Tevbe Sûresi-3
بسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
إِلَّا الَّذِينَ عَاهَدْتُمْ مِنَ الْمُشْرِكِينَ ثُمَّ لَمْ يَنْقُصُوكُمْ شَيْئًا وَلَمْ يُظَاهِرُوا عَلَيْكُمْ أَحَدًا فَأَتِمُّوا إِلَيْهِمْ عَهْدَهُمْ إِلَى مُدَّتِهِمْ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ (4)
(EilLav elLaÜIyNa GaHaDTuM MiNa eLMuŞRiKIyNa ÇumMa LaM YaNQuÖUvKuM ŞaYEan Va LaMYuJAvHiRuUv GaLaYKuM EaXaDan Fa EaTimMUv EiLaYHiM GaHDaHuM EiLAy MudDaTiHiM EinNa elLAvHa YuXıbBu eLMutTaQıYNa)
*
Bundan önceki âyetlerde, Allah ve resulünün müşriklerden beri olduğunu, onların hukukunu devletimizin korumayacağını, mallarının ve canlarının heder olacağı ilan edilmiş, sonra da bu husus diğer insanlara, bütün insanlara, onlarla yapacakları ilişkilerde de devletimizin herhangi bir garanti vermeyeceği, onlara karşı da kimseyi korumayacağını belirlemişti. Bizim topraklarımızda dolaşmalarına izin verilmemiş, dört ay içinde topraklarımızı terk etme hükmüne bağlamıştı.
İnsanların hakemlerden oluşan yargı kararlarına uyanlar ile yargı kararlarına uymayanlar diye ikiye ayrıldığını, bunlardan uymayanların bizim topraklarımızda yaşama haklarının olmadığını biliyoruz. Ama kendileri de insan oldukları için onlara kendilerine düşen toprakları ayırırız, oraya göç ettikleri takdirde biz oralarda olan işlere karışmayız ama onların bizim topraklarımıza girmelerine de izin vermeyiz. Bizden onların topraklarına giren olursa orada başlarına geleceklerden devletimiz sorumlu olmaz.
Hakemlerden oluşan yargı kararlarını kabul edenler de ikiye ayrılmaktadır; kâfirler ve müslimler. Kâfirler yargı kararlarını kabul ettikleri halde, yargı kararlarını kabul etmeyenlere karşı güç oluşturmaya katkıda bulunmayı kabul etmiyor, cizye vermeyi reddediyorlar. Onlar da insan oldukları için onlara düşen toprakları kendilerine bırakır, orada serbestçe yaşamalarına izin veririz. Onların kendi aralarında çıkan ihtilaflarda veya diğer kâfirlerle olan ihtilaflarda biz karışmayız. Ama bizim topraklarımıza girdiklerinde biz onların hukukunu koruruz. Onlar da bir suç işlerlerse mahkûm ederiz, davalı ve davacı olabilirler. Davlarına bakarız. Bizden onların topraklarına giren olursa onun güvenliğine kefiliz. O onların topraklarında bir şey yaparsa cezalandırırız, onlardan bir şey yapılırsa onu da cezalandırırız. Böylece güvenlik ve savunma masraf ve hizmetlerine katılmazlarsa da bizimle olan hukuklarını bizimkilerin katkıları karşılığı koruruz.
Müslim olanlar yani savunma güvenlik hizmetlerine katılanlar da ikiye ayrılmaktadırlar.
Yalnız malen katılıp cizye verenler ama bedenen askerlik yapmayanlar. Bunların medeni haklarında diğerlerinden hiçbir farkı yoktur. Yargı karşısında tarak dişleri gibi eşittirler. Davalı ve davacı olurlar. Bunlar kamu görevlerini ifa ederken özellikle siyasi haklarda askerliği yapanların, bedenen katılanlar kadar hakları yoktur, yetkileri yoktur. İlmî, dinî, meslekî işlerde onlar da askerlik yapan müminlerin sahip oldukları haklara sahiptirler ama siyasi haklar, silah kullanma ve güvenlik işlerinde müdahale yetkileri yoktur, sorumlulukları yoktur.
Müminler ise askerlik yapanlardır. Bunlar bugünkü polis ve askerin gördüğü görevi görürler. Bunlar kamu görevlerinde sıra ile nöbet tutarlar, silah taşırlar. Polis ve askerin sahip olduğu yetkilere sahiptirler. Herhangi bir yerde güvenlik sorunu olduğu zaman silah kullanarak müdahale ederler. Bunlar görevleri gereği silah kullandıkları zaman kısasla mahkûm olmazlar, diyetle mahkûm olurlar. Müessir fiilin görev gereği olup olmadığına hakemler karar veri. Görev gereği değilse bunlar da diğer insanlar gibi muhakeme edilir ve kısasa tabi olurlar. Görev gereği silah kullanılmışsa, yetkiler aşılmışsa ağır diyete, yetkiler aşılmamışsa hafif diyete tabi tutulurlar. Ağır diyeti kendileri öderler. Hafif diyeti ise dayanışma ortaklıkları öder. Müessir fiile maruz kalanın haklı veya haksız olduğuna bakılmaksızın daima hafif diyet verilir ve akile öder. Karakola alıp dövülse, hakemler kararı ile alınmışsa hafif, hakem kararı olmadan alınmışsa ağır diyet öderler ama dövülenin suçlu olup olmadığına bakılmaz. Müminin görevine son vermek ancak dayanışma ortaklıklarından hiçbirinin onu ortak olarak kabul etmemesi durumunda olur. O takdirde de o bucağı terk eder, o ülkeyi terk eder.
İşte, bundan önceki âyetler yorumlanırken bu hükümler anlatılmıştı. Bütün bu hükümler, muahede yapıp sonra ahitlerinde durmayan müşriklere ait hükümleri içermekte idi.
Bunlar da Mekke müşrikleri olarak mı ele alınacak yoksa bütün müşriklere ait hükümler midir?
Mutlak olduğu için ahitleşip ahitlerinde durmayan bütün müşrikleri içermektedir diyebiliriz. Ahdi yalnız Mekke müşrikleri için de yapabiliriz.
Biz Kur’an’ı bir asrın içine indirip kendimizi şeriat dışına çıkarma usulünü kabul etmediğimiz için harf-i tarifleri istiğrak için alır ona göre yorumlarız. Yani mâni karine yoksa harf-i tarifler Kur’an’da istiğrak içindir diyoruz. Fıkıhçılar kural olarak bunu kabul etmezler ama misal hüküm olduğu için istinbatta bizim gibi yaparlar, hükümleri genelleştirirler.
Yukarıdaki âyetlerde “ahitleştiğiniz müşrikler” denmiş ve böylece diğer müşrikleri hükmün dışında bırakmıştır. Ahitleştiğimiz müşrikler eğer sözlerinde duruyorlarsa, o zaman biz de sözümüzde dururuz. İşte bu âyet sözlerinde duran müşriklerin hükümlerini ifade etmektedir. Demek ki yargı kararlarını kabul etmeseler de eğer sözlerinde dururlarsa biz de sözümüzde durmak durumundayız. Kavil esas değil fiil esastır.
Sözler insanları bağlar ama fiil olmadığı müddetçe sadece sözle muhalefet cezalandırılmalarını gerektirmez. Yalnız biri çıksa; ben Türkiye Cumhuriyeti’ni kabul etmiyorum, ayrı devlet kuracağım, Türkiye’den ayrılmak istiyorum dese, etrafında insanlar toplansa, biz onlara bir ceza vermeyiz. Çünkü fiili bir isyan yoktur. İnsan olduğu için herkesin müşrik olma, kâfir olma, müslim olma, mümin olma hakkı vardır, herkes özgürdür. Fiilen bir zarar iras etmediği müddetçe onu cezalandırmamız, onunla ilişkimizi kesmemiz gerekmez. Bu sebepledir ki PKK’lılar müşrik ama BDP’liler müslimdirler. Çünkü onlar vergileri ödüyorlar. Yargı kararlarına uyuyorlar. Biz onları zorla askere alıyorsak bu bizim eksikliğimizdir. Asker olma veya bedelli olma insanlık hakkıdır.
İnsanın diğer canlılardan tek farkı insanın söz vermesi ve anlaşma yapmasıdır. İnsanlar arasında beraberlik hukukla doğar. Bizim bir topluluk olabilmemiz için sözleşmelerle birbirimize bağlanmamız gerekmektedir. Sözleşme o topluluğun yaşama ve çalışma kurallarını oluşturur. Herkes o kurallara göre görevli olur ve o kurallara göre hak sahibi olur.
İnsan olma demek hak sahibi olma demektir. Daha önce anlatmış, kişiliğin döllenmiş yumurtanın ana rahmine yapışması ile başladığını yazmıştık. Haklar oradan başlar. İnsan ölüp de mirası taksim edilinceye kadar kişiliği devam eder. Aleyhindeki haklar doğumdan sonra başlar, lehte haklar ölümle biter. İşte hak sahibi olan insan budur ve yalnız bu varlık hak sahibidir.
Hakların kaynakları dörttür.
a) Akrabalıktan doğan haklar vardır. Anne baba çocuklarına karşı görevlidirler. Çocuklar büyüdüklerinde de bu hak ve görevler devam eder. Yaşlılara bakmakla mükelleftirler. Anne baba, yoksa kardeşler arası veya amca yeğen, teyze yeğen arasında aynı haklar vardır. Bu haklar aslında biyolojik haklardandır ve hayvanlar da bu tür haklara sahip olurlar. Ne var ki bu haklar sözleşmelere geçirilir ve sözleşmelerdeki kayda göre yargı ve kamu bu hakları da korur.
b) Hakların ikinci kaynağı komşuluktur. Komşu olan iki kişi aralarında bir sınır çizerek o sınır içinde çalışıp yaşamak zorundadır. İşgal ile elde edilen öncelik bu komşuluk haklarından doğar. Bir odada iki sandalye olsa, iki kişi de bulunsa, sandalyenin birine biri oturmuşsa diğeri onu kaldıramaz, diğer sandalyeye oturma durumundadır. Ortak olan sandalyelerden biri birini işgal ederse, işgal müddetince onun öncelik hakkı doğar. Bu komşuluk hakkıdır. Kalktığı zaman diğeri oturabilir. Ne var ki bu haklar da yine sözleşmelerle düzenlenir ve herkes sözleşmeye uymak suretiyle bu hakları kullanır.
c) İnsanlar arasındaki hakların üçüncü kaynağı ise emektir. Benim emeğimle elde ettiğim şey benimdir. Ben onu başkalarına devredebilirim, mirasçılarıma bırakabilirim. Eğer bir yerde veya bir eşyada benim emeğim geçmişse ben onun maliki olurum. Yani eğer sandalye benimse kalktığım zaman da başkası gelip oturamaz, çünkü ben ona emek verdim. Benim iznim olmalıdır, benim hakkım ödenmelidir. Yine bu mülkiyet hakları da sözleşme ile düzenlenir, bu sayede çalışma ve yaşama sağlanır.
d) Hakların dördüncü kaynağı ise sözleşmelerdir. Akrabalığım olmayabilir, komşusu da olmamış olabilirim, hiçbir emeğim de geçmemiştir ama sözleşme yapmışsam sözümde durmak zorundayım. Farz edelim biri geldi ve benden 100 TL borç istedi. Yarın gel veririm diye söz verdim. Ertesi gün geldi. Verebilme gücüm devam ediyor ama o akşam pişman oldum, yarın geldi ‘pişman oldum, vermiyorum’ desem, o da bana güvendiği için ertesi gün motoruna mazot almadı ve motoru çalışmadığı için işsiz kaldı. Söz veren adam onu tazmin etmekle yükümlüdür.
Dördüncü kaynak sözleşmedir dedik. Sözleşme ile hukukun doğmasında diğer üç hakkın kaynağı olabilir de olmayabilir de. Bir mal satıyorsunuz. Malınızın değeri on lira iken siz bile bile iki liraya sattınız, artık o mal onun olmuştur. Ben iki liraya anlaştım ama o on lira etmektedir, sekiz lira daha bana ver diyemezsiniz. Malın değeri ağzınızdan çıkan sözdür. Akit tamamlanmıştır. Siz ancak vermemişse iki lira dava edebilirsiniz.
Sözün hukuktaki yeri iki bakımdan önemlidir. Söze dayanan haklar sadece sözlerle doğmaktadır. Başka kaynağa gerek kalmamaktadır. Diğer yakınlık, komşuluk ve emekten doğan hakların kaynağı vardır. Bununla beraber onlar da sözle ifade edildiği zaman hakların kaynağı olur. Taraflar ifade etmese de yetkililer ifade etmelidirler.
Ahit kelimesi ile akit kelimesi arasında da fark vardır. Akit yalnız taraflar arasında geçerli sözleşmedir. Ahit ise tek taraflı da ifade edilmiş olabilir yahut iki kişi tarafından ifade edilir ancak diğer insanlar için de gerekli taahhüdü içerir. Nitekim burada ahitleşen iki tarafın sorumluları olduğu halde yalnız iki tarafı değil tüm insanlığı ilgilendirmektedir. Yani onlarla yapılan anlaşma tüm insanlarla yapılmıştır. Herkes o anlaşmaya dayanarak hak iddia edebilir. Anlaşan merkeze dışarıdan biri gelse, herhangi haksızlığa uğrasa, onun aleyhine dava açabilir, o da onu tazmin etme durumundadır.
Bu konu üzerinde bu kadar durmamızın sebebi, beş vakit namaz kılan müminlerin ağızlarından çıkan sözlerden dolayı kendilerini sorumlu hissetmemeleridir. Verdikleri sözlerin kendilerini sorumlu kılmadıklarını sanırlar.
“Müçtehit Yetişme Merkezi”ni iki kişiye dayanarak kurduk. Bunlardan biri Hasan Hacıbektaşoğlu, diğeri de Süleyman Akdemir’dir. Devam ediyoruz ama verdikleri sözlere tam olarak uyamadılar. Dolayısıyla sorumludurlar.
