Tevbe Sûresi-10
بسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
مَا كَانَ لِلْمُشْرِكِينَ أَنْ يَعْمُرُوا مَسَاجِدَ اللَّهِ شَاهِدِينَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ بِالْكُفْرِ أُولَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ وَفِي النَّارِ هُمْ خَالِدُونَ (17) إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللَّهِ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَأَقَامَ الصَّلَاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَلَمْ يَخْشَ إِلَّا اللَّهَ فَعَسَى أُولَئِكَ أَنْ يَكُونُوا مِنَ الْمُهْتَدِينَ (18)
***
مَا كَانَ لِلْمُشْرِكِينَ أَنْ يَعْمُرُوا مَسَاجِدَ اللَّهِ شَاهِدِينَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ بِالْكُفْرِ
(MAv KAvNa LiLMuŞRiKIyNa EaN YaGMuRUv MaSACiDalLAHı ŞAvHiDIyNa GaLAy EaNFuSiHiM Bi elKuFRi)
“Müşriklerin nefislerine küfre şahit iken Allah’ın mescitlerini imar etmeleri olmaz.”
Bugünkü vergi sisteminde insanlardan zorla vergi alınmakta ve vergi verenlere hiçbir yarar temin edilmemektedir. Oysa İslâmiyet’te vergi kişiye birçok yararlar sağladığı için herkes vergi vermeye koşmakta, fazla fazla vergi vermeye çalışmakta, yönetim vergiyi kabul etmekte veya etmemektedir. Mesela kötü malları vergi olarak getirdiği zaman görevli onu kabul etmemektedir. Kabil ile Habil hikâyesi buna dayanmaktadır. İlk katl böyle başlamıştır.
Vergi ne gibi yarar sağlamaktadır? Bunları ele aldığımız zaman İslâm düzeninde halkın niçin vergi vermeye koştuğunu daha iyi bir şekilde anlarız.
1) Vergi veren ertesi sene verdiği vergi kadar yani vergi karşılığı kredi almaktadır, hem de faizsiz kredi almaktadır. O halde verdiği vergi bir tür banka faizi demektir. Aradaki fark, faiz ödenir sonra kredi verilir, oysa Kur’an’a göre önce kredi verilir sonra faiz alınır yani vergi alınır. Bir başka fark da şudur. Geçen zamana göre değil de üretilen mal miktarına karşılık vergi alınmaktadır. Kredisini ödemeyene cebri icra uygulanmamakta, servetine, evine, bankasına icra gitmemektedir. Sadece onun kredisi kesilmekte, borçlanma ehliyeti elinden alınmaktadır. Sadece bu durum bile kişinin vergi vermek için koşmasına yeterli sayılmaktadır. Bu kredi faizinin % 2,5 olduğu da anlaşılırsa, kim yüzde iki buçuk icrasız faize hayır der.
2) Verginin ikinci daha önemli yararı; su ve elektrik gibi girdilerden yararlanma verilen vergiye göredir. Bunlar işletmelere para ile satılmaz, ödedikleri vergiye ve işin cinsine göre elektrik verilir, su verilir. Vergi adeta elektrik ve su parasıdır. Herkes elektrik ve suyu fazla almak için vergi vermeye koşar.
3) Verginin sağladığı başka bir fayda da; vergisi verilen mallar başka herhangi bir aidat ödenmeksizin sigortalıdır. Çalınsa devlet onu ödemek zorundadır. Çalandan sonra alır. Yangın olsa devlet onu vergi sigortası ile öder. Demek ki ödenen vergi bir nevi sigorta bedelidir. Başka türlü malları sigortalama yoktur; yasak değildir ama devlet garantisi yoktur.
4) Bir gayrimenkulün bedeli ödediği vergi ile ölçülür. Ticari mallarda geçen sene ödenen verginin kırk katı, tarım arazilerinde on katı, sanayi tesislerinde beş katı senelik gelir teşkil eder. Ziraatta on senelik ödenen verginin on katı istimlâk bedeli olarak ödenir. Tesisleri işletmeyenlerden bedeli ödenerek tesis devletçe satın alınır.
İşte bu sebeplerdendir ki İslâm düzeninde herkes vergi ödemeye koşar. Herkesten istediği kadar vergi kabul olunmaz. Ancak istihkak ettiği kredi kadar vergi kabul edilir. Ambara koyduğu mahsul kadar kredi verilir.
Bu âyet bize işte bu hükmü koymaktadır. Müşriklerden vergi alınmaz ve onlara kredi de verilmez, diğer ekonomik imkânlardan da yararlandırılmazlar.
Bunun anlamı müşriklerin kendi başlarına yaşamalarına imkân bırakmaktır. Evet, onlar bize saldırmadıkça, sözlerinde durdukça biz onlara bir şey demeyiz, onlara dokunmayız ama hakem kararlarını kabul etmeyince kamudan yararlanamazlar. Kâfirler ise vergi verebilir, isterlerse katılırlar, istemezlerse katılmazlar. Müslimler kendilerine düşen vergileri ödemek zorundadırlar. Kur’an usul olarak daima birer aslı zikretmekte ve diğerini kıyasa bırakmaktadır. Mescidi imar etmeye imkân olmayınca diğer vergileri de vermezler.
Kur’an burada kâfirler ile müşrikleri ayıran bir ifade kullanmaktadır. Kâfirler kâfirdir ama kâfir olduklarını kabul etmemektedirler. Davetimizi kabul etmemekte, bizi bu işe ehil görmedikleri için cizyelerini vermemektedirler. Oysa müşrikler hukuk düzenini tanımamakta, hakemliği kabul etmemektedirler. Kâfirler ise hukuk düzenini kabul etmektedirler. Dolayısıyla onlarla ilişkilerimiz insanidir. Hâlbuki müşrikler ise kendileri kâfir olduklarını yani düzeni tanımadıklarını; ‘siz bizi yenerseniz biz sizin köleniz oluruz, biz sizi yenersek siz bizim kölemiz olursunuz’ diyorlar. Hak ve hukuk tanımamaktadırlar. Yani hak anlayışını kabul etmiyorlar.
Mescit sadece bir ibadet yeri değildir.
Mescit toplantı yeridir, insanların ortak işleri yapmak için toplandıkları yerdir.
Mescidin imareti tuğla taş koyma yanında toplantılara katılma demektir. O halde müşrikler mescitlere giremezler yani toplantılara katılamazlar. Oysa müslimlere toplantılara katılmak farzdır. Kâfirler de toplantılara katılabilirler, mescitlerde hazır bulunabilirler.
Bunu mefhumu muhalefet olarak çıkarıyoruz. Bir şeyin aslı başka şeylerle sabitse, yeni ifade aslını tahsis ediyorsa, o zaman mefhumu muhalefet geçerli olur. İçki içmek helal ise, yalnız şarap haram ediliyorsa, mefhumu muhalefetle buna kıyas edilmeyenler helal olur. Kıyasa muhalif mefhumu muhalefet delilde etki etmez.
مَا كَانَ
(MAv KAvNa)
“Olmadı.”
“Kâne” fiili tam fiil olduğu zaman var oldu anlamındadır. Nakıs fiil olduğu zaman ise var olma değil de var bulunma anlamındadır. Mübteda ve haber anlamını taşır.
“Allah alimdir” dendiği zaman Allah her zaman alimdir anlamındadır. “Kânellahu alimen” dediğimizde Allah alim bulunmaktadır. Aynı manayı taşımaktadır.
Mübteda ve haberde devamlılık vardır. Her zaman alim bulunmaktadır. Ancak “Kâne” ile geldiği zaman ile “Kâne”siz geldiği zaman arasında fark vardır. “Kâne” ile geldiği zaman devamlılık asıl olmayabilir, illet bulunduğu takdirde tahsis veya takyit ederiz. O zaman ve şart içinde böyledir, diğer zamanlar için meskutun anha geçilmiş olur.
Oysa başına “Kâne” getirilirse artık cümlenin âmlığı nass ile olmuş olur ve kıyasla onu takyit ve tahsis edemezsiniz. Leyseye benzeyen “Mâ” gelebilir. Ancak o takdirde haber “Bi” ile söylenir. “Mâ Zeydun BiÂlimin” dersiniz. “Kâne”nin başına da nefy edatı olan “Ma” gelince aynı mana taşır. Habere “Bi” getirmeye gerek yoktur. Haberi meful olarak söylersiniz. “Kâne” gelmeseydi, illetlerle tahsis edebilirdik. “Mâ Kâne” ile geldiği için bütün müşrikler için kabul söylenmektedir. “Etmesinler, siz mâni olun” denmemekte, sadece tamir etmeleri olmaz denmektedir.
Yine üzerinde durulacak husus ortaya çıkmıştır. “La Ye’muru” denmesi gerekirken, yani hal sigası ile getirilmesi gerekirken, burada “Kâne” fiili ile haber cümlesi olarak getirilmiştir. Bu suretle iki emir birlikte verilmiş oluyor. Onlara ‘imar etmeyin’ denmiyor, ‘size izin vermiyorum’ deniyor, bize de ‘mani olun, imar ettirmeyin’ deniyor.
Bu suretle şunu öğreniyoruz ki haram olan kazançların vergisi olamayacağı gibi ancak devletin ortak işletmelerdeki kamu payı verdiği hizmet karşılığı alınan miktardır, ortaklık payıdır. Onu korumak da kamunun görevidir.
Tarladan aldığınızın onda birini devlete vereceksiniz. Pazardan aldığınız malı devlete vermezsiniz. Sadece kırkta bir, onda bir, yirmide bir ve beşte bir alabilirsiniz. Fazla da alınmaz, eksik de alınmaz. Mükellef olanın vergi sistemi muayyendir, yalnız o verilir.
“Mâ Kâne” ifadesi ile bu vergi tarh işinin kamuya ait olduğunu da açıkça ifade etmektedir.
لِلْمُشْرِكِينَ
(LiLMuŞRiKIyNa)
“Müşrikler için”
Kur’an ileride oluşacak sosyal yapıyı kendisinin kullandığı “istilah” kelimesiyle ifade etmiştir. “Müşrik” kelimesi ortak etme anlamındadır. Ayağa takılan nalının ayakta durması için üstten geçirilen kayışa “şirk” denir. Ortaklık, pay demektir.
Şirkte eşitlik vardır yani ortaklar eşit söz sahibidirler. Suçta şirki kabul etmek için o işi birinin tek başına başarmış olmaması gerekir. Yoksa onun yardımcısı olur, faili olmaz. Biri birinin elini kolunu tutsa, diğeri de onu bıçaklasa, şerik olurlar. Ancak fiil aynı anda olmalıdır. Mesela, biri elini kolunu bağlasa, diğeri de sonra gelip onu öldürse şerik olmazlar. Çünkü eli kolu bağlamak kişinin ölmesi için yeterli değildir. Tutmuşken öldürürse şerik olur. Çünkü o maksatla illeti işlemiştir. Sebeplerde niyete gerek yoktur. Dolayısıyla sebebi ne için işlediğine bakılmaz, mübaşir yoksa fiil ancak o zaman müsebbibe isnat olunur.
İf’al bâbı başkasını şerik yapma demektir. Biri ile olan ilişkilerde diğer birinin de katılmasını şart görmedir. “Eşreke Ahmede Bi Hasanin” derseniz, Ahmet’i Hasan’a ortak etti demek olur.
قُلْ إِنِّي أُمِرْتُ أَنْ أَكُونَ أَوَّلَ مَنْ أَسْلَمَ وَلَا تَكُونَنَّ مِنَ الْمُشْرِكِينَ (14)
Bu âyette İslâm olma ile müşriklerden olmama birbirine karşı getirilmiştir. İslâm olmayı barış olarak görürsek, müşrik olmayı da savaş içinde görmüş olma anlamına gelir. Bu da hakem kararlarına uymama manasındadır.
وَإِذَا رَأَى الَّذِينَ أَشْرَكُوا شُرَكَاءَهُمْ قَالُوا رَبَّنَا هَؤُلَاءِ شُرَكَاؤُنَا الَّذِينَ كُنَّا نَدْعُو مِنْ دُونِكَ فَأَلْقَوْا إِلَيْهِمُ الْقَوْلَ إِنَّكُمْ لَكَاذِبُونَ (86)
Kur’an’da şerik dendiği zaman iki mana kastedilir. Biri Allah’a ortak ettikleri şerik, diğeri de Allah’a karşı ortak olan şerikler. Allah’ın şeriki olarak tuttukları şeyler veya kimseler, insanlardan büyük varlıklardır, ikinci tanrı olarak görme demektir. Topluluk için düşündüğümüzde ikinci iktidar tanıma, topluluktaki bölünmez bütünlüğü bozmadır. İkincisi ise işbirlikçilerdir. Dış güçlerle işbirliği yapıp içteki düzeni bozmadır. Bu âyette o dış güçlerden bahsetmektedir, derin kışkırtıcılardan bahsetmektedir. Azınlıkları bize karşı kışkırtanlar ve o kışkırtmalara uyanlar sonra yok olmuşlardır.
ثُمَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ يُخْزِيهِمْ وَيَقُولُ أَيْنَ شُرَكَائِيَ الَّذِينَ كُنْتُمْ تُشَاقُّونَ فِيهِمْ قَالَ الَّذِينَ أُوتُوا الْعِلْمَ إِنَّ الْخِزْيَ الْيَوْمَ وَالسُّوءَ عَلَى الْكَافِرِينَ (27)
Bu âyette onların içinde eşkıyalık yaptığınız benim şeriklerim nerde denecektir. Burada açıkça anlaşılmaktadır ki şirk ayrımcılıktır, iktidarı tanımamaktır, kamu otoritesini sarsma demektir.
فَلَمَّا رَأَوْا بَأْسَنَا قَالُوا آمَنَّا بِاللَّهِ وَحْدَهُ وَكَفَرْنَا بِمَا كُنَّا بِهِ مُشْرِكِينَ (84)
Burada şirk edilenin terki onlara küfretme anlamına gelir. Küfretme, ayrılma, terk etme anlamındadır. Şirk etme ise birleşme, bitişme anlamındadır. “Allah’a işrak etti” dediğimiz zaman Allah’a ortak buldu anlamındadır. Allah’a küfretti demek, O’nun düzeninden ayrıldı demektir. Yani şirk başka düzene girme, barış düzenini bozmadır, isyandır, ihtilâldır. Küfür ise düzenden ayrılma, düzenin dışına çıkma demektir. Bize zarar vermedikleri için onlarla kıtal yapmamaktayız.
تَدْعُونَنِي لِأَكْفُرَ بِاللَّهِ وَأُشْرِكَ بِهِ مَا لَيْسَ لِي بِهِ عِلْمٌ وَأَنَا أَدْعُوكُمْ إِلَى الْعَزِيزِ الْغَفَّارِ (42)
Burada Allah’a şirk etme ile küfretme ayrı ayrı zikredilmiş ve “ve” harfi ile atfettiğine göre farklı olduğunu göstermektedir. Biz bu farkı hakem kararlarına uymama özelliğine bağlıyoruz. Buna dayanarak müşriklerle ilgili hükümler çıkarıyoruz. Siz de başka illet koyabilir, Kur’an’ı ona göre yorumlarsınız. Bir bucak sizin yorumlarınızı kabul eder ve uygular, bir bucak da bizim yorumlarımızı kabul eder ve uygular. Bunlar hayırda yarışırlar. İkisi doğru ise ikisi de hak mezhep olur. Ama biri yarıştan çekilirse demek onun anlayışı yanlıştır. Böylece kıyamete kadar Kur’an’ın denemeli yorumlaması devam edecektir. İşte ilmi metot budur. Plan yaparsınız, denersiