TEVBE SÛRESİ TEFSİRİ(9.SURE)
Süleyman Karagülle
1548 Okunma
20 VE 22.AYETLER

Tevbe Sûresi-12

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

 

***

الَّذِينَ آمَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ أَعْظَمُ دَرَجَةً عِنْدَ اللَّهِ وَأُولَئِكَ هُمُ الْفَائِزُونَ (20) يُبَشِّرُهُمْ رَبُّهُمْ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ وَرِضْوَانٍ وَجَنَّاتٍ لَهُمْ فِيهَا نَعِيمٌ مُقِيمٌ (21) خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا إِنَّ اللَّهَ عِنْدَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ (22)

 

الَّذِينَ آمَنُوا وَهَاجَرُوا وَجَاهَدُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ أَعْظَمُ دَرَجَةً عِنْدَ اللَّهِ وَأُولَئِكَ هُمُ الْفَائِزُونَ (20)

(elLaÜIyNa EAvMaNUv Va HAvCaRUv Va CAvHaDUv FIy SaBIyLı elLAvHi BiEaMVAvLiHiM Va EaNFuSiHiM EaGJaMu DaRaCaTan GıNDa elLAvHi Va EuLAvEiKa HuMu eLFAvEiZUvNa)

“İman etmiş, hicret etmiş ve Allah sebilinde malları ve canları ile cihad etmiş kimseler, Allah’ın indinde derece olarak e’zamdırlar ve onlar faizdirler.”

Bundan önce Allah’a ve âhirete iman edip Allah sebilinde cihad eden kimselerin hacıları saky edenlerle eşit olmadığını bildirmiştir. Orada “Men” ile getirilmişti. Şimdi “Men”i “Ellezîne” ile bedel yaptı. “Câenî men alime ellezî ya’lamu el-fıkha” dediğiniz zaman, “bana fıkhı bilen herkes geldi” demiş olursunuz. Âmlığı ifade etmiş olursunuz. “Ellezî” ile marifeyi cinsi ifade etmiş olursunuz.

Cins ile umumilik arasında şöyle bir ilişki vardır.

Cins olan varlığın tanımı yapılır. Çoğulu olmaz. Sayılı değil sadece tanım olarak bilinir. Hariçte mevcut değildir.

Ahd için gelende ise cins için gelenlerden mevcut olan biri kastedilir.

“Men” ve “Mâ” ile mevcut olanlardan birisi kastedilir. Ancak cins için gelenlerden herhangi birisi olabilir. Yani herhangi birisinin olması yeterlidir. Belirsizlik yoktur. Herhangi birisinin aynı derecede makbul olduğu anlamına gelir.

“Ellezî”nin başka bir delaleti istiğraktır. Cins içine giren bütün varlıkları içerir. Dışarıda herhangi biri kalmaz.

Burada önce “Men” ile umumilik ifade edilmiş, kim olursa olsun Allah ve âhirete iman edenlerle cihat edenler, hacıları saky eden eşit tutulmamıştır. Burada cins tarif edilmiş ve böylece cins olarak bunu içerdiği belirtilmiştir. İstiğrak için de olabilir. Yani ayrı ayrı herkes hükme dâhildir. Sonra da hepsi birden hükme dâhildir.

Ne olursa olsun üstteki âyette “bir değildir “denmiş, hüküm söylenmemiştir. Bu âyette de “onların e’zam dereceye sahip olduğu” ifade edilmiştir. Önceki âyette “Men” müfred getirilmiş, ama “lâ yesteviyani” denmemiş, “lâ yestevûne” denmiştir. Yani tesniye değil de çoğul sigası kullanılmıştır. Sonra da “Ülâike” diyerek tekil olarak zikredilen “Men” çoğul yapılmıştır.

Burada “ellezîne” diyerek teker teker cihad edenler ifade edilmiştir. Yani insan cihad edince her biri ayrı ayrı dereceye sahip olur, mükâfat alır. Sorumluluk şahsidir ama cihad cemaatle yapılacaktır. Tek başına cihad yapılamaz. İşte “Men” bu sebeple “Ellezîne” ile bedellenmiştir.

Bu durum bizim ekonomide kabul ettiğimiz genel kuralı sosyal olarak da teyit etmektedir. İnsanlar birlikte çalışıp ayrı ayrı tüketme yapacak şekilde yaratılmıştır. Böylece bir taraftan topluluk oluştururken diğer taraftan kişiliklerini korurlar. Birlikte üretirler ama sonunda ürün bölüştürülür ve herkes kendi payını alır. Cihadı birlikte yapacağız ama sonunda hepimiz kendi yaptıklarımızdan sorumluyuz. Kıyasla üretimi de öyle yapacağız.

Kur’an’ın ne kadar veciz olduğunu burada görüyoruz.

“Ellezî”yi “Men”e bedel yapmakla insanın temel yapısını anlatmaktadır. Önceki âyette “Allah ve âhirete iman etmek” dendiği halde, burada Allah ve âhiret hazf olmuştur. Bedel olmasından bellidir. Allah cihad etmeden önce burada hicret etmeyi de eklemiştir. Allah ve âhirete iman etmek ve onun yanında cihad etmek yeterli değildir, hicret etmek de gerekir. Yukarıda hicret etmeyi eklemediği halde burada eklemiş olması, hicretsiz cihadın olmayacağını ifade eder.

“Men”de yani kişinin cihad etmesinden bahsederken hicret şartını getirmedi. Çünkü hicret de ancak cihadla olur. Ferdi cihad hicretten önce başlar. İnsan bulunduğu toplulukta şahsen cihad yapar. Hicret etme de ancak nefsi ile cihadla mümkündür. Hazreti Muhammed buna büyük cihad diyor. Büyük cihad küçük cihad içindir. Çünkü sonuç ancak küçük cihadla alınır. Küçük olması kolay olmasından ileri gelmektedir ama sonuç olarak büyüktür. Zaten bu vasfı Kur’an vermemektedir. Hadislerde bunun için Kur’an’daki icaz aranamaz. Gerçekte nefsi ile mücadele küçük cihaddır. Büyük cihad birlikte yapılan cihaddır. Ama nefis için nefisle mücadele zordur. Birlikte cihad kolaydır.

Malları ve canları ile cihad yapma zikrediliyor. Önce mallar, sonra can zikrediliyor. Başka âyette de kötülüğü en iyi yolla çöz deniyor. Başka bir âyette de mallarınızı harcayın, kendi elinizle kendinizi tehlikeye sokmayın deniyor; yani önce mal ile cihad yapılacak.

Bunun için önce güçlü ordu bulundurulacaktır. Bundan dolayı düşman saldırmaya cesaret edememelidir. Güçlü ordu bulundururken o orduyu besleyecek güçlü ekonomiye sahip olmamız gerekir. Yani düşman, ‘ben buna saldırırım, bir gün barutu biter, dolayısıyla ordusu da teslim olmak zorunda kalır’ dememelidir.

Ordu ekonomi bakımından devlete yük olmamalıdır.

Napolyon, ‘savaş kendi kendisini finanse etmelidir’ diyor.

Biz ise ‘ordu kendi kendisini finanse etmelidir’ diyoruz.

Bunun için ordunun gelirlerini devlet bütçesine tamamen yüklemiyoruz. Devlet gelirlerinin beşte biri orduya ayrılmalıdır. Bedeller ordunun olmalı, gümrük gelirleri ordunun olmalıdır.  Ama orduların gelirleri askerliği yapan kimselerin emeği olmalıdır. Orduya yeter derecede (onda bir) toprak temlik edilecek. Onda bire yakın emek de ordunun olacak. Orada bununla üretim yapmalı ve ordu kendi kendisini finanse etmelidir. Savaş zamanında ise tüm bölge halkı asker olacağından ordunun emeği büyümüş olacak, üretimi de daha fazla yapabilecektir. Dolayısıyla böyle yapıldığında kendimizi tehlikeye sokmayız.

Burada “malları” kelimesinin takdimi bunlara işaret etmektedir. Başka âyetler de bunları açıklamaktadır. Biz bu hükümleri istihsanla koymuştuk ama burada nass ile istihsanımız teyit edilmiş olmaktadır.

Burada bir usule işaret edeceğiz. İlimde de böyledir. Varsayımlar konur. Sonra o varsayımlarla sorunlar çözülür. Uygulama ile sorunlar çözülürse, o zaman o varsayımlar doğru kabul edilir. İşte, fıkıh yaparken de bu ilmî metodu kullanıyoruz. Zaten bu metot Müslümanlar tarafından önce fıkıhta kullanılmıştır. Batı dünyası Müslümanlardan öğrendiği bu metodu teknikte uyguladı ve bugünkü uygarlık ortaya çıktı.

Bugünkü uygarlık Kur’an’ın mucizesidir.

İki yönüyle mucizedir.

Biri; bugünkü gelişme seviyesi Kur’an’ın öğretisi olan içtihatla ortaya çıkmıştır.

İkincisi ise; Kur’an’ın koyduğu hükümler ancak bugün uygulanabilir. Kur’an nâzil olduğu zaman Kur’an hükümlerinin uygulanması mümkün değildi. Bugünkü ulaşım ve haberleşme imkânları olmasa Kur’an nasıl bütün insanlığın kitabı olacaktır?

الَّذِينَ آمَنُوا

(elLaÜIyNa EAvMaNUv)

“İman etmiş olan kimseler.”

Bir fiil iki şeyi ifade eder. Biri fiili, ikincisi faili içerir. Ayrıca zaman bildirmektedir, hâl bildirmektedir. Bir şey marife veya nekre olduğunda marifelik ya yoktur ya da özel olarak harf marifeliği ifade eder. “Lem Yef’al” ile “Lemmâ Yef’al” arasında marifelik veya nekrelik farkını koyabiliriz. Benzer şekilde “Lâ Yeciu” ile “Len Yecie” arasında da böyle farklar düşünebiliriz. Marifelik ve nekrelik her dilde vardır.

‘Dün ben bir adam gördüm’ derseniz nekre olur. “Dün ben o adamı gördüm’ derseniz marife olur. Hattâ ‘ben adam gördüm’ dediğimiz zaman bir adam görmüş olurum, ‘ben adamı gördüm’ dediğimiz zaman da adam marife olur. Ne var ki Türkçede bu marifelik ve nekrelik çok az belirli hâle getirilmiştir. Oysa Arapçada bu hususta çok ileri gidilmiştir. Mesela zarfta “Fî” harfi nekreliği, “Bi” harfi marifeliği ifade eder.

Fiilde ise marifelik ve nekrelik iki kavramda görülür; biri fiilde, diğeri failde. Bunun için ayrı ayrı sigalar kullanılır.

“Ellezî Feale”de hem fiil hem fail marifedir.

“Men Feale”de fiil marife fail nekredir.

“El-Fail”de fiil nekre fail marifedir.

“Failün”de hem fiil hem fail nekredir.

Gramerciler nekrelikteki bu derecelemeyi kabul etmekle beraber, sınıflamada açık ifadelerle işaret edememektedirler.

Demek ki “Ellezîne Âmenû”da hem iman fiili marifedir, neye iman edileceği ve neyin güvence altına alınacağı bellidir. Ayrıca iman edenler de bellidir. Ayrıca kurallı çoğul olduğu için bu organize olan topluluğu ifade eder. Bugünkü hukukta hükmi şahsiyet veya tüzel kişilik olarak ifade edilen kavram Kur’an’da kurallı erkek çoğulla ifade edilmiştir.

Yine fıkıhçılar kurallı çoğulla kuralsız çoğullara verilen hükümden farklı hüküm yüklemişlerdir. Tüzel kişilik terimini fıkha koymamışlardır. Biz tüzel kişiliği olan diyoruz.

Tüzel kişi olmak için; a) Aralarında mukavele olmalıdır. b) Bir başkanları bulunmalıdır. c) Bir merkezleri olmalıdır. Başkanları değişince tüzel kişilik değişmemelidir. d) Kendilerine hakemler seçmelidirler. Aralarında çıkan nizaları o hakemler sözleşmelerine göre halletme yetkisine sahip olmalıdır.

Burada kastedilen iman etmiş olanlar bu şekilde bir topluluk oluşturmuş kimseler olmalıdır. Bunlar tüzüklerinde ne amaçla topluluk oluşturduklarını o sözleşmede belirtirler. Belirtmeseler de sadece topluluk oluşturmak için dernek kurarlar. Onun için gaye maddesi şart değildir.

وَهَاجَرُوا

(Va HAvCaRUv)

“Ve muhaceret etmişler”

Hicret” bir yerin yerlisi, bir topluluğun üyesi iken, o topluluktan ayrılıp başka topluluğa katılmadır. Ocaktan ocağa, bucaktan bucağa, ilden ile ve ülkeden ülkeye hicret olur.

Burada ise bir yerden diğer topluluğa katılmadan bahsetmektedir.

İnanmış kimseler bir araya gelmek için bir yere göç ettikleri zaman orada yeni topluluk kurmalı yani yeni düzen getirmelidirler. Mevcut uygarlığın çoğalması döllenmiş bir hücrenin çoğalmasıdır. Bir varlık böyle oluşur. Bütün hücreler aynı DNA’ları taşırlar. Oysa gelişen hücre farklı DNA’ları taşıyan yeni varlık oluşturur.

Topluluklar da böyledir. Bölünürler ve birbirlerine benzer topluluk oluştururlar yahut yeni topluluk modeli ile yeniden kurarlar. Uygarlaşma böyle gerçekleşir. Bunun için yeni proje modeline inanan kimseler bir araya gelirler ve bir ocak, bir bucak kurarlar. Ocaklar birleşip bir semt oluştururlar. Semtler bucağın birer parçası olurlar ve bu bucakta yeni bir düzenin varlığını gerçekleştirirler. Günün sorunlarını çözecekleri için başarılı olurlar. Sonra bütün bucaklar ona benzeyerek çoğalırlar.

Buradaki “Hâcerû” kelimesi bu yeni düzeni kuracak kimselerin hicret etmeleri gerektiğini ifade eder. Mufaale babındadır. Müşareket içindir. Birbirlerine hicret ederler anlamındadır. Bir yerden diğer yere hicret etme değildir, birbirlerine hicret etmedir.

Yeni uygarlığın oluşması için mutlaka hicret edip orada yeniden oluşturmanın yani yeni bir oluşumun gerçekleştirilmesi gerekmektedir. Eski topluluklar yapılarını değiştirmezler. Eski topluluklar eski DNA’ları taşırlar. Milyonlarca hücrenin DNA’larını değiştiremezsiniz. İlk yeni hücreyi yaparsınız. Sonra o hücreler çoğalarak yeni beden oluşturulur. Bu yeni hücre ocak ve bucaktır.

Ocak ve bucak kurma imkânımız yoktur diyemezsiniz. Bir ortaklık kurarsınız, size pek çok kimse katılır. 1960’larda kurduğumuz İzmir Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi buna örnektir. Gülen Cemaati buna örnektir. Millî Görüş buna örnektir.

1960’larda biz ortaklık kurmaya başladığımız zaman Türkiye’de ve dünyada Müslümanların hiçbir çağdaş kuruluşları yoktu. İstanbul’da İlim Yayma Cemiyeti vardı, yaptığı iş eski eserleri tamir etmekten ibaretti. İzmir’de Kestanepazarı Derneği vardı, yaptığı iş camilere imam ve müezzin yetiştirmekti. Bugün ise inanmış kimseler her konuda faaldirler; dinde/düzende, ekonomide ve siyasette başta rol alıyorlar. İlimde de asrın sorunlarını çözen çözümleri üreten yer yalnız Türkiye’dir; Akevler’dir; bu yönüyle dünyada tektir.

وَجَاهَدُوا

(Va CAvHeDUv)

“Ve cihad edenler.”

Yeni düzen oluşturmaya başladığınız zaman içte ve dışta zorluk içinde kalınacaktır.

Önce nefsinizin alışkanlıkları vardır. Onları bırakamazsınız. Örnek olarak sigara içen arkadaşlar sigaralarını bırakamıyorlar. İnternette boş vakit geçirenler hâlâ fırsat buldular mı hemen oradadırlar. Düğünler, bayramlar, ziyaretler “Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen” için çalışmaya zaman bırakmıyor. Önce herkes nefsi ile cihad etmek zorundadır.

İkinci cihad edecekleri kimseler ve yerler ise çevreleridir, yakınlarıdır. Herkes bilinçsiz ve sebepsiz şekilde saldırmaya başlar, cihada mâni olmak isterler. Çeşitli işler icat ederler. Hasta olurlar, kriz geçirirler. Bu mücadele nefisle mücadeleden daha zordur.

Sonra; bir işte sebat etmek asla kolay değildir. Başka yerde küçük bir kazanç görüldü mü hemen nefis oraya doğru meyleder. Meselâ, biz Akevler’i kurduğumuz zaman oraya katılan kimseler, orada yetişen kimseler Akevler’de kalsalardı, Akevler şimdi insanlığın merkezi olurdu. Çoktan “Adil Düzen” gelmiş, insanlık bugünkü bu sıkıntıları yenmiş olurdu. Ama onlar böyle yapmadılar. Akevler’de kendilerine cesaret gelenler hemen Akevler’den ayrı yerlere dağıldılar.

Bu dağılanların başında Fethullah Gülen ve Erbakan vardır... Bu dağılanların başında Sayın Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül vardır... Beşir Atalay vardır... Ali Erişen, Sabri Tekir, Arif Ersoy, Hira Karagülle gibi tanınmış profesörler vardır... Fehmi Koru vardır... Atilla Koç vardır... Evet, bunlar dışarıda büyük başarılar elde ettiler ama “Adil Düzen”e katkıları ne oldu; mevcut düzeni yaşatma katkılarından başka katkıları ne oldu?!.

Evet, bunların doğrudan katkıları olmadı ama “Adil Düzen”e zemin hazırladılar, hazırlıyorlar da... Ancak bunlar birbirlerine hicret etmediler, bunlar cihat etmediler, mevcut kötü/bozuk düzende iyi işler yapmaya çalıştılar. Şüphesiz bunların da Allah katında ecirleri vardır ama Akevler’de kalıp cihada devam edenlerin mertebeleri çok daha yüksektir.

Son olarak; bize saldıran kimselere karşı cihad yani küçük cihad gelir. Bu hususta bizim nesil çok başarılı zaferler kazanmıştır. Gerçekten gevşemeden cihadlarına devam etmişler, başarıya da ulaşmışlardır. Bundan dolayı Allah’a hamd etmemiz gerekmektedir. Yalnız Türkiye’de değil, yeryüzündeki bütün İslâm uygarlıkları, Sünni, Şii, Protestan, Ortodoks, Katolik, Hindu ve Brahman dinleri Türkiye’deki bu kardeşlerimizin cihadı ile uyanmışlardır.

Adil Düzen Çalışanlarına şimdi düşen iş “Adil Düzen”in, “Adil Ekonomik Düzen”in ilmini yapmak ve birer örnek vermektir. Birer örneğini göstermedikçe tebliğ yapmamış olursunuz, söylediklerinize siz de inanmamış olursunuz.

فِي سَبِيلِ اللَّهِ

(FIy SaBIyLı elLAvHi)

“Allah’ın sebilinde”

Sebil” komşu yerleşim yerlerini birbirine bağlayan yollardır.

İnsan çevredeki insanlarla devamlı ilişkidedir. Bunlar sayesinde topluluk oluşmaktadır. İnsanın diğer canlılardan en büyük farkı, uzak kimselere ulaşmasını sağlamasıdır. Bu ilişkiler yollarla olmaktadır.

Bugün insanlık birçok yollarla birbirine bağlanmaktadır.

a) Ulaşım yolları vardır ve dört çeşittirler. Bunlar 1) kara, 2) deniz, 3) hava ve 4) demir yollarıdır.

b) Sıvı maddeleri taşıyan yollar vardır. Bunlar 1) suyolları, 2) yakıt yolları, 3) elektrik hatları ve 4) pis su yani atık su yollarıdır.

c) Haberleşme yolları: 1) Posta, 2) telefon,  3) yayın ve 4) basın.

d) 1) İlmî, 2) Ahlâkî, 3) Meslekî ve 4) Siyasî dayanışma kuruluşları da birer yoldur.

Bu yollar sayesinde topluluk oluşmakta ve bir varlık olmaktadır.

Bizim bedenimizde de kan damarları vardır, sinir sistemi vardır.

En önemli sebillerin biri de paradır. Para sayesinde tüm insanlık ortak üretim yapabilmektedir. Sağlıklı bir para sistemi kurma yani bankacılık da bir sebilullahtır. Ne var ki bunlar topluluğu oluşturduğu gibi bu kurumların sömürücüleri, tekelleri oluşmakta ve bilgiler şimdi bunların yüzünden çöpe gitmektedir.

“Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen” insanlığın bütün sorunlarını çözdüğü halde, bundan insanlığı yararlandırmayan bir grup vardır; tekel sömürü sermayesi vardır; o zamanki Mekke müşriklerinin yerini şimdi çağımızda New York müşrikleri almışlardır.

Evet, Kur’an burada bize müşriklerle cihad yapmamızı emretmektedir. Bu müşrikler kimlerdir? Bunu teşhis ve tesbit etmemiz gerekir.

Bunu teşhis ve tesbite gerek yoktur. Amerika’da bir otelde toplanan tekel sömürü sermayesi mensupları, Türkiye’deki 28 Şubat müdahalesini tezgâhlamışlardır. Aynı şekilde İstanbul’daki bir motelde (Güneş Motel) toplanan Türk Masonları, 1970’lerde Ecevit CHP’si ile yaptığımız koalisyonu bozdurmuşlardır. Hâlâ teslim olmamaktadırlar. Obama ve Putin onlara karşı olduğu halde, onlar yine fitneye devam etmektedirler. Bunlarla cihad savaşla olmaz. Çünkü bunlar kendileri savaşmamakta, bizi birbirimizle savaştırmaktadırlar. Onlarla savaşmak, onların bu savaş kışkırtmalarına aldırış etmemektir. Hazreti Âdem’in oğullarından Habil’in dediği gibi diyeceğiz; siz saldırsanız bile biz saldırmayacağız. Biz sabrettikçe, tekel sömürü sermayesi ile olan sorunumuzu çözmüş oluruz. Ecelleri yakındır. Sorun onlar değildir. Sorun biziz. Kendimizdeki cihad ruhunun gerçek anlamda gerçekleşmemiş olmasıdır, “Adil Düzen” örneği bir işletmeyi kuramamış olmamızdır.

بِأَمْوَالِهِمْ

(BiEaMVAvLiHiM)

“Malları ile”

Bi” harfi “içinde” manasında zarf olur veya “ile” manasında araç olur. ‘Darabtu bi asaye’ derseniz, “sopam ile dövdüm” demiş olursunuz. Burada araç olarak geldiği kabul edilir. Zarf iken marifeliğe kayar. Yani bulunduğu yer bellidir. Araç olarak geldiği zaman kullanış şekli bellidir. Burada mallar izafe edilmiştir. Marifedir. Mallarda istiab gerekmez yani bütün malların kullanılması gerekmez. Belli malların belli şekilde kullanılmasıdır.

Mallar ortaklıkta iki şekilde kullanılır. Ortak üretimde ortaklığın katkıları olduğu için ortaklığa pay verilir. Bu pay karşılığı hizmetler yapılır. Ortak mallarla iştirak olunur. Bu pay da üretimde kullanılır.

Bir köy düşünün, tarlaları vardır, sulanmaktadır. Bunların sulanması gerekir. Ortak su emek verilerek elde edilir. Herkes suyu kullanır. Üründen su için ortaklığa pay verilir. Bunun yanında ekin yerlerinin yabani varlıklardan korunması gerekir. Koruyanlara ortaklıktan pay verilir. Bu zekâttır. Gelirler kısmı zekât olarak ifade edilir. Paylaşırken de sadaka olarak ifade edilir. Barış zamanında malları ile cihat zekât vermekle olur. Zekât müminlere de müslimlere de farzdır.

Müminlerden istenen zekât bu zekâttan farklıdır. Bu da şu şekildedir. Cihad yapacak ortaklık kuruyorsunuz. Bizim kurduğumuz Akevler böyle bir ortaklıktır. Buraya ortak olma malları ile cihaddır. Böyle bir ortaklığın görünürde bir kazancı yoktur. İleride kâr edebilir. Ama şimdiki zamanda ise kâr etme ihtimali yoktur. Böyle bir otaklığa katılanlar kâr amacı ile katılmazlar, cihad amacıyla katılırlar. Bu ortaklığı kuranlar ise ortaklara kazanç getirirlerse başarılı olurlar, getirmezlerse başarılı olamamış olurlar. Şirketi kuranlar zamanlarını yani emeklerini, malları ile ortak olanlar ise mallarını kaybetmiş olurlar. Her ikisi de sevap alırlar. Cihadı bırakmamak şartı ile amelleri boşa gitmez.

Savaş da böyle yapılır.

Diyelim ki Suriye’deki çatışmayı önlemek istiyoruz. Önce Suriye’deki taraflara hakemlere gitmeyi teklif ederiz. İki taraf da hakemliği reddederlerse, o zaman hakemliği kabul etmeyen bu ülkeyi bir ordu ile işgal ederiz. Biri kabul eder, diğeri kabul etmezse, biz kabul edenin tarafı oluruz, ona yardım etmek üzere Suriye’ye gidip savaşırız. İkisi kabul ederse ve uyarlarsa sorun olmaz. Uyan olursa onun yanında savaşırız.

İşte böylece Suriye’ye gidip savaşma durumu ortaya çıktığı zaman ne yapılır?

Bir Suriye savaş ortaklığı kurulur. Bu ortaklığa müminler malları ile katılırlar, ayrıca bu ortaklığa canları ile de katılırlar. Savaşta hedef konur, elde edilecek kazanç da konur. Elde edilen kazancın yarısı malları ile savaşanlara verilmiş olur. Malları ile cihad budur. Demek ki cihad için kurulmuş ortaklığa katılma malları ile cihaddır.

Bir de bir köy veya mahalle düşünelim; yangın çıktı, sel bastı, zelzele oldu, saldırıya uğradı... Hepimiz bu afeti def etmekle mükellefiz. İşte bu durumda herkes malları ile canları ile bu savunmaya katılır. Burada herkes katılmak zorundadır. Savunma bittikten sonra elde kalanlar bölüşülür. Bu da iştirak şeklinde katılarak cihad yapmadır.

Bunun dışında savaş başladığında herkes mallarını karz olarak yönetime verir. Yönetim afeti atlattıktan sonra aldığı kredileri iade eder. Kıtlık olduğu zaman devlet ellerinde malı olanlardan borç alır ve halka dağıtır. Bolluk olunca halktan verdiği kredileri geri alır ve borç verenlere verir. Bu da malları ile cihaddır.

وَأَنْفُسِهِمْ

(Va EaNFuSiHiM) 

“Ve nefisleri ile”

“Vebi enfusihim” denmemiştir. O halde ikisi birden olmalıdır.

Burada şu sorunun cevabı aranmalıdır.

Biz İzmir Akevler’i kurduk. Paraları yani “malları” ile ortak olanlar ayrı, “emekleri” ile katılanlar ayrı kimselerden oluşmuştur. Başarı bu sebeple eksik olarak gerçekleşmiştir. Gaye maddemizin gereği olarak “yaşamada” yani ev inşasında ve ev hayatında bir araya geldik ama “çalışmada” yani iş hayatında bir araya gelemedik.

Şimdi İstanbul Yenibosna’da çalışmada da bir araya gelmeye hazırlanıyoruz...

Nefisleri ile katılma, önce namazlara devam etmedir.

Sabahleyin herkes kalkar, sabah namazını evde kılar, yemeğini yer ve mescide gelir. Biz Yenibosna’da bu sabah toplantısı için bir araya gelmeyi saat sekizi çeyrek geçe ile sekiz buçuk arası yapıyoruz. Sabah namazını evde kılıyoruz ama bu sabah namazı yerine geçmeyecektir, çünkü namazı birlikte kılmıyoruz. İşte, biz duha namazını sabah namazı yerine cemaatle kılıyoruz ve çalışmaya başlıyoruz.

Saat 13:30 da bir araya gelip öğle namazını kılıyoruz. Herkes gidiyor ve üç saatini evinde geçiriyor. Saat 16:30 da bir araya gelip ikindi namazını kılıyor ve akşam mesaisine başlıyoruz. İsteyen gider çalışma yapar. Üç saat sonra gelip bize katılır: İsteyenler iş yapmak yerine ilim yaparlar. 19:30’da akşam namazı kılıyor ve ilmî çalışmalarımızı yapıyoruz. Sonra 21:30 veya 22:00’de yatsıyı kılıp dağılıyoruz.

Bazen öğle ile ikindiyi cem ediyoruz, yahut akşam ile yatsıyı cem ediyoruz.

Cemi kabul etmeyenler cemaatlere katılırlar, onlar için nafile olur. Kendileri evlerinde farzlarını istedikleri vakitlerde kılarlar. Cemi kabul edenler o vakitlerde evlerinde sünnetleri kılabilirler. Farzlar cemaatle kılındığı zaman geçerli olur.

İşte bu suretle toplantılara katılma cihaddır; zekâtın cihad olması gibi cihaddır. Namaz Mekke’de farz olduğu halde, zekât Medine’de farz olmuştur. Yani toplantılara katılmak her haliyle cihaddır, fıkıhçılar da bunu imanın rüknü olarak kabul etmişlerdir.

Nefisleri ile cihadın ikinci aşaması nöbet tutmaktır. Mesela biz bir bakkal açarız; bu bakkal “Adil Düzen”e göre çalışacak bir bakkaldır. Ortak olarak çalışacak bir tezgâhtar bulamayız, çünkü başlangıçtaki gelir onu doyurmaz. O zaman biz nöbetleşe tezgâhtarlık yaparız. İşte bu da cihaddır. Asgari ücretle çalışıp “Adil Düzen”e hizmet etmek de “bedenen” yapılan cihaddır. Bunların asgari ücretle finanse edilmesi de “mâlen” yapılan cihaddır.

Sabit ücret meşru değildir denebilir. Kur’an’da deniyor ki; kâtip ve şahit zarara uğratılmaz. O halde kamu görevi görenlerin karşılık almaları meşrudur. Araştırmada üretim bedellenemediği için araştırmada zamanlarını karşılayanların aslî ihtiyaçlarını gidermek meşrudur. Berbere ödenen ücret gibidir. Araştırma yapan bu arkadaşlarınız cihad yapmaktadırlar. Cihad yapanların ihtiyaçlarını gidermek de mal ile cihad yapanlara ait olacaktır.

Burada “Bi”nin iade edilmemesi sebebiyle ikili ortaklıklar şeklinde olması gerekmektedir. Ya bir kişi hem malı ile hem de canı ile cihad yapacak, ya da iki ortaktan biri mâlen diğeri bedenen cihad yapacaktır. İkisi bir kişi durumundadırlar. Ortaklık anlaşmalarını ikili olarak yaparlar.

أَعْظَمُ دَرَجَةً

(EaGJaMu DaRaCaTan)

“Derece olarak e’zam durumdadırlar.”

Derece” üst üste koyduğunuz eşyanın, mesela incinin yerini bellemedir. Kıymetli olanları en çok korunan yere koyarsınız. Böylece inciler arasında sıralama yaparsınız. Toplulukta da dereceleme vardır.

İlimde dereceler ümmi, sail, amil, zakir, fakih ve rasih olarak derecelenirler.

Meslekte dereceleme bir meslekte geçirilen zamanla veya yaşla derecelenir.

Ahlakta derece toplantılara katılma ile derecelendirilir.

Siyasette ise biat ile derecelenir, kime daha çok kimse biat etmiş ise onun derecesi yüksek olur.

Demek ki dereceler ilme, yaşa, devama ve sayıya bağlı olarak derecelenmiş olur.

İyiler ikiye ayrılmaktadırlar. Müslimler cihada mâlen katılanlardır. Müminler ise cihada bedenen katılanlardır. Bedenen katılanların derecesi malen katılanların derecesinden üstündür yani askerler sivillerden daha üstün derece sahibidirler.

عِنْدَ اللَّهِ

(GıNDa elLAvHi)

“Allah’ın indinde”

“Allah” her iki anlamda alınabilir. İman, kalbe giren iman ise onun derecesi âlemlerin rabbi Allah’ın indindedir. İmandan kasıt emniyete alan fiilen asker olmaksa, bunun derecesi topluluk nezdindeki derecedir.

Benim askerleri savunmam şahsımla ilgili değildir. Yakınlığım olan bir asker yoktur. Bu savunmada şahsi herhangi bir çıkar söz konusu değildir. Kur’an böyle diyor. Siyaset ilmi de bunu böyle söylüyor. Askerin güvencesi altında olmayan hiçbir şey bir değer ifade etmez. Dolayısıyla askerler kötü olsalar bile askerliği kaldıramayız. Aksine, askerlerin kötülük yapmasını önlemeliyiz. İyi bir genelkurmayı oraya getirmek meclisin en doğal hakkıdır, devlet başkanının en doğal hakkıdır. Azledebilir ama onun işlerine müdahale etmek ve yetkilerini kısıtlamak ise cinayettir, devleti ölüme göndermek demektir. Askerler sivil mahkemede muhakeme edilemezler. Daha yüksek derecede olanlar aşağı derecede olanlar tarafından sorgulanamazlar. Şeriatın hükmü budur.

Benim bu söylediklerimin hatalı olduğunu söyleyen biri varsa, her yerde her zaman tartışmaya hazırım. Ama ne gezer! Onların gözleri var görmezler, kulakları var işitmezler, beyinleri var düşünmezler. Onlar hayvanlar gibidirler. Yok, daha da şaşkındırlar. Bunlar benim sözlerim değil, Kur’an’ın sözleridir; Kur’an onları böyle tavsif ediyor.

وَأُولَئِكَ

(Va EuLAvEiKa)

“Ve işte onlar.”

Yani iman etmiş, hicret etmiş ve Allah yolunda malları ile canları ile hicret etmiş kimselerin dereceleri yüksektir. Ve yalnız bunlar faizdirler. “Ve” harfi burada “buna ilaveten” anlamındadır ve derece dışında bir de “faiz olma” vardır. Toplulukta askerlerin dereceleri sivillerden daha yüksek olmalı. Ayrıca bunlar faizdirler.

Derecenin dışında fevz nedir?

هُمُ الْفَائِزُونَ (20)

(HuMu eLFAvEiZUvNa)

“Onlar faizdirler.”

Fevz” gölgeliktir. Gölgeye girmek anlamında “kurtulmak”, mezara girmek anlamında “ölmek” demektir.

“El-Fevz” masdar olarak 16 defa geçmektedir. 2 defa “mübin fevz” olarak geçer, 9 defa “azim fevz” olarak geçer, 1 defa “kebir fevz” olarak geçer.

وَيُنَجِّي اللَّهُ الَّذِينَ اتَّقَوْا بِمَفَازَتِهِمْ لَا يَمَسُّهُمُ السُّوءُ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (61)

“Allah ittika eden kimseleri mefazeleri ile necata erdirir, onlara sû’ dokunmaz, onlar mahzun da olmazlar.”

“İttika etmek” kulübeye girmek demektir. Kulübe korunaktır. Orada canavarlar saldıramaz ve ona zarar veremezler, onlar orada mahzun da olmazlar.

Demek ki bir köşk vardır. Dışarıda fırtına ve canavarlar var. Yağmur ve doluya tutulmuştur, kurtlar ve aslanlar saldırmaktadır; işte böyle bir sahne. Sonra bunlar köşke girerler. Orada ne yağmur ne de canavarlar bir kötülük yapamazlar. Oraya girenler yalnız kötülüklerden kurtulmuş olmazlar, ayrıca orada insanların rahat etmeleri için de her şey vardır. İşte bu âyet bir film olabilir.

Bu açıklamalarımızdan şunu öğreniyoruz ki “fevz” demek, saldırılara karşı korunmuş olmak, tehlikeleri atlatmak, aynı zamanda ihtiyaçları refah içinde gidermektir.

Cumhuriyet döneminde saldırılardan emin olduk ama refah içinde olamadık. Demek ki bu dönemde fevz içinde olamadık. Demek ki yalnız dereceleri yüksek olmakla kalınmayacak, onlar başarılı olacaklardır.

يُبَشِّرُهُمْ رَبُّهُمْ بِرَحْمَةٍ مِنْهُ وَرِضْوَانٍ وَجَنَّاتٍ لَهُمْ فِيهَا نَعِيمٌ مُقِيمٌ (21)

(YuBaşŞıRuHuM RabBuHuM Bi RaXMaTin MiNHu Va RıWVANın Va CanNAvTın LaHuM FIyHAv NaGIyMun MuQIyMun)

“Rableri onlara kendisinden rahmeti, rıdvanı ve cennatı tebşir ediyor. Onlara orada mukım naîm vardır.”

Harfi atıfsız onlara tebşir ediyor diyor; kendisinden bir rahmeti ve rıdvanı ve cennatı.

“Rahmet” nekre olduğu için “Min” ile izafe edilmiştir. “Rahmet, rıdvan ve cennat” “Ve” ile atfedilmiş, “Minhu” tekrar edilmemiştir. Üçünün birlikte olduğunu ifade eder. Hepsi birlikte ondan demektir. Eğer “Min”ler tekrar edilseydi hepsi yine ondan olurdu ama ayrı ayrı olurdu. Bunun anlamı bu üç vasfı taşıyan bir durum vardır.

“Rahmet” sosyal imkânlardır; “Rıdvan” psikolojik imkânlardır, “Cennat” ise maddi imkânlardır. Bunların üçü birlikte olduğu zaman insan gerçekten saadete erer. Yine “ve”siz onlar için orada “naim” vardır denmektedir. Demek ki bunların hepsini birlikte kapsayan durumdur. “Mukim” durağan yani devamlı anlamındadır. Yahut ikisi birden haberdir. Nahivciler bunları mübteda, naim ve mukimi haber kabul ediyorlar. Biz ise lehumu mübteda, naim ve mukimi haber olarak alıyoruz. O takdirde hem nimetler vardır hem de makamlar vardır demek olur. Biri tüketilen malları ifade eder, diğeri taşınmazları ifade eder.

Bu kısımlar bu dünyadaki nimetleri değil âhiretteki nimetleri ifade eder. Buradaki mukim kelimesi bunu gösterdiği gibi bundan sonraki âyet de bunu teyit eder.

يُبَشِّرُهُمْ

(YuBaşŞıRuHUM)

“Onları tebşir eder”

“Buşr” tüysüz deridir. İnsana sevindirici haber verince yüzünde memnuniyetini ifade eden bir görüntü oluşur. İşte bu durum müjde anlamında manalandırılmıştır.

Tebşir etme” sevindirme anlamındadır. Öyle bir haber verirsin ki muhatabın o habere sevinir. Bu gelecekte olacak olayı haber vermekle olur. Kötü haber de “inzar”dır. Fevz-i azimi açıklamaktadır. O halde fevz-i azim âhiretteki fevzdir.

Cihad edenlere Allah âhirette farklı yerler hazırlamıştır. Şu soru sorulur. Âhirette dereceler farklı olacak, cihad edenler ayrı, cihad etmeyenler ayrı olacaktır. Akrabalar bölünecektir. Aynı yerde yaşayabilirler ama farklı şekilde yaşarlar veyahut ayrı yaşama yerleri olur. Birbirlerine gidip gelirler ama birilerinin evleri bir yerde diğerlerinin evleri ayrı yerde olur. Kur’an’ın anlattığı âhiret bu dünyadaki hayata çok benzemektedir. Burada olanların hepsi vardır. Ne var ki orada ölüm yok, acı yoktur.

رَبُّهُمْ

(RabBuHUM)

“Rableri”

Burada rableri fâilini kullanmadan “tebşir eder” denseydi, bundan önce geçen “Allah” kelimesi ile zaten belli olurdu. “Rableri” deyip yeniden başka kelime ile izhar etti; “Rableri” dedi.

Anne baba da rabdir. Çocuğu yetiştirirler. Anne babanın başka işleri de vardır. İşlerinden biri rablıktır. Oysa çocuğunuza tuttuğunuz dadı yalnız o çocuğu terbiye etmek için vardır. Başka işi yoktur. Bu sebeple izafe ettiğinizde aynı zamanda tahsis yapmış olursunuz.

Allah sanki onların rabbi olarak vardır. Allah’ın varlığı kendisinin varlığı için değildir. Allah’ın varlığı yarattıklarının rabbi olsun diye vardır. Kendiliğinden oluş teorisini böyle açıklayabiliriz. Varlıklar olsun diye varlıklar vardır. Kendiliğinden bu böyledir. Varlık yokluğa tercih edilmiştir. Gaye birin var olması değil, gaye çok varlığın var olmasıdır. Onların var olması için bir tanrıya ihtiyaç vardır. Onun için Tanrı vardır. İşte, rableri görevini yapıyor ve muttaki kullarını tebşir ediyor. Bunu bizim topluluğa götürdüğümüz zaman, topluluk fertler var olsun diye vardır, yoksa topluluk olsun diye fertler yoktur.

Allah’tan başka biri mi vardır da bunu böyle murad etti?

Hayır, Allah kendisi böyle murad etti. Ben varım, o halde bu âlem var olmalı ve Ben onların rabbi olmalıyım dedi. Kendi kendisine rablik görevini verdi. İşte biz böyle var olduk. “Rabbihim” kelimesi bunu ifade eder.

بِرَحْمَةٍ مِنْهُ

(Bi RaXMaTin MiNHu)

“Kendisinden rahmet”

Anne çocuğunu sever. Çok büyük sıkıntılara katlanır. Canını bile verir. Bu annelik duygusudur. Bu sevgi karşılık beklenmeyen sevgidir.

Allah’ın rabliği de böyledir. Bizim O’na bir yararımız yoktur. O bize muhtaç değildir. Ama O kendi kendisine rab olmayı irade etmiştir. İnsanı yaratmış ve kendisine muhatap yapmış, ona kişilik vermiş, irade vermiş, onu adeta tanrı yapmıştır. O da bir rab olduğunu bilir de kendisine benzerse o zaman başarılı olmuş olur. Ama O var ettiği kimseler eğer yaradılışa yakışır şekilde hareket etmezlerse onları eğitmeye devam eder.

وَرِضْوَانٍ

(Va RıWVANın)

“Ve rıdvan”

Anne baba çocuk yetiştirir. Ondan yani çocuktan bir şey beklemez ama onun iyi insan olmasını ister, iyi oğul veya iyi kız olmasını ister. Başarılı bir çocuk olarak yetiştiği için onu sevmekle kalmaz, ondan razı olur. Sevme onun iyiliğini istemedir. Rıza ise onun iyiliğinden duyulan memnuniyettir, sevinçtir.

Allah da cennetteki müminlerden razı olacağını tebşir etmektedir. Bu rızanın da mükâfatı olacağını anlatır. Müslimlere de rahmeti vardır. Müslimlere de cenneti vardır. Ama rızası müminleredir. Yani Allah herkesin mümin olmasını ister.

Allah kendi kendisine görev vermiş, ben tanrıya benzer varlıklar yaratacağım, yani onlar kendi kendilerine tanrılık yapacaklardır demiş. Onlardan başarılı olanlar olmuş, başarılı olmayanlar olmuş. İşte, başarılı olanlar O’nu memnun etmiştir.

Allah tanrıyı yaratamaz ama insanı yaratır. Biz önce “Müçtehit Yetiştirme Merkezi” dedik. Sonra düşündük ve dedik ki; bizim zorlamamızla müçtehit olunmaz, müçtehit ancak kendisi yetişir. İsmi değiştirdik ve “Müçtehit Yetişme Merkezi” yaptık.

وَجَنَّاتٍ

(Va CanNAvTın)

“Ve cennetler.”

“Rahmet” ve “Rıdvan” masdardır, bu sebeple tekildirler.

Ama “Cennat” ise yer ismidir ve çoğul getirilmiştir.

Canlılarda bir özellik vardır. Ayrı ayrı çalışıp yaşarlar ama birbirleri ile işbölümü içindedirler. Sonunda hepsi toprağa dönüşür. Böylece toprakta bütün canlıların ürettikleri tuzlar vardır. Bu tuzları diğer bütün canlılar kullanırlar. Böylece canlılarda birlikte üretip ayrı ayrı tüketim vardır. Ne var ki bunlar para ile satılmazlar. Ölmeleri hâlinde toprağa iade ederler, diğer canlılar da o topraktan buldukları yerde alırlar.

Âhirette ayrı ayrı cennetler değil, birbirleri ile uyarlı cennetler olacak, onlar arasında işbölümü olacaktır. Bu sebepledir ki kurallı dişi çoğul getirilmiştir.

لَهُمْ فِيهَا نَعِيمٌ

(LaHuM FIyHAv NaGIyMun)

“Onlar için orada naim vardır.”

“Naim” nekredir. Sıfatı müşebbehe olabilir. Bu aynı zamanda cem kalıbıdır. Nimetlerin çokluğu ifade edilmiştir. Yahut nimetler çoğuldur ama takımdır. Yani hepsi birden var oldukça işe yararlar. Arabanın parçaları gibidir. Dolayısıyla parçalar çoktur ama kendisi tektir. Atıf harfi getirilmemiştir. Dolayısıyla yukarıdaki üç nimetin zarfıdır.

مُقِيمٌ (21)

(MuQIyMun)

“Mukim vardır.”

Bana göre haberden sonra haberdir. “Makamun” denmemiş de “Mukımun” denmiştir. Misafir ve mukim kelimeleri ile ifadedir. İfal babından ism-i faildir. İkame eden başkasını kaldıran anlamındadır. O zaman buradaki anlamı onların orada yaptıkları işler vardır anlamı çıkar. Daha çok tanrılaşmış olacaklardır. Rablerine daha çok yaklaşmış olacaklardır.

Âhirette işimiz ne olacaktır, gayemiz ne olacaktır, hedefimiz ne olacaktır?

Onu bugünkü imkânlarla kavrama durumunda değiliz. Bilgisayar olmadan bilgisayar kullanıcının ne iş yapacağını anlatmamız kolay değildir.

خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا إِنَّ اللَّهَ عِنْدَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ (22)

(PAvLiDIyNa FIyHAv EaBaDan EinNa elLAHa GıNDaHUv EaCRun GaZIyMun)

“Orada ebediyen haliddirler. Allah, indinde ecr-i azim olandır.”

Burada “Ha” zamiri gönderilmiştir. “Cennat”a gidebilir. Yahut yukarıda sayılanlar çok olduğu için “Ha” zamiri getirilmiştir. “Fîhâ” denmeyip sadece “Ebeden” denseydi zaten yukarıdaki durum belirtilmiş olurdu. “Fîhâ” getirilerek cennete vurgu yapılmıştır.

Yine “Ve” harfi getirilmediği için bu huld bu dünya ile ilgili değil âhiretle ilgilidir. “Yubeşşiruhum”a kadar olan kısım dünya ile ilgilidir. Tebşir edilen ise âhirettir. Yani daha üstün dereceye sahip olma ve fevze ulaşma. Bununla beraber aralarında “Ve” harfi getirilmediğine göre farklı dereceler ve fevz her iki hayatta da geçerlidir. “Yubeşşiruhum” ile âhiret hayatı tekid edilmiştir. “Ebediyen Halid” kelimeleri birlikte kullanıldığına göre “huld” ile “ebediyet” arasında farklılık olmalıdır. Huld sürekliliği ifade eder.

“Huld” parçalanmayan sert kaya demektir. “Huld” yağmurun ve karın yıpratıp parçalayamadığı kayalardır. Ölümsüz olmak için kullanılmaya başlanmıştır. Süreklilik anlamındadır. “Ebed” ise sonu olmayan çöl demektir. Orada sonsuza kadar kesintisiz kalacaklardır demektir. Cennettekiler için getirilmiştir.

Bir de “Ecri Azim” nekre olarak getirilmiştir. Cennetteki nimetleri sayarken rahmet, rıdvan ve cennet olarak saymıştır. Bunların mukim nimet olduğu ifade edilmiştir. Burada da ecri azimden bahsetmektedir.

Bir işyeri kurarsınız, orada iş verirsiniz. Kalacak yerler, yiyecekler ve dinlenecek yerler yaparsınız. İnsanlar orada refah içinde hayat sürerler. Bunlar sosyal haklar olarak ifade edilmektedir. Ayrıca ücret verirsiniz. Bu biriktirme dışarıda başka işlerde kullanma anlamındadır. Yani sadece geçinecek imkânları sağlamak değil, ayrıca ücreti de istihkak etmedir. Mesela, yüz dairelik lojmanlı apartmanın lojmanında oturanlara orada yaşamaları için imkânlar sağlıyorsunuz. Onun dışında fazla imkân da sağlıyorsunuz. Onunla yani o imkânla yeni yapılan apartmanlarda hisse senedi almakta, böylece elde edilen yeni işyerine büyüyen çocukları yerleşmektedir.

İşte, âhirette de orada refah ve saadet içinde yaşamanın yanında ayrıca ücretler verilmekte ve o ücretlerle yeni yatırımlar yapılmaktadır. Burada işaret edilen husus budur. Yani âhirette de biriktirme olacak ve onunla yeni yatırımlar olacaktır.

Yeni çocuklarımız olmayacağına göre orada ne gibi yatırımlar olacaktır?

Yeni çocukların olmamasını ölümün olmamasına bağlıyoruz.

Bunun için cennetin de genişleyeceği ve yeni imkânlarla yeni nesillerin oluşacağını varsayabiliriz. Kur’an’ın âyetleri bu gözle araştırılmamıştır. Allah bizi yaşatmak için vardır. Biz ne yapmak için var olacağız? İşte ona ecri azimle işaret edilmektedir. Nekre getirilerek onun bizim tarafımızdan bilinmediğini ifade etmektedir.

خَالِدِينَ فِيهَا

(PAvLiDIyNa FIyHAv)

“Orada haliddirler.”

Zelzele olduğu zaman önce herkesi bir çadırda toplarsın. Orası geçicidir. Sonra herkese ayrı çadır verirsin, orası da geçicidir. Sonra barakalara yerleştirirsin, orası da geçicidir. Sonra normal evler inşa eder ve onlara temlik edersin. Bu artık geçici değildir, orada devamlı oturulacaktır.

Allah bu dünyayı geçici olarak var etmiş ve bizi yerleştirmiştir. Burada bizi yetiştirdikten sonra cennete götürecek ve orada devamlı olarak kalacağız.

İnsan bu dünyada devamlı değişmektedir. Yılı yılına uymaz. Bedeni değişmekte, yaşlanmaktadır. Beyni değişmekte, yeni bilgiler ve kabiliyetler kazanmaktadır. Sonunda ayrılıp gitmektedir. Nereye gitmektedir? İşte, ‘kararlı yurda’ gitmektedir.

Bugün bedenimizde mevcut olan atomlar kendilerini yenilemektedir. Bedenimiz aynı kalsa bile onu oluşturan taşlar sürekli yenilenmektedir. Akar göl gibidir. Âhirette de canlılığın gereği olarak hücrelerimiz yenilenecektir, dokularımız yenilenecektir. Ne var ki nasıl elbise giyer ve çıkarır ama hiçbir acı duymazsak, aynı şekilde saçımızı keseriz, tırnaklarımızı keseriz ama hiçbir acı duymayız. Onun gibi âhirette de gerekli yerler hep değişecek ama asla acı duymayacağız. Halidlik böyle gerçekleşecektir.

أَبَدًا

(EaBaDan)

“Ebeden”

Sonu olmaksızın.

Bir dairenin üzerinde dolaştığınızı düşünün, sonu yoktur. Mobius düzlemi vardır. Kâğıdı kesince karşı kenarları ters olarak yapıştırın. Şimdi bu düzlemde bir karıncayı bırakın, dolaşmaya başlasın, hiçbir zaman sonuca ulaşamaz. Bu kâğıdın genişliği sonsuzsa her seferinde de başka yol izleyebilir.

Üç boyutlu uzay için de aynı şekilde düşünebiliriz. Demek ki ebed kelimesini kavramamız için geometri ve sonsuzluk kavramını bilmemiz gerekmektedir.

إِنَّ اللَّهَ

(EinNa elLAHa)

“Allah”

Başta “İnne” harfi getirilmiştir. İnsanlar aksini sanmaktadırlar. Bu dünyanın bir gayesi vardır. Âhiretin ne gayesi olacaktır? Orası durgun ve sıkıcı bir hayat gibi gelir onlara.

Öyle değildir.

Allah’ın cennettekilere de yaptıracağı işler vardır ve bunun karşılığında vereceği ücret de vardır. Bu ücret azimdir. Bu ücret dünyadaki ücretten büyüktür. Bu dünyanın ücreti âhirettir, cennettir. Âhiretin ücreti daha büyüktür.

عِنْدَهُ

(GıNDaHUv)

“Onun indinde”

O’nun iradesinde, O’nun takdirinde demektir.

“İndehu” kelimesi ile yalnız O’nda olduğunu, O’nun bildiğini, meleklerin bile bilmediği bir ücret olduğu anlaşılmaktadır.

‘Senin emanetin bendedir’ denirse, başkasında değildir anlamı çıkar. ‘Bende senin emanetin vardır’ derseniz, başkasında da olabilir anlamı çıkar. Buradaki “İndehu” kelimesi bunu teyit etmek içidir. “İndellahi ecrun azim” denseydi başkalarında olabilirdi.

أَجْرٌ عَظِيمٌ (22)

(EaCRun GaZIyMun)

“Azim ücret.”

Ücret genellikle para ile ölçülür ve “kesir ücret” diyebiliriz. Burada ise “büyük ücret” denmektedir. “Azim” kelimesi ise daha çok mekânın büyüklüğü için söylenir. Türkçede genişlik anlamındadır.

Demek ki cennette devamlı kalacağız ama nasıl dinlenmek üzere yaylalarımız ve villalarımız varsa, orada da çalışarak elde edeceğimiz yeni mekânlarımız olacaktır. O mekânlar cennetteki mekânlardan daha ilerisi olacaktır. Âhiretteki meşgalemiz daha çok bilgi edinme ve daha çok seyahat etme şeklinde olabilir.

Müminlerin derece farkı olduğunu belirttikten sonra bu derece farkını ecri azimle ifade etti. Müslimlerin cennette villaları olmayabilir. Müminlerin villaları olabilir. Fark böylece ortaya çıkar. Birlikte yaşarlar ama dinlenme evlerine yalnız müminler giderler.

 

 

 


TEVBE SÛRESİ TEFSİRİ(9.SURE)
1-1 VE 2.AYETLER
2241 Okunma
2-3.AYET
1506 Okunma
3-4.AYET TEFSİRİ
1799 Okunma
4-5 VE 6.AYETLER
2050 Okunma
5-7 VE 8.AYETLER
1824 Okunma
6-9 VE 11.AYETLER
1650 Okunma
7-12 VE 13.AYETLER
1747 Okunma
8-14 VE 16.AYETLER
1767 Okunma
9-16.AYET-B
1593 Okunma
10-17 VE 18.AYETLER
1803 Okunma
11-19.AYET
2046 Okunma
12-20 VE 22.AYETLER
1548 Okunma
13-23 VE 24.AYETLER
1681 Okunma
14-25 VE 27.AYETLER
1656 Okunma
15-28 VE 29.AYETLER
6334 Okunma
16-30 VE 31.AYETLER
2629 Okunma
17-32 VE 33.AYETLER
2061 Okunma
18-34 VE 35.AYETLER
2759 Okunma
19-36 VE 37.AYETLER
1788 Okunma
20-38 VE 39.AYETLER
1762 Okunma
21-40 VE 41.AYETLER
1615 Okunma
22-42 VE 45.AYETLER
1594 Okunma
23-46 VE 49.AYETLER
1631 Okunma
24-50 VE 52.AYETLER
1684 Okunma
25-53 VE 55.AYETLER
1710 Okunma
26-56 VE 59.AYETLER
1649 Okunma
27-60.AYET
2114 Okunma
28-61 VE 63.AYETLER
1462 Okunma
29-64 VE 66.AYETLER
2153 Okunma
30-67 VE 69.AYETLER
1572 Okunma
31-70.AYET
1640 Okunma
32-71 VE 72.AYETLER
1752 Okunma
33-73 VE 74.AYETLER
1768 Okunma
34-75 VE 78.AYETLER
1605 Okunma
35-79 VE 80.AYETLER
1582 Okunma
36-81 VE 82.AYETLER
1845 Okunma
37-83 VE 85.AYETLER
1594 Okunma
38-86 VE 89.AYETLER
1633 Okunma
39-90 VE 93.AYETLER
1632 Okunma
40-94 VE 96.AYETLER
1541 Okunma
41-97 VE 99.AYETLER
2762 Okunma
42-100 VE 101.AYETLER
2240 Okunma
43-102 VE 104.AYETLER
1772 Okunma
44-105 VE 108.AYETLER
1544 Okunma
45-109 VE 110.AYETLER
1526 Okunma
46-111.AYET
2361 Okunma
47-112.AYET
3240 Okunma
48-113 VE 115.AYETLER
1505 Okunma
49-116 VE 117.AYETLER
1830 Okunma
50-118.AYET
2415 Okunma
51-119 VE 120.AYETLER
1630 Okunma
52-121 VE 122.AYETLER
1532 Okunma
53-123 VE 125.AYETLER
1812 Okunma
54-126 VE 127.AYETLER
1505 Okunma
55-128.AYET
2242 Okunma
56-129.AYET
1584 Okunma
57-128 VE 129.AYETLERDE MATEMATİK YAPI
1626 Okunma

© 2024 - Akevler