Sözlerinde durmayan kimselerle eskiden iş yapmazdım. Ne var ki sözlerinde duran kimse kalmadığı için şimdi onlarla ilişkilerim yine devam ediyor ama ben en yakınlarıma bile sözlerinde durmaları gerektiğini anlatıyorum.
Şunu bilmemiz gerekir; insanlar söz verdikleri zaman, sözleşme devam ederken onu yerine getirme durumundadırlar, ama her zaman sözleşmeyi sona erdirebilirler. ‘Sözleşmeyi sona erdirdim’ dendiği günden sonra sözleşmenin hükümleri ortadan kalkar.
Türkçede ‘kızım sana söylüyorum gelinim sen anla’ diye bir söz vardır. Ben de bu sözlerimi en yakınlarım olan Süleyman Akdemir ve Hasan Hacıbektaşoğlu’na söylüyorum ve siz işitin diyorum.
Bunlar kimlerdir?
İstanbul Akevler Kooperatiflerine ortak olanlar...
Sonra kimlerdir bunlar?
İzmir Akevler Kooperatiflerine ortak olanlar…
Sonra kimlerdir bunlar?
Millî Görüşçüler, Süleymaniler ve Nursiler…
Sonra kimlerdir bunlar?
AK Partililer…
‘Ben (Millî Görüş) gömleğimi çıkardım’ demekle iş bitmez. ‘Ben “Adil Düzen”e karşıyım’ demekle iş bitmez. O zaman onların oylarını da geri vermelisin. Çünkü bu oylar “Millî Görüş”e ve “Adil Düzen”e verilmiştir. Bu oyların belki yüzde otuzu başkalarının olabilir ama en az yüzde yirmisi bizimdir.
Hele Saadet Partililer tümden cehennemlik olmuşlardır. Önce “Adil Düzen”i inkâr ediyorlar! Sonra “Milli Görüş”e de karşılar, “Erbakan Ailesi”ni dışlıyorlar! Kardeşim, bu camiadan ayrılmak her zaman hakkınız. Gidin gideceğiniz yere. Nitekim AK Partililer gitti, bir şey demiyoruz. Ama eğer bu camia içinde kalacaksanız önce “Millî Görüş”e tam sahip çıkın; “Millî Görüş”ün hedefi olan “Adil Düzen” sizin de hedefiniz olmalıdır. “Millî Görüş Hareketi”nin Kurucusu Prof. Dr. Necmettin Erbakan her zaman Akevler Adil Düzen Çalışanları ile yakın ilişkide bulundu ve onlarla çalıştı da siz ne hakla Akevler’e karşı cephe almış ve sözümüze kulak vermiyorsunuz?! Necmettin Erbakan, Adil Düzen Çalışmaları ile sonuna kadar çalışmaya devam etmişti de siz ne diye başlayıp devam etmiyorsunuz?! Kapatın Saadet Partisi’ni ki Adil Düzen Partisi kurulsun. Aksi halde sözünüzde durmamakta olduğunuz için cehennemdeki yerinize hazırlanın. Bu satırları size yazıyorum. Haydi, bu yazdıklarıma karşı savunun kendinizi de günah işliyorsak bizi kurtarın o günahtan.
Kur’an’dan evvel şeriat Allah tarafından insanlara gelen kitaplarla öğretilmekteydi. Tevrat bir fıkıh kitabıdır. Oysa Kur’an fıkıh kitabı değildir, Kur’an fıkhın nasıl yapılacağını öğreten kitaptır. Fıkıh da sözleşmelere dayanmaktadır.
Yeryüzünde gelişmiş iki hukuk vardır. Bunlardan biri Kur’an hukukudur. Bu hukukun Kur’an gelmeden önceki örnek uygulaması Tevrat uygulamasıdır. Yani Kur’an’da Tevrat’ın hükümleri mücmel olarak mevcuttur. Tevrat Kur’an’ın o zamanki açıklamasından ibarettir. İkinci açıklama Hazreti Peygamber zamanında onun Sünneti ile olmuştur. Ondan sonra gelenler bu iki açıklamaya dayanarak açıklama ilmini geliştirdiler. Usul-ü Fıkıh dediğimiz ilim işte bunların oluşturduğu ilimdir. Biz o ilme dayanarak Kur’an’ı III. binyıl için yeniden yorumluyoruz.
İkinci hukuk ise Mısır’da, Roma’da ve Avrupa’da gelişmiştir. Bunlar laik hukuklardır. Ne var ki bunların hiçbirisi birbirinden bağımsız gelişmemiştir. Roma hukuku Tevrat hukukudur. Kıbrıslı Zenon bir ekol kurmuş, Tevrat’ı laikleştirmiştir. O bu hukuku sütunlar arasında yani sokaklarda öğretmiştir. Sonra Romalılar bunu on iki levha kanunları şeklinde modifiye etmişler, forum denen açık yerlerde öğretmişlerdir. Bu hukuku benimseyen Roma gittikçe gelişmiş ve tüm İtalya’ya hattâ Akdeniz’e hâkim olmuştur. Bu arada Kostantin Hıristiyanlığı kabul etmiş, böylece Tevrat resmen benimsenmiştir. Ayasofya’yı yapan Justinianus, Roma’daki kanunları toplamış ve tek metin hâline getirip emirname ile yayınlamıştır. İşte Avrupa hukuku değimiz hukuk budur. İslâmiyet’ten evvel Avrupa laikleşmiş Tevrat hukuku olan Roma hukukunu benimsemiştir.
Bu hukukun Kur’an hukukundan farkı sözleşmelerin serbest olmasıdır. Devlet sözleşme tipleri hazırlar. Halka sunar. Halk da bu sözleşmelerden birini benimser ve ona göre anlaşır. Bu anlaşma da serbest olarak yapılmaz, devlet görevlisinin huzuruna çıkılır. Devlet görevlisi alır, satar, evlendirir, boşar, rehin eder vesaire.
Roma hukukunun tekli ve resmi sözleşmeler sistemi Kur’an’la kaldırılmıştır. Roma hukukunda devlet ancak kendisinin hazırladığı sözleşmelerin bekçiliğini yapar, mahkemeler o davaları kabul ederlerdi. Halkın kendi kendine yaptığı sözleşmeleri kabul etmezlerdi.
Bunu iyi anlayabilmemiz için Avrupa’da hâlâ devam eden iki müessese vardır, onlara bakalım. Bunlardan biri nikâh müessesesidir. Kanunda yer almayan hususlarda karı koca istedikleri hükümleri koyamazlar. Bu akdin de belediye yetkilisi huzurunda yapılması şartı vardır. Bir de ev ve arazileri alıp satma da böyledir. Ancak tapu memurunun huzurunda alıp satarsın, özel mülkiyet kurallarını koyamazsın.
İşte, Kur’an’dan önce bütün akitler böyle idi. Tevrat’ta da akit resmi idi. Bazı akitler resmi görevli olmadan da yapılabilirdi. Kur’an bunu tamamen kaldırdı ve akit serbestliğini getirdi. Anlaşmalar için de resmi görevlinin hazır bulunması şartını kaldırdı. Evlenen iki kişi ‘evlendik’ dediklerinde evlenmiş olurlar. Zina suçtur ama ‘biz evliyiz’ dedikleri zaman evli kabul edilirler, zina suçu verilmez. Kadın evli olmamalı yahut aralarında akrabalık bulunmamalıdır. Aksi takdirde zina veya fuhuş cezası verilir. Gayrimenkullerin satışı ile menkullerin satışları arasında da hiçbir fark yoktur.
İşte, Kur’an hukuku akit serbestliğine dayanmıştır. Sözleşme yaparlar, aşiretlerini ve bucaklarını kurmuş olurlar. Merkez bucaklar kurulur iller oluşur, merkez iller kurulur devletler oluşur.
Avrupa da İslâmiyet’in tesiri ile serbest akit sistemini benimsemiştir. Avrupa ihtilâlelerinin merkezinde de bu bulunmaktadır. Kilisenin resmi hukuku yerine meclislerin yaptığı kanunların yürürlüğe girmesi şeklinde ortaya koymuşlardır.
Batı’nın bu serbest hukuk reformu da yüzde elli yine Roma hukukunu yeni kurallarla korumaktadır. Ekseriyet sistemi ile yapılan kanunlar geçerli olmakta yahut hükümdarların fermanları hukuk olmaktadır.
Kur’an hukukunda hükümdarların kural koyma yetkileri yoktur. Kuralları meclisler koyar, hükümetler uygular, yargı denetler, ordu da yargı kararlarının bekçiliğini yapar.
Bu açıklamamızın sebebi şudur. Kur’an düzeninde şeriat sözleşmelere dayanmaktadır. Sözleşmelere dayandığı içindir ki Kur’an hukuku uluslar üstü hukuktur. İki kişi sözleşme yapar, sözleşmeye uymak zorundadırlar. On aile birleşir ve aşiret kurar, buna uymak zorundadırlar. Bin aile bucak kurar, aralarında buna uymak zorundadırlar. Yani kendi yaptıkları sözleşmelere uymak zorundadırlar. İller birleşir devlet kurarlar, kendi sözleşmelerine uymak zorundadırlar. İnsanlık da uluslararası sözleşmelere uymak zorundadır.
İhtilaf hâlinde taraflar birer hakem seçerler, onlar da başhakem seçer, onların verdiği karar kesindir. Karara uyulur ve uygulanır. Uymayanlara ise ulusal ordular müdahale ederler.
Bu sebepledir ki ahitleşme tüm insanlığın temel dayanağıdır. Bu yapı uygarlığın ve barışın yapısıdır. Sözleşmeye uymayanlara karşı savaş meşru kılınmıştır. Mahkemeler de sözleşmelerin bekçisidir; resmi sözleşmelerin değil, halkın kendi aralarında yaptıkları sözleşmelerin bekçisidir.
Tekrar başa dönersek, sözleşmelere uymayı kabul edenler bizim topluluklar içinde yaşama hakkına sahiptirler. Sözleşmeleri fiilen bozmadıkça biz onlara dokunmayız.
Burada kabul edilen ikinci bir ilke daha vardır, bu ilkeye göre sözleşme bir bütündür. Bir maddesini bozmak demek bütün maddeleri bozmak demektir. Ben şu maddelere uymuyorum ama diğer maddeler yürürlükte kalsın diyemez. Maddenin birini eksik yaptığı zaman bütün sözleşme geçersiz hâle gelmiş olur. Sözleşme bir araba gibidir, bir tekerleği patlasa araba yürümez. Dolayısıyla sözleşmenin bir maddesini ihlal eden o sözleşmenin tamamını bozmuş olur.
Ne var ki arabada yedek lastik vardır, yedek lastik takılır ve araba yürümeye devam eder. Sözleşmede herhangi bir maddeyi eksik eden kimseye karşı hakemlere gidersiniz, hakemlerin kararları ile eksiklik giderilir ve sözleşme devam eder. Kâfirler için de bu hüküm geçerlidir. Karşı tarafın bir maddesini ihlal etmesi, bütün sözleşmenin tamamen bozulmasına neden olmaz. Mahkemeye gidilir. Mahkeme kararına uymazsa, o zaman sözleşmenin tamamı bozulmuş olur. Hakemlerin kararına uyana bir maddeyi ihlal etti diye sözleşmeyi bozamazsın. Ne var ki müşrikler için durum böyle değildir. Müşrikler hakemliği kabul etmedikleri için bir maddeyi bozduklarında ayrıca yargı kararlarına gerek kalmaksızın kendi takdirimiz ile bizim de onları devre dışı etme hakkımız vardır. Ama yine de dört ay gibi bir müddet vermemiz gerekir.
Bu dört ay içinde hakem kararlarını kabul edeceklerini beyan ederlerse o zaman onlar kâfir durumuna geçmiş olurlar, biz de onlara kâfirlerin hükümlerini uygularız.
Yine bir sorunla karşılaşırız. Sadece o madde üzerinde hakemlik sistemini kabul ediyorlar ama diğer hususlarda hakemlik sistemini kabul etmiyorlarsa onlara ne hüküm uygulayacağız? Yani bu takdirde ahitnamenin yürürlüğünü sürdürecek miyiz? Burada “nakz” değil de “noksan” kelimesi geldiği için kısmi kabul kabul sayılmaz.
Başka bir konu; bunların sadece hakem kararlarını kabul etmeleri yeterli midir, yoksa cizye de vermeleri mi gerekir? Bunların müslim olmaları gerekir. Kâfir olarak aramızda yer almalarına izin verilmez. Ne var ki ahitlerini bozmayanlar her zaman kâfirler sınıfına girerler.
Ahitlerin noksan edilmesi tek taraflı ahdi sona erdirmek için yeterli değildir. Karşı taraftan noksanın ikmali istenir. Yalnız o hususta hakemlik sistemini kabul etmişlerse hakem kararlarına uyulur. “Ve” harfini getirerek bir de bizim aleyhimizde birbirlerine muzahir olmamaları gerekir.
PKK’lılara tek başlarına muzahir olan Kürtlere karşı ahitlerimizi sona erdiremeyiz. Yahut PKK’lılar muzahir olmamakla beraber taahhütlerinden bir şeyi yerine getirmediler diye ahitlerini sona erdirmeyiz. Hakem kararlarını kabul etmeseler bile sadece o husustaki hakem kararlarını kabul etmeleri ile mukavele devam eder. PKK’lıları desteklemiş, bize karşı taahhütlerini de noksan etmişlerse, işte o zaman ahitlerini sona erdirme yetkisine sahibiz. Çünkü burada “ev” kelimesi değil “ve” kelimesi getirilmiştir. Bununla beraber bu “illâ”dan sonra geldiği için istisnanın tamamlanması için ikisinin birden yapılması gerekir. Dolayısıyla ahdi bozmak veya birilerine bizim aleyhimizde muzaheret etmek akdin feshine sebep teşkil eder.
Bu âyetteki hüküm PKK’yı destekleyen BDP’ye uygulanacak hükümler bakımından önem taşır. BDP müşrik değildir, kâfir de değildir. Yargı kararlarını kabul etmektedir, askere gitmektedir, vergileri vermektedir. Dolayısıyla onlarla ahdimiz ancak yargıda paylaşmakla olur. Nitekim biz de öyle yapıyoruz.
Türkiye devletini tanımayan, yargı kararlarına uymayan, askerlik yapmayan ve vergi vermeyen birileri olduğunu kabul edelim. Bunlar verdikleri sözlerde duruyorlarsa ve PKK’lıları da desteklemiyorlarsa, o zaman dört aylık dönem beklerler. Sözleşmemiz varsa müddetlerini doldururlar.
Sözde durmayı ittika ile ifade etmektedir. Yani insanlar eğer barış içine girmek istiyorlarsa mutlaka sözlerinde durmalıdırlar. Sözlerinde durmayanlar cahiliye döneminde yaşarlar. Biat da bunlardandır. Bir ocağın veya bucağın başkanına biat ettiğinizde, artık o başkanın sınırları içinde kaldığınız müddetçe onun emirlerine itaat edeceksiniz ama itaat etmeyecekseniz her zaman orasını terk edebilirsiniz.
Babam Numan oğlu Süleyman Karagülle’nin bir sözü vardı, “Şeriat kıldan ince, kılıçtan keskindir.” Bu âyetlerin hükümleri fıkıh kitaplarında zaten yer almıştır. İnsan aklı da bundan daha iyisini düşünmez. Kur’an hüküm koymaz, Kur’an beyan eder. Çünkü hüküm Kur’an’dan önce de vardır. Fıkıh eden akıl zaten onun öyle olduğunu bilebilir ama aklına gelmez. Kur’an söylediğinde sükût etmek zorunda kalırsınız.
Her zaman anlattığım bir benzetmeyi tekrar edelim. Evin bir rafında anahtar olsa, onu bulduğunda kapıyı açıp çıkacaksın, ama anahtarın nerede olduğunu bilmezsen arar arar ve belki günler sonra bulur evden çıkma imkânını bulursun. Ama cep telefonun olsa, ev sahibine telefon etsen, o da sana sağda üstten alta ikinci rafın solundadır dese, bir dakika içinde gidip hemen anahtarı bulursun. Söylediklerini anlamamışsan veya ev sahibi yalan söylemişse, vardığında bir şey bulamazsın. O halde ev sahibi sana doğru bilgi vermiş midir yoksa yalan mı söylemiştir. Aklınla hemen çözersin. Anahtarı bulursan artık ev sahibi yalan söyledi diyemezsin.
Kur’an da işte böyle ev sahibi olarak bilgiler vermektedir. Gittiğimiz yerde onun doğru söylediğini aklımızla bilebilmekteyiz. Hattâ o kadar açık olur ki, Kur’an söylemeseydi bile ben bunu bilebilirdim dersiniz. Ama 85 yaşında ancak Kur’an söyledikten sonra bilebildiniz. İnsanlık ise 60 000 senedir hala bilemiyor ve adaletsizlik içinde yüzüp gidiyor.
إِلَّا
(EilLav)
“Sadece”
Bir şey genel olarak ifade edildiğinde onun genelliğini ortadan kaldırıp bir kısmını hükmün dışına almaya usulcüler “tağyir” derler. Bunlar aynı konuşma içinde yapılmışsa tahsis ve takyit demektedirler. Eğer başka konuşmalarda ise ona da “tebdil” demektedirler. Şafiiler ile Hanefiler arasında bu hususta ayrı görüş vardır. Sonra yapılan bir tahsis beyandır, tebdil değildir. Dolayısıyla başlangıçtan beri o hüküm tahsis edilmiş demektir. Hanefilere göre ise sonradan yapılan tahsis veya takyit neshtir, geçerli olan hüküm kaldırılmıştır.
Biz usul olarak sonradan tahsisi nesh olarak kabul ediyoruz, Hanefilere uyuyoruz. Ama biz Kur’an’ı bizim için cümleten vahideten yani aynı zamanda nâzil olmuş kabul ettiğimiz için Kur’an’ın içindeki tahsisler nesh değil beyandır. Önce veya sonra nâzil olsun, önceki sûrelerde veya sonraki sûrelerde olsun, eşit hükme sahiptir.
Diğer taraftan kayıt altına alma bağımsız cümle ile yapılır. O takdirde daha önceki cümlenin beyanıdır, açıklamasıdır. Daha önceki hükümde değişiklik yapmıyor demektir. Bedeli bazın alınması birinci cümledeki hüküm münhasıran ona aittir demektir. Yahut teyit için gelebilir.
İkinci tahsis “Ve” harfi ile yapılır. O takdirde ikinci cümlenin hükmü kıyasla taaddi eder, başka benzer maddeler de istisna edilir. Kıyasla tahsis edilenler çoğaltılır. Eğer “Fe” ile gelmişse birinci cümlenin hükmü ikinci cümlenin içinde vardır. Dolayısıyla ikinci cümle daha geniş manada nas olur. “İllâ” ile gelmişse o zaman sadece istisna değil başka şeyler ona kıyas edilmez. Müstesna kıyasa asıl olmaz.
Burada da “İllâ” ile istisna edilmiştir. Müşriklerden sadece sözleşme yapıp sözleşmelerinde duranlar için dört aydan fazla kalma imkânı sağlanmıştır. Buna başka şeyler kıyas edilemez.
Burada dikkat edeceğimiz husus, hükümler yargı kararları olarak alınır. Belli kimseler için alınır. İstisna edilen de onlardan sözlerinde duranlardır.
الَّذِينَ عَاهَدْتُمْ
(elLaÜIyNa GaHaDTuM)
“Muahede yaptığınız.”
“Ahd” bulut veya çiseden sonra beklenen yağmurdur. Yani yağacağı önceden belli olan yağmura “ahd” denmektedir. Kur’an “mübeşşir” diyor.
“Ahd” de kişinin başkasına veya çevreye yaptığı ahitlerdir. Lügatlerde “va’d” gelecek için “ahd” ise geçmiş içindir. Va’d deyn-i müeccel gibidir. Ahd deyn-i muaccel gibidir.
Mufaale bâbında karşılıklı ahitleşmedir. Yani bir tür sözleşmedir. Sözleşmeler daha çok bir defa ifa edilir ve son bulur. Oysa ahitler benzer olaylarda hep uygulanır. Bu sebepledir ki başkanlarla halk arasında yapılan anlaşmalar akit değil ahittir. O topraklarda kaldığınız müddetçe siz sözünüzde durursunuz, o da durur.
Uluslararası alma-satma gibi ikili mübadele sonunda sona eren anlaşmalar akittir. Sürekli karşılıklı ilişkiler ahittir. Uluslararası hukuk akitlerden çok ahitlere dayanır. Kişilere indikçe ve olaylar somutlaştıkça ahde, topluluğa gidildikçe ve olaylar benzerlere teşmil edilince de akde olur.
مِنَ الْمُشْرِكِينَ
(MiNa eLMuŞRiKIyNa)
“Müşriklerden.”
Kurallı erkek çoğul kullanılmaktadır. Dolayısıyla onların da tüzel kişilikleri ve hakları vardır. Kendi toprakları kendilerine aittir. Sayıları nisbetinde bir toprak düşer. Dünyanın düzeni kendilerine verilmiş müminler bunların topraklarını korumazlar ama kendileri o topraklara girmezler. Onlarla sözleşmeler geçerlidir. Onlarla evlenmek ve onların yemeklerini yemek haram kılınmıştır. Ancak onlarla iş ilişkilerinde bulunmak haram olmasa bile devletin teminatı altında değildir. Müşrikler hakem kararlarını kabul etmekle beraber sözleşme yapmakta ve sözlerinde durmakta iseler biz onlara dokunmayız.
Ahit iki kişi arasında değil iki topluluk arasında olmaktadır. Burada “âhedde” denmemiş de “âhedtüm” denmiştir. Demek ki uluslararası anlaşmalar topluluğa aittir. Savaş ve barış ahitleri onlarla yapılır. Yöneticiler akit yapabilirler ama ahit yapamazlar.
Bu husus önemlidir.
Kur’an’da bir yerde müfret olarak “sen ahitleştin” denmektedir, başka yerde “siz ahdettiniz” diyor veya “Allah’ın ahdi” diyor.
Buradan anlaşılıyor ki ahit yine de başkanlar tarafından yapılacaktır. Ancak meclisin tasdiki gerekmektedir. Başkan meclisin vekili olarak yapacaktır. Mufaale bâbı müteaddidir. Mef’ule “min” gelirse teb’iz içindir, tadiye için değildir. Burada ahitlerini ifa eden müşriklerle ahdi ifa etmeyen müşrikleri ayırmak için “min” getirilmiştir.
Marks ortaya çıkmış, önce şeriatları reddetmiştir. Düzeni reddetmiş ve anarşiyi önermiştir. Marks’a göre kötülüklerin kaynağı aile, din, mülkiyet ve devlettir. Bunlar ortadan kalkarsa dünyada devlete gerek yoktur. Herkes zaten iyi insan olarak yaşar. Marks kötü din adamlarını anlatarak kendisine pay çıkarmıştır. İnançsızlığı istismar ederek ahlâkı ve iffeti inkâr etmiştir. O zamanlar canlıların serbest cinsi ilişkide bulundukları zannedilirdi. Oysa tüm canlılarda eşleşme dıştandır.
Marks’ın bu iddialarına göre ahde ve akde riayete gerek yoktur. Kuvvetli iseniz haklısınız, yaşamaya hakkınız var. Yoksa ölmeniz gerekir.
Evet, kâinatta çatışma kanunları vardır. Canlıların sayı dengeleri bu çatışmaya dayanır. Zaten canlı diğer canlıları yiyerek yaşamaktadır. Ama aynı kâinatta barışçıl hayat da vardır. İnsanın hücreleri, arı kovanında bulunan arılar buna en güzel örneklerdir.
Demek ki müşrik olanlar kimlerdir?
Marksistler müşriktir. Ellerine geçirdikleri karşılıksız gücü kullanarak yargılamayı manasız hâle getirenler de onlardan farksızdır. Tevrat ve Kur’an’ın ortaya koyduğu düzeni istismar ederek dünyayı zulümle sömürmektedirler. Devlet var, güya demokrasi yönetimi var, oysa yargı sistemi merkezden atanmış yargıdır. Yargıların bağımsızlığı sermayenin emrinde olma bağımsızlığıdır. Kendi emellerine hizmet eden yargıyı göklere çıkarır ve dilediklerini yaptırır. Adaletle hükmedenleri de basın yoluyla yerin dibine götürür.
Evet, hakemlerden oluşmayan, atanarak oluşan yargı ile adalet sağlanamaz.
Eskiden krallar vardı. Yargı onların emrinde idi. Cumhuriyet kurulduğunda asker olan devlet başkanları da yargıyı istedikleri gibi yönlendirirdi. İktidar değiştiği halde yargı hâlâ o zamanki diktanın dediklerini yapmaktadır. Yapmazsa sermayenin saldırı aracı olan basın harekete geçer ve kişi ölüme mahkûm edilir.
Solculuk komünistlik değildir. Solcular şeriatı kabul ederler, yargıyı kabul ederler, sizinle mahkemeye gelirler. Devletlerine sadıktırlar.
Marks insanların kendi emellerine hizmet etmeleri için birçok hayali vaatlerde bulunmuştur. Solcular bu amaçla Marksizmi benimser olmuşlardır. Ama Gorbaçov’un reformundan sonra dünya sermayesi dinsizlikten vazgeçmiştir. Bugün ekonomi ile de uğraşmıyorlar. Bugünkü solculuğun zihin futbolunda bir kulüp olma dışında bir görevi yoktur.
Çin komünist değil sosyalisttir. Onları müşrik saymamız mümkün değildir. Sözleşmeler yapmakta ve sözlerinde durmaktadırlar.
ثُمَّ لَمْ يَنْقُصُوكُمْ شَيْئًا
(ÇumMa LaM YANQuÖUvKuM ŞaYEan)
“Sonra size bir şeyi noksan etmediler.”
Kur’an’da ahdin noksanı yalnız bu âyette geçmektedir. Ahdin nakzından birkaç âyette zikretmektedir.
Burada “Sümme” kelimesi getirilmiştir. Son ahitten evvelki nakzetmeler onlarla beraat etmemizi gerektirmez. Son defa anlaştıktan sonra sözlerinde durmaları gerekir.
“Noksan etmek” demek bir yerinden bir şeyleri eksik etmek demektir. Size noksan etmediler denmektedir. Yani onlar başkalarına verilen sözü noksan ettiler diye bizim onlarla savaş durumuna geçmemize sebep teşkil edemez. Buna izin yoktur. Biz ancak bize noksan edilen sözlerden sorumluyuz.
Burada “Sümme” kelimesi kullanılmıştır. Yani son anlaşmadan sonra sözlerinden döndüler diye muaheze edilirler. Yoksa daha önce yaptıklarından dolayı sorumlu olmazlar.
Biz Lozan’dan sonra yaptıklarımızdan sorumluyuz. Lozan’da tüm dünya ile hesaplaştık, alacağımızı aldık, borcumuzu ödedik. 1915’de şunu yaptınız diye kimse bizimle hesaplaşmaya kalkışamaz.
“Şey’en” kelimesi ile bir şeyin ihlali tüm maddelerin ihlali anlamına gelmesini ifade eder.
“Noksan” ile “nakz” kelimeleri arasında şu fark vardır.
Nakzda doğrudan ihlaldir yani sözleşmeyi bozmaktır.
Noksanda ise sözleşmenin bazı hükümlerini ihlaldir.
Diğer âyetlerde nakzdan bahsedildiği halde burada noksan yeterli görülmüştür. Temel eksiklik yargı kararlarını dinlememektir.
وَلَمْ يُظَاهِرُوا عَلَيْكُمْ أَحَدًا
(Va LaM YuJAvHiRuUv GaLaYKuM EaXaDan)
“Ve aleyhinize kimseye muzahir olmadılar.”
“Zahr” sırt demektir.
“Batn” karın demektir.
Daha çok hayvanlar için kullanılır. Hayvanların üst tarafı zahr, alt tarafı da batndır.
Her şeyin iki yüzü vardır; biri görünen tarafıdır, diğeri ise görünmeyen tarafıdır.
“Muzahir olma” demek sırt sırta verme demektir. Hayvanlar düşmanlardan korunmak için sırt sırta verir, herkes kendi cephesini gözetler. İnsanlar da bir olup birine yapılacak saldırıyı ikisine yapılmış kabul ederek birlikte savunmaya geçerler. Aleyhimizde birleşip bize saldırmaları hâlinde bizim onların ahitlerini müddetleri dolmadan bozma hakkımız doğar.
PKK ile alışveriş yapan, onlarla işbirliği yapanlara karşı bizim ahdi bozmamız için yeterli sebep değildir. Bizim aleyhimize muzahir olmaları gerekir. PKK’lılar dağlara çekilse, kendilerine düşecek kadar bir yeri işgal etseler, biz burada bağımsız kendi aşiretimizi, kendi bucağımızı, hattâ yeter sayıları olursa kendi ilimizi kuracağız deseler, bizim onlara diyeceğimiz hiçbir şey olmaz. Hattâ oradan göç edeceklere biz kendi topraklarımızdan yer veririz. Bizim onlara saldırma hakkımız, onların bizim halkımıza veya mallarına saldırmaları durumlarıdır. İsyanı sürdürürlerse isimleri tespit edip ortadan kaldırırız. Bir ocak veya bucağa çekilip bizimle bağımsızlık anlaşması yapsalar ve riayet etseler bizim bir diyeceğimiz olmaz.
فَأَتِمُّوا إِلَيْهِمْ عَهْدَهُمْ
(Fa EaTimMUv EiLaYHiM GaHDaHuM)
“Onlara ahitlerini ifa edin.”
“Ahmedu katibun / Ahmet kâtiptir” diyebildiğiniz gibi “Katibun Ahmedu” denirse, “Kim Ahmet ise kâtiptir” demektir. Ya Ahmet’tir ve kâtiptir, ya da Ahmet değildir demektir. Kâtip olmadan Ahmet olmaz anlamı çıkar.
Burada da “Fa” harfi getirilmiştir. Böyle yapan kimselerin hakları ahitlerini tamamlamamızdır. Onların ahitlerini bozamayız. Yani ahitlerde kısas vardır. Bozanların ahitleri bozulur ama ahitlerinde sadık kalanların ahitleri bozulmaz.
Kendisini güçlü görüp saldırarak yağmalayan Arap anlayışı nerede, Kur’an anlayışı nerede? Bugün de dünyanın batı ve doğusundaki düzen, eskiden çöllerde başkalarına saldırıp yağmalayanlardan farksız durumdadır. Dün kılıçla saldırılıyordu. Bugün faizle saldırılıyor, bugün sömürü ile saldırılıyor.
Burada “tamamlayın” denmekte ama ahitleri bozmayın denmemektedir. Müşriklerle yeniden ahit yapmada serbestiz. Kendi ülkelerine çekilir ve kendilerine düşen topraklarla yetinirlerse bizim bir diyeceğimiz olmaz. Bizim topraklarda onlarla beraber yaşamak zorunda değiliz. Hakem kararlarını kabul ederlerse sorunlar biter.
“Ahitlerini” denmektedir Oysa muahede ortaktır. Karşılıklı ahitlerdir. “Ahdi” denebilirdi. Hattâ ahitlerinizi tamamlayın, siz verdiğiniz sözlerde durun anlamı çıkar. Oysa “onların ahitlerini tamamlayın” demekle, onlara verilen sözleri yerine getirin ama size verilen sözleri yerine getirip getirmeme söz konusu değildir demektir.
Bunun uygulamadaki tatbikatı şudur. Ceza kanununda bir değişiklik yaparsınız. Eğer ağırlaştırırsanız eski suçlular bundan etkilenmezler. Ama cezaları hafifletirseniz eski suçlular bundan yararlanırlar. Bugün Batı ceza hukukunda da yer alan bu hüküm bu âyette belirtilmektedir. Ahitlerini yani onlara verilen sözleri yerine getirin denmektedir. Ama biz söz aldık, sonra bütün müşriklere karşı tahfif etmişsek, ondan onlar da yararlanırlar.
Bir kelime ile ceza hukukunun genel kurallarından en önemlisini açıklamaktadır.
Diğer taraftan “onlara tamamlayın” denmektedir. “Onlara” ifadesi ile kasıt nedir? Bu hüküm sadece ahitler yapmış ve ahitte durmuş olanlar için söz konusudur. Ahit yapmamış veya ahit yapmış ama ahdinde durmamışlar bu istisnadan yararlanamazlar. İstisnaların kıyasa asıl olamayacağı hükmünde bu “ileyhim” kelimesinden ortaya çıkar.
إِلَى مُدَّتِهِمْ
(EiLAy MudDaTiHiM)
“Müddetlerini”
“Müddetleri” denmektedir. Oysa müddet iki taraflıdır. “El-müddete” denebilirdi. “Onların müddetlerini” demekle sadece onlarla ilgili müddet demektir.
Anlaşmamız dört aydan az olsa da onlar için dört ay olur. Sadece daha uzun ise daha uzununa göre amel ederiz. Yine bu da cezada kesinlik ilkesinin bir uygulamasıdır. “İtmam edin” ifadesi bu hükmü de içerir. Müddetleri dört aydan fazla ise o zaman onların müddetlerini itmam ederiz ama daha azsa dört ay sonra müddetleri dolar.
Benzer olay hamile kadınların iddet beklemeleridir. Hangisi uzunsa o beklenir. Dört ay on gün önce doğurmuşsa dört ay on gün beklerler. Geç doğurmuşsa doğumu beklerler. Fıkıhçıların görüşleri farklıdır.
Bu ifadeler başka kuralı da ortaya koyar. Herkese ait hükümler koyduğumuz konuda kimileri ile ilgili özel hüküm koymuşsak, özel hüküm geçerlidir. Ancak o özel hüküm kişinin lehinde olmalıdır. Kişinin aleyhine özel hüküm konmaz, hangisi lehte ise o uygulanır. Bu sebeple “müddetleri” deyip “müddeti” demedi. Farklı ifade ile karşılaştığınız zaman ona farklı mana vereceksiniz. Muhalif olan sizden farklı mana verebilir, onları tartışırız ama farklı mana getirmeden bu yanlıştır denemez.
Biz “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nın Kur’an’a dayandığını iddia ediyoruz. Muhaliflerimiz bizim anayasadan daha başka bir anayasa getirip Kur’an’a onun dayandığını iddia edebilirler ama sizinki yanlıştır diyemezler.
Recep Tayyip Erdoğan, RP İstanbul İl Başkanı olduğu dönemde, 14 ilim adamına görev verdi ama onlar “Adil Düzen yanlıştır” bile diyemediler; “eksiktir, o halde hemen bırakılmalıdır” dediler! Oysa eksik olan bırakılmaz, ancak ondan daha iyisi gelirse o zaman bırakılır. Bu arkadaşlarımın nasıl bu kadar saçmalık yaptıklarına şaşıyorum. Unvanlarına bakarak sözlerimi hafife alabilirler ama gelecek onları hafife alacaktır.
إِنَّ اللَّهَ
(EinNa elLAvHa)
“Allah”
Sûrenin başında müşriklere dört ay mühlet verilmiş, ondan sonra güvenceleri kaldırılmıştır. Büyük hac gününde bu husus dünyaya yani tüm insanlığa ilan edilmiştir. Onların güvenliği İslâm yargısınca korunmayacaktır. Onlar aleyhine dava açılmayacaktır. Onlarla ilgili ilişkiler savaş hukukuna göre yürütülecektir. Yani onlara karşı savaş ilanıdır.
Bu âyette ise o hükümden istisna edilen müşriklerden bahsedilmiş ve onlarla anlaşmanız var ve onlar anlaşmalara uymuşlardır. Sizin aleyhinizde kimseye muzahir olmamışlardır. O halde siz de sözleşmenizde durunuz. Müddetlerine kadar onlara dokunmayın denmiştir. Sözde durmayı şimdi ittika ile değerlendirmektedir.
Cümle harfi tarifsiz getirilerek sözde durmanın ittika olduğu ifade edilmiştir. Kulaktan dinlediğim bir söz var. Hazreti Peygamber’e ‘ne yapmayalım’ diye sormuşlar. O da cevap vermiş ve ‘yalan söylemeyin yeter’ demiş. Gerçekten eğer siz yalan söylemezseniz bütün kötülüklerden uzakta olursunuz. Çünkü doğru sözler sizi doğruya götürür. Özel hayat için bu söz ne kadar doğru ise topluluk için de sözlerde durunuz yeter, başka bir şey yapmanız gerekmez.
Muteber hadis kitaplarında müminin üç vasfı için üç şey zikredilir; söylerken yalan söylemez, söz verdiğinde sözünde durur, emanete ihanet etmez. Ben buna dördüncü şartı ekliyorum; yaptıkları ile başkasına zarar vermez.
Cümle “İnne” ile gelmiştir. Çünkü insanlar sözde durmanın ne demek olduğunu zor kavrıyorlar. Eğer sözünüzde durursanız sizin topluluktaki yeriniz değerli olur. Zarar etseniz de, sıkıntıya düşseniz de sözünüzde durmalısınız. Karşı taraf durmuyor, öyleyse ben de durmayayım demeyeceksiniz. Karşı taraf dursun durmasın siz sözünüzde duracaksınız, sözünüzü yerine getireceksiniz, karşı tarafın da sözünde durmasını isteyeceksiniz.
Bugünkü Müslümanların en büyük hastalığı sözün ne olduğunu idrak etmiş olmamalarıdır. Müslümanların duçar olduğu sefalet de buradan gelmektedir.
Bunu nasıl sağlayacağız?
Sözünde durmayan insanlarla anlaşmalar yapmayacağız. Yani onlara anlaşma boykotu ilan edeceğiz. Biz söz vereceğiz ve sözümüzde duracağız ama ondan gelen hiçbir sözü kabul etmeyeceğiz.
İslâm ahlâkı ile ahlâklanmak sanıldığı kadar kolay değildir. Televizyonu açarsınız, peygamber sevgisinden bahsederler. Allah bize peygamberi sevin demiyor, ona tâbi olun diyor. Tâbi olmak demek de onun gibi yalan söylememek, verilen sözde durmak, emanete ihanet etmemek ve başkalarına zarar vermemektir.
Bundan önceki “Allah” kelimesi “Siz Allah’ı icaz edemezsiniz” olarak geçmişti. Orada âlemlerin rabbi Allah’tan bahsetmektedir. Burada ise O’nun halifesi olan topluluktan söz etmektedir. Onun için izhar edilmiştir. Evet, siz sözünüzde dursanız, topluluk içinde saygınlık kazanırsınız, kişiliğiniz yükselir ve herkes sizinle iş yapmak ister.
يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ (4)
(YuXıbBu eLMutTaQıYNa)
“Muttakileri hubbeder.”
Sevgi kalbde duyulan bir duygudur. Bir su ısındığı zaman dibinden yukarıya doğru kabarcıklar çıkar. Ona “habbe” yani tane denmektedir. İnsanın birine karşı içinde duyduğu sevgi bir duygudur. Adeta kaynayan sudan çıkan kabarcıklar gibi bir şeyler hissedersiniz. Ona sevgi denmektedir. Ben ona ısındım dersiniz. Karşı kişilere duyulan iyi duygulardır. Takdir etme iyi duygudur. Takdir onu kıymetlendirmedir. Memnun olma geçicidir. Muhabbet ise süreklidir.
Muhabbet öyle bir duygudur ki çoğu zaman karşılığı olmaz. İlişki kurduğunuz insanlara karşı sevgi duyarsınız ama neden duyduğunuzu bilemezsiniz. Bazı kimselerden ise hoşlanmazsınız, onun sebebini de bilemezsiniz. İkili sevgi ile topluluğun sevgisi ayrı ayrı şeylerdir. Toplulukta kişiler başkanlarına sevgi duyarlar. Onlar da mensubine sevgi duyar. Ayrıca bazı kişiler topluluk tarafından sevilirler. İşte bu sevilmeye ulaşma ittika ile yani sözde durma ile olur, ahitlere riayetle olur.
“Vika” kaptır, kulübedir; yağmurdan, fırtınadan, canavardan korunmak için sığınılan yerdir. İnsanların sığınağı şeriattır yani topluluğun kurallarıdır, kuralların kaynağıdır, sözleşmelerdir, akitler ve ahitlerdir.
Burada ahitlere riayet etmeyi ittika ile bir saymıştır. Arada harfi atıf getirmeden sözlerinde duranları muttaki olarak vasıflandırmıştır. Demek ki sözde durmak ittikadır.
Evet, kim olursa olsun, ne kadar kötü olurlarsa olsunlar, hattâ yargı kararlarını esasta kabul etmeseler bile, siz verdiğiniz sözde duracaksınız. Sözde durmadıkları takdirde siz de durmayabilirsiniz ama sözde durmadıkları yargı kararına bağlıdır. Demek ki beraat ilanına karşı yargı açıktır. Her zaman hakemlere başvurup biz müşrik değiliz diyebilirler.