TEVBE SÛRESİ TEFSİRİ(9.SURE)
Süleyman Karagülle
2747 Okunma
97 VE 99.AYETLER

Tevbe Sûresi-41

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

***

 

الْأَعْرَابُ أَشَدُّ كُفْرًا وَنِفَاقًا وَأَجْدَرُ أَلَّا يَعْلَمُوا حُدُودَ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (97) وَمِنَ الْأَعْرَابِ مَنْ يَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ مَغْرَمًا وَيَتَرَبَّصُ بِكُمُ الدَّوَائِرَ عَلَيْهِمْ دَائِرَةُ السَّوْءِ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (98) وَمِنَ الْأَعْرَابِ مَنْ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَيَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ قُرُبَاتٍ عِنْدَ اللَّهِ وَصَلَوَاتِ الرَّسُولِ أَلَا إِنَّهَا قُرْبَةٌ لَهُمْ سَيُدْخِلُهُمُ اللَّهُ فِي رَحْمَتِهِ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (99)

                                                                                                            

 

الْأَعْرَابُ أَشَدُّ كُفْرًا وَنِفَاقًا وَأَجْدَرُ أَلَّا يَعْلَمُوا حُدُودَ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (97)

(elEaGRAvBu EaŞadDu KuFRan Va NıFAQan Va ECDaRu EaN LAv Ya GLaMu XuDUvDa MAv EaNZaLa elLAvHu GaLAv RaSUvLiHİy Va elLAvHu GaLIyMun XaKIyMun)

“A'rab küfür ve nifak olarak eşeddir ve Allah resulüne inzâl ettiğini bilmemekte ecderdir. Allah ise alimdir hakimdir.”

Bundan önce bahanecilerden bahsetmişti; onlar yapmamak için birtakım özürler icad ederler ve onları beyan ederek özür dilerler.

“A’rab” Kur’an’da 10 yerde geçer; 6’sı bu sûrede geçmektedir, 22’si Fetih Sûresi’nde, biri Hucurat’ta, biri de Mümtehine’de geçmektedir.

1- Tevbe 90’da a'rab olarak müteazzirler anlatılmaktadır.

2- Tevbe 97, 98, 99 âyetlerinde a'rabın özelliklerinden bahsetmektedir.

3- Tevbe 101, Fetih 11 ve 16 âyetlerinde münafık a'rablardan bahsetmektedir.

4- Tevbe 120 ve Fetih 11 ile 16. âyette muhallef a’rabdan bahsetmektedir.

5- Ahzab 20’de savaşmamak için a'raba katılanlardan bahsetmektedir.

6- Hucurat 14’de a’rabın imanından bahsetmektedir.

Âyetlerde muteazzir, münafık ve muhaallef a’rabdan bahsetmektedir. Medinelilere karşı a'rabı beyan etmektedir.

A’rab, şehrin dışında hayvancılık yapan ve gezgin olarak hayatlarını geçiren kimselerdir. Bir başka a’rab grup daha vardır, onlar da gezgin değil ama kentten uzak tarlalarda yaşayanlardır.

Oturduğum apartmanın akrabam olmayan komşularını tanımıyorum. Oysa doğup büyüdüğüm köyümün gençlerini tanımıyorum ama dedelerini tanıyorum. Benim yengem vardı, seksen yaşlarında, sağırdı da, zor işitirdi, ama 6 köylük bucakta kim kiminle evli, çocukları var mı yok mu, bilirdi. İşte, köyde yaşayanların özellikleri bunlardır. Bunlar çok az kimselerle karşılaşırlar ama karşılaştıkları kimselerle yakın ilişkiler kurarlar, ya dost olurlar ya hasım olurlar. Kentte yaşayanlar ise her gün yüzleri aşan kişilerle karşılaşırlar ama karşılaştıkları kişilerin büyük çoğunluğunu tanımamaktadırlar. Bu sebepledir ki köylü ile kentli arasında farklı karakter vardır.

Bu âyette köylü olmanın yani küçük toplulukların ferdi olmanın oluşturduğu karakterler anlatılmaktadır. Karakterler tek başlarına ne iyi ne de kötüdür, karakterin değerlendirilmesi iyi veya kötüdür. ‘Köylüler kötüdür, kentliler iyidir’ denemez ama köylülerin özellikleri farklıdır, ona göre değerlendirilirler.

Bu sebeple burada “mine’l-e’rabi” denmemiş de “el-e’rab” denmiştir. Oysa başka yerlerde biri hariç hep “min” ile getirilmiştir.

Bu âyette “eşed” ile “ecder” kelimeleri karşılaştırılmıştır. “Ecder” kelimesi “cidar”dan gelen bir kelimedir; “duvar” da denmektedir. En çok kapalı bir topluluk demek, bilmeye kapalıdır demektir. Yeni bir şey öğrenmek istemez, babasından öğrendiklerine daha çok ve sıkıca bağlıdır demektir.

Kur’an’da kelimelere ıstılahi manalar verilir. Lügat manalarından farklıdır. Ne var ki lügat manaları ile de kelimeleri kullanır. Yani ıstılahi mana hakikattir, lügat manası da hakikattir. Bu iki mana mecaz ve hakikat anlamları ile ortaya çıkmazlar. İkisi de hakikat manasıyla delalet ederler. Yani birinin manası diğerine tercih edilmez. Hangisine karine varsa o manaya delalet eder. Oysa mecazda karine olması yetmez, hakiki mananın verilmemesi için mani karine olmalıdır.

“A’rab” kelimesi aslında “Arab”ın çoğuludur. Ama Kur’an’dan önce “A’rab” kelimesi en çok bilinen ve en çok Arab olan manada göçebe Araplardır. Çünkü göçebe Araplar yerleşik Araplardan daha eskidirler. Daha sonra bu kelime bir sosyal sınıfın adı olmuştur.

“Arab” demek birbirlerini tanıyan ve bilen kimseler demektir “A'rab” demek daha çok bilen, daha çok tanıyan demektir. Daha çok tanımaları, birbirlerini çok sık görmeleri, başkalarını ise çok nadir görmelerinden ileri gelir. Oysa kentte yaşayanlar birbirlerini az görürler. Kentliler her zaman daha çok yabancılarla karşılaşmaktadırlar.

“Arab” kelimesi “acem” karşılığı kullanılır.

“Arab” kelimesi Araplar içinde kentte yaşamayanlar için kullanılır.

الْأَعْرَابُ

(elEaGRAvBu)

“A'rab”

“A’rab”a “en la ya’lamû”daki çoğul zamiri raci olmaktadır. O halde bu cins isim değildir. “Arab”ın çoğulu olarak alındığı zaman Arap halkının sıfatı olmuş olur, uygarlıkta Arap halkı en çok direnen halk olur.

Bugün de Suudi Arabistan kendi tarihi geleneği içinde yaşamaktadır. Herkes kıyafetini değiştirdiği halde, S. Arabistan halkı hâlâ entari giymekte, başına geleneksel başlıklar takmakta, kendine göre şeriat hükümleri uygulamaktadır. Böylece geleneğine en çok bağlı olan bir topluluk olmaktadır. İsrail oğulları kıyafette, hattâ dilde tutucu değildir. Oysa Araplar dilde ve kıyafette yani kültürde tutucudurlar.

Dünyada üç çeşit ırk vardır.

Ham’ın çocukları Hint-Avrupa ırkını oluşturur. Yafes’in çocukları Çin ve Türk ırkını oluşturur. Sam’ın çocukları Zenci ve Arap ırkını oluşturur.

Hint-Avrupalılar istila ettikleri yerlerdeki halkı sınıflara ayırır ve onlar da o halktan ayrı olarak kendi hayatlarını sürdürürler, istila ettikleri halkı da köleleştirip serbest bırakırlar. Türkler yerli halklarla karışarak ortak yeni bir ulus oluştururlar. Araplar ise kendi kültürlerini zorla yerli halka kabul ettirerek Araplaştırırlar. Burada “A'rab” kelimesini Arapların çoğulu olarak anladığımızda Arapların bu özelliğini belirtmiş olmaktadır.

“A'rab” kelimesini ism-i tafdil olarak aldığımızda, badiyede veya köylerde yaşayan halk demek olur. Yalnız Arap kavminin değil, tüm insanlığın tarım veya hayvancılıkla meşgul olan halkları demektir. Bu halk kıyamete kadar devam edecektir. Çünkü tarım sayesinde yaşıyoruz. Bunun karşısı medine ehlidir.

Demek ki buradaki “A'rab”ı Araplar anlamında Sami ırkı olarak yorumlayabiliriz yahut köylü anlamını verebiliriz; aşağıdaki kelimeleri de ona göre yorumlamamız gerekir.

أَشَدُّ كُفْرًا وَنِفَاقًا

(EaŞadDu KuFRan Va NıFAvQan)

“Küfür ve nifak olarak eşeddirler”

Köylerdekiler küfür ve nifakta eşeddirler yahut Araplar küfür ve nifakta acemlerden eşeddirler. Hangi anlamda anlayalım? Buradaki küfür ve nifak Kur’an’ın ıstılahi manasında değildir. Çünkü o zaman Araplar içinde Müslüman yoktur, köylüler arasında mümin yoktur manası çıkar. Buradaki küfür ve nifakın lügat manasıyla anlaşılması gerekmektedir.

Küfretmek” lügat manası ile bir şeyi saklamak, gizli tutmak demektir. Bunu tam kavrayabilmemiz için insanın diğer canlılardan farkını bilmemiz gerekir. İnsanlar kişiliğini koruyarak topluluğun ferdi olurken ve çalışırken topluluğun ferdidirler, yaşarken ise özgür olarak ayrı ayrı vardırlar. Özgürlük içinde topluluğu oluştururlar, topluluk içinde özgür olurlar. Bu sebepledir ki insanların topluluktan ayrı ve onlardan saklı değerleri vardır. Topluluğun üyesi olarak ortaya çıktıklarında kendi özel hayatlarını saklarlar. İşte bu küfürdür. Bu sebepledir ki insanlar utanırlar. Bazı fiilleri topluluk içinde yapmazlar, bazı uzuvları başkalarına göstermezler. Köylüler bu hususta kentlilerden daha sıkı kâfirdirler yani örtücüdürler. Çünkü onlar daima kendilerini tanıyan ve her gün karşılaşacakları kimselerle beraberdirler. Kentliler ise zamanlarının çoğunu yabancıların yanında geçirirler. Onların ferdi değildirler. Çünkü aynı topluluğa mensup değildirler. Dolayısıyla onlardan saklayacakları az şey vardır. Bunu köyde ve kentte yaşarsanız çok iyi bir şekilde görebilirsiniz.

Nifak” kelimesi aynı zamanda “nafaka” kelimesi ile akrabadır. Harcama anlamına gelir. Bilhassa özel mülkiyet içinde harcamadır. Köyde yaşayanlarda sosyal güvenlik aile içinde sağlanır, akrabalar arasında sağlanır. Servet edinip çocuklarına imkânlar bırakma köylünün hayalidir. Baba ocağını tüttürme bu anlamlara gelir. Yani köylülerin özel mülkiyet ayrımcılığına en çok ihtiyaçları vardır, infaka en çok ihtiyaçları vardır. Sosyal dayanışmanın köylülerde kentlilerden çok daha ileri olduğu bilinmektedir.

Bu konuların her biri birer tezdir. Köylülerdeki infak ile kentlilerdeki infak karşılaştırılacaktır. III. binyılın beklediği pek çok hizmete daha başlanmamıştır bile.

“A'rab”ı Sami ırkı olarak anladığımızda, küfretme ve nifak onların asimilasyon yapısını ifade eder. Burada küfür ve nifakın lügat manasında olduğuna delalet eden “ve” kelimesidir. Münafıklar ile kâfirler farklıdır. Münafıklar amelde bizimle beraber olurlar ama içtimai davranışlarda ayrılık çıkarırlar. Kâfirler ise görünüşte bize muhaliftirler ama içlerinden haklılığımızı tasvip etmektedirler. O halde bir kimse hem kâfir hem münafık olamaz. Burada “ev” değil de “ve” getirilmiştir, ikisini birlikte taşıyan topluluk kastedilmektedir. Buna dayanarak “küfür ve nifak” kelimelerini lügat manaları ile anlamaya çalışıyoruz.

وَأَجْدَرُ أَلَّا يَعْلَمُوا

(Va ECDaRu EaN LAv YaGLaMu)

“Ve bilmemeğe ecderdirler”

Müfessirler “bilmediklerinden dolayı ecderdirler” demektedir. Oysa Kur’an’da “Bi” harfi zikredilmemiştir. “Bilmesinler diye ecderdirler.” Yani çevreleri onları bilmesin diye daha çok duvarla çevrilidirler anlamını verebiliriz. Yani birçok kendilerine saklı ve özgü hareketleri vardır. Bunların başkaları tarafından bilinmesini istemezler. Daha çok aileye bağlıdırlar. Kişilikleri daha çok galip ve baskındır.

Tarihte insanlar ayrı ayrı yaşayacak şekilde yaratıldılar. Herkes kendi ürettiğini kendisi tüketiyordu. Yani insanların özgürlük yanları çoktu. İnsanlar uygarlaştıkça özgürlüklerini yavaş yavaş azalttılar ve daha güçlü topluluklar oluşturdular, kendi sırlarını daha çok dışarıya verdiler. Utanma hisleri azaldı. Özel mülkiyet ihtirası azaldı. Çocuklarının yanında topluluklarını da kendilerine yakın duymaya başladılar. Bu yakınlaşma köylerden çok kentlerde oldu. Tam uygarlaşma ancak bütün ürettiklerini satıp kendi yiyeceklerini başkalarından almak suretiyle sağlamaya başladıklarında gerçekleşti. Bu da onların bilinmeme duygusunu azalttı.

Üç ırktan diğer ikisi daha erken uygarlaştı. Oysa Arabistan halkı ancak Kur’an’dan sonra yani son dinden sonra uygarlaştı. Onlar kapılarını en son açtılar. Bu aynı zamanda başka uygarlıkları da en geç öğrenme anlamına gelir. O zaman zamir kendilerine raci olur. Nitekim İslâm uygarlığının kurucuları Araplardan çok Arap olmayanlardır. Hâlen de Batı uygarlığından en çok uzak olan kavim Araplardır.

حُدُودَ مَا أَنْزَلَ اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ

(XuDUvDa MAv EaNZaLa elLAvHu GaLAv RaSUvLiHİy)

“Allah’ın resulüne inzâl ettiği hududu”

İnsanlık da bir kişi gibi doğmuştur, gelişmiştir ve erginlik çağına varmıştır. Bundan sonra yaşayacak, yaşlanacak ve ölecektir. Çocukluk çağında kişileri nasıl anne babaları eğitirse, insanlığın çocukluk çağında Cebrail’in gözetiminde peygamberler insanlığa dadılık yaptılar. İnsanlık buluğ yaşına geldiğinde son kitap olan Kur’an nâzil oldu, peygamberlik son buldu. Ne var ki insanlık henüz Kur’an’ı anlayıp uygulayacak hâle gelemedi. Bu sebeple 1500 yıllık hazırlık dönemi sürdü. Şimdi artık “Kur’an düzeni” uygulanacaktır. Hak gelmekte, bâtıl ise gitmek üzeredir. İnsanlık “içtihat ve icma müesseseleri” ile kendi kendini yönetecek hâle gelmiştir. Ne var ki içtihat ve icma müesseseleri ancak uzun denemelerden sonra öğrenildi.

Bu arada Araplar bunu en az bildiler, birçok yanlış gelenekleri şeriatta yer aldı. Onlar sadece sünnete dayanarak şeriatı yaşamaktadırlar. Hâlâ Kur’an şeriatına gelmediler. Kur’an’da olmadığı halde hâlâ zinaya recm uygulamaktadırlar. Birinci Kur’an uygarlığını Acem ve Türk âlimleri oluşturdular; ikinci Kur’an uygarlığı da yine onlar tarafından gerçekleştirilecektir. Araplar şeriatı öğrenmeme hususunda direnmektedirler.

Türkiye’de “Adil Düzen” seçimle iktidar olma yolundadır.

Onlarda ise hâlâ krallık anlayışı içinde savaş devam ediyor.

Diğer taraftan köylü muhafazakârdır. Türkiye’de köylüler dindarlıklarını korumuştur. Ama yenilikler köylerde değil kentlerde yapılmaktadır.

Bizim Camili’de (Borçka/Artvin) giriştiğimiz bucak oluşturma teşebbüsümüze en yakın akrabalarım tarafından mâni olunmuştur.

Şimdi Yalova’da da aynı sorunla karşılaşacağız; ne var ki Yalova kentleştiği için bu engeli daha kolay yeneceğimizi zannediyorum.

Bugünün en büyük sorunu bin seneden beri bozulmuş bulunan İslâm anlayışının Ehli Sünnet mezhebi olarak kabul edilmesi ve gerçek İslâmiyet’i öğrenmeden bu İslâmiyet’i korumadır. Bu tutuculukta köyler kentlerden ecderdir. Bu sebepledir ki “Adil Düzen” dışlanmakta, “cari düzen” içinde yaşamaya devam edilmektedir. Doğu Anadolu bin yıl önceki İslâmiyet’i bugün yaşamak istemekte, Batı Anadolu da Batı’nın çökmeye başlayan kuvveti üstün tutan düzenini yaşmaya devam etmektedir. Ekseriyete dayanan halkın oyları ile iki taraf da iktidar ve muhalefet olarak varlıklarını sürdürmektedirler.

Bu âyet bize anlatmaktadır ki ikinci Kur’an uygarlığı köylerde değil kentlerde başlayacaktır; Araplarda değil Türklerde başlayacaktır; Farslarda başlayacaktır; Hint ve Çin’de, Avrupa ve Amerika’da başlayacaktır.

وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (97)

(Va elLAvHu GaLIyMun XaKIyMun)

“Ve Allah alimdir hakimdir.”

Allah resule inzâl etmiştir demektir, inzâl eden âlemlerin rabbi Allah’tır.

Burada alimdir hakimdir denmektedir. Zamirle değil de lafızla Allah zikredilmiştir. O halde bu da insanlıktır, O’nun halifesi olan insanlıktır.

Burada bugün insanlığın ulaştığı ilmî seviyeyi ifade etmektedir. Demek ki bugün ulaştığımız müsbet ilimler Kur’an ilimleridir, ilâhi ilimlerdir. Yeni uygarlığı bu ilimlere dayandıracağız. Allah bize gerek müçtehitlerin oluşturdukları Kur’an ilimlerini, gerekse Batılıların oluşturdukları müsbet ilimleri teyit etmektedir.

Yeni uygarlığın bir kentte başlayacak olması takdiri ilâhidir, insanlığın birliğinin sağlanması içindir. Köylülerin ecder olması da buradan gelir. Köylerde birlik sağlanamaz. Yeni uygarlık bütün şehirlerde birden başlamayacak, bir şehirde başlayacaktır, dünyanın merkezi olan bir şehirde başlayacaktır, İstanbul’da başlayacaktır.

İncil’de, “Ben gidiyorum çünkü ben gitmezsem o gelmez. O insanlığın merkezine hükmedecektir.” deniyor. Kur’an İstanbul’un fethini feth-i karib olarak bildiriyor. Ebced hesabıyla İstanbul’un fetih tarihine rastlamaktadır.

Kur’an’da Hıristiyanlarla Müslimlerin birleşip üçüncü binyıl uygarlığını kuracakları da bildirilmiştir. Yani Arap olmayan Hint-Avrupalı ve Türk-Çin kavmi üçüncü binyıl uygarlığını kuracaktır. Bugün sömürü sermayesinin sömürüsüne karşı koymak için siyasiler ve dinler ittifak içine girmektedirler.

وَمِنَ الْأَعْرَابِ مَنْ يَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ مَغْرَمًا وَيَتَرَبَّصُ بِكُمُ الدَّوَائِرَ عَلَيْهِمْ دَائِرَةُ السَّوْءِ وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (98)

(Va MiNa elEaGRaBı MaN YatTaPiÜu MAv YuNFıQu MaĞRaMan Va YaTaRabBaÖu BiKuM elDaVAEiRa GaLaYHıM DAvEiRaTu elSUvEi Va elLAvHu SaMIyGun GaLIyMun)

“A’rabdan infak etiğini mağrem ittihaz eden var ve size devairi tarabbus ediyorlar, süün dairesi onların üzerindedir. Allah semidir, alimdir.”

“Onlardan” demeyip “A’rab” kelimesini tekrar etmesinin sebebi, yukarıdaki A’rabın manasının başka, buradaki A’rabın manasının başka olmasıdır. Yukarıdaki marife idi, bu da marifedir. Yukarıda A’rab bir sosyal grup olarak konu edilmiştir. Burada A’rabdan belli olan grup konu edilmiştir. Arabistan’da o zaman mevcut A’rab kastedilmektedir. Bugün de bugünün bildiğimiz belli köylüleri kastedilmiş olabilir.

“Min” teb’iz içindir. A’rabdan belli grup demektir. Yani burada A’rab marife olduğu gibi onlardan böyle olanlar da onların içinde belli olanlardır. İnfak ettiklerini mağrem ittihaz ediyorlar. Mağrem külfet getiren, ağırlık yapan şeydir. İnfak ettikleri onlara mağrem oluyor.

“Müçtehit Yetişme Merkezi”ni oluşturuyoruz ama hazırlığımızı yapamadığımız için daha fazla kimselere başvurmuyoruz.

Müslümanlar dün Müslüman oldukları için yoksulluk içinde kavrulurken bugün Müslüman oldukları için bolluk içinde yüzüyorlar. Örnek olarak Risale-i Nur şakirtlerini ele alalım. 1960’larda İzmir’e gittiğimde halk ile temasa girdim. Herhangi bir toplantıya gittiğimiz zaman o toplantıda en çok yoksul olan, gelirleri en az olan kimseler inanmış olan kimselerdi. Onların içinde de en yoksul olanlar yine Risale-i Nur şakirtleri idi. İmanları en kuvvetli olanlar yine onlardı ama zenginleştikçe sadakatleri azalıyordu.

Bugün nerdeyiz?

Halkın katıldığı bir cemiyette en zengin olanlar namaz kılanlardır. Onların içinden de en zengin olanlar Gülen Cemaati mensuplarıdır. Bu insanlardan gençler bilmezler ama yaşlılar bilirler,  araştırma yapanlar bilirler. Geçmişte namaz kılanlar en fakir kimseler iken bugün en zenginler sınıfına nasıl geçtiler? Risale-i Nur şakirtleri en yoksul iken şimdi bu seviyeye nasıl geçtiler, hiç düşünmüyorlar mı?

Önce Akevler onlara örnek oldu; namaz kılanların da iş yapabiliyor olduğunu gördüler. Sonra Erbakan parti kurdu; Akevler’in desteği ile kurdu. Çetin savaşlar verildi. Sonunda bugün yalnız Türkiye’de değil bütün dünyada sömürenler mağlup edildi.

Bu sayede Gülen Cemaati’nin bugün bu varlığı vardır. Bunu görmemek kör olmak demektir. Şimdi okullar açtılar ama okullar kişileri avlamak amacını güder olmaktadır. Kişilerin paralarını avlıyorlar, oylarını avlıyorlar. Bunların içinde böyleleri vardır. Bunların A’rablığı nerden geliyor? Bunlar halktan tecrit edilmiştir, bundan dolayı A’rab oluyorlar. Çünkü köylüler gibi gruplar hâlinde birbirleri ile beraber yaşıyorlar, tecrit edilmişlerdir.

Bunlar aynı zamanda biz Adil Düzen Çalışanları hakkında da kötülük bekliyorlar. Onlara göre biz sermayeye karşı çıkıyoruz, büyük güçlere karşı çıkıyoruz, o güçler bizi yiyip bitirecekler. Onlar ise o güçlere dayanıyorlar. Baştan beri cemaatler ve tarikatlar bizim mağlup olacağımızı zannediyorlardı. Karşımızda olmayı kendilerine kazanç kabul ettiler. Oysa biz bir şey yapmıyorduk, sadece Allah’a güveniyorduk, sadece Allah’a inanıyorduk. İslâm düzenini “Adil Düzen” olarak ortaya koyduk ve meydana çıktık.

Bunun sebebi ikidir.

Birincisi; İslâm düzeni dediğimizde insanlar bin sene önceki içtihatları anlıyorlardı. Oysa biz bugün yaptığımız içtihatları benimsiyorduk.

İkincisi ise; “İslâm” kelimesi onlara göre sadece bir “dini” temsil ediyordu, biz ise “düzeni” de ortaya koyuyorduk. Dinin istismarı suç idi ama düzeni savunmak suç değildi.

Onlar sermaye ile işbirliği yapmakla ve “Adil Düzen”e karşı olmakla başaracaklarını sandılar. Şimdi her ikisi de yani AK Parti de Cemaat da uçuruma doğru yuvarlanıyor. Biz ise nura doğru koşuyoruz. Bu âyet bunu açıkça ifade ediyor. Onlar “Adil Düzen”in başına bir şeyler gelecektir diyorlar ve her gün bunu bekliyorlar. Oysa gelmesi gereken “Adil Düzen”in başına değil onların başına geliyor.

“Allah semidir, alimdir” deniyor. Nekre geldiğine göre bu Allah’ın halifesi olan topluluktur, insanlıktır. Bundan sonra gelen “Allah” kelimesi âlemlerin rabbi Allah’ı ifade etmektedir. O halde bu O’nun halifesi olan insanlıktır.

O halde topluluğun iki yanı vardır. Burada kastedilen topluluk başka, yukarıda bahsedilen topluluk başkadır. Bundan önceki topluluk hakim olan alim olan topluluktur. Bu ise alim olan semi topluluktur. Bundan önceki topluluk insanlıktı. Bu ise o günkü müminlerdi ve bugünkü müminlerdir.

Allah iki şekilde tecelli etmektedir.

Biri; mutlak halik olarak tecelli eder, iyilerin de kötülerin da halik ve sahibidir.

İkincisi ise; iyilerin yanında yer alan rabdır, yeryüzündeki tecellisi böyledir.

Biz müminler olarak iyilerin de kötülerin de güvenliğini sağlarız, özgürlüklerine saygılıyız ama biz bunun yanında herkesin müslim olmasını, muttaki olmasını isteriz ve herkesle hak yolda ortaklaşmak isteriz. Bu sebeple burada “Allah” kelimesi tekrar edilmiştir.

وَمِنَ الْأَعْرَابِ

(Va MiNa elEaGRaBı)

“A’rabdan”

Bundan önceki A’rab ile buradaki A’rab aynı kimseler olsaydı “Ve Minhum” der, “Mine’l-A’rabi” demezdi. Bu “A'rab” ile daha önceki “A'rab” farklıdır.

Bu ne olabilir?

İşte siz bunu tesbit etmeye çalışacaksınız.

Bize göre birinci “A’rab” köylüler veya Arap halkıdır.

Buradaki “A’rab” ise 600 yıllarındaki Hicaz köylüleridir yahut bugünkü Anadolu köylüleridir, Anadolu halkıdır, henüz kentlere gelip yerleşmemiş olan halktır.

Yukarıdaki A’rab cins veya istiğrak içindir, buradaki ahd içindir.

مَنْ يَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ مَغْرَمًا

(MaN YatTaPiÜu MAv YuNFıQu MaĞRaMan)

“İnfak ettiğini mağrem olarak ittihaz etmektedir”

Kişiler üretim yaparken birlikte çalışırlar. Kimi tesisleri koyar. Kimileri emeklerini koyarlar. Kimi hammaddeyi koyar. Kimileri de genel hizmeti ve kamu görevlerini koyarlar. Bu girdilerle üretim yapılır ve ortak ürün elde edilir. Ortak ürün bunlar arasında paylaşılır. Ortaklığın sorumlusu emek sahibidir. Bütün bunları o ortak eder sonunda ürünü ambara teslim eder. Elde edilen ürün üretenler arasında bölüşülür ve herkes payını alır.

Nasıl bir tekerleği olmayan araba yürümezse, bu girdilerden biri yoksa ürün elde edilemez. Dolayısıyla girdilerin payları vardır. Bu paylar baştan serbest anlaşmalarla tesbit edilir. Kamu payları kamu tarafından tesbit edilir. Kabul etmeyenler o bucakta yaşamaz, başka bucağa taşınırlar. “Genel Hizmet” payları da kooperatiflerce tesbit edilir, bu payı vermek istemeyenler başka kooperatiflere giderler.

Köylüler ve tarım ürünleri üretenler bu girdilere paylarını vermek istemezler, çünkü sadece kendilerinin ürettiklerini sanırlar. Mesela, ürünün para etmesi için yola ihtiyaç olduğunu düşünmezler. Kentlerde sanayi işçileri vardır, inşaat işçileri vardır, hizmet işçileri vardır. Bunlar ürüne sahip olmadıkları için kendileri pay dağıtmaz, paylarını alırlar. Köylüler vergiyi bir yük kabul ederler, hem de çökertici bir yük olarak kabul ederler.

Bugün Türkiye’de vergiler gayri adil oldukları için gerçekten de yük teşkil ederler. Oysa akit yaparken veya bir topluluğa dâhil olurken sözleşme ile giriyorsun. Hakları doğuran sebep sözleşmelerdir. Komşuluk hakları vardır. Yakınlık hakları vardır. Emekten doğan haklar vardır. Bunun yanında sözleşmeden doğan haklar vardır. Söz insanların hukukunu oluşturmaktadır. Oysa bugün söz bir tarafa atılmakta, doğal haklar kabul edilmektedir.

Bugün uygarlaşmış topluluklar vardır. Bunlara gelişmiş topluluk diyoruz. Bir de geri kalmış topluluklar vardır. İşte, gelişmiş topluluklar medine ehlidir, gelişmemiş topluluklular a’rabdır. Gelişmemiş topluluklarda sözleşmenin kıymeti yoktur, kamu haklarının kıymeti yoktur.

Kur’an’ın burada ifade ettiği bu geri kalmışların hukuk dışı davranmalarıdır.

Adil Düzen Çalışanlarının temel özelliği verdiği sözde durmalarıdır. Tek başlarına kalsalar bile Allah bizi görüyor derler ve verdikleri sözü yerine getirirler. İnfak edecekleri şeyi yük kabul etmez, aksine çalışıp kazanma aracı yaparlar.

وَيَتَرَبَّصُ بِكُمُ الدَّوَائِرَ

(Va YaTaRabBaÖu BiKuM elDaVAEiRa)

“Ve size daireleri terabbus eder”

“Adil Düzen”e, “Adil Ekonomik Düzen”e karşı olanların bir kısmı bizim adil davranmamızı aptalca bulur; vergi kaçırmayı, rüşvet vermeyi, yalandan şahitlik yapmayı, çıkarına oy kullanmayı meşru sayar; vergi kaçırmamayı, rüşvet vermemeyi, adil olmayı, faizli iş yapmamayı bir yük hem de çökertici bir yük kabul eder, bunsuz hayatın olamayacağını sanır. Buna göre hareket eden “Adil Düzen”cilerin batacağını, yıkılacağını ve helâk olacağını bekler.

Kırk seneden fazladır Akevler için bekledikleri budur; ha battı ha batacak, ha yok oldu ha yok olacak! Oysa Akevler Türkiye’deki en sıkıntılı günlerde direnmeyi, ayakta kalmayı ve yaşamayı bilmiştir; bugün günlük çalışmalarıyla bile devrededir, yeni hamleler yapmaktadır...

“Daire” demek döngü demektir, devreden demektir. Böyle hareket edenlerin başına bu gelir kuralıdır, demektir.

Devletimiz dünyada mağlup olmuş bir devlettir. İstiklâl Savaşı’nı kazandık ama yine onlar sayesinde kazandık. Nitekim inkılâplarla onların istediklerini yaptık. Dindar olmakta direnenler batacaklardı. Oysa ne oldu? Bugün Cumhuriyet Halk Partisi de Cemaat’e teslim olmuştur. Allah yenilmez.

عَلَيْهِمْ دَائِرَةُ السَّوْءِ

(GaLaYHıM DAvEiRaTu elSUvEi)

“Sev’in dairesi onların başınadır”

Nitekim 1900’lerde onlar ateist olarak hâkim oldular. Biz ise bu sayede bin seneden beri kapalı bulunan içtihad kapılarını yeniden açtık.

1910’larda bin senelik imparatorluğumuzu yıktılar. Biz ise Kuvva-yı Milliyeyi oluşturarak yeniden III. binyıl uygarlığına doğru hareket ettik.

1920’lerde onlar lâiklik adı altında dinsizliği dayattılar. Biz ise Anadolu’dan azınlıkları uzaklaştırdık, Anadolu o yıllarda İslâm’ın öz ülkesi oldu.

1930’larda kamu görevlerinden İslâmî kadroyu ayıkladılar. Biz ise KİT’leri kurduk ve sermayenin gerçek alternatifini ürettik. Sosyalizm battı ama devletçilik karma ekonomi şeklinde devam ediyor. Bunun kurucusu biz olduk.

1940’larda Köy Enstitüleri icat ettiler, halkımızı dinsizleştireceklerdi. Biz ise çok partili demokrasiyi getirdik.

1950’lerde halkımızı ahlâksızlaştırmak için her türlü yolsuzluğu meşrulaştırdılar. Biz ise İslâmiyet’i yeniden canlandırmaya başladık.

1960’larda ihtilal yaptılar, Türkiye’yi kalkındıran başbakanı astılar. Ama biz çok partili sistemi ve bunun anayasasını getirdik.

1970’lerde ikinci darbeyi yaptılar, iktidarı CHP’ye teslim ettiler. Biz ise CHP’lilerle koalisyon (CHP-MSP) yaparak din düşmanlığı cephesini çökerttik.

1980’lerde askeri darbe yaptırdılar. Biz ise devletin siyasetini İslâmlaştırdık, K. Evren İSEDAK’ın değişmez başkanı oldu, T. Özal siyasete hâkim oldu.

1990’larda müdahaleler yaptılar. Biz hükümeti kurduk, Erbakan başbakan oldu ve cumhuriyet tarihinin en başarılı hükümetini yönetti.

2000’lerde AK Partiyi ve Cemaat’i bize karşı organize ettiler. DYP ve ANAP silindi, AK Parti siyasette, Cemaat din ve eğitimde dünyaya örnek oldu.

2010’larda Erbakan’ı devre dışı ettiler, AK Parti ile Cemaat’in arasını açtılar, böylece müslimleri birbirlerine kırdırmaya çalışıyorlar. Sonunda yine biz kârlı çıkacağız. Bu on yılın sonunda CHP’nin akıbeti DYP ve ANAP gibi olacaktır zannediyorum.

وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ (98)

(Va elLAvHu SaMIyGun GaLIyMun)

“Ve Allah semidir alimdir.”

Bundan önce “Allah alimdir hakimdir” denmiştir. Burada ise “Allah semidir alimdir” denmiştir. “Semidir” her söze kulak verir. “Alimdir” sonra en iyisine uyar.

Önceki âyette alimdir hakimdir denmiştir. Bilir ve ona göre hükmeder denmiştir. Oradaki “Allah” tüm insanlığı ifade etmiştir.

Burada ise iman eden yönetici grubu ifade edilmiştir. Nekre olduğundan âlemlerin rabbi Allah değil de O’nun yeryüzündeki halifesi olan müminlerin oluşturduğu örgüt kastedilmiştir.

وَمِنَ الْأَعْرَابِ مَنْ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَيَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ قُرُبَاتٍ عِنْدَ اللَّهِ وَصَلَوَاتِ الرَّسُولِ أَلَا إِنَّهَا قُرْبَةٌ لَهُمْ سَيُدْخِلُهُمُ اللَّهُ فِي رَحْمَتِهِ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ

“Va MiNa eLEaGRaVBı MaN YuEMıNu Bi elLAvHı Va eL YaVMı elEAvPıRı Va YatTAPıÜu MAv YuNFıQu QuRUvBAvTın GıNDa elLAvHı Va ÖaLaVAvTı elRaSULı EaLAv EanNaHAv QuRBaTun LaHuM SaYuDPıLuHuMu elLAvHu FIy RaXMaTıHIy EinNA elLAvHU ĞaFUvRun RaXIyMun)

“Ve a’rabdan Allah’a ve ahir yevme iman eden ve Allah’ın indinde kurubat ve resule salavat edinenler vardır. O onlar için kurbettir. Allah onları yakında rahmetinin içine girdirecektir. Allah gafurdur, rahimdir.”

Daha önce a’rabın ruhi ve içtimai farklılığını anlattı. Sonra ar’ab kelimesini iade etti ve onlardan kötülerini anlattı. Şimdi yine “a’rab” kelimesini iade etti ve bunlardan iyiler vardır demektedir. İçlerinde kötülerin bulunduğu a’rab vardır. İçlerinde iyilerin bulunduğu a’rab vardır. Yani bir a’rabın içinde hem iyiler hem kötüler bulunuyor. Diğerleri ise ne iyi ne kötü olanlardır, onlara tabidirler.

Burada şunu öğreniyoruz. Küçük topluluklarda ve köylerde sınıflaşma olmaz. Ya iyiler hâkimdir, orası iyi bucak olur, ya kötüler hâkimdir, orası kötü bucak olur. Bucak kendi karakteristiğini tamamen kendisi belirler. Oysa kentlerdeki durum öyle değildir. Kentte iyilerle kötüler bir arada yaşarlar. Bunlar arasında devamlı tartışma vardır. Halk bunlardan istediğine tabi olur. Bu da demokrasi demektir. Halk grubunu değiştirebilmekte, istediği gibi yaşayabilmektedir. Bunun başka bir yararı da şudur; uygarlaşma tartışmada oluşur, köyler bu sebeple ecderdirler.

İnsanlık içinde en büyük özgürlük vardır, tek ümmet olma durumu en zayıftır. Ülkede özgürlük azalmakta, ümmet olma güçlenmektedir. İllerde özgürlük biraz daha azalır, birlik güçlenir. Bucaklar özgürlüklerin en çok kısıtlandığı alanlardır. Bucaklar birbirini tanıyan insanlardan oluşur. Ocaklarda özgürlükler çok azalmıştır. Birlik olma sosyal olmaktan ziyade psikal olmaktadır.

Topluluklar küçüldükçe aralarında değişmez kurallar oluşmakta, yapılar değişmektedir; büyüdükçe özgürlükler ve farklılıklar çoğalmaktadır. Hicret imkânı sağlanmaktadır. Bunun için kabul edilen ilkeler vardır.

a) Bir yerde giriş ve çıkış serbestse orası dar-ı islâmdır. Emredilen böyle yerler oluşturmadır.

b) Bir yerde giriş izne tabi ama çıkış serbestse, çıkış vizesi istenmiyor ama giriş izne tabi ise, giriş vizesi isteniyorsa, orası dar-ı terktir. Biz onlarla işbirliği içinde olmayız ama onlarla savaşmayız da.

c) Bir yerde giriş de çıkış da izne tabi ise orası dar-ı harptir yani o yerin yönetimleri ile savaşma meşrudur.

Yaşama ocaklarda düzenlenmiştir. Çalışma semtlerde düzenlenmiştir. Bucak bu düzenlemeyi yaşatır. Ocaktan ve bucaktan hicret serbest bırakılmıştır. İlde ve ülkede hicret zorlaşır. İnsanlıkta ise hicret adeta imkânsız hâle gelir. O halde merkezlerde az kural vardır, az bağlayıcılık vardır. Özgürlük şeriatın gevşek olması ile oluşmaktadır. Taşralarda ise şeriatta daha çok sıkılık vardır ama hicret imkânı azdır.

İnsanların merkezde ve köylerde evlerinin olması gerekmektedir. İnsan topluluk içinde bunaldığı zaman köylere gidecek ve orada dinlenecektir. Kalan zamanlarda kentte olacaktır. İnsan böylece özgür olur.

Akevler planlamasında bu durum göze alınmaktadır. Tarım semtinde olanların kentlerden birinde evi olacak, kente geldiği zaman orada kalacaktır. Kentte oturanların da köylerde dinlenme evleri olacak, onlar da orada istedikleri zaman dinleneceklerdir.

Yeni uygarlık sermayenin para kazanmasına dayanmaz. Tam tersine kooperatiflerin emeği planlamaya yönlendirmesi ile doğar. O halde sorun planlama yapmadır.

Önce yeryüzü kıtalara ayrılır. Buralarda kıta merkezleri olur. Güney Amerika, Kuzey Amerika, Afrika, Avrupa, Hint, Çin, Avustralya ve Adalar. Ortadoğu ve Rusya, Arabistan ve İran’la birlikte ayrı kıta olabilir. Planlama kıta merkezlerinde yapılır. Uluslararası yollar çizilir. Ülkelere topraklar temlik edilir.

Kıtaların toprakları ülkelere temlik edilir. Orada da bölgeler olur. Ülke planlaması bölgelerde yapılır. İllere toprak temlik edilir.

İl planlaması ilçelerde yapılır. Bucaklara topraklar temlik edilir. Planlama istekleri ahlâkî dayanışma ortaklarınca belirtilir. Siyasî dayanışma ortakları da talepte bulunurlar. Uzlaştırma başkana aittir. Hakemlere gidilebilir; son söz hakemlerindir.

İlmî dayanışma ortaklıklarına bağlı olarak çalışan planlama plan ve projeleri hazırlar. Alternatif projeler de üretilir. İlmen gerçekleşmesi mümkün olmayan istekler hakem kararı ile devre dışı bırakılabilir.

Halk zamanla uygarlaşır ve kentleşmiş olur.

Planlamada tarım ve sanayi siteleri oluşacaktır. Sanayi siteleri birbirlerine yakın olacak, sadece yollar birbirinden ayıracaktır. 100 aileye beş dönüm yer tahsis edilecek, yolları ile on dönüm olacak, bunlar Medine statüsünde olacaktır.

Ayrıca ziraat yapılan yerlerde her aileye 10 dönüm verilecektir. Yani bir kilometrekarede bir tarım semti oluşacaktır. On semt bir bucak oluşturacaktır. Tarım bucakları olabildiği gibi sanayi bucakları da olabilir, karma da olabilir.

Her on bucağın bir merkez bucağı olacaktır. Bu bucak sanayi bucağıdır. Yüz bucak bir ili oluşturacaktır. Yüz il bir ülkeyi oluşturacaktır. Yüz ülke de insanlık olacaktır. Bunlar ortalama rakamlardır.

Bu âyet (Tevbe 99) tarım kentleri ile sanayi kentleri arasındaki ilişkiyi anlatmaktadır.

وَمِنَ الْأَعْرَابِ

(Va MiNa eLEaGRaVBı)

“Ve A’rabdan”

A'rab” kelimesine değişik manalar verdik. Arabın çoğulu olarak düşündük ve Arap kavminin, Sami halklarının özellikleri olarak manalandırdık. Köylü ve şehirli olarak anladık. Uygarlaşmış ve geri kalmış ülkeler olarak anladık. Bütün bu anlayışların hepsi doğrudur.

Siz yarın başka anlayış olarak alırsınız ve ona göre manalandırırsınız. Biz sadece örnek yorumlar yapıyoruz. Her durumda siz yeniden yorumlayacaksınız. O zaman Kur’an size başka bilgiler verecektir.

Küçük topluluklarda sosyal gruplar oluşmaz. Halk bir dine ve bir anlayışa tabi olur. Bir ocağın değişik dayanışmaları yoktur. Bir bucakta da ilmî dayanışma ile ahlakî dayanışma farklı değildir; meslekî dayanışma ile siyasî dayanışma farklı değildir. Oysa uygarlaşmış, dolayısıyla büyümüş topluluklarda daha çok işbölümü vardır, daha çok sosyal grup vardır. Geri kalmış topluluklarda ise henüz işbölümü doğmamıştır.

Uygarlaşma olacaktır; olmasına olacaktır ama hiçbir zaman tarım semtleri ortadan kalkmayacaktır. Semtlerde yaşayanların yarısı köylerde yarısı kentlerde yaşayacaktır. Köylerde yaşayanlar küçük topluluklardır, ruhi ve içtimai yapıları farklıdır. Bunlardan bir kısmı iyi semtlerdir, iyi yüz lojmanlı apartmanlardır, kimisi de kötü apartmanlardır.

Şimdi bu âyette Kur’an iyi apartmanları anlatmaktadır.

مَنْ يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ

(MaN YuEMıNu Bi elLAvHı Va eL YaVMı elEAvPıRı)

“Allah ve ahir yevme iman eden kimse vardır”

“Ellezî” getirilmemiştir, “Men” getirilmiştir. Onların içinde hepsi bu özelliği taşıyor demek değildir. Böyle olan kimseler vardır. Oranın halkı onlara tâbidirler. Yani o bucakların yönetimi iyi insanların elindedir. Halk onlara uymakta ve böylece onlar da iyi olmaktadırlar.

Burada “Allah ve âhirete iman etmek” demek, insanın Allah’ı ve ahir yevmi güvenceye alması demektir. Biz kendimizi güvenceye alıyoruz. “İman etmek” bilmek demek değildir, bilip orası için gerekli salih ameli işlemek demektir.

Bundan önceki âyette a'rabdan bahsederken doğrudan infak ettiğini mağrem ittihaz ederler demişti; küfür ederler dememişti. Burada ise Allah ve âhirete iman ederler kaydı getirilmiştir. Onlar kâfir değil müslimlerdir. Yahut da imanları kalblerine girmemiştir.

وَيَتَّخِذُ مَا يُنْفِقُ

(Va YatTAPıÜu MAv YuNFıQu)

“Ve infak ettiğini ittihaz eder”

İttihaz etmek” ondan yararlanmak, onu değerlendirmek anlamında olarak alabiliriz.

İnfak ettiğini kimi kendisine yük yapar, kimi kendisine kurubat yapar. “İnfak” kelimesi devlete vergi vermek anlamında olduğu gibi kendi işlerinde harcamadır da. O halde kimileri harcamalarını öyle yapar ki sonunda kendisine yük olur, sıkıntı olur. Kimi de harcamalarını öyle yapar ki kendisine kurubat olur. Burada işaret edilen husus budur.

Sen öyle yaşarsın ki topluluğu rahatsız edersin, bunun sonucu sen de rahatsız olursun. Aksine sen öyle harcamalar yaparsın ki topluluğa da yararlı olur, o zaman topluluk da sana aynı şekilde davranır ve sonunda herkes huzur içinde olur. Burada karşılaştırılan şey çıkar paralelliği ile çıkar çatışmasıdır. Eğer çıkar paralelliği içinde yaşarsan huzur içinde olursun, çıkar çatışması içinde yaşarsan o zaman karşılıklı huzursuzluk olur.

A’rabın yeni bir manası daha ortaya çıktı. Çıkar çatışması içinde yaşayan a’rablar vardır, çıkar paralelliği içinde yaşayan a’rablar vardır.

Çıkar paralelliğini yakalayabilen topluluklar saadet içindedirler.

Akevler hep çıkar paralelliğini aramıştır. Başlangıçta Risale-i Nur şakirtleri ile; Süleyman Tunahan cemaati ile; İskender Paşa Cami cemaati ile; Sami Efendi grubu ile; Uşşakilerle hep birlikte hareket etmiştir. İlâhiyatçılarla ortak çalışmıştır. Hareket Partililer bizim dostlarımız olmuştur. Alevilerle yakın dostluklar kurduk. Millî Selâmet Partisi’nin CHP ile koalisyon kurmasında etkili olduk. Ordumuzla daima dost kaldık.

Türk halkı da bizim yaptığımızı yaptı, siyasetini düşmanlığa değil dostluğa oturttu, oylarını hep ona göre kullandı.

قُرُبَاتٍ عِنْدَ اللَّهِ

(QuRUvBAvTın GıNDa elLAvHı)

“Allah’ın indinde kurubat yaptı”

Bundan önce Allah ve âhirete imandan bahsetti, şimdi indinde kurubattan bahsediyor. Kelime iade edilmiş. Birinci kelime âlemlerin rabbini, bu da O’nun halifesi olan topluluğu ifade eder. Topluluk olmadan kişi yaşayamaz, kişiler olmadan da topluluk olmaz.

Tüm davranışlarda topluluk ile halk arasında çıkar paralelliğini aramalıyız. Bu kanunu tedvin ederken topluluğun çıkarı nedir, kişilerin çıkarı nedir, birlikte düşünmeliyiz.

Kurubat” kelimesi kurallı çoğul olarak getirilmiştir. Demek ki topluluk içindeki yakınlaşmalar sistem içindedir. “Akrabîn” dediğimiz zaman yalnız soydan gelen yakınlık değildir, komşuluk da kurbettir.

Burada “fillahi, lillahi” denmemiş de, “indellahi” denmiştir. Çünkü topluluk harcamaları alacak, değerlendirecek ve harcamalara göre de kişiye çıkar sağlayacaktır.

Çıkar paralelliğine delalet eden buradaki “inde”dir. Her türlü mükellefiyetlerin toplulukta karşılığı vardır. İnsanlar bundan yararlanacaklardır. Çıkar paralelliğinden dolayı vergi vermekteyiz. Oysa çıkar çatışmasına dayanan topluluklarda kötülüklerden korunmak için vergi verilmekte, askere gidilmektedir. Hakkı üstün tutan dünya görüşü kurubat görüşüdür. Mağremi üstün tutan görüş kuvveti üstün tutan görüştür.

وَصَلَوَاتِ الرَّسُولِ

(Va ÖaLaVAvTı elRaSULı)

Ve başkanın salâtlarınıittihaz etmiştir.

Burada salât resule izafe edilmiştir. Kurallı çoğul getirilmiştir. Kurubatla karşılaştırılmalıdır. Topluluk kurbeti resul de salavâtı temsil ediyor.

Kurbet herkesin yani kendisinin amel-i salih işlemesidir. Öyle iş yapar ki başkaları da onun işlerinden yararlanır. Salâvat ise bu işin birlikte uyumlu yapılmasıdır. Bunun için ortak eğitim alınacak ve ortak hareketler yapılacaktır. Bu da çalışma ve yaşama saatlerinin birleştirilmesidir. Bu birliği resul yani başkan sağlamaktadır. Başkanın emir ve komutası içinde harcamalar yapmaktır. Vergiyi ona vermektir. O da uygun yerlerde harcayacaktır.

Demek ki kurubat yasamadır, şeriattır, kanunlara uymaktır.

Salâvat da yürütmedir, uygulamadır, birlikte harekettir, adil bölüşmedir.

أَلَا إِنَّهَا قُرْبَةٌ لَهُمْ

(EaLAv EinNaHAv QuRBaTun LaHuM)

“O onlara kurbettir”

Buradaki “Ha” zamiri yalnız salavata gider, ikisi birden kastedilseydi “HuMa” olurdu. Salâvat onlara kurbettir. Kurubatın biri de salavattır. Yani resulün/başkanın yönetimine itaat etmedir. Birlikte hareket etme demektir.

Böylece yetkililere uyma demek topluluğa uyma demektir. Resule itaat eden Allah’a da itaat eder demektir. Demek ki namazlar insanların amellerinde kurbeti sağlamak içindir.

“Kurbet” burada tekil getirilmiştir. Başkana kurbet topluluğa kurbetin bir parçasıdır.

“Kurubat” dediğimiz zaman topluluğu oluşturan bütün bağlardır; topraktır, şeriattır, yönetimdir, infaktır. Eğitimin temeli de kurubatı öğretmektir. İbadetin temeli de eğitimdir.

سَيُدْخِلُهُمُ اللَّهُ

(SaYuDPıLuHUMu elLAvHu)

“Allah onları idhal edecektir”

Buradaki “Se” harfi bu idhalin bu dünyada olacağına işaret eder.

Buradaki “Allah” da âlemlerin rabbi Allah’ı ifade eder.

Allah öyle düzen kurmuştur ki bunları yapanlar rahmet içinde olurlar, Allah bunların yanındadır. Yalnız kuralları ile değil, doğrudan insanlara ihsanı ile rahmet etmiş olacaktır.

فِي رَحْمَتِهِ

(FIy RaXMaTıHIy)

“Rahmetine idhal edecektir”

“Seyerhamuhumullah” denmemiş de “Seyudhiluhumullah” denmiştir.

Aralarında ne fark vardır?

“Merhamet etmek” bir defa rahmet etmek demektir. Oysa “rahmetine idhal edecektir” demek, onları rahmet denizine koyacak yani “Adil Düzen” içine koyacaktır demektir. Evet, böyle yapanları Allah “Adil Düzen”in içine koyacaktır.

Burada “Adil Düzen” hem rahmet olarak ifade edilmiş hem de kendisine izafe edilmiştir. Rahmet kurubatın oluşturduğu düzendir. Annenin çocuğuna duyduğu duyguları kişilerin birbirlerine duymaları demektir. Korkuya değil sevgiye dayanan bir hayat.

Üniversitede iken arkadaşlarla Yalova’ya gitmiştik. Mustafa Özdel adında Konyalı yakın arkadaşımız vardı. Hiç denize girmemişti. Uzaktan itmek istedik; ‘yapmayın anam ağlar’ dedi. İşte bu rahmet içinde yaşamadır. Ölümden korkmuyor, anasının ağlamasından korkuyor. Bu husus da köylerde kentlerden çok daha ileridir. Birinin ölümü üzerine günlerce yas tutarlar. Sanki kendisinin bir bacağı kopmuş gibidir. Eğer kolun gidecek ama kardeşin yaşayacak deseniz, seve seve kolunu verir. Ben babamı o kadar çok severdim ki; ‘Allah’ım benim ömrümü eksilt onun ömrüne ekle’ diye dua etmiştim. Kent hayatında bu yakınlığı bulmamız mümkün değildir.

Burada bir husus ortaya çıkmaktadır. Köylerdeki sevgi kenttekinden büyüktür ama aynı zamanda kin ve nefret de daha büyüktür. Dolayısıyla intikam hisleri orada daha fazladır. Orada bulunduğunuz zaman sevdikleriniz için canınızı verirsiniz ama hoşlanmadıklarınızın da canını almak istersiniz. Doğu Anadolu’dan İstanbul’a gelenlerin atalarında var olan intikam hissi gittikçe azalır, çocuklarında yok olur. PKK’lıları alıp İstanbul’a getirelim, onlara iş, aş, eş ve ev verelim; göreceksiniz ki onlar kendiliğinden uslanmış olacaklardır. Şimdi ise dağlara çıkıp kendi soydaşlarını öldürüyorlar.

Şimdi biz bu âyeti yorumladıktan sonra bizim beynimizde bizim farkında olmadığımız değişme olmaktadır. Kur’an böyledir. Yavaş yavaş sizi hidayete götürür. Kur’an’la doğrudan uğraşmalısınız. Bediüzzaman bunu yapmıştır ve onun bu çabası insanlığa rahmet olmuştur. Risale-i Nur şakirtleri Kur’an’la değil Risale-i Nurlarla uğraştılar; kısmen Kur’an’dan uzaklaştılar; şimdi bazıları Risaleleri de bıraktılar, Cevşen okuyorlar! Bu yaptıkları dalalettir. Kur’an dua kitabı değil hüküm kitabıdır. Kur’an’ın duaları da bizim nasıl hükümlere tabi olacağımızı öğretmektedir ama onlar sadece dua etmekle iktifa ediyor, amel etmiyorlar.

Rabbim; annem ve babam beni nasıl terbiye etmişse sen de onlara rahmet et duası, bize anne babamıza nasıl davranacağımızı öğretmektedir. Yoksa Allah bizim duamızla onlara merhamet edecek değildir.

إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ

(EinNA elLAvHa ĞaFUvRun RaXIyMun)

“Allah gafurdur, rahimdir.”

Buradaki Allah O’nun halifesi olan topluluğu ifade eder. Yoksa “innehu huve’l-ğafuru’r-rahim” denirdi. Allah alimdir hakimdir. Allah semidir alimdir. Allah gafurdur rahimdir. Hepsi nekredir. Topluluğun özelliklerini göstermektedir. Bilecek hükmedecek, dinleyecek bilecek, hükmederken de gafur ve rahim olacak.

“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” yapmak demek, böyle bir devleti ortaya koymak demektir. Kıyamete kadar böyle bir devlete yaklaşılacaktır ama hiçbir zaman varılamayacaktır. Mutlak gafur ve rahim olan sadece Allah’tır. Biz imkânlar dairesinde ona doğru adımlar atarız.

Fethullah Gülen ve Recep Tayyip Erdoğan hâlâ Adil Düzenci olmamakta ısrarcı mıdırlar? Böyle bir düzen değil de sermayenin sömürüsüne uşak olmakla bir yere varacaklarını mı sanıyorlar? Her iki dostumun da tevbe etmelerini bekliyorum ve Rabbime bunun gerçekleşmesi için dua ediyorum...

 

 


TEVBE SÛRESİ TEFSİRİ(9.SURE)
1-1 VE 2.AYETLER
2230 Okunma
2-3.AYET
1496 Okunma
3-4.AYET TEFSİRİ
1787 Okunma
4-5 VE 6.AYETLER
2039 Okunma
5-7 VE 8.AYETLER
1813 Okunma
6-9 VE 11.AYETLER
1640 Okunma
7-12 VE 13.AYETLER
1738 Okunma
8-14 VE 16.AYETLER
1740 Okunma
9-16.AYET-B
1584 Okunma
10-17 VE 18.AYETLER
1793 Okunma
11-19.AYET
2035 Okunma
12-20 VE 22.AYETLER
1537 Okunma
13-23 VE 24.AYETLER
1672 Okunma
14-25 VE 27.AYETLER
1638 Okunma
15-28 VE 29.AYETLER
6287 Okunma
16-30 VE 31.AYETLER
2616 Okunma
17-32 VE 33.AYETLER
2046 Okunma
18-34 VE 35.AYETLER
2742 Okunma
19-36 VE 37.AYETLER
1777 Okunma
20-38 VE 39.AYETLER
1748 Okunma
21-40 VE 41.AYETLER
1603 Okunma
22-42 VE 45.AYETLER
1585 Okunma
23-46 VE 49.AYETLER
1615 Okunma
24-50 VE 52.AYETLER
1675 Okunma
25-53 VE 55.AYETLER
1700 Okunma
26-56 VE 59.AYETLER
1638 Okunma
27-60.AYET
2097 Okunma
28-61 VE 63.AYETLER
1452 Okunma
29-64 VE 66.AYETLER
2140 Okunma
30-67 VE 69.AYETLER
1562 Okunma
31-70.AYET
1631 Okunma
32-71 VE 72.AYETLER
1743 Okunma
33-73 VE 74.AYETLER
1757 Okunma
34-75 VE 78.AYETLER
1590 Okunma
35-79 VE 80.AYETLER
1571 Okunma
36-81 VE 82.AYETLER
1834 Okunma
37-83 VE 85.AYETLER
1584 Okunma
38-86 VE 89.AYETLER
1623 Okunma
39-90 VE 93.AYETLER
1621 Okunma
40-94 VE 96.AYETLER
1531 Okunma
41-97 VE 99.AYETLER
2747 Okunma
42-100 VE 101.AYETLER
2226 Okunma
43-102 VE 104.AYETLER
1761 Okunma
44-105 VE 108.AYETLER
1531 Okunma
45-109 VE 110.AYETLER
1515 Okunma
46-111.AYET
2349 Okunma
47-112.AYET
3228 Okunma
48-113 VE 115.AYETLER
1494 Okunma
49-116 VE 117.AYETLER
1817 Okunma
50-118.AYET
2395 Okunma
51-119 VE 120.AYETLER
1618 Okunma
52-121 VE 122.AYETLER
1522 Okunma
53-123 VE 125.AYETLER
1801 Okunma
54-126 VE 127.AYETLER
1494 Okunma
55-128.AYET
2226 Okunma
56-129.AYET
1572 Okunma
57-128 VE 129.AYETLERDE MATEMATİK YAPI
1615 Okunma

© 2024 - Akevler