Tevbe Sûresi-16
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌ ابْنُ اللَّهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَسِيحُ ابْنُ اللَّهِ ذَلِكَ قَوْلُهُمْ بِأَفْوَاهِهِمْ يُضَاهِئُونَ قَوْلَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُ قَاتَلَهُمُ اللَّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ (30) اتَّخَذُوا أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا إِلَهًا وَاحِدًا لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ (31)
وَقَالَتِ الْيَهُودُ عُزَيْرٌ ابْنُ اللَّهِ وَقَالَتِ النَّصَارَى الْمَسِيحُ ابْنُ اللَّهِ
(Va QAvLaTi eLYAHUDu GuZaYRun İBNu elLAVHi Va QAvLaTi elNAÖaRa eLMaSIyXu iBNu elLAvHi)
“Yahudi, Üzeyir Allah’ın oğludur dediler. Nasara da Mesih Allah’ın oğludur dediler.”
Müşriklerin necis olduğunu anlattıktan sonra, ehli kitabın da şirkini anlatmaktadır. “Ve” harfi ile atfedilmiştir. Buradaki şirk necis olan şirkten farklıdır. Cizye veren kitap verilenlerden de farklıdır. “Yahudiler” demektedir. Üzeyir Tevrat’taki Ezra’dır.
Hazreti İbrahim M.Ö. 2000 yıllarında Mezopotamya’da peygamberlik yapmıştır. Oğlu İshak, onun oğlu Yakup ve onun oğlu Yusuf Mısır’a taşınmıştır. Arada üç nesil vardır. 100 ile 200 yıl arasında Mısır’a gitmiştir. Musa’nın Mısır’dan çıkışı da M.Ö. 1200 veya 1400 yılları arasındadır. Davut Peygamberin kurduğu devlet M.Ö. 1000 yıllarındadır. Bu tarihi dönemdir.
Hazreti Davud’dan sonra Yahuda ve İsrail olmak üzere İbrani devleti ikiye ayrılmıştır. M.Ö. 600 yıllarında bu devletler Babillilerin işgali ile sonra Mezopotamya’ya sürgün edilmişlerdir. Yaklaşık 60 yıl Babil esaretinde kaldıktan sonra Babilliler Persler tarafından mağlup edilmiş, İbranilerin Filistin’e dönmelerine de izin verilmiştir. Üzeyir, Persler tarafından desteklenen Yahudileri tekrar anavatana taşıyan kimsedir.
Ezra’nın yaptığı iş, İsrail oğullarının tekrar Filistin’e gelmelerini tamamlamış, Mescid-i Aksa’yı yeniden inşa etmiş, İsrail oğullarının yabancılarla evlenmelerini yasaklamıştır. Unutulmuş Tevrat’ı yeniden tedvin etmiştir. Halk onu çok büyütmüş, adeta tanrı gibi ona tapmaya başlamıştır. İsrail oğulları bunu sonra yapmışlardır.
Bugünkü Yahudiler böyle söyledikleri halde ve bütün Yahudiler de söylemediği halde, Kur’an “Yahudi söyledi” diyerek bazısının yaptığını hepsinin yaptığını söylemektedir. Bir toplulukta biri bir şey söyler diğerleri susarsa hepsi söylemiş olur.
Tevrat’ta Yahudilerin Allah’ın oğulları oldukları söylenmektedir.
Üzeyir de bu durumda seçkin bir oğul olmuş olur.
Dinlerde bir hastalık vardır. Yalnız kendileri ehli necattır, diğerlerinin hepsi ehli dalalettirler. Müslümanlar dâhil tüm insanlar bu bâtıl inanç içerisindedir.
III. binyıl uygarlığı tüm dinler arası barış uygarlığı olacaktır. Bütün dinler ortak düşmanları olan dinsizlikle birlikte mücadele edeceklerdir.
Hazreti İsa İncil’i insanlığa tebliğ etmiştir. Hazreti İsa Yahudilere değil tüm insanlığa hitap etmiştir. Kur’an’ın bir müjdecisidir. Tevrat yalnız İsrail oğullarına hitap ediyordu. Yahudiler Tevrat’ın okunmasını diğer dinlerde olanlara yasaklamışlardır. Hazreti İsa gelmiş, Tevrat’ı değiştirmemiş, onun yanında bir ahlâk kitabı olan İncil’i getirmiş, tüm insanlığa Tevrat’ı da öğretmiş, Kur’an’ın geleceğini de müjdelemiştir.
Romalılar Hıristiyanlara çok feci zulümler yapmıştır. Hıristiyanlar bu zulümler karşısında gevşememişler, azalmamışlar, aksine direnmiş ve çoğalmışlardır. Bir Yahudi muhtedisi olan Pavlus bir taraftan Hıristiyanlığı bozmuş, diğer taraftan Roma’yı Hıristiyanlaştırmıştır. Bunun için kullandığı usul Hazreti İsa’nın Allah’ın oğlu olduğu iddiası idi. İki yönüyle temsil ediliyordu; bedeniyle devleti, ruhu ile dini. İmparator İsa’nın bedeni idi, Papa ise İsa’nın ruhu idi. Bunların birleşmesi ile devlet oluşuyordu.
Hazreti İsa Allah’ın oğlu olarak gelmiş ve insanların günahlarını yüklenerek gitmişti!
Bu batıl inanç Pavlus tarafından Hıristiyanlığa sokulmuştu. Şiddetli Hıristiyan düşmanı olan Pavlus, bir gün Hazreti İsa’ya rastladığını söylemiştir ve şedit Hıristiyan olmuştur.
İmparatorluğu Hıristiyanlaştırmak amacıyla ortaya konmuş batıl itikat hâlâ devam etmektedir. Oysa bugün artık imparatorluklardan eser kalamamış, ulus devletler ortaya çıkmıştır. Bizans İmparatorluğu da ortadan kalkmıştır. Hıristiyanların artık batıl Pavlus inancına gerek kalmamıştır. Ne var ki sömürü sermayesi ateizmi yayıp insanlığı sömürmeye devam edebilmesi için hâlâ kiliseye bu batıl itikadı savundurmaya el altından devam etmiştir.
İslâmiyet’e yakınlaştıkça, Müslümanlar da onlara yaklaştıkça, Papalık bu batıl itikatları bırakarak Hak inancın sahibi olacak ve bu sayede tekrar eski gücünü elde edecektir.
وَقَالَتِ الْيَهُودُ
(Va QAvLaTi eLYaHUDu)
“Yahudi kavl etti”
“Yahudi” müfret bir kelimedir. Çoğul sigası ile Kâlet” denmektedir.
Bir kavmin adı olduğu için zamir eril de olabilir dişil de olabilir. Topluluğun kendisi kastediliyorsa müzekker zamir gider ve tekil olur. Bir Yahudi kastediliyorsa da zamir tekil olur. Çok Yahudiler kastediliyorsa o zaman zamir dişil olur.
Burada kastedilen bazı Yahudilerdir. Bu sebeple “Kâle” denmemiş de “Kâlet” denmiştir. “Yahudi” kelimesi fiilden isimleşmiş bir kelimedir. “Ellezîne Hâdû” olarak da zikredilmektedirler. “Hûd” da denmektedir. Hindu dinine sahip olanlar da Hud dinindendirler. Hindu Brahmanizm’den oluşmuştur. Temel ortaklık tarafları seçilmiş kavimlere ait olmalarıdır. Onlara kitap gelmiş ve önce kendi içlerinde kitapları uygulamışlardır. Yönetimde farklı sınıf oluşturmuşlardır. Kur’an’a kadar bu hüküm devam etmelidir.
Kur’an soydan gelen farklılıkları kaldırmış, farklılığı askerliği yapanlarla yapmayanlar arasına koymuştur. Hazreti İsa gelmiş, imtiyazlarına son vermiş ve Tevrat’ı tüm insanlığın şeriatı yapmıştır. Doğuda da Buda gelmiş, Brahmanizm’in Avestalarını tüm insanlığa hidayet rehberi yapmıştır. Kur’an ise son kitap olarak gelmiş, icma ve içtihat müessesesi ile tüm dinleri tek merkez etrafında toplamıştır.
عُزَيْرٌ
(GuZaYRun)
“Üzeyir”
“Azr” “azz” kelimesi ile akrabadır. “Azze” söz geçirme anlamındadır.
Sevilen ve sayılan kimseler vardır. Onlar güçlü oldukları için değil doğruyu söyledikleri için herkes tarafından sözü dinlenen kimselerdir. Bunlara “aziz” derler.
“Üzeyr” de ona yani azize yakın mana taşımaktadır.
“İzzet”te daha çok maddi emirlerine itaat ederler.
“Azr”da ise onun gösterdiği hedefe doğru ilerlerler.
“Üzeyir” böyle bir kelimedir. “Ezra” kelimesi İbranicedir, saygı göstermek anlamındadır. “Üzeyir” saygın demektir.
ابْنُ اللَّهِ
(İBNu elLAVHi)
“Allah’ın ibnidir.”
“İbn” “bnv” kökünden gelmektedir. Yapı anlamındaki “bina” kökünden gelir. Sonunda canlılar ölürler, yerlerine çocuklarını bırakırlar. Çocuklar babalarını yaşatırlar. İkinci Allah olamayacağına göre oğlu da olamayacaktır.
وَقَالَتِ النَّصَارَى
(Va QAvLaTi elNAÖaRa)
“Ve nasara kavl etti.”
Kavl edenler farklı kimseler ve farklı zamanlarda olduğu için tekrar edilmiştir.
“Nasara” bir dine mensup olanların adıdır. Fiil bu sebeple müennes gelmiştir. Kelime çoğul olsa bile özel ad olarak tekildir. Kalıbın çoğul kalıbı olması çoğul adı olunca onu çoğul yapmaz. Mesela birine biz Nasırun ismi koysak, isim olarak tekildir.
الْمَسِيحُ
(eLMaSIyXu)
“Mesih”
“Mesh etmek” eliyle bir şeyin yüzeyini düzeltmek demektir. Su ile veya toprak ile sıvalamak.
“Mesih” Hazreti İsa’nın adıdır. Düzeltilmiş, son şekli verilmiş anlamındadır.
“İsa” beklenen demektir. “Meryem” meramdan istenen anlamındadır. İstenenin oğlu demektir. Hazreti İsa insanlığın ümidi olmuştur. Bugün dünya nüfusunun yarısından çoğu onun peygamberliğine inanmaktadır.
ابْنُ اللَّهِ
(eiBNu elLAHi)
“Allah’ın oğludur.”
Oğul babası gibidir. Oğul ile baba kişilik ve görev bakımından farksızdır.
Allah insanları yaratmış, kendisini onlardan saklamıştır. Bu insanların bağımsızlıklarını sağlamak içindir. Eğitimde de bu böyledir. Kişinin başarılı bir öğrenime ulaşması için onu kendi başına bırakmak, hatalarıyla ve yanlışlarıyla uğraştırmak gerekir. Başında devamlı kontrol ederseniz, o yalnız kalınca sudan çıkan balığa döner. Allah bu sebeple insanlara doğrudan görünmemektedir. Böylece insanlar kendi çabaları ile yetişmekte ve uygarlık bu sayede sağlanmaktadır. 15 yaşına gelen bir çocuk üzerinde anne babanın hiçbir yetkisinin kalmaması bu hikmetten dolayıdır.
Allah’ı göremeyen insanlar insanları tanrı yapmışlardır.
Burada Yahudilerin ve Hıristiyanların bu zafiyetleri dile getirilmiştir. Bu bâtıl anlayışlarından vazgeçmeleri üzerinde Kur’an ısrar etmektedir. Tevrat, İncil, Kur’an müsbet ilmin onayladığı ilâhi kitaplardır. İslâm dini barış dinidir. Bu dinlerin hepsi islâmdır.
Yine İslâm dini akıl dinidir. Bunlarda akıl dışı bir şey olmamalıdır. Gelecek dünya dindar olacaktır. Ne var ki dinlerdeki hurafeleri ayıklayacaktır.
Bu hurafelerden ayıklamak için iki yol kullanılacaktır.
a) Dinlerde müsbet ilme aykırı görüşler varsa onlar ayıklanacaktır.
b) Dinlerde Kur’an’a aykırı bir şeyler varsa ayıklanacaktır.
Diğer kitapları ve Kur’an’ı Allah göndermiştir.
Onlar arasında aykırılıklar olamaz.
Ayıklama nasıl yapılacaktır?
Ayıklamanın iki yolu vardır. Biri tercümelerde ve aktarmalarda değişmeler olmuş olduğuna karar verirsek, onun aslını bulursak asla döndürürüz.
Değişmiş olduğunu ispat edemezsek, o zaman kitabı müsbet ilme ve Kur’an’ın verilerine göre tevil ederiz. Tüm dinler ve İslâm dinine mensup olanlar da bu usulü kullanarak dinlerini asliyete götüreceklerdir. Ondan sonra da tüm insanlar tek Allah’a ama kendi peygamberlerinin öğretilerine uyarak yaşayacak ve âhirette cennete gideceklerdir.
ذَلِكَ قَوْلُهُمْ بِأَفْوَاهِهِمْ يُضَاهِئُونَ قَوْلَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ قَبْلُ
(ÜAvLiKa QavLuHuM BiEaFVAvHiHiM YuWAvHiEUvNa QaVLa elLaÜIyNa KaFaRUv MiN QaBLu)
“Bunlar femleri ile kavl ettikleri kavillerdir. Önceden küfretmiş olan kimselerin kavlini müdahae ediyorlar.”
“DHY” memesi belirmemiş kadın, erkeğe benzeyen kadın demektir. Bir başka şey gibi olmaya çalışmak demektir.
Tarihte Âdem aleyhisselamdan beri tek Allah’a inanan insanlar var olduğu gibi, her zaman Allah’ın yanında ona benzer varlıklar edinmiş insanlar olmuştur.
Bir topluluk kendisine bir başkan seçer, o başkan etrafında toplanır, onun sözünü dinlemeye başlar. Böylece topluluk arasında birlik doğar. Bu birlik sayesinde çok büyük güç oluşur. Bu güç topluluk olmaktan doğan güçtür. Birliğin sağladığı bir güçtür. Halk bu birliğin sağladığı gücü başkanın gücü kabul eder ve onu tanrılaştırırlar. Onda üstün güç olduğunu sanırlar. Oysa merkezde kim olursa olsun, onun özel bir güç olması gerekmez. Onun etrafında toplanmış olmak yeterlidir.
Yetenekli insanlar çevrelerinde insanları toplar ve büyük güç oluştururlar. Onun ölümü ile topluluk dağılmaz, onun oğlunu onun yerine geçirirler. Halkı onun etrafında tutabilmek için çevredekiler başkanlarını tanrılaştırırlar ve ondan gelen çocukları da tanrı yaparlar. Eski Mısır böylece iki bin yıldan fazla birliğini korumuştur. Firavunlar Güneş’in oğlu kabul edilmiştir. Güneş de tanrı sayılmıştır. Japonlar hâlâ krallarının tanrının oğlu olduğunu varsayarlar.
Demek ki bu yöneticilerin tanrı oğlu kabul edilmesi insanlığın eski geleneğidir.
Yahudiler ve Hıristiyanlar da bu eski geleneği sürdürmüşlerdir. Onların o söylediklerini dilleri ile söylemektedirler. Yani söylediklerine kendileri de inanmamaktadırlar.
Toplulukta bir de böyle bir oluş vardır. Fertlerin tamamı bir şeyin öyle olmadığına kanidir ama bunu ortaya koymaz, aksini savunurlar. Biri çıkıp da doğru söylese, onun hasımları bunu fırsat bilerek ona saldırırlar. Sokrat’ı tanrılara inanmıyor diye asmışlardır. Bu sebepledir ki bir gün önce tanrı olan bir diktatör bir gün sonra deccal olur. Yirminci yüzyıl böyle diktatörlerle doludur.
Diktatörlerin kendileri genellikle tanrılık iddiasında bulunmazlar, sonra gelenler onu tanrılaştırırlar. Lenin felç geçirmiş ve 1917’den 1924’e kadar yaşamış, sonunda ölmüştür. Yahudi olan Lenin ile Yahudi olmayan Stalin arasında derin bir iç kavga vardı. Stalin Yahudi olan Beria’yı yok etmiştir Ama Lenin’i tanrılaştırmış ve her tarafta onun heykelini diktirmiştir.
Mustafa Kemal ile İsmet İnönü arasında soğukluk vardır. Bir ateist olan Celal Bayar’ın fitnesi ile araları açılmıştır. Mareşal Fevzi Çakmak’ın askeri müdahalesi ile İnönü Cumhurbaşkanı olmuş, Mustafa Kemal’i yücelere çıkarmış, daha sonra Celal Bayar ise onu tanrılaştırmıştır.
Ağızları ile söylemek bu demektir. Beyinleri ile değil ağızları ile söylerler.
İnsanlar bir şeye alıştıktan sonra onu bilinçaltında yaparlar.
İlk araba kullanırken çok sıkıntı çekersiniz. Ama alıştıktan sonra artık siz farkında olmadan gerekli hareketleri yaparsınız. Konuşma da böyledir. Önce düşünerek bilinçle cümleleri söylemeye başlarsınız. Ondan sonra ağzınızdan cümleler çıkar ama siz bilinç ile değil, çevrenin söylediklerini söylersiniz.
Bu âyette bu durum anlatılmakta, Hıristiyanların üçlü tanrı kabul etmiş olmalarını düşünerek ve onu tahkik ederek değil, eskiler söyledi ben de söyleyeyim demektedirler. Hepimiz farkında olmadan böyle eski şeyleri söyleriz.
ذَلِكَ قَوْلُهُمْ
(ÜAvLiKa QavLuHuM)
“Bu onların kavlidir.”
Burada işaret edilen iki sözdür.
Biri “Üzeyr Allah’ın oğludur” sözü, diğeri de “Mesih Allah’ın oğludur” sözüdür.
Söylenen bu sözlerin manası anlamındadır.
Kastedilen lafız olsaydı “Haza” denmiş olurdu. Kastedilen “kavlehuma” demektir. Böyle denmemiş de “kavl” kelimesi tek yapılmış ve ikisi de çoğul yapılmıştır. Çünkü eskiler İsa Allah’ın oğludur demediler. Firavun Allah’ın oğludur dediler.
İki örnek verdi. Sonra onları örnek yapıp tek söze çevirdi. İki topluluğu da bir topluğa çevirip söyledi. Burada çok tekleştirilmiştir, “ikil” de “çoğul” yapılmıştır.
Kâinat sentez ve analizden oluşur. Benzer şeyleri yapanlar birleşmiş olurlar.
بِأَفْوَاهِهِمْ
(BiEaFVAvHiHiM)
“Femleri ile”
Söylediğimiz sözlerin bir kısmı bilinç içinde ruhlar tarafından söylenir, bir kısmı ise ruha uğramadan beyindeki devrelerle otomatikman söylenir.
Bilgisayar satranç oynamaktadır ama onun ruhu yoktur.
Beynimiz de işlemlerin çoğunu bilinçsiz bir bilgisayar gibi yapar ve söyler.
يُضَاهِئُونَ
(YuWAvHiEUvNa)
“Müdahae ederler.”
Bir arkadaşla yola çıkan biraz sonra onunla uygun adım atar.
Sokakta yürüyen iki kişiye bakınız, hep böyle yürürler. Bu ayak uydurmada onların beyinleri ayarlama yapar, kendilerinin haberi olmaz. Kalbin atması gibi şuur altındadır.
Klavyede Arap harfleri yazılı olmadığı halde düşünmeden doğru tuşlara basabiliyorum.
Bu tür bilinçsiz sözler insanları tutucu yapar, çoğu zaman bilinçsiz hareketlere geçerler.
قَوْلَ الَّذِينَ كَفَرُوا
(QaVLa elLaÜIyNa KaFaRUv)
“Küfretmiş olan kimselerin kavline.”
“Ellezîne Keferû” marife olarak gelmiştir. Söyleyenler de bellidir, söylenen de bellidir. Bu söz ‘Firavun tanrının oğludur’ sözüdür, söyleyenler de Eski Mısırlılardır.
İsrail oğulları yarım binyıldan fazla Mısır’da yaşamışlar, onların kavilleri içinde büyümüşlerdir. Bilinçaltlarında o sözler kalmıştır ve binlerce yıl sonra yine aynı düşünce ve anlayış nüksetmiştir.
Hıristiyanlar İslâmiyet’ten önce Persler ile savaşa girişmiş, kendilerini zor korumuşlardır. Halklar arasında birliği Hazreti İsa’yı tanrılaştırarak sağlamaya çalışmışlardır. Mısır’da Firavun ne ise Hıristiyanlarda papa ve imparator odur.
O günler için bu söz yıkmamış ama son beşyüz yılda ise Hıristiyanlığı bu yanlış gayriilmî sözler, manasız sözler yıkmıştır.
Allah Kur’an’da Yahudileri ve Hıristiyanları uyararak bu sözlerin böyle bilinçsiz sözler olduğunu söylemekte ve III. binyılda olmaları gereken şekli bildirmektedir.
Hazreti Musa Firavuna benzer sözler söylediği zaman o aldırmamıştı ama kendisinin akıbeti boğulup yok olmak oldu; bugün onun tanrılığını kabul eden bir kişi bile yoktur.
مِنْ قَبْلُ
(MiN QaBLu)
“Kablinde”
Buradaki “Min” “Fî” manasındadır. Zamandan belli cüzü ifade eder. “Ellezîne Keferû”nun marifeliğini teyit etmektedir. Yani Firavunlar zamanında demektir.
Bununla beraber günümüze gelip çağımızın putperestlerini düşünebilir, bunların çağdaş sömürü sermayesi Firavunlarının söylediklerini tekrar ettiklerini düşünebiliriz.
“FAİZ BİR REALİTEDİR, DEĞİŞMEZ!” sözü böyle bir sözdür.
Faizsiz düzeni öğrenip deneyeceğine, faizci tekel sömürü sermayesinin söylediklerine teslim olmak ve gereğini yapmak; işte bütün bunlar tam da bu âyetin ifade ettikleridir.
قَاتَلَهُمُ اللَّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ
(QAvTaLaHuMu elLAHu EanNAv YuEFaKUvNa)
“Allah onlarla mukatele etti. Hâlâ neden ifk olunuyorsunuz?”
Nereye ifk edeceklerdir?
“Fek” alt veya üst çene demektir. Kapanarak yakalayan tuzaklara “ifk” denmektedir. Tuzak anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Alt ve üst çenenin birleştiği yerdir. Mastar olarak ters çevirmek manası almıştır.
Kapan, iki hareketliyle bağlanır. Ortasında bez gerilir. Hayvan beze basınca kapanır ve hayvanı yakalar. Bu tuzağın adı “ifk”tir.
Bir kimsenin yapmadığı kötülüğü yapmış göstererek onu kötü duruma düşürmek de “ifk”tir.
“İfk etmek” demek başkasını tuzağa düşürmek demektir.
“İfk olunmak” ise tuzağa düşmektir.
Allah onlarla mukatele etmektedir. Nereye ifk olunuyorlar?
İfk eden ifk olunur. ‘Başkasına tuzağı kuran kendisi düşer’ atasözünün Kur’an’daki ifadesi ifk olunmak, tuzağa düşmek demektir.
Buradaki “Hum” zamiri Yahudilere ve Hıristiyanlara yahut daha öncekilere veya böyle olan herkese gitmektedir. Örnek genişletilmiş olmaktadır.
Allah sömürü sermayesi ile kıtal etmektedir.
Yahudilerin tarihi sürgünlerle doludur. Sonunda güya bir vatan edindiler ama her gün ölümle karşı karşıyadırlar. Savaş hiç durmadan devam etmektedir.
Hıristiyanlar arasında da hep karşılıklı savaşlar sürüp gitmiştir. Birinci ve İkinci Cihan Savaşları bunun en son ve en açık birer örneğidir.
Allah onlarla kıtal etmektedir.
“Keyfe” nasıl manasındadır. “Eyne” nerede anlamındadır. “Ennâ” ise ne sebeple demektir.
Allah onlarla kıtal etmiştir. Hâlâ neden yanılıyorlar, hâlâ neden tuzağa düşüyorlar?
Artık tarihlerine bakıp kendilerine gelmeleri gerekmektedir.
Yahudilerle Hıristiyanlar arasındaki kavga Hazreti İsa’ya yaptıkları ile başlar.
Müslümanlarla Yahudiler arasındaki kavga ise Hendek Savaşı’nda başlamıştır.
Yahudiler diğer ulusları savaştırır, kendileri onları sömürürler. Bu huylarından vazgeçmiyorlar. Bu sebepledir ki bunu bilenler tarafından her zaman ezilmişlerdir. Daha önce Müslümanlarla Hıristiyanları savaştırmış ve varlıklarını sürdürmüşlerdir. Tarihte ve günümüzde Haçlı Seferleri tertipleyen ve finanse edenler hep Yahudilerdir. 1897’ye kadar bu “din çatışmaları” siyasetini yaşatmışlar, daha sonra da “rejim savaşlarını” ortaya koymuş ve kırk milyon insanın ölümüne sebep olmuşlardır.
Bugün de Müslümanları ayaklandırıp III. dünya savaşını çıkarmak istiyorlar...
Bütün bu olanlar onları hâlâ uyandırmadı; neden hâlâ aynı tuzağa düşüyorlar?..
Tefsirlerde neden-nereye dönüyorlar şeklinde yorumlar yapılmıştır.
Dönme değil tuzağa düşme manasındadır.
قَاتَلَهُمُ اللَّهُ
(QAvTaLaHuMu elLAHu)
“Allah onlarla mukatele etmiştir.”
“Katletme” insanı öldürme demektir.
Kur’an ‘bir insanı öldürmek bütün insanları öldürme gibidir’ demektedir. Bir insanı öldüren bütün insanları öldürmüş gibi olur, bütün insanlığı öldürmüş gibi olur. İnsanlık da Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Dolayısıyla Allah da onu öldürür, mukatele etmiş olur.
Bunun başka anlamı, öldürme dışında idam cezası yoktur yani recm yoktur. Katletmeyi öldürme şeklinde anladığımızda her insan ölmeyecek midir? “Hum” zamiri neden sadece onlara gitmiştir? İnsan, insan eliyle değil de tabii kurallarla ölürse, o öldürme değildir. Tabii kurallar içinde değil de kurallar aşılarak öldürülürse ona katl denmektedir. O halde her ölüm kaderle değildir. Kaderin dışında da ölümler vardır. İnsan kaderin dışında öldürürse, Allah da kaderin dışında öldürür. İrade-i cüziye olur.
Burada öğreneceğimiz diğer bir husus ise; Allah’ın oğlu diye kabul edilenler bu kötü uydurmadan sorumlu değildirler. Üzeyir de İsa da bundan dolayı herhangi eksikliğe uğramazlar.
Buradaki “Hum” zamirinin muhatabı olan kişiler, birilerini Allah’ın oğlu kabul edenlerdir. Kıyasla tüm diktatörler buna dâhildir.
أَنَّى يُؤْفَكُونَ
(EanNAv YuEFaKUvNa)
“Hâlâ neden ifk olunuyorlar?”
Bu durumda sizin akıllanmanız, bu tür saçma varsayımlardan kurtulmanız gerekir, bu tuzağa düşmemeniz gerekir.
Allah bize Hıristiyanları, Yahudileri, Budistleri, Hinduları bu tür bataklığa düşmüş olan kimseler olarak anlatmak suretiyle bizim böyle bir duruma düşmememizi emretmekte, bu konuları açıklığa kavuşturarak tebliğ yapmamız için bize bilgi vermektedir.
اتَّخَذُوا أَحْبَارَهُمْ وَرُهْبَانَهُمْ أَرْبَابًا مِنْ دُونِ اللَّهِ وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَمَا أُمِرُوا إِلَّا لِيَعْبُدُوا إِلَهًا وَاحِدًا لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ سُبْحَانَهُ عَمَّا يُشْرِكُونَ (31)
(itTaPaÜUv EaXBAvRaHuM Va RuHBAvNaHuM EaRBAvBan Mın DUvNi elLAHi Va eLMaSIyXa iBNa MaRYaMa VaMAv EuMIyRUv EilLAv LiYaGBuDUv EiLAvHan VAvXıDan LAv EiLAvHa EilLAv HUvVa SuBXAvNaHUv GamMAv YuŞRiKUvNa)
“Allah’ın dununda ahbarlarını ve ruhbanlarını erbab ittihaz ettiler ve Meryem oğlu İsa’yı da. Oysa onlara sadece kendisinden başka olmayan bir ilâha ibadet edilmesi emr olunmuştur. O’ndan başka ilâh yoktur. O onların işrak ettiklerinden sübhandır.”
“İttihaz etmek” demek, ibadet etmek demektir.
İbadet nedir?
Namazın ve orucun ibadet olmadığını bilmekteyiz. Ameli salihat da ibadet değildir.
O halde ibadet nedir?
Ameli salihten kasıt başkalarının amellerine uygun ameller demektir. İbadet ise kamu görevlerini yapma demektir. Savaş ibadettir. İnsanın kendi çocuğuna bakması ibadettir. Sözde durmak ibadettir.
“Rab” da O’na teslim olup O’nun her istediğini yapmadır. Başka bir ifade ile O’nun dediklerini doğru kabul etmedir.
Kırgızistan’da bir gün cuma namazını kıldım. Ben camiden çıkmadan bir arkadaşımız Kırgızistan’daki Türk gençlerini ve onların Kırgız arkadaşlarını dizmiş, beni büyük şeyh olarak takdim edip bende keramet olduğuna inandıracaktır! Kapıda dizilmişler, ellerimi öpecekler! Bir ikisinin elini aldıktan sonra bırakıp gittim ve arkadaşımıza da bir daha böyle şey yapmamasını söyledim. O da sözümü dinledi ve bir daha yapmadı.
İşte, bir insanda söylentilere uyup kerametler kabul ederek onun dediklerini yapma, onu rab ittihaz etmedir. Kimse başkasının reyi ile amel edemez. Herkes kendi içtihadına göre amel eder. Kendisinden daha iyi bildiğini tahkik eden kimse ona tabi olur; ona değil onun bilgisine tabi olur.
“İlâh” kelimesi tanrı anlamındadır.
İnsan beyni sebepsiz bir şeyin olacağını kabul etmez.
Sana arkadan bir yumruk vurulsa, dönsen, biri orada duruyor. Hiç tereddüt etmeden yumruğu onun attığını kabul eder, ya kaçar ya da sen de yumruklamaya başlarsın. ‘Hayır, ben vurmadım’ dese, kimse inanmaz. Ne kadar Tanrı’ya inanmasa da yediği yumruk kendi kendine vuruldu deyip hareketsiz kalmaz. Bir yumruğun kendiliğinden olduğunu kabul etmeyen insan o güzelim çiçeklerin, besin olarak kullandığımız meyvelerin kendiliğinden oluştuğunu nasıl iddia eder. Sebep-sonuç ilişkilerine inanan herkes Tanrı’ya inanmaktadır. İşte bu varlık İlâh’tır.
Müsbet ilimlerin bilinmediği dönemlerde bu gücün Güneş olduğu, dağ olduğu, kurt olduğu gibi şeyler sanılmıştır. Müsbet ilimler ortaya çıkınca, bunların tanrı değil alelade sonradan var edilen varlıklar olduğu ortaya çıkınca insanlar Tanrı’nın olmadığını iddia etmeye başlamışlardır. Sermayenin sömürüsünü sonuna kadar götürmesi için bu tutarsız ateizmi destekleme durumu ortaya çıkmıştır. Paranın gücü ile insanlar iki asırdan fazla ateizmi moda hâline getirmişlerdir.
Bugün müsbet ilmin verileri altında İlâh’ın var olduğu ve tek olduğu ortaya çıkmıştır.
Evet, var olduğu ortaya çıkmıştır, çünkü kâinat bundan 13,7 milyar yıldan önce yoktu. Sebepsiz sonuç olmayacağına göre bugünkü kâinatı var eden birileri vardır. Bu var edenin tek olduğu ortaya çıkmıştır. Çünkü bütün mamuller tek fabrikadan çıkmıştır. Aynı hammadde kullanılmıştır. Aynı normlara göre dizayn edilmiştir.
Âyette “ahbar” ve “ruhban” geçmektedir.
Allah Kur’an’da her şeyi iki çift yarattık demektedir.
Buna göre insanda dört meleke vardır.
HİSLER neyin yapılmasını öğreten melekedir. Yemek yemen gerektiği zaman acıkırsın. Giyinmen gerektiği zaman üşürsün. Bunlar neyin iyi olduğunu anlatır. Varlık yokluktan iyidir. Birlik ayrılıktan iyidir. Denge dağınıklıktan iyidir. İlerilik durağanlıktan daha iyidir. Yaşamamız için gerekli olanlar bizim için iyi olanlardır.
FİKİRLER nasıl yapacağımızı öğreten melekedir. Doğruyu yanlıştan ayırır. Hisler neyin yapılması gerektiğini, fikirler nasıl yapılacağını öğretir.
İRADE ise nasıl yapılacağı bilinen şeyleri zaman harcayarak yapmaktır. Neyi ne zaman yapman gerektiğine irade karar verir. Üretim irade ile yapılır.
ÜNSİYET eldeki ürünlerin nasıl kullanılacağını, nasıl harcanacağını ifade ediyor. Üreten harcamıyor. Üretenler bölüşüyor. Evdekiler bölüşüyor. İşte bu bölüşmeyi sağlayan meleke ünsiyettir. Böyle bir meleke yalnız insanda vardır.
Dört meleke dört ilişki kuruluşunu oluşturur. Sanat hisleri, dil fikirleri, teknik iradeyi, hukuk da ünsiyeti ifade eder. Dört meleke sayesinde insanlar arasında ilişkileri sağlayan dört müessese doğar. Böylece topluluk oluşmaya başlar.
Sanatla ortak hisler oluşur, buna “iman” denmektedir.
Dille ortak fikirler oluşur, buna “ilim” denmektedir.
Teknik ile ortak işler yapılır, buna “iktisat” denmektedir.
Hukuk ile de ortak ünsiyet oluşur, buna “yönetim” denmektedir.
Kur’an din adamlarına “ruhban”, ilim adamlarına “ahbar”, iş adamlarına “rabban”, siyaset adamlarına “kıssis” demektedir.
Kur’an bunların oluşturdukları sosyal grupları da ayrı ayrı zikretmektedir. Dinî gruba “minhac”, ilmî gruba “şir’a”, meslekî gruba “mensek”, siyasi gruba “viche” demektedir.
Demek ki dinî dayanışma ortaklıklarının sorumluları “ruhban”, ilmî dayanışma ortaklıklarının sorumluları “ahbar”dır. Bunlar bu kuruluşların dayanışma ortaklıklarıdır.
Dayanışma ortaklığı demek, birine gelen beklenmedik bir zarar ortaklar arasında bölüşülerek karşılanır demektir. Örnek olarak, birisi hastalansa onun işlerini diğer ortaklar yaparlar, dolayısıyla onun gelirini sağlarlar. Birisine başkası saldırsa bütün ortaklar bir olup onu savunurlar. Diyet ödenmesi gerekirse bölüşerek öderler.
Topluluk bir beden gibidir. Nasıl insan bedeninde kan damarları varsa ve kan da gerekli maddeleri taşırsa, toplulukta da böyle kanallar vardır. Bu kanallardan biri tıkanırsa kriz olur ve tüm topluluk fesada uğrar. Bir araba kaza yaparsa trafik tıkanır. Trafiği açmak için kaza yapan o arabanın oradan kaldırılması gerekir.
Bir fabrikanın durması yalnız kendisine zarar değildir; fabrikadan kira payı alanlar paralarını alamaz ve aç kalırlar. Bakkala gidip mal alamadıkları için bakkal aç kalır, Bakkal aç kalınca fabrikalar aç kalır. O halde o fabrikanın harekete geçmesi gerekir.
Böylece ortaya çıkan beklenmedik arızaları gideren müesseseler zaruri olarak tesis edilmelidir. Buna sigorta diyorlar.
Kur’an da sigorta müessesesini koymaktadır ama bunun bazı farkları vardır.
1- Bugün sigortalanmak için önce her ay veya her yıl aidat ödüyorsun ve o sigorta ile sigortalanmış oluyorsun. Kur’an sigorta sisteminde ise önceden her ay ödeme yapılmamaktadır. Beklenmedik zarar ortaya çıkınca ortaklar bölüşerek zararı karşılarlar.
2- Ortaklardan nakit olarak ödeme yapamayanlara çalıştırılarak ödetilir. Böylece sigortanın da sigortalanmasına gerek kalmaz.
3- Bugün sigortalık bir olay olmasa da fon toplanmakta, bu da birçok istismarlara sebep olmaktadır. Oysa İslâm sigortalama sisteminde zarar olmazsa kimse bir şey ödememektedir. Dolayısıyla herkes olayı önlemeye çalışmaktadır.
4- Dört dayanışma ortaklığı dört ayrı sigortadır. İhmalden doğan zararları ahlâkî dayanışma, bilgisizlikten doğan zararları ilmî dayanışma, beceriksizlikten doğan zararları meslekî dayanışma, kasten iras edilen zararları siyasî dayanışma ortaklığı tazmin eder.
Bütün bunlar birer görevdir. Hepsi topluluğun görevli kıldığı kimselerdir. Hepsi şeriata ve bütün kurallara uymakla mükelleftir. Onların diğer insanlardan hiçbir farkı yoktur.
İşte, insanlardan bir kısmını diğer insanlardan üstün görüp onlarda insanüstü kuvvet olduğuna inanmak, erbab ittihaz etmedir.
Ben Allah’ın birçok mucizevî yardımını gördüm. Çevredeki insanlara yapılanları müşahede ettim ama hayatımda insanüstü gücü olan bir kimseye rastlamadım. Aksine büyütülen iki çalışma arkadaşım sonra rab seviyesine yükseltilmiştir; N. Erbakan ve F. Gülen. Ben onlarda diğer insanlardan farklı hiçbir şey görmedim. Tam tersine Allah onlara yardım etmiştir. S. Demirel onu veto etmeseydi Millî Görüş olmazdı. F. Gülen Amerika’ya sürülmeseydi bugün okullar olmazdı.
Kur’an “erbab ittihaz ettiler” diye Meryem oğlu Mesih’i de zikretmekte, ruhban ve ahbarın da iyi insanlar olduğuna işaret etmektedir.
اتَّخَذُوا
(itTaPaÜUv)
“İttihaz ettiler.”
Bir ilçeye kaymakam tayin edilir. Kendisine görevler verilir. Görevleri kadar yetkisi olur. Yetkisi kadar sorumlu olur. Sorumlu olduğu kadar da hakkı olur. Varsayalım ki halk kaymakamı çok sevdi, devletlerinin kaymakamı olarak değil de şahıs olarak ona bağlandı. Kaymakamın çevresinde birtakım gruplar oluştu ve kendilerini devlet yerine koydular. Kaymakamın hayatında veya kaymakamdan sonra bu grup devleti değil de kaymakamı başkan kabul edip devlete karşı isyan ettiler, devletin emrinden çıktılar. Devletin bütün imkânlarından yararlanıyorlar ama vergi vermiyorlar, askere gitmiyorlar. İşte bu durum kaymakamı ve yanındakileri rab ittihaz etmedir.
Allah’ın düzeni vardır. Biz o düzen içinde özgürüz. O düzenin kuralları içinde istediğimizi yapabiliriz. Düzeni bozma yetkimiz yoktur. Ne var ki Allah bize düzeni bozma gücünü de vermiştir. Biz istersek isyan edebilir ve kendi düzenimizi kendimiz kurmaya başlarız. Bunun sonunda sorumlu olur ve cezamızı çekeriz.
İttihaz etmenin ibadet etme olduğuna daha önce işaret etmiştik.
Bir imam namaz kıldırırken onun kıraatini dinlemek, rükûa gittiğinde rükûa gitmek, secde ettiğinde secde etmek tâbi olmadır. Siz imama değil Allah’a ibadet ediyorsunuz, imama Allah’ın emri olarak tâbi oluyorsunuz. Ama imam şarkı söylediği zaman siz de şarkı söylerseniz, imam takla attığı zaman siz de takla atarsanız, işte bu imamı rab edinmedir.
أَحْبَارَهُمْ
(EaXBAvRaHuM)
“Hubrlerini”
“Hıbr” mürekkeptir. “Humr” kırmızı demektir. Renk ismidir. Aralarında akrabalık vardır.
İlk insanlar kayalar üzerine kırmızı çamurdan yaptıkları boyayı kullanarak yazdılar. Sonraları yaptıkları mürekkebin adı olmuştur. Yazma ile uğraşan özel kişiler çıkmıştır. Bunlar ilim adamları olmuşlardır. Bunlar bilgi sahibi olmuş, insanlara bilmediklerini bildirmişledir. İnsanlar da bunları tanrı gibi kabul etmişler ve onlara ibadet etmeye başlamışlardır.
Tevrat bir şeriat kitabıdır. İnsanlar arasında adaletle hükmeden bir kitaptır. Şeriat ehli medreselerde yetişir, okullarda yetişir. Yahudilerin âlimleri ahbardır. Hazreti Musa peygamberin öğrettiği şeriatı tedris ederler. Hazreti Harun peygamber ise şeriatı değil tarikatı temsil eder. Tevrat onlardan sadece grup olarak bahsetmektedir.
Bu şekliyle anladığımız zaman Yahudiler ilim adamlarını rab ittihaz etmiş şeklinde anlarız. Yahudiler sözü hazf edilmiş olur. Cümlenin gelişi bu anlamda değildir. Âlimlerini ve din adamlarını rab ittihaz ettiler denmektedir.
وَرُهْبَانَهُمْ
(Va RuHBAvNaHuM)
“Ve rahiplerini”
“Rehb” cübbe demektir, üniforma demektir.
Toplulukta etkin kişiler belli olsun diye özel kıyafet giyerler, böylece heybetli görünürler. Din adamları hassaten ayinlerde özel elbise giyer ve kıyafetleri ile saygı uyandırırlar. Diğer taraftan askerler de özel kıyafetleri ile güçlerini gösterirler. İlim adamları gerçekleri ortaya koyarlar. Din adamları ise bu gerçekleri halka götürür ve onlara inandırırlar. Siyaset adamları da ilim adamlarının koyduğu gerçekleri güçleri ile halka kabul ettirirler.
Kur’an’da ruhbanlık ahbar ile ve kıssis ile beraber geçmektedir. Her ikisinin görevi birbirine benzemektedir. İlim adamları gerçekleri ortaya koyarlar. Rahipler bunları halka inandırarak onları ikna ederek ulaştırırlar. Askerler ise düzeni bozanları korkutarak yola getirirler. Halk ile ilişkileri askerlerin ve rahiplerin düzenlemesi nedeniyle onlar için özel kıyafet vardır. Rahip kelimesi böyle bir kıyafetin olması gerektiğini göstermektedir. Askerler için de müsevvimin denmektedir, üniformalı demektir.
İlim adamları halk ile doğrudan ilişkili değildirler. İlim adamlarının cübbe giymelerine gerek olmayabilir. Yahut kıyas yoluyla onlara da cübbe giydirilir.
Eskiden bu seçkinler halk tarafından bilinirdi. Çünkü tarım döneminde birlikte yaşayanlar birbirlerini tanırdı. Özel kıyafetlere gerek yoktu. Sanayi döneminde birbirimizi tanımıyoruz. Dolayısıyla insanların özel kıyafetler giymeleri ve bu şekilde kendilerini tanıtmaları gerekmektedir. Mesela doktor, doktor olduğunu gösteren kıyafetle dolaşacaktır. Mühendis ve usta mesleğini gösteren kıyafetle dolaşacaktır.
Adil Düzene göre kurulacak bir bucakta bu kurallar konacaktır. Başörtüsü tanınmak için kullanılacaktır. Kadın olsun erkek olsun kendisini tanıtan kıyafet ile hareket edecektir.
Köyümde kadınlar köyde iken özel kıyafet giymezler, günlük kıyafetleriyle dolaşırlardı. Köyün dışına çıkacaklarsa yahut yabancıların da katılacağı bir toplantı yapacaklarsa, evlerinde özel kıyafetleri vardı, onları giyerlerdi.
Burada ruhban ve ahbar birlikte zikredilmiş, bir erbabda birleştirilmiştir. Bunlar bir kişi olabilir. Bucaklarda âlimler ile din adamları aynı kimseler olur veya olabilir.
أَرْبَابًا
(EaRBAvBan)
“Rablar”
“Rabv” çöllerde bulunan çalı türü bir bitkidir. Canlılığını korumakta, her yıl biraz daha büyümektedir. “Hilkat” bir şeyi biçip yoğurup birden kullanılacak hâle getirmektir. “Rabvet” ise küçükten büyütüp zamanla olgunlaştırmaktır.
Allah hem hâliktir hem rabdır. İnsan genetiğini oluştururken hâliktir. İnsanın DNA’ları Hazreti Âdem’den beri aynıdır. Asla değişmez. Nesilden nesile intikal ettiği gibi bir insanın her hücresinde aynı DNA’lar vardır. Burada hâliktir. Ama insan tek hücre olarak yaratılır, çoğalır ve olgun insan olur. Bu rabvettir. Sondaki “V” harfi “B”ye dönüşmüş ve “rabb” olmuştur.
Fatiha’yı okuduğumuzda başta âlemlerin rabbinden bahsetmektedir. Sonra da “Sana ibadet eder Sen’den istiane ederiz” denmektedir. Burada rabbin mabud olduğunu ifade etmektedir. Terbiye eden kendi çıkarı için değil, terbiye edilenin çıkarı için terbiye eder. İbadet etme de onun için çalışmak demektir.
“Abd” köle demektir. Kölenin işçiden farkı, işçi sadece belli zamanını satar ve ücretini alır. Abd ise bütün zamanını satmıştır, bütün geçimini de rabbine yüklemiştir. Fatiha’daki “yalnız Sana ibadet ederiz”den kastın Sen’den başka kimseye köle olamayız anlamı çıkar. Bu köleliğin kaldırılması anlamında değildir.
Evet, Roma’daki köle anlayışı Kur’an’da yoktur.
Kölenin sahibi kendisi değildir; topluluktur, Allah’tır. Kölenin sahibi topluluğun yani Allah’ın bir görevlisidir. Bu sebepledir ki kölenin mutlak hâkimi değildir. Ancak şeriat içinde yetkileri vardır. Bundan dolayı köle de her zaman mahkemeye müracaat ederek sahibinden davacı olabilmekte ve hakkını istemektedir.
Buradaki “rabler edindiler”den maksat mutlak rabliktir.
مِنْ دُونِ اللَّهِ
(Min DUvNi elLAHi)
“Allah’ın dununda”
Halk dayanışma ortaklıklarını kuracak, onların fetvalarına uyacak, verdiği sözleri yerine getirecek. Bu anlamda rab ittihaz etmek yasaklanmamıştır. Şeriatın dışına çıkarak onlara tâbi olmadır. Topluluğun düzenini bozarak onlara tâbi olmak yasaklanmıştır. Topluluğun düzeni içinde ahbar ve ruhbana tâbi olmak şeriat gereğidir. Siz onlara rabbin temsilcisi olduğu için uyuyorsunuz. Yoksa o kimselerin şahsına uymuyorsunuz. Nitekim azledildiği zaman onun rabliği biter. İmam selam verdikten sonra artık imamlığı biter.
Biz yetkililere yasalar çerçevesi içinde uyarız. Yasaların dışına çıktıkları zaman biz onların yanında değiliz.
Burada askeri düzen ile hukuk düzeni arasındaki farka da işaret etmemiz gerekir. Askerlikte şeriatın dışındaki emirlere uyarsın, sonra hakkını ararsın. Üstün emrettiğini şeriata aykırı olsa da yapmak zorundasın. Hukuk düzeninde ise içtihadınla hareket edersin, üstün emirlerine uymakla sorumluluktan kurtulamazsın. Yaptıklarının hesabını üstlerine değil, hakemlerden oluşan yargıya verirsin.
Burada bahsedilen grup ahbar ve ruhbandır. İlim adamları ve din adamlarıdır. Bunların şeriata aykırı isteklerine uymazsın. Kıssis ve rabbanda ise işin seyrini aksatmamak için önce söylenene uyarsın, sonra hakkını ararsın.
وَالْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ
(Va eLMaSIyXa iBNa MaRYaMa)
“Ve Meryem oğlu Mesih’i de.”
Meryem oğlu Mesih’i doğrudan atfetmedi. Önce ahbar ve ruhbanı zikretti, sonra Meryem oğlu İsa’yı zikretti. Burada aslında bir hazf vardır. Çünkü rahipleri âlimleri ittihaz başka zamanda başka türlü yapılmakta, Hazreti İsa’nın rab ittihaz edilmesi başka şekilde yapılmaktadır. Biri öldükten sonra, diğeri ise hayatlarında yapılmaktadır.
Daha önce sadece “Mesih” dendiği halde burada “Meryem oğlu” kelimesi ile beraber zikretti. Rab olarak yalnız Hazreti İsa’yı değil, Hazreti Meryem ile birlikte rab ittihaz ettiler.
Meryem oğlu olduğuna vurgu yapılarak Allah’ın oğlu olmadığına da işaret edilmiştir. Meryem’i tanrı kabul etmiyorlar ama oğlunu tanrı kabul ediyorlar. Bununla beraber üçüncü bir tanrıyı da araya sokuyorlar. Hiçbir yönüyle mantıklı ve tutarlı olmayan bu inanca sarılıp devam ediyorlar.
Burada “Hum” zamirinin yalnız Hıristiyanlara gittiğini söyleyebiliriz. Bununla beraber “ittehaze” kelimesi hazfedilmiş olduğu için birinci ittihazda Yahudiler ve Hıristiyanlar dâhildir. Hazfedilmiş ittihazda ise yalnız Hıristiyanlar vardır. Eğer böyle ifade edilmeyip de ikisine doğrudan atfedilseydi o zaman mana karışırdı. Beliğ ifade şekli budur.
وَمَا أُمِرُوا
(VaMAv EuMIyRUv)
“Ve emr olunmadılar.”
“Merre” geçmek demektir. “Emere” bir yerden geçmesini sağlamak, bir iş yaptırmak anlamındadır. Sonraları “r”nin birisi düşmüş “emr” kök olmuştur.
Bir yetkilinin yetkisine dayanarak başkalarına bir işi yapmasını söylemektir.
İşi yapmayan sorumlu olur; ama amirine karşı değil, yargıya karşı sorumlu olur.
“Cebr” ise emreden tarafından zorla yaptırılır. Buna “ikrah” denir.
Düzende ikrah yoktur, emir ve nehiy vardır. Emir ve nehiyde emrolunanı yapmamaları hâlinde verilecek cezalar bellidir ve yargı tarafından bu cezalar verilir. Helal ve haramda ise ceza yoktur, sadece hukuki himayeden yoksun bırakılırlar.
إِلَّا لِيَعْبُدُوا
(EilLAv LiYaGBuDUv)
“Sadece ibadet etmeleri”
Fatiha’daki yalnız sana ibadet ederiz taahhüdü burada belirtilmiştir. Yalnız Allah’ın kölesi olunacak, kimsenin kölesi olunmayacaktır. Başkasının kölesi olmak Allah’a şirktir. Yani Allah’ın hükümranlığını parçalamaktır.
Çok tanrılı olma düzeni bozmadır.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yargı denetimi dışında istediği yasaları yapması, “la yüsel” olması şirktir. Yasa yapanlar halkın ihtiyaçlarını tesbit edip onların nasıl gidereceklerini gösteren kurallar koyarlar. Tabii ve sosyal kanunları ortaya koyarlar. Yoksa istediklerini kanun yapamazlar. Bunu denetleyen de hakemlerden oluşan yargıdır.
إِلَهًا وَاحِدًا
(EiLAvHan VAvXıDan)
“Vahid olan ilâha”
Allah ehaddır. İlâh ise vahiddir.
Allah zatı ile vardır. Kendisinden başka ilâh yoktur. Birdir ama sayılan bir değildir.
İlâh ise kâinattaki tezahürdür. Burada birdir.
Tüm çokluklar birlik içinde birleşmiştir. Tek düzen vardır. Tabii ve sosyal kanunlar birbirlerine uyumludur. O’na ibadet olunacaktır. O’nun kölesi olunacaktır.
Buradaki tenkir tekliği ifade eden tenkirdir. Tek ilâha çokluk içinde ibadet edilecektir. Dayanışma ortaklıkları çok olacaktır. Kişiler istedikleri dayanışma ortaklıklarına katılacaklardır. Tanrı’nın tek temsilcisi olursa onun yerine geçmiş olur. O zaman tanrı ikileşir. Allah’ın bir oğlunu kabul etmek demek ikinci tanrıyı icat etmek demektir. Bundan dolayıdır ki tek parti, tek tarikat, tek mezhep ve tekel şirktir. Tanrı ile toplulukla eşleşmektir.
لَا إِلَهَ
(LAv EiLAvHa)
“İlâh yoktur.”
Nefyi cins için gelmiştir. Hiçbir ilâh yoktur. Yalnız o tek ilâh vardır.
Yukarıda “erbab ittihaz ettiler” denmiş, oysa onlar bir tek ilâha ibadet etmeleri emrolunmuştu dendi. O halde rab ittihaz etme demek, ona ibadet etme demektir. Yani başka birisinin kısmen de olsa kölesi olma demektir. Mutlak olarak onun emrine girme demektir.
Biz insanlarla ilişki kurarız, sözümüzde dururuz ama bu ona verdiğimiz sözden dolayı değildir; ona verdiğimiz söz Allah’a verdiğimiz söz olduğu için sözümüzde dururuz. Sözümüzde durmakla mükellefiz.
Sözleşmeyi Allah’ın inayetiyle yapıyoruz. Bu sebepledir ki biri sözünde durmadığı zaman devlet onu sözünü yerine getirmeye zorlamaktadır. O halde bir söz verdiğimiz halde o sözde durmazsak, Allah’a verdiğimiz sözü yerine getirmemiş oluruz.
Tarihte devlet felsefesi üzerinde çok eskiden beri durulmuştur. Kur’an ise çok açık bir şekilde bunu açıklamıştır. Ne var ki bugüne kadar insanlık içinde İslâm devleti felsefesini yeterince anlayıp anlatan çıkmamıştır.
Felsefe ile uğraşmak isteyenler, İslâm’ın bu felsefe anlayışını esas alarak tüm kamu otoritesini anlatmalıdırlar. III. binyıl uygarlığı ancak böyle oluşacaktır. Muasır medeniyetin üstüne ancak bunlar kavrandıktan sonra çıkılacaktır.
إِلَّا هُوَ
(EilLAv HuVa)
“Sadece O var”
Burada işaret edilen tek ilâh olabileceği gibi, “Huve” zamiri Allah’ın özel ismidir.
Melekût var edilmeden önce hiçbir şey yoktu. Allah’ın ismi de yoktu. O’nu biz şimdi “Huve” ile ifade ediyoruz.
Kâinat yaratıldıktan sonra Allah’ın ismi ortaya çıktı, adı “Allah” oldu.
سُبْحَانَهُ
(SuBXAvNaHUv)
“O sübhandır.”
“Sübhan” yüzmek veya uçmaktır.
Uçan bir kuşun bir şeyi eksik olsa uçamaz.
Allah da eksiği olmayandır. Eksiği varmış da oğulları veya rahipleri tamamlamış gibi bir durum yoktur. O eksiksizdir. Onlara ihtiyaçları yoktur.
عَمَّا يُشْرِكُونَ (31)
(GamMAv YuŞRiKUvNa)
“Şirk ettiklerinden.”
Buradaki “Mâ” tamim içindir. Bütün şirk ettiklerinden denmektedir. Böylece kendilerine kitap verilenler müşrik değildir ama yaptıkları şirktir. Yani biz onları şirk statüsüne almayız ama fiilleri de hukuk içinde görmeyiz.