Tevbe Sûresi-9
بسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تُتْرَكُوا وَلَمَّا يَعْلَمِ اللَّهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَلَمْ يَتَّخِذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلَا رَسُولِهِ وَلَا الْمُؤْمِنِينَ وَلِيجَةً وَاللَّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ (16)
(EaM XaSiBTuM EaN TuTRaKUv Va LamMAv YaGLaMilLAHu elLaÜIyNa CAvHaDUv MiNKuM Va LaM YatTaPiUv MiN DUvNi elLAHı VaLav RaSUvLiHi Va Lav eL MuEMiNIyNa Va LIyCaTan Va elLAvHu PaBIyRun Bi MAv TaGMaLUvNa)
***
أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تُتْرَكُوا
(EaM XaSiBTuM EaN TuTRaKUv)
“Yoksa terk olunacağınızı mı hesap ediyorsunuz?”
Türkiye’nin nüfusu seksen milyona yaklaşmıştır. Çocuğunu gayrimeşru doğuran bazı anneler onu sokağa bırakmaktadır. Bunların sayısının senede 80 kadar olduğunu sanmıyorum. Demek ki aciz insanlarda bile meydana getirdiği varlığı terk eden milyonda bir kişi yoktur. Karı koca olarak anlaşıp çocuğunu sokağa atan veya öldüren ise hemen hemen hiç görülmez.
Bizim yaratılmamız, insanın yaratılması basit bir olay değildir. Önce ruhlarımız var edilmiştir. Arıların kovanları arayıp buldukları yere girdikleri gibi ruhlar da döllenmiş yumurta aramaktadır. İlk rastlayan ruh ve ilk rastlanan hücre ile birlik olup beraberce olgunlaşmaktadırlar. Anne rahminde geçirdikleri dokuz aylık yolculuktan sonra dünyaya gelmekte ve birkaç yıl sonra bilinçlenmekte, ondan sonra yaşadığını bilmektedir. Bedeni her gün değiştiği halde o kendisini bilmekte, çocukluk ve olgunluk yaşlarını hatırlamaktadır. Sonunda yaşlanarak ölmektedir.
Bütün bunlar kâinatı var eden Allah’ın yazgısı ile oluşmaktadır.
O’nun eseri olmayan bir zerre bile yoktur.
Bir proje yaparsınız, oraya bazı öğeler yerleştirirsiniz ve onların bir işe yaramasını, bir iş yapmasını istersiniz, gereksiz ve işe yaramaz hiçbir şey koymazsınız.
Kâinatta abes olan ve işe yaramayan gereksiz hiçbir şey yoktur. Dünya’dan başka dokuz gezegen vardır. Bu gezegenlerin çoğu Dünya’dan çok büyüktürler ve buralarda hayat yoktur. İlk bakışta zannederiz ki bunlar boşuna yaratılmışlardır. Oysa yeryüzünde hayatın var olabilmesi için Dünya’nın Güneş’ten olan uzaklığı değişmemelidir. Dünya boşluk içinde değildir. Çevresinde taş parçaları ve gazlar vardır. Bunlar sürtünme kuvvetlerini oluşturmakta, bu da Dünya’nın yavaşlamasına sebep olmaktadır. Eğer diğer gezegenler olmasaydı yer küresi gittikçe Güneş’e yaklaşır, ısı yükselir ve canlı kalmazdı. Nitekim diğer gezegenlerde canlı yoktur. O halde Dünya’nın Güneş etrafında sabit hıza yakın hızla dolaşması ve bu sebeple de uzaklığın yaklaşık olarak sabit kalması diğer gezegenlerin varlığına bağlıdır.
Gezegenlerin periyotları ayrı ayrıdır ama düğüm noktalarının hareketi sabittir. İleri gidenleri geri kalanlar çeker, geri kalanları ileri gidenler çeker. Böylece gezegenlerin hızları aynı kalır. Güneş olmasaydı, bütün gezegenler bir doğru üzerinde hareket etseydi, bu gezegenlerin bir çekim merkezi olacaktı. Birbirlerine yaklaşmaları için de o çekim merkezinin oluşturduğu eksen etrafında dönmelidirler. Biri geri kaldığı zaman diğer gezegenler onu ileri itecek ve yaşatacaklardır. Bu durumda da ancak bütün gezegenler eşit olarak yavaşlayabilirlerdi.
Sürtünme kuvvetleri yüzeyle ilgili olduğu için kitleleri büyük olanlara daha az etki eder. Dolayısıyla gezegenlerde depolanan potansiyel enerji gezegenimizin yavaşlamasına mani olmaktadır. O enerji bütün gezegenlerin Güneş’e doğru yaklaşmaları ile karşılanmaktadır. Dolayısıyla uzun zaman denge korunacaktır.
Ayrıca Dünya’nın kendi etrafında dönmesi ve Ay’ın Dünya etrafında dönmesi sayesinde dengesini korumaktadır. Öyle olmasaydı gittikçe dönüş yavaşlar, saatler uzar ve yine hayat olmazdı. Demek ki her şey hesapla ve gerektiği şekilde yaratılmıştır.
Bu hususa insanlar ancak son asrın astronomi bilgileri ile ulaştılar.
Oysa canlıda mevcut her şeyin bir hikmete dayandığı eskiden beri bilinen gerçektir. Bir hücrenin yapısı milimetrenin onbinde biri büyüklüğündedir, hacmi ise bunun küpü kadardır. Bu kadar küçük olan varlık tüm hayatın kaynağıdır. Bütün hayat olayları hep hücre içinde geçer, hücre dışında en küçük bir hayat olayı olmaz. Milyarlarca hücrenin koordineli çalışması sonucu ben parmağımı bilgisayarın tuşuna basabiliyorum. Burada her hücre gerektiği için vardır. Ayrıca hücre içindeki moleküller de gerektiği için vardır ve gerektiği için hareket etmektedirler.
Allah insana diğer canlılara vermediği bir özellik vermiştir, o da görevleri yapıp yapmama özgürlüğüne sahip olmasıdır. Diğer varlıklar isteyerek veya istemeyerek görevlerini yerine getirirler. Oysa insan isteyerek görevlerini yerine getirir veya yine isteyerek görevlerini yerine getirmez. Bu hususta şu kurallar vardır.
İnsan görevini yerine getirmese de genel düzen devam eder. Allah düzeni yerine getirecek başkalarını görevlendirir, onlar görevi yerine getirirler. Bu kuralın önemi şudur. İnsanın cüzi iradesi vardır ama bu irade külli iradeyi, ilâhi iradeyi bozmaz. Kişiler serbesttir ama topluluk yoluna devam eder.
İkinci kurala göre ise görevleri yerine getirenlere mükâfat verilir, ödüllendirilir; görevleri yerine getirmeyenler de cezalandırılır. Bu ikinci kuralı bu dünyada hep görmekteyiz. Kur’an adaletin âhirette yerine getirileceğini söylemektedir. Kur’an’ın baştan sona savunduğu ana kural budur. Biz bu dünyaya getirildik. Burada imtihan olacağız ve eğitileceğiz. Sınıfımızı geçersek daha yüksek hayata götürüleceğiz. Başaramayanlar ise daha düşük hayata götürüleceklerdir. Ama ikisinde de ölüm yoktur. İnsanlar orada ebedi hayata ulaşacaklardır.
Şimdi kâinattaki her şeyi bir amaçla yaratmış, onlara görev vermiş ve görevlerini eksiksiz ifa etmektedirler. İnsanları da en üstün varlık olarak yaratmıştır. İnsanlara bilinç vermiş, irade vermiştir. O mu boşu boşuna olacak, o mu var edilip terk edilecek, onun mu görevi yapıp yapmadığı kontrol edilmeyecektir?
“Yoksa terk olunacağınızı mı hesap ediyorsunuz?” âyeti işte bunlara işaret etmektedir.
أَمْ حَسِبْتُمْ
(EaM XaSiBTuM)
“Yoksa hesap mı ediyorsunuz?”
Elinize taş alıp da bir yere attığınız zaman elinizi öyle ayarlarsınız ki taş istediğiniz yere düşsün. Bu elinizin ayarlanması taşın büyüklüğüne de bağlıdır. Ağır taşlar için kullanacağınız kuvvet hafif taş için kullanacağız kuvvetten farklıdır.
Burada ne yapıyorsunuz?
Önce uzaklığı hesaplıyorsunuz. Sonra yukarıya mı, aşağıya mı, düz mü, onu hesaplıyorsunuz. Taşın ağırlığını hesaba katıyorsunuz. Sizin kolunuzun kuvvetini de düşünüyor ve o sayede taşı istediğiniz yere savuruyorsunuz.
Buna rağmen bazen hedeften çok uzaklara atmış olabilmektesiniz.
Top veya tüfek atanlar da aynısını yapmaktadırlar. Namluyu hedefe doğrulturken uzaklığını, hedefin aşağıda mı yukarıda mı olduğunu, merminin büyüklüğünü, barutun gücünü ve kuvvetini hesaplayarak ateşlerler.
Demek ki beynimizde o kadar karışık mekanizmalar vardır ki bütün bunları hesaplamakta bize yardımcı olmaktadırlar.
“Hisbe” aynı zamanda denge demektir, uygun olan demektir. O benim hisbem değildir dersiniz. İnsan bu hesapları yaparken farkında değildir. Beyindeki bilgisayar ruhun bir ilişkisi olmadan hesaplamaktadır. Ruh sadece ona bunu hesapla demektedir. Hattâ hedefi ayarlarken de ruh aldığı nişanın neresi olduğunu bilmektedir. Düştüğü zaman durumdan haberdar olmakta, beynin doğru hesaplayıp hesaplamadığını bilmektedir.
Hesaplamalar verilere dayanır. Veriler doğru ise sonuçlar da doğrudur. Hesap işlemlerinde hata olmaz ama verilerde daima hata olur. Bundan dolayıdır ki hesap kesinlik ifade ettiği gibi zannı da ifade eder.
Karşımızdan gelen ışığın gölgesi sağ gözde sağa, sol gözde sola meyillidir. Aralarındaki açıyı göz ölçer. İki göz arasındaki mesafe ile uzaklığı bilir. Bu suretle metre olarak bilmez ama karşılaştırmalı olarak bilir.
Bugün bu ölçmeleri insanlar âletlerle yapmaktadırlar.
İnsan kendisine verilen melekelerle böyle birçok ölçmeler yapar,kesin olmayanlarda yaklaşıklık ortaya çıkar.
Burada “E Hasibtüm” denmemiş de “Em Hasibtüm” denmiş. “Fi’d-dari Zeydün Em Amrun”da “Em” harf-i atıftır. Evde Zeyd mi, yoksa Amr mı var? Demek ki Türkçede “em”i “yoksa” ile ifade ediyoruz. Çoğu zaman matuftan bahsetmeden “Em Câe Zeydün/ yoksa Zeyd geldi” deriz. Beklenmedik olay için söyleriz. “Görmüyor musun, yoksa kör müsün?” deriz. “Neden yemek yemedin, yoksa paran mı yok?” deriz.
Buradaki “Em”in matufu yoktur. Yoksa terk olunacağınızı mı hesap ediyorsunuz, neden böyle davranıyorsunuz?
Bundan önce gayb sigası ile onlardan bahsederken, burada size, muhataba dönüşmüştür. Onların kim olduğunu belirtmişti, onlar sözlerinde durmayan müşrikler idi. Ayrıca bu zamanda zarar veren müşrikler idi. Buradaki muhatap kimdir, bütün müşrikler mi, yoksa bütün insanlar mı? Neden gaipten hitaba dönmüştür?
Davranışlarımızı ve söylemlerimizi göz önüne aldığımız zaman hepimiz şirk içindeyiz. Ama inanca gelince şirk içinde olan hemen hemen kimse yoktur. Herkes kendine göre doğru olanı yapmakta, kendine göre doğru olanı savunmaktadır. Bu sebepledir ki biz kimsenin mutlak imanına şehadet edemeyiz, kimsenin mutlak küfrüne de şehadet edemeyiz. Hattâ kendimiz için de mutlak olarak kâfirim deyip ümidimizi kesmediğimiz gibi mutlak olarak ben müminim, cennete gideceğim diyemeyiz. Allah’ın bana verdiği ilimlere rağmen inat edersem kâfir olurum da Allah’ın ilim verdiği kimse en büyük şirkte bile iman etmiş olabilir. Bu sebeple Hz. İsa’ya tapanların hepsi cehenneme gidecek diyemeyiz, iman edenler için de söyleyemeyiz.
Buradaki “TüM” zamiri tüm insanları içerir. Gaybdan hitaba dönüşmesi bundandır. Bununla beraber doğrudan müşrikler de muhatap alınmamış olabilir. Çünkü biz onların hesaplarını bilememekteyiz. “Yoksa böyle mi hesap ediyorlar?” ifadesi beliğ olmaz. Biz onların ne hesap ettiklerini nasıl bileceğiz?
أَنْ تُتْرَكُوا
(EaN TuTRaKUv)
“Terk olunacağınızı”
Terk olunacağınızı mı sanıyorlar? Terek İnternette "terek;1. anlamı evlerde veya dükkânlarda yüksekçe yerde yapılan raf." şeklinde ifade edilmiştir. Kullanılmayan eşyalar oralara konur. Eşyalar atılmıyor ama kullanılmıyor. İleride tekrar ele alınıyor. Burada terk olunmalarından bahsedilmektedir. Tereke konacağınızı mı sanıyorsunuz? Kendi hallerinize bırakılacağınızı, sizin bir işte istihdam edilmeyeceğinizi mi sanıyorsunuz?
Bundan sonraki cümlede “ve Allah’ın iyilerin iyiliklerini bilmeyeceklerini mi sanıyorlar” deniyor. Yani burada insanlar kötülükleri sonuna kadar yapabileceklerini mi sanıyorlar, denmektedir. İnsanlara kötülükleri sonuna kadar yapmalarına müsaade edilmeyecektir.
Meçhul sigası ile getirilmiştir. Kimin terk edeceğinden bahsetmemektedir. Sadece terk edilmelerinden bahsetmektedir. Terk eden koyduğu kurallarla ve sünnetle Allah’tır. Yani insanlara özgürlük vermişse bile belli bir yere kadar vermiştir. Ondan sonra kendi düzenini elbette koruyacaktır. Bununla beraber bir de topluluk terk etmeyecektir. Yani topluluğa zarar verenleri elbette kamu takip edecektir.
Başbakana Suriye’de bu kadar insan öldü deniyor. Ölenler kimlerdir? İsyan edip devlet düzenini bozanlardır. Onlar devlet düzenini bozacaklar ama devlet onları serbest bırakacak. Bunu mu sanıyorlar? Hayır, topluluğun düzenini bozanlara müeyyide uygulanır ve düzen devam eder. Kimyasal silahın yasaklığı da bu tür saçmalıktır.
Sömürücü güçler kimyasal silahı verecek, onlar kullanacak, onlara kimse ses çıkarmayacak, ama karşı devlete sen kimyasal silah kullanma deniyor. Meşru sebebe dayanmayan savaş yoktur ama savaş başladı mı artık orada kurallar geçersizdir. Herkes her imkânı kullanarak karşı tarafı ortadan kaldırır.
Yani terk olunmama kuralını Allah koymuştur, sünnetullahtır ama diğer taraftan da devletler teröristleri terk edemezler. Teröristlerin teröre son vermeleri gerekir. Son vermezlerse meşru güçler kimyasal silahı da biyolojik silahı da atom bombasını da kullanarak onları yola getirir. Bunu Fransızlar yapabilir ama Türkler yapamaz gibi kural hepten saçmalıktır.
“Tütrekû”daki “Nun” masdariye En’i olmasından dolayı düşmüştür.
وَلَمَّا يَعْلَمِ اللَّهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَلَمْ يَتَّخِذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلَا رَسُولِهِ وَلَا الْمُؤْمِنِينَ وَلِيجَةً
(Va LamMAv YaGLaMilLAHu elLaÜIyNa CAvHaDUv MiNKuM Va LaM YatTaPiUv MiN DUvNi elLAHı VaLav RaSUvLiHi VaLav EaL MuEMiNIyNa Va LIyCaTan)
“Allah’ın sizden cihad edenleri ve Allah’ın resulünün ve müminlerin duninde velice ittihaz etmeyeceğini mi hesap ediyorsunuz?”
Buradaki cezm Lemma’nın cezmidir. “Ve” harfi bu cümleyi “Tütrekû”ye atfetmektedir. “Yoksa”nın içindedir.
Bundan önceki âyette terk olunmadan bahsedilmiştir. Terk olunma demek, ne yaparsa yapsın kendi hâline bırakma anlamında getirilmiştir demektir. Kötülükleri sonuna kadar yapacaksınız, sonra da cezalanmayacaksınız. Şimdi ise başka yönünden ifade kullanılmaktadır. İyilerin iyiliklerinin bilinmemesi anlamına gelir.
PKK isyan etmiş, devleti yıkmaya çalışmış, hiçbir yasak dinlememiş, bizzat kendi kardeşlerini ve kendi köylerini yakmıştır. Şöyle bir iddia da vardır. Köyleri boşaltmak için evleri devlet yaktı, böylece bu yolla köyleri boşaltmıştır.
Bunun hangisinin doğru olduğunu bilemeyiz. Adil bir soruşturma kurumumuz yoktur. Devlet soruşturması vardır. Dolayısıyla sözlerine güvenmemiz mümkün değildir. Bu sebepledir ki İslâmiyet’te soruşturma, dayanışma ortaklıklarına dayanan sorumlu bağımsız kurumdur. Yönetimin emrinde değildir. Hakemlik nasıl bağımsız ise soruşturma da bağımsızdır. O halde ne yapacağız?
Önce, ister devlet yaksın ister PKK yaksın. Devlet yakmışsa PKK’nın şerrinden yakmıştır, dolayısıyla suçludur. PKK yakmışsa, devlet yakmayı önlemekle görevli iken mâni olmamıştır, dolayısıyla o durumda da suçludur.
Hüküm nedir?
Her şeyden önce devlet burada köylülere verilen zararı tazmin eder. Bu yalnız yakılan evler değildir, aynı zamanda oradan uzaklaştırılarak kendi imkânlarını kullanamamış olmalarından doğan zararlardır. Bu zararları hâkimler değil hakemler tesbit ederler. Sonra devlet bu ödediği zararlarla PKK’ya rücu eder ve onlardan tahsil eder. PKK eğer yurt dışına giderse, o zaman onu kabul eden devlet tazmin eder.
Burada savaşmış olan askerler ise canları pahasına ülkenin güvenliğini sağlamak için çalışmışlardır. PKK’lıları tecziye etmek ne kadar görevimiz ise buradaki savaşan askerlerimizi takdir etmek de o kadar önemlidir. İşte bu ikinci âyet bunu ortaya koymaktadır. Karşı devletten tazminat almadan PKK’lıları yurt dışına göndermek ne kadar hatalı ise PKK ile savaşan askerleri hapishaneye koymak da o kadar hatalıdır. Askerlerden suçlu olan tesbit edilir. Onu askeri yargı yargılar. Orada hakemlik yoktur. Komuta kademesini ise hakemler yargılar, bugünkü yasalara göre Yüce Divan’da yargılanır.
Burada iman edenlerden veya tevbe edenlerden bahsetmemektedir, doğrudan savaşanlardan bahsetmektedir. Cihat edenler diyerek cephede vuruşanlardan değil, her yönüyle devleti müdafaa etmek için cihad edenden bahsetmektedir.
Bir asker, bir polis ne kadar cihad ediyorsa, bir savcı, bir hâkim de bu hususta cihad etmektedir. Terör demek korkutarak, sindirerek hedefe ulaşmak demektir. Halkı sebepsiz yere öldürdüğü gibi görevlileri de öldürür. Dolayısıyla onları cezalandırmak kolay ve tehlikesiz bir iş değildir. Asker kadar kendi canını topluluğa vermiş olması gerekir.
Cihad etmeye hemen bir şeyi daha ilave etmektedir. O da cihad yaparken devleti, başkanı ve ordusu dışında başkasını sırdaş edinmemiştir, işbirliği yapmamıştır. Yani devletin aleyhine bir iş yapmamıştır, hükümetin aleyhine bir iş yapmamıştır, ordunun aleyhine bir iş yapmamıştır. Yani üst kademeyi haberdar etmeden ihtilal hazırlayan bir asker suçludur ve üstler onu mahkûm edip asabilir. Çünkü sorumlu olan onlardır.
Burada önemli olan husus, her birine “Lâ” getirilmiş ama “Ve” ile de atfedilmiştir. Bunun anlamı şudur. Bir asker eğer devlet aleyhinde bir iş yaparsa suçludur, iktidar aleyhinde bir şey yaparsa suçludur, ordu aleyhine bir şey yaparsa o da suçludur. Bunu amirlerine haber vermiş ama amirler göz yummuşlarsa onlar suçludur, bunlar sivil mahkemelerde muhakeme edilebilir. Göz yuman komutanlar Yüce Divan’da muhakeme edilirler. Amirler emir vermiş de yapmışlarsa, astlar suçlu değildirler, üstler suçludur. Bunlar sivil mahkemelerde muhakeme edilmezler.
Şimdi çok önemli bir konuya gelmiş bulunuyoruz. Bir kurmay albay komutanından emir aldı ve başbakanı öldürmesini emretti. Albay ne yapacaktır? Derhal birliğinden ayrılacak ve istifasını verip o emri yerine getirmeyecektir. İhbar etmesi gerekmez. Ayrıldıktan sonra ihbar edebilir. İktidarın yanında yer alabilir. Yahut üst albay emretti, bir ilin Suriye’ye teslim edilmesini istedi. Savaş zamanı da değildir. İstifa eder, teslim etmez. Yahut bir korgeneral tümgenerale, orgenerale karşı gelinmesini emretti. İstifa eder ve emri yerine getirmez. Üst onu başka komutanın emrine verebilir. Bir üstün emrinden istifa eden ordudan istifa etmiş olmaz, başka birlikte yer alabilir. O birliğin kabul etmesi gerekir.
Demek ki bir asker bu üç durumda üste uymak zorunda değildir, istifa edip ayrılabilir. Başka üstleri ikna ettiği takdirde o birliklerin emrinde çalışmaya devam eder. Yani siyasi dayanışma ortaklığını değiştirebilir. Bu üç durum dışında üstün emrini yerine getirir ve göreve devam eder. Sorumlu değildir.
Burada bir hususa işaret etmemiz gerekir. Askerlikte bir plan hazırlamak asla teşebbüs değildir. Her türlü planlar hazırlanır, arşive alınır, gerektiğinde komutan onlardan istediğini kullanır. Bir üst ihtilal planını hazırlamasını asta emretse, ast onu hazırlar ve verir. Bu onun görevidir. Ama bu planlardan birinin uygulamasına geçildiğinde plandaki hedef bilindiği için uygulayan sorumludur.
Ergenekon ve Balyoz davalarında, 28 Şubat ve 12 Eylül davalarında astların durumu budur. Komuta kademesi ise hakemlerden oluşan yargıya, bugün Yüce Divan’a; bunu devletin, hükümetin yahut ordunun aleyhinde yapmadık, aksine bunları korumak için yaptık derlerse ve bunu Yüce Divan’a kabul ettirirlerse, onlar suçlu olamaz. Kenan Evren veya Çevik Bir, muhakeme edilmesi hâlinde ancak yaptıkları hareketin devlete, hükümete veya orduya karşı olup olmadığı araştırılmalıdır.
Demek ki hiçbir mazeret devlete, iktidara ve orduya karşı işlenen suçu mazeret göstermez. Eğer yapılan cihat bunlardan birini ihlal ediyorsa o cihat değildir. Mücahitlerin sahibi olduğu imkânlara sahip olmazlar.
Burada yeni kural ortaya çıkmaktadır. Bir cihat sona erdiğinde, mesela bir askeri birlik hareket etti ve dağdaki bir PKK’yı bitirdi diyelim. Buraya katılan askerlere galibiyetten dolayı ihsanlarda bulunulur. Bu ihsanlardan mahrum olmak için yukarıda sayılan üç kimseye karşı ihanetleri olmamalıdır. Olursa, mücahitlik hakkını alamazlar. Zafer sona ermeden ise kimseye bir mükâfat verilemez. Orada görev yapanlara daha fazla maaş verilemez. Oralara mahsus korucu teşkilatı kurulamaz. Çünkü burada geçen fiiller fiil-i mazidir.
وَلَمَّا يَعْلَمِ اللَّهُ
(Va LamMAv YaGLaMilLAHu)
“Allah bilmedi.”
“Lemmâ Ya’lemullahu” dersek bilecek anlamı çıkar (Lemma zarf olursa). “Lemma Ya’lemillahu” dediğimizde bilmedi anlamı çıkar. Yani olay olduktan sonra bilme söz konusudur.
Cihad tamamlanınca elde edilen sonuçlardan cihad edenlerin paylarını almaları için cihat ettiğinin bilinmesi ayrıca Allah, resul ve müminler dışında velice ittihaz etmemiş oldukları bilinmelidir. Burada hüsnüniyet asıldır kuralının aksi getirilmiştir. İspat külfeti cihad edenlere ve velice ittihaz edinmiş olmalarına bağlıdır. Bu da bize yeni kural getirmektedir. Müminler üstleri dışında kiminle görüşür ve herhangi bilgi alırlarsa, onu mutlaka üstleri ile paylaşmalıdırlar. Devlet başkanı da anlaşmalar yaparsa onu açıklamalıdır. Gizli yapılan anlaşmalar topluluğu bağlamaz. Bunun dışında böyle bir anlaşma haramdır. Başkanın gizli anlaşmalar yaparak yetkisini aşması hakem kararıyla görevden alınmasına sebep olur.
Allah’ın geçmişte olanları bilmesi Allah için bir sebebe dayanmaz. Ama topluluğun bilmesi için kanıtlar olmalıdır. Gizli görüşme yasaklanmış olmaktadır. Devlet başkanı bazı özel durumda vatandaşları ile kapalı görüşme yapabilir.
Halk eden Allah’ın bilmesi bizim bildiğimiz bilgilere dayanmamaktadır. Allah’ın halifesi olan topluluğun bilmesi ise delillere dayanmaktadır. Bazı bilgiler hükmen doğrudur. Zinada şahit getirmeyenler yalancıdırlar, topluluk onları yalancı kabul eder. Gerçekte yalancı olmayabilirler. O halde topluluğun hükmen doğru kabul etmesi de Allah’ın hükmüdür, gerçeklerin kendisi de Allah’ın hükmüdür.
الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ
(elLaÜIyNa CAvHaDUv MiNKuM)
“Sizden cihad edenleri”
Burada “Ellezîne” ile marife getirilmiş, “Minküm” ile takyid edilmiştir. Kastedilen belli ve bilinen kimselerdir. Asrımızda bu kimseler Adil Düzen Çalışanlarıdır. Asr-ı Saadette ise Muhacir ve Ensar idi.
“Cehd” düz sert yer demektir. Orasını işleyip verimli hâle getirmedeki zorluktan dolayı çabalama anlamına gelmiştir.
Bir işe başlarsınız. İşler kolay geliyorsa devam edersiniz, zor geliyorsa bırakırsınız. Burada azim yoktur, cehd yoktur.
Bir işe başlarsınız. Doğru bir iş yaptığınızdan eminsiniz. Ama zorlukla karşılaştınız ve bıraktınız. Bu cihat değildir. Helak oluncaya kadar o işin peşini bırakmamak cehddir.
1990 yılları sonunda Kırgızistan’dan İzmir’e geri geldim ve gördüm ki Akevler’in havası kirlenmiş. Buna çare aradım. Kentlerin kenarında insanların birer dönümlük yeri olsun, orada ahşap evler bulunsun istedim. Ahşap evleri seçmemizin dört sebebi vardır. a) Ahşap evler sağlığa en uygun evlerdir. b) Ahşap evler sökülüp nakledilebilen evlerdir. c) Ahşap evler çevre kirliliği yapmaz. d) Ahşap evleri ucuza mâl edebiliriz.
İzmir’dekiler desteklemediler. Yalova’ya gittim; desteklemediler.
Sapanca’ya gittim; desteklediler, yapmaya başladık, başaramadık. Düzce’ye gittik, başaramadık. Çatalca’ya gittik, başaramadık. İzmir Kemalpaşa’ya gittik, başaramadık.
Cihad azmin koruyucusudur.
Şimdi İstanbul’da başarmak için çalışıyoruz...
İşte bu azimdir. Bir işe mâni olmak isteyenler ve karşı çıkanlar varsa, onlarla uğraşmak da cihaddır. Azim yapıcı, cehd ise savunucudur.
Akevler’de Kur’an çalışmalarına devam ediyoruz. Bu azimdir. Buna karşı direnenlere, buraya katılanlara karşı cephe alanlara karşı çıkmak cihaddır. İlerde daha çok sıkıntılarla karşılaşılacaktır. İşte o zaman buna devam etmek cihaddır.
“Adil Düzen”in gelmesi için yapılan çalışmalara 1960’larda başlanmıştır. Ondan önceki direnişler yeni düzen kurma şeklinde değil de eski düzeni sürdürme şeklinde idi. 1960’larda ise Akevler, Risale-i Nur talebeleri, Millî Görüşçüler anlaşarak yeniden İslâm uygarlığını kurma çabasına girdiler. Büyük hamleler yapıldı.
Akevler örnek bir işletme oldu, hâlâ olmaya devam ediyor.
Risale-i Nur şakirtleri okullarını bütün dünyaya yaydılar.
Millî Görüşçüler anayasa ekseriyeti ile iktidar oldular.
Bunlar azmettiler ve cihad ettiler.
Başarılarının sırrı budur.
Müslümanlar bugün siyasette, ekonomide ve dinde en ileri durumdadırlar. Çağın siyasetini, çağın ilmini, çağın ekonomisini, çağın dinini yapmakta ve meyvelerini toplamaktadırlar. Çağın ne ilmini yaptınız diyebilirsiniz. “Adil Düzen” çağın ilmidir. Akevler Dergisi’ni takip edenler en ileri ilme sahip olduğumuzu görürler.
وَلَمْ يَتَّخِذُوا
(Va LaM YatTaPiUv)
“Ve ittihaz etmediklerini...”
“Ahz” avuçlamak demektir. Tutmak anlamına gelir.
“İttihaz etmek” aslında kendi kendini tutmak anlamındadır. Yani gerçekte onlarla bir olma yerine kendini onlarla bir yapmadır, onların lehine çalışmadır. Hayvanlardan farklı olarak çok topluluğun üyesi olurlar. İnsan aşiretinin üyesidir, kabilenin de üyesidir.
Aşiret kabilenin üyesi değildir, bağımsızdır. Kabile olan bucak ilin üyesi değildir, bağımsızdır. Ama bucaklarda yaşayanlar ilin doğrudan üyesidirler. Aynı şekilde iller devletin üyesi değildirler, bağımsızdırlar. Ama illerde yaşayanlar ülkenin üyesidirler.
İnsanlık için de aynı şeyler söylenebilir. Sonra insanlar ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışmaların ayrı ayrı üyeleridirler. Kişi nerde olursa orada onun üyesidir. Türkiye’de Fransa’nın haklarını korumak demek Fransızları ittihaz etme demektir.
Siz Akevler’in mensubu bir milletvekili olursunuz. Meclis’te ulus aleyhine, Akevler lehine bir iş yaparsanız, o zaman Akevler’i ittihaz etmiş olursunuz. Akevler yönetim kurulunda Akevler yerine AK Parti’nin hukukunu korursanız AK Parti’yi ittihaz etmiş olursunuz. Çıkar paralelliği olan yerlerde kendinizi o toplumlarda temsilci kabul edip ikisinin çıkarına olanları daima savunursuz, birinin zararına olanı diğerinin yararına savunmazsınız.
مِنْ دُونِ اللَّهِ
(MiN DUvNi elLAHı)
“Allah’ın dununda.”
“Dena” aşağı indi demektir. “Dane” yaklaştı demektir.
“Dununda” dediğimiz zaman yakınında anlamına geldiği gibi dışında anlamına da gelir. Odaya çok yakın olsa da odanın dunundadır. Ayrıca odanın içinden dışına çıkmak demektir. “Hariç” dışarıya çıkan demektir. “Harç” ise dışarıya çıkarılandır. Dışarısı veya dışı anlamında dunudur.
“Allah’ın dununda” Allah’ın haricinde anlamındadır.
Burada “Allah” kelimesi iade edilmiştir. Tamlayan olan bir zamire atıf yapılmaz. Ya tamlanan iade edilmelidir ya da tamlayan izhar edilmelidir. Burada başka sebepten dolayı “min dunihi ve la dune resulihi” denmemiş de bu sebeple “Allah” lafzı izhar edilmiş, “ve la resulihi” denmiştir. Bu sebepledir ki biz buradaki “Allah” ile bundan önceki “Allah”ı aynı manada anlıyor ve topluluk kastedildiğine göre mana veriyoruz.
جائنى زيد و اشتريت منه و حسنٍ كتابا cümlesi doğru değildir.
Doğrusuجائنى زيد و اشتريت منه ومن حسن كتابا şeklinde veya
جائنى زيد و اشتريت من زيد و حسنٍ كتابا şeklinde olmalıdır.
“Minhu”da birincisinde alınan Zeyd’den alınan kitap olmayabilir. “Ve Hasanin” derseniz, Zeyd’den de alınan kitap olur. Aynı kitap olur.
Burada istenmeyen Allah’ın dununda velice ittihaz etmedir, yoksa mutlak ittihaz etmek değildir.
Bir topluluğa mensup olduğunuz zaman o toplulukla ilgili şeyleri başkaları ile gizli olarak paylaşamazsınız, aleyhte bulunamazsınız. Türk vatandaşı Türkiye dışında Türkiye aleyhinde şikâyette bulunamaz. Türkiye’yi terk edersiniz ve istediğinizi yaparsınız. Sizin topluluğunuz aleyhinde bulunanlara vereceğiniz cevap açıktır: ‘Hakemlere gidin, kazanın; hakem kararlarına uymazlarsa o zaman şikâyette bulunun’ dersiniz. Sizin mensubu olduğunuz topluluk eğer hakemlere uymazsa o topluğu derhal terk etmelisiniz. Müşrik olmuştur ve onunla savaşmak meşru hâle gelmiştir. Eğer o ülkeyi terk etmeyecekseniz, hakem kararlarına karşı hakemlere gitmelisiniz. O topraklarda ancak o şartlarla kalabilirsiniz. Küfür diyarında kalma başka bir şeydir, harb diyarında kalma başka bir şeydir.
Bugün resmen hakem kararlarını kabul edenler yoktur. Ama sözlerinde durmaktadırlar ve zarar vermemektedirler. Bu sebeple bütün dünya devletlerinde yaşamak meşru durumdadır.
Bizim yapacağımız iş hakemlik müessesesini işler hâle getirmedir. Bu da tam olarak ancak “yüz dairelik lojmanlı işyerleri sitelerinde” mümkün olacaktır. Hakem kararlarına uymayanları ortaklıktan yani işten çıkarırız.
Burada “Allah” kelimesini kâinatın rabbi olarak anlamamızın sebebi: Allah’a karşı O’nun bilmediği bir şey mi var ki sırdaş edinelim. Bundan önceki âyette de Allah’ın bilmesinden bahsetmektedir. Dolayısıyla buralarda kastedilen Allah topluluktur.
وَلَا رَسُولِهِ
(VaLAv RaSUvLiHİy)
“Ve ne de resulünün”
Burada “Lâ” “Lemmâ”yı tekit etmektedir. Bununla istenen atfın ittihazla daha çok ilgili olduğu anlaşılmasıdır.
“Allah”, “resul” ve “müminler” ayrı ayrıdır. Onların her birinin arasında “dun” vardır. Ama dışarıdaki “dun” bir tanedir. Bu sebeple “Min” tekrar” edilmemiş, “Lâ” tekrar edilmiştir. Eğer üçü bir olsalardı o zaman da “Lâ”ları tekrar etmezdi.
“Resul” kelimesi Kur’an’da “Allah ve resul”, “Allah ve resulü”, “resul” ve “resulü” kelimeleri şeklinde geçmektedir.
“Allah ve resul” başkanın geçici başhakem olması durumunu, “Allah ve resulü” ise yargıyı, “resul” yönetimi, “resulü” ise tüm devleti temsil etmesi durumudur.
Burada “resulü” dediğimizde devleti temsil eden başkanı ifade etmektedir, hükümeti ifade etmemektedir.
Hükümeti başkana şikâyet etmek ve onun değiştirilmesini istemek haktır. Dolayısıyla hükümetin icraatını eleştirmede bir mahzur yoktur. Bucak başkanını eleştirmek haram kılınmıştır. Ya bucağı terk edeceksin veya bucak başkanına kayıtsız şartsız itaat edeceksin. Bucak başkanının da her zaman kişileri bucak dışına sürme yetkisi vardır.
Başkan gerekli gördüğü kimseyi öldürebilir. Başkan kısasa tâbi tutulmaz, mağdurlara diyet ödenir. Bu hüküm ağır ve zulüm olarak görülebilir. Ne var ki bu yetki yalnız bucak başkanına verilmiştir. Merkez bucak başkanlarına yalnız merkez bucağındakiler için bu yetki verilmiştir.
Hicret demokrasisi bu ağır sorunu çözmektedir. İnsanlar haksız yere adam öldüren başkanın bucağını terk ederler. Bucak nüfusu 3000’den aşağı düştü mü başkanın başkanlığı sona erer ve bucak ya dağılır veya yeni başkan etrafında göç edenler geri dönerler, eski bucağın bucak başkanını o bucağa almazlar.
Hicret edenler başka bucaktan dava açabilirler. Öldürülenin yakınlarından biri başka bucağa hicret ettikten sonra bucak başkanı aleyhine dava açabilir. Tazminat ödenmemişse tazminat isteyebilir. Göçten sonra kısas yoktur.
وَلَا الْمُؤْمِنِينَ
(Va Lav eL MuEMiNIyNa)
“Ve ne de müminlerin”
Ne de müminlerin dışında olanları velice ittihaz etmezler.
“Müminler” burada kurallı çoğul olarak getirilmiştir, mensup olduğu askeri birliği ifade etmektedir. Kendi askeri birliklerinden başkasını velice yapmazlar.
Cihad edenlerin mücahitlere düşen paylardan yararlanması için bu vasıfları taşımaları gerekmektedir. Mensup olduğu bucak, il ve devlet aleyhinde bulunmamalıdır; komutanının aleyhinde, başkomutanının aleyhinde bulunmamalıdır, bir de mensup olduğu askeri birliğin aleyhinde bulunmamalıdır.
وَلِيجَةً
(VaLIyCaTan)
“Velice”
“Velice” arı kovanının giriş çıkış deliğidir. Kur’an’da kök olarak 14 defa geçmektedir. Bunun bir tanesi isimdir. Dört tanesi sülasidendir. On tanesi if’al bâbındandır. Sülasiden yalnız bu kelime bir defa “Velice” olarak geçmektedir, “Yelice” fiil olarak da üç defa geçmektedir. Kelimelerin çift olarak geçme ilkesini göstermek için bunu yazıyoruz.
Arılar kovanlarına başka arıları almazlar. İnsanlar ise başka topluluklara gider gelirler, onlarla ekonomik ve sosyal müesseseler kurarlar. Konuk olarak yapılan bu seyahatler Kur’an’da çokça terğib edilmiştir. Velice ittihaz etme ise haram kılınmıştır. Oranın ferdi imiş gibi oraya girmek ve kendi kovanının aleyhinde faaliyet göstermek; haram kılınan budur.
Görüşmeler açık olacak ve mensup olduğu topluluk aleyhinde bulunulmayacak. Kim böyle bir şey yaparsa o suç işlemiş olur.
وَاللَّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ (16)
(Va elLAvHu PaBIyRun Bi MAv TaGMaLUvNa)
“Ve amel edeceklerinizden Allah habirdir.”
Bundan önceki cümlede cihad etmiş olanları bilmiş olmasını anlattı, geçmişte yaptıklarını bilmektedir denmişti. Şimdi ise yapacaklarını bilmektedir denmektedir.
“Haber” doğurmadan evvel devenin memesinde görülen süttür. Doğuracağının habercisi olur. Sonra gelecekte olacak olaylar hakkında verilen bilgilere haber denir. “Nebi” tepe üzerinde oturan gözcüye denir. Geçmişten bilgi vermeye de “Nebe’” denir.
Arapçada hâl, gelecek ve geçmiş sigaları yoktur. “Geliyorum, geleceğim ve gelirim” aynı kalıpla ifade edilir. “Haber” kelimesi geleceği içerdiği için burada “Ta’melûn” fiilinin delalet ettiği gelecek zamandır. Yani siz gelecekte ne iş yapıyorsanız Allah onu bilmektedir, geçmişi bildiği gibi geleceği de bilmektedir.
“Allah” kelimesi tekrar edildiği için geçmişteki “Allah” kelimesi âlemlerin rabbi Allah ise bu topluluk anlamındadır, o topluluk ise bu âlemlerin rabbi anlamındadır. “Habirun” kelimesinin nekre olmasından dolayı bunu topluluk olarak alabiliriz. Geçmişte bilmekten dolayı da onu topluluk olarak alabiliriz. Biz genel olarak böyle durumlarda ayrı ayrı her iki manayı da doğru kabul ederiz.
“Habirun” kelimesi sıfattır. Nekre olarak kullanıldığı ve haber olarak getirildiği zaman geniş zamanı ifade eder. O zaman Allah sizin gelecekte ne yapacağınızı şimdi bilmektedir anlamı çıkar. Haber olarak kullanılan ism-i fail ve mef’ûller gelecek zamanı ifade ederler. O zaman bunun anlamı ilerde yapacaklarınızı da ileride bilecektir şeklinde de olur. Bu takdirde buradaki Allah lafzından âlemlerin rabbi olan Allah’ın halifesi topluluk kastedilmiş olur.
Burada başka bir hususa da işaret edilmektedir. Size bir bilgi ulaştığında onu yaymayın, istinbat edenlere ulaştırın denmektedir.
وَإِذَا جَاءَهُمْ أَمْرٌ مِنَ الْأَمْنِ أَوِ الْخَوْفِ أَذَاعُوا بِهِ وَلَوْ رَدُّوهُ إِلَى الرَّسُولِ وَإِلَى أُولِي الْأَمْرِ مِنْهُمْ لَعَلِمَهُ الَّذِينَ يَسْتَنْبِطُونَهُ مِنْهُمْ
“Onlara emnden veya havfden bir emr geldiğinde onu izaa ederler. Onu resule ve kendilerinden olan ulu’l-emre ulaştırmalıdırlar. Onu onlardan istinbat edenler bilirler” denmektedir.
Burada gelecekte olacak emn veya havfden “emr” olarak bahsetmektedir. Bu haberdir.
Toplulukta bir istihbarat teşkilatı olacaktır, bir de istihbaratı değerlendiren merkez olacaktır. Millî istihbarat herkes tarafından verilen haberlerle oluşacak, merkezde bu haberleri değerlendiren karargâh olmalıdır.
Türkiye’de gizli istihbarat vardır. Alınan haberler CIA’ya gönderilmekte, onlar değerlendirmektedirler. Böylece istihbarat örgütü Türk halkı aleyhinde bir örgüt şeklinde çalışıyordu. 2000 yıllarında bundan vazgeçildi, istihbarat ordunun emrine girdi.
Sermaye bunu çözmek için AK Parti’ye kanun çıkarttırdı, millî istihbaratın başına sivil bir kişi getirildi, böylece yeniden sermayenin emrine verilmesi isteniyor. Askerin karargâhı vardı ve buna uygun değerlendirme yapıyordu. Sivil bir istihbaratçının değerlendirme ekibi yok, tek görevi sermayeye haberleri ulaştırmadan ibaret kalıyor.
“Ellezîne Yestenbitûne” ifadesi bunun bir teşkilat olması gerektiğini ifade ediyor.
Buradaki “Habirun” kelimesinin mübtedasını topluluk olarak anlarsak o zaman devletin haberleri değerlendiren bir karargâhı olması gerekir ve vardır demektir.
Devletin velice ittihaz etmeden cihad yapanları bilmesi gerekmektedir. Bunların her hareketini kamu takip edecektir. Tedayün âyetindeki her şeyi az olsun çok olsun yazın emri müminlere verilen emirdir. O halde müslimler için bu emir ancak isteğe bağlı olur ama mümin olanların buna mutlaka uymaları gerekir.
İnsanların mümin olup olmadıklarını nasıl bileceğiz?
Müminler mallarını ve canlarını cennet karşılığı Allah’a satmışlardır. Geçinmelerini de dünyada Allah sağlamaktadır. O halde müminler ev için yaptıkları harcamaları yazıp muhasibe verecekler, harcadıkları saatleri de yazıp muhasibe vereceklerdir. Kendilerine 12 satır ve 7 sütunluk haftalık kart verilecek, günün 12 saatini nerede geçirdiklerini ona yazacaklardır. Yahut kollarındaki saat saatte bir ötecektir. Yaptığı işlerin de listesi olacaktır. O saatte nerede iseler ona basacaklardır. Böylece kimin ne yaptığı ve nerede bulunduğu kayda geçecektir. Bu sayede biz müminlerin nerelerde olduklarını bilmiş olacağız. Görüşmeler de buralarda kaydedilecektir. Müminlerin bu bilgileri kollarındaki saatten bilgisayara aktarılacak ve bilgisayarda saklanacaktır.
Mekke döneminde Araplarda devlet kavramı yoktu, şeriat yoktu, yargı yoktu, polis yoktu, asker yoktu. Kur’an nâzil olmaya başladığı zaman bu kavramları getirmeye başlamıştı ama manasını ancak Medine’de kavradılar çünkü bunlar orada uygulandı.
Bugün size anlattıklarımı yaşamanız mümkün değildir. Hattâ o hayatı kavramak mümkün değildir. O sistemde mülkiyet vardır ancak bu mülkiyet ondan yararlanma mülkiyeti değil onu koruma mülkiyetidir.
İslâmiyet’teki müminleri kavramak için bugünkü askerleri göz önüne alınız. Yoksul olduğu için veya babası asker olduğu için askerliği seçmiştir. Babasından kendisine intikal eden hiçbir serveti yoktur. Okulda parasız okumuş, sonra astsubay veya subay olmuştur. Maaşını almakta ve çocuklarını geçindirmektedir. Aldığı maaş ancak kendisine yetmektedir. Emekli olduğu zaman da emeklilik maaşı ile geçinmektedir. Savaş çıktığı zaman da gidip cephede ölmeye her zaman hazır bulunmaktadır.
Kur’an’ın tarif ettiği mümin budur.
Aradaki fark şudur.
Bu husus yalnız subay ve astsubay için söz konusu olmakta, er için sadece bir veya iki sene için söz konusu olmaktadır. İslâmiyet’te ise askerliği kabul eden herkes için söz konusu olmaktadır. Gerekli görüldüğünde askere çağrılmakta ve maaş verilmektedir. Gerekli olmadığı zaman da evine dönmekte ve serbest çalışarak geçimini o şekilde sağlamaktadır. Ne var ki birliğe çağrıldığı zaman işini terk ettiği için başarılı iş de kuramamaktadır.
Biz bunu “yüz dairelik lojmanlı işyeri apartmanlar projemiz” ile sivil hayata getirmek istiyoruz. Yüz dairelik lojmanlı işyeri apartmanlarında oturanların daireleri kendilerine ait değildir, kira da vermemektedirler. Apartmanın altında işyerleri var, orada çalışmakta, böylece geçinmektedirler. Mümin olanlar artırdıkları zamanlarını ilimde ve kamu hizmetinde harcarlar. Onlar geçimlerini lojmanlı işyeri apartmanının altındaki işyerinde çalışarak temin ederler. Müslimler ise birikimlerini değerlendirirler ve işletmelerden hisse veya işletme senetleri alırlar, böylece servet edinirler.
“Adil Düzen”in ne olduğunu kavrayabilmemiz için yüz dairelik lojmanlı işyeri apartmanına taşınıp mümin olmamız gerekmektedir. Ordumuz yüzde 60, yüzde 70 Adil Düzen içindedir. Onları ıslah edersek ordu sistemimiz devam eder. Buna karşılık diğer bütün sivil kuruluşlar yeniden oluşmalıdır. Biz eskiden beri askerlere farklı değer veririz. Bunu hislerimizle yapıyorduk. Şimdi bu açıklamalarla askerlerin neden sivillerden daha ileride oldukları daha iyi anlaşılmaktadır. Farklıdırlar, çünkü onlar müminlere yakındırlar.
وَاللَّهُ خَبِيرٌ
(Va elLAvHu PaBIyRun)
“Ve Allah habirdir.”
Kur’an’da “Allah’ın amellerimizden habir olduğu” 20 yerde geçmekte, bir yerde “size inba edecektir” denmekte, böylece 21’e yani 7’nin üçüncü katına ulaşmaktadır.
“Amel ettikleriniz” takdim veya tehir edilmekte, başına “İnne” getirilmekte veya getirilmemekte, “Kâne” ile veya “Kâne”siz zikredilmektedir. Hepsinde nekre getirilmekte, marife olarak zikredilmemektedir. Değişik şekilde ifadeler vurguları ifade eder.
Haber alma teşkilatının önemi vurgulanmaktadır.
Teşkilatın işleyiş şeklini burada hatırlatmada yarar vardır.
Müminlerin görevi; duydukları herhangi bilinmeyen bir haberi üstlerinin internetine ve başkanın internetine geçeceklerdir. Üstler bu haberi birleştirip başkanın internetine girecektir. Böylece gizli istihbarat yok, casus yok ama duyulan her yeni haber müminler tarafından üstlere ulaştırılıyor, üstler bunları tasnif edip birleştiriyor, muhabirlerin sayısı şerh koyarak başkana ulaştırılıyor. Başkan bunu haberleri değerlendirme kuruluna veriyor. Kurul sonuçları başkana bildiriyor. Başkan onu değerlendiriyor.
İşte bu müessesenin şekli istinbat âyetinde anlatılmakta ve önemi de Kur’an’da yirmi yerde vurgulanmaktadır.
بِمَا تَعْمَلُونَ (16)
(Bi MAv TaGMaLUvNa)
“Amel edeceklerini.”
“Habir” kelimesi değişik yerlerde “Amel” kelimesi ile zikredilmektedir. Amelin çeşitleri zikredilmektedir. Demek ki 20 çeşit amel vardır. Bu amellerde istihbarattan yararlanılır. Âyetleri ayrı ayrı ele alıp bu 20 çeşit işi ortaya koymak ve orada istihbarattan nasıl yararlanılması gerektiğini tesbit etmek gerekir.
Buradaki amel cihadda ameldir. Cihad edenlerin başkalarını velice ittihaz etmeleri gerekir. Cihat yapıp yapmadıkları resmi kayıtlarla belirlenir ama resmi olmayanlar da istihbaratla tesbit edilir.
Birisinin aleyhine ihbar geldiğinde ona bu ihbar bildirilir, savunması alınır ve kendi dosyasına konur. Dava ikame edenden dosyasındaki bilgiler istenir. Vermezse cihad payından pay alamaz.
“Adil Düzen İnsanlık Anayasası”nda “25 Genel Hizmet”ten biri de “Evrak Hizmetleri”dir. Bu âyetler oradaki hükümleri ortaya koymaktadır.