası şeklinde Arapçalaşmış bir kelimedir. Aynı kelime Arapçada “tareten uhra” olarak vardır. Diğer döngüde demektir. Arapçadaki “devair” kelimesi ile de akrabalığı vardır. Kurallar devreder durur demektir.
وَالْإِنْجِيلِ
(Va eLİNCIyLı)
“Ve İncil’de”
“Ve” ile gelmiştir, hepsinde zikredilen tek haktır.
İnsanlık bugünkü uygarlığa ulaşsın diye bu üç kitap ve peygamberleri gelmiştir.
Bugün dünyaya hâkim olan Batı uygarlığıdır. Bu uygarlık İbrani, Hıristiyanlık ve İslâm uygarlıklarının devamıdır. Hıristiyanlığın Tevrat’ın devamı olduğunu kimse reddetmiyor. Bugünkü Batı uygarlığı bu İslâm uygarlığı ile ilkah edilmiştir. Bunu inkâr eden de yoktur. Hint ve Çin dinleri ise sadece ibadet şeklinde kalmaktadır, uygarlık olarak Batı uygarlığını benimsemişlerdir.
İncil, “necl” kelimesinden oluşmaktadır. Parça demektir. “Naccar” balta demektir. “R” “L”ye dönüşmüştür. Bu adı almasının sebebi değişik versiyonlarının olmasıdır. Aynı derecede muteber dört kitap yalnız İncil’dir. İncil Hıristiyanları birleştiricidir ama devletleri de parçalayıcıdır. Çünkü birleştirici şeriatları yoktur. Bugün Batılıların geliştirdiği hukuk sistemleri parça parçadır ve aralarında hep savaş vardır.
وَالْقُرْآنِ
(Va eLQuREAvNı)
“Ve Kur’an”
“Vav” harfi ile bağlandığına göre bunlar ayrı ayrı kitaplardır. “Ve” harfi ile atfedildiklerinde üçü bir bütün oluşturmaktadır.
İçtihatlarda Tevrat ve İncil’den yararlanmamız gerektiği hususu burada bildiriliyor.
Kur’an kelimesi “karye” kelimesi ile akrabadır. Toplanma ve birleşme anlamına gelir. Malzeme ile emeği birleştirip inşaat yapan bir kitaptır.
وَمَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ مِنَ اللَّهِ فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ الَّذِي بَايَعْتُمْ بِهِ وَذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (111)
(Va MaN EaVFAy BıGaHDiHİy MİNa elLAvHi FaSTaBŞiRUv Bi BaYGıKuMu elLAÜIy BaYaGTuM BiHIy Va ÜAvLiKa HuVa eLFaVJu eLGaJIyMu)
“Kim Allah’ın ahdini îfa ederse onunla mübayaa ettiğiniz bey’inizle müjdelenein. Azim fevz budur.”
Buradaki “Ve” harfi neye atfediliyor?
Allah iştira etmiştir; mallarıyla ve canlarıyla Allah’a söz vermişlerdir.
İştira sadece yapılan akittir. Allah cenneti bu anda onlara vermemiştir, onlar da henüz kıtal etmemişlerdir. Sadece sözleşme yapılmıştır.
Bu anlatıldıktan sonra; “kim Allah’ın onunla yaptığı ahdi ifa ederse iyi bir alışveriş yapmıştır” denmektedir. Yani bundan önceki âyette sözleşmeden bahsetmiştir. Burada ise o sözleşmenin yerine getirilmesi anlatılmaktadır.
“Vav” harfi ile atfederek, Allah’a yapılan ahde benzer ahitler yapılırsa ifa edeceklerdir demektir. Aynı illeti taşımayan ahitlerin yerine getirilmesi gerekmez. Eğer “Fa” harfi ile getirilseydi o zaman her ahit yerine getirilirdi.
Birr ve takvada yapılan ahitler geçerlidir. Yoksa ism ve udvanda yapılan ahitler geçerli değildir ve yapılmayacaktır. Bu “ve” harfinin hükmüdür.
“Men” tamim içindir. Kim ahdi yerine getirirse, her ahdi değil, Allah’la yaptığı ahdi yerine getirirse, istibşar etsin.
Burada “evfa ahdellahi bihi” Allah’ın onunla yaptığı ahdi yerine getirse denmemiş de, “evfa ahdehu minellahi” denmiştir. Allah’la yaptığı ahdini denmiştir. Yani ahdi Allah’a değil kendisine izafe etmelidir. Bu suretle talip olan Allah değil, kendisidir. Yani kişi ‘ben asker olacağım’ diyor, başvuruyor. Yaşı 20’ye geldiği için nüfustaki kayıta göre onu askere çağırmıyor. Askerlik savaşa gönüllü olanlara aittir.
Nitekim Harp Okulu’na müracaat edenler okula alınırlar, okula davetiye çıkartmazlar.
İşte, askerlik de böyledir. Askerler barışta bir şey yapmazlar. Dolayısıyla beklerler. Ama günü gelince savaşırlar.
O halde askerlik şöyle olacaktır. ‘Ben askerim’ diyenlere maaş bağlanacaktır. Fiilen askerlik yapmış olmaları gerekmez. Evde olur, diğer işleri de yaparlar, ama gerektiğinde kışlada bulunurlar. O zaman nasıl çavuşlar ve subaylar gönüllü olarak orduya katılırlarsa, halk da gönüllü olarak orduya katılır ve maaşlarını alırlar. İş yoksa da ücretli izinde olurlar.
Askerlik yapmayanlar da bedel verirler.
Demek ki vatandaşlar ikiye ayrılırlar; bir kısmı bedel verirler ve savaşmazlar, diğerleri ücret alırlar ve gerektiğinde savaşırlar. Bu bedel ilk askerlik çağına geldikleri zaman kendi isteklerine bağlı olarak belirlenir. O yıl bedel miktarı ne ise sonuna kadar o bedeli ödemekle yükümlü olurlar. Bu bedel yıllık olarak, aylık olarak veya haftalık olarak tesbit edilebilir.
Eğer nöbetli olanların sayısı çoksa bedel düşürülür, maaş düşer, insanlar bedelli olmaya yönelirler. Farklı durumda ise aksini yaparsınız, insanlar askerliğe yönelirler. İlk olarak askerliği seçeceklere o miktar uygulanır.
Onbeş yaşından itibaren bedele başlanır. Kim ben nöbetli olacağım derse, ondan artık bedel alınmaz, aksine pay verilir. Gelen cizye müminler arasında bölüştürülür. Kendi istekleri ile insanlar sınıflanmış olur. Her bedelli her zaman nöbetli olabilir ama nöbetli o toplulukta kaldıkça bedelliye geçemez. Bucağını, ilini, ülkesini değiştirerek nöbetli iken bedelli olabilir.
Burada “Men” şart edatıdır. Cevabı “Fa” ile gelmektedir. Kim Allah’la yaptığı ahdini ifa ederse o bey’ini yapmıştır. Demek ki selem bey’ değildir.
Şira ile bey’ arasındaki fark burada da ortaya çıkmaktadır. Şira akittir. Teslim veya ödeme yoktur. Sipariş bir şiradır. Bey’ değildir. Bey’ teslimde tamamlanır. Ödeme ile tamamlanmaz. Ahdi ifa etme bey’dir. Kim ahdini yerine getirirse bey’ etmiş olur.
O halde buradaki “Fa” cevap “Fa”sıdır. falehul buşra demektir. Yani ona müjde deniyor. “Gül geldi” diyeceğinize, “Cumhurbaşkanı geldi” derseniz, Gül’ün yerine bedel olur, “Gül cumhurbaşkanı” derseniz atfı beyan olur. Burada onlara müjde yerine mübayaa ettiğiniz bey’den dolayı istibşar ettiniz, kazandınız, kârdasınız demektir.
Burada iki durum vardır. Biri masdar getirileceğine yapılan fiil tanımlanmamış ve cevap bir başka cümle ile ifade edilmiştir. Biz buna “felehu’l-buşra” mahzuftur diyoruz. Sonra da bedel beyan edilmiştir, “istebşirû” getirilmiştir.
Burada sülasi olan masdar “mübayaa” fiiline “bihi” ile meful olmuştur. Biat da bey’ olarak adlandırılmıştır. Demek ki sülasi babların masdarları mezid babların mef’ulü olmaktadır.
“Ve” harfi ile atfederek “büyük fevz budur” denmektedir. Marife gelmiş, ondan büyük fevz yoktur demektir.
وَمَنْ أَوْفَى
(Va MaN EaVFAy)
“Kim îfa ederse”
Allah müminlerden mallarını ve canlarını ahitleşerek satın almıştır. Ahitleşen kimselerden bazıları ahitlerini ifa ederler, bazıları ifa etmezler. Kim ahdini ifa ederse (minhum men evfa) ve kim ifa ederse (minhum men lem yufı), böyledir, manasındadır.
Demek ki bundan önce bir cümle mahzuftur. “Faman evfa” gelmemiş de “vemen evfa” gelmiştir. Zorlanarak ifa edenler değil, kendi isteğiyle inanarak ifa edenler. Her ifa edeni kapsamadığı için “Fe” değil de “Ve” gelmiştir.
“Vefyü” düzlük yerde oluşan tümsek yer veya tepecikler arasında oluşan en tümsek tepedir. Ölçerken veya tartarken fazla fazla yapmak demektir. Tepeleme doldurmak anlamında kullanılmaktadır.
“İfa etmek” demek eksiksiz bir işi yapma demektir.
Bazı işler vardır ki biraz eksik yapsanız da yine işe yarar, oysa birçok işlerde ya hep veya hiç kaidesi vardır. Varsa tam var, yoksa da hiç yoktur. Mesela yarım insan olmaz, ya vardır ya yoktur. Böyle işleri yapmak ifa etmek demektir. Savaşın kuralı budur. Ya kazanırsınız ya da kaybedersiniz. Savaşta yüzde şu kadar kazandım olmaz. Bu sebepledir ki sözleşmelerde bir maddeyi bozanlar bütün sözleşmeyi bozmuş olurlar.
بِعَهْدِهِ مِنَ اللَّهِ
(BıGaHDiHİy MiNa elLAvHi)
“Allah ile yaptığı ahdini”
“Ahdehu Billahi” yerine “Ahdehu Minellahi” denmiştir. Arapçada izafet “Lam” veya “Min” ile yapılır. “Bi” ile yapılmaz. “Ahd” hem Allah’a hem de kendisine izafe edilmiştir. Çünkü ahd aralarında olmuştur. Kendisine izafetini izafetle yapmış, “Min” ile de Allah’a izafe edilmiştir. İzafet-i “Lam”iye değil de izafet-i “Min”iye getirilmiştir.
Yorumları yaparken üç izafet arasındaki farkları da ortaya koymamız gerekir. “Lam”sız veya “Min”siz izafetlerde ikisi marife veya ikisi nekre olur. “Ahmet’in kalemi” dersek, Ahmet de bilinmekte kalem de. “Ahmet’in bir kalemi” dersek, kalem nekre olur. “Bir adamın burnu” dediğimiz zaman, adam nekre ama burun zihnen marifedir, çünkü herkesin bir burnu vardır. “Bir adamın bir parmağı yoktur” derseniz, ikisi de nekre olur.
Bir de bir şey iki şeye ayrı ayrı izafe edilecekse, o zaman birini mutlak, diğerini “Li” veya “Min” ile getirirsiniz.
Neden “Min” ile gelmiştir de “Li” ile gelmemiştir? “Li”li izafetlere izafe edilen marifedir. “Min” ile izafetlerde ise kendisine izafe edilen marifedir. “Ahd” müminler tarafından istenmiş, Allah da kabul etmiştir. Sözleşme Allah’ın evet demesiyle tamamlanmıştır. Kişi müsebbiptir. Mübaşir Allah’tır.
“Ahd” birinci yağmurdan sonra gelen yağmurdur. “Akd” bir defaya mahsus olmak üzere yapılan anlaşmadır. “Ahd” ise aynı şartlarla hükümlerin de tekrar etmesidir. “Ahd” akitten sonra doğar, kendi kendine akit yenilenmiş olur.
Araplarda böyle sürekli olarak yenilenen sözleşmeler çok az olduğu için “ahd” kelimesi üzerinde çok tartışma yapılmıştır. “Ahd” aslında yasama demektir. Halk bundan sonra bu durumlarda böyle yapacağız der, herkes birbirine söz verir ve sözler yerine gelir.
İman üzerinde anlaşma bir defaya mahsus olmak üzere olmaz. Güvenliği sağlamak üzerinde söz verirsiniz, ne zaman gerekirse o zaman ve o kadar savaşırsınız. Akitlerde sözlerin yerine gelmesi yeterlidir. Ahitlerde ise sadece sözleri yerine getirmek yeterli değildir, sonuç alınmalıdır. Anne çocuğuna süt vermekle değil doyurmakla yükümlüdür. Bu ahittir. Ama bir ücretli doyurmakla değil sadece söz vermekle yetinir. İşçilik bir akittir, işçi saatinde gelir, saatinde gider. Kesilen şeyi keser. Ahit ise saatinde gelip gitme değil o işi yapmadır. Günde beş saat okumak değil âlim olmak ahittir. Dolabı üretmek ahittir. Müslimler akit yaparlar, müminler ahit yaparlar.
Allah’a söz veriyorsunuz. Verilen söz topluluğa verilen sözdür, onu yerine getireceksiniz. Şimdi insanlar işçilik dönemindedir. Maaşlarını alsınlar da; iş olsun olmasın, üretim olsun olmasın, bu onları ilgilendirmiyor! Oysa İslâmiyet akitlere değil ahitlere dayanır. Akitler yerine gelmelidir ama ahitler de ifa edilmelidir.
Bu âyetler bizim için çok önemlidir. Ahit üzerinde durulmalıdır.
Bunu nasıl başaracağız; çünkü kimse böyle bir ahde girmemektedir, herkes sadece akitlerle yetinmektedir!
Adil Düzen Çalışanları ahit yapan kimseler olmalıdır. Biz de işlere girişeceğiz, zarar edeceğiz ama ahit yapan kimseleri arayacağız. Allah bizim mallarımızı ve canlarımızı satın almıştı ya; o halde neyimiz var neyimiz yoksa ahitleşme üzerine harcamalıyız.
Sonra ne olur?
Bundan önceki denemeler; Akevler, Risale-i Nur, Millî Görüş, Süleyman Tunahan grubu ve diğer İslâmî cemaatlerin çalışmaları hep meyvelerini vermiştir. Allah hiçbir kimsenin amelini boşa çıkarmaz.
Köyümde bir çayırlık vardır. Buradaki otlarda hayvanların yediği eğrelti otu yoktu. Bir gün toprak koptu ve kaydı. Belki bin sene önceki toprak ortaya çıktı ve kopan yer hâlâ o otla doludur. Günü gelmiş ve yeşermiştir. Bir tane tohum da kalsa sonra orman olmaktadır.
Bir gün ahitleşen insanları Allah bize gönderecektir; biz aramaya devam etmeliyiz...
فَاسْتَبْشِرُوا بِبَيْعِكُمُ
(FaSTaBŞiRUv Bi BaBaYGıKuM)
“Be’yiniz ile istibşar ediniz”
“Buşra” tüysüz deri demektir. Sonra gülümseyen sevinen yüze isim olmuştur. Türkçede “müjde” olarak kullanıyoruz. İlerde olacak iyi şey büşradır. Buradaki “Fa” harfi ile anlatılan şudur: Siz iman etmekle Allah’a söz verdiniz. Sözünüzü de yerine getirdiniz. Böylece Allah’ın vaadini yani cenneti hem de size mahsus özel cenneti istihkak ettiniz; bunu bilin ve birbirinize müjde verin.
“Tebşir etmek” başkasını sevindirmek demektir, şöyle olmuştur veya şöyle olacaktır diye haber vermektir.
“İstibşar etmek” demek, müjdelenen kimselerin kendi kendilerine müjde vermesi demektir. Burada emir vardır. Ben size müjde vereceğim, siz de bana müjde vereceksiniz. Müfret olarak “istibşar” kendi kendine müjde verme olur. Meçhulden farklıdır. Meçhulde müjde veren başkasıdır ama adı geçmemektedir. Burada ise müjde veren kendine kendisidir.
İstif’al babı talep için gelir. Böyle olsaydı müjdeyi isteyiniz olurdu. Ama burada iftial babının kendi kendisini müteaddi kılmasıdır.
Bununla beraber böyle bir anlaşma yaptığınız için artık cenneti hak ettiniz. Bu bey’den istibşar ediniz anlamı verilebilir. Bey’ ism-i alet olur.
Evet, eğer mümin isek, Allah için malımızı ve canımızı verebilecek duruma gelmişsek, artık müjdelenmiş oluruz. Arkadaşlarımız vardır. Geçimlerini temin etmek için iş yapmaktadırlar. Ama kalan zamanlarını hep Allah’ın şeriatını yani “Adil Düzen”i getirmek için neleri varsa vermektedirler. İşte bunlar kendi kendilerine müjde verenlerdir.
İnsan olarak kimin neyi ne maksatla yaptığını bilmemiz mümkün değildir. Biz zahire bakarız. Sonunda başarıya doğru gidip gitmediğimizi orada görürüz.
Sevr ile Birinci Kur’an Uygarlığının cenazesi kaldırılmıştır. Ondan sonra dünya derin bir mateme gömüldü. Henüz onun yerine geçecek bir topluluk oluşmamıştı. Yirminci yüzyıl Müslümanların yetim olduğu dönemdir. İslâmî çalışmalar vardır ama çocuğun ağlaması dışına çıkmış değildi. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’de yeniden canlanma başladı. Kur’an’ın vaat ettikleri bir bir ortaya çıkmaktadır.
Evet, bugün İslâm düzenine kavuşmuş değiliz ama ona doğru büyük mesafeler almış bulunuyoruz. Artık cenneti hak ettiğimize hükmedebiliriz; şahıs olarak değil de topluluk olarak. Fiil cem sigası ile gelmektedir.
الَّذِي بَايَعْتُمْ بِهِ
(elLAÜIy BaYaGTuM BiHIy)
“Onunla biat ettiğiniz bey’ sebebiyleistibşar ediniz”
Allah’a cennet karşılığı mallarını ve canlarını verenlerin yapmış olduğu ahit “biat” ile tarif edilmektedir.
Biat nedir?
Birlikte hareket etmemiz için içimizden birisini başkan olarak seçeriz.
Bu seçim nasıl olur?
Herkes biat etmekle yükümlüdür, biat almakla değil.
Biri diğerine ‘sen benim başkanım ol’ der; diğeri ‘hayır, sen başkan ol’ der.
Başkanlığa tercih edilecek kurallar vardır.
Birincisi yaştır. 15 yaşından 65 yaşına kadar, yaşlı olan genç olandan başkan olmaya daha layıktır. Eğer diğer şartlar eşitse yaş öne alınır.
İkincisi ilimdir. İnsanlar 33 yaşına kadar öğrencidirler. 33 yaşından sonra uygulayıcıdırlar. 66 yaşından sonra öğreticidirler. Başkan 33 ile 66 yaşları arasındaki insanlardan seçilmektedir. Bunların içinde kim daha âlim ise o başkanlığa layıktır.
Üçüncüsü deneyimdir. Başkanlık yaş ve ilmin içinde iken, bir işi meslek olarak daha çok yapmışsa, o başkandır, çünkü o hususta deneyimi vardır, daha iyi becerir.
İktidar, o işi becerme kabiliyetidir.
Biat eden artık rahattır. Kendisine verilen emri yerine getirmiştir. Biat alana ikinci yük binmiştir. Kendisine ve ona biat edene başkan seçecektir. İşte böylece sayı gittikçe azalır ve sonunda iki üç kişi kalır. Bunlardan hiçbirisi başkan olmak istemez. Ama birinin başkan olması gerekmektedir. Hakemlere başvururlar ve sonunda hakemler birini başkan ilan eder. Hakemler başkan seçilinceye kadar dağılmazlar. İşte “biat sistemi” budur.
Güvenlik üzerine biat sağlanacaktır. Malları ve canları verme üzerinden biat sağlanacaktır. Üst ne derse o yapılacaktır. Gerektiğinde ölünecektir. İşte bu ordu İslâm ordusudur. Üstü değiştirme caiz olduğu gibi ülkeyi terk ederek de bu ahitten vazgeçebilirsiniz. Tabii ki bunu yaptığınızda ahdi feshetmiş olursunuz.
وَذَلِكَ هُوَ
(Va ÜAvLiKa HuVa)
“Ve bu”
Burada işaret edilen bey’dir. Yani biattır. Sözleşme yapıp sözde durmaktır. Mekke’deki müminler savaş üzerine anlaşmadılar. Biz de bugün savaş üzerinde anlaşmayacağız. Ama “Adil Düzen”i getirme üzerinde ihtilafımız olmamalıdır, gevşekliğimiz olmamalıdır. Mallarımızı ve canlarımızı verme hususunda bir eksikliğimiz olmamalıdır.
Burada atıf yapılmıştır. O halde bu fevz bey’deki kazançtan farklıdır. Yani karşılığı cennetten ibaret değildir. Cennetin ötesinde fevz vardır. Büyük fevz vardır. O büyük fevz de yalnız bu müminler içindir. Müminlere mahsus cennet olduğu gibi müminlere mahsus cennetten başka fevz de vardır. O da sadece bunlar için hazırlanmış fevzdir.
İnsanların iki türlü ihtiyaçları vardır.
Bu ihtiyaçlardan biri biyolojiktir, bedenlerin ihtiyaçlarıdır. Yemek, giyinmek, barınmak, taşınma bedeni ihtiyaçlardır. Cennet bunları sağlayan yerdir. Bedenin ihtiyaçlarını gideren şeylerdir. Bununla beraber bunların giderilmesi büyük zevk almaktır.
Bunun yanında insanın ruhi ihtiyaçları vardır. İnsan, diğer insanlarla görüşmek ister, kendisini var edene yaklaşmak ister. Bir iş yapmak ister. İşte bunu cennette değil de cennetin dışında bir âlemde elde eder. Onun için âhirette neler olacağını bilmemiz pek mümkün değildir. Bununla beraber burada marife geçmiştir.
الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (111)
(eLFaVJu eLGaJIyMu)
“Azim fevz budur.”
Kur’an okuyarak azim fevzi anlayabiliriz demektir.
“Yüzler vardır, parlaktır, rablerine nâzırdır” ifadesinde en büyük fevz, âlemlerin rabbi olan Allah’la karşı karşıya gelmek, O’nun selamını almaktır.
Yine en büyük lütuf günahkârları Allah’ın onları affetmesidir. Bu hususta fazla araştırmam olmadığı için buradan ötesini sizlere bırakıyorum...
Müminlere bahşedilen azim fevz nedir?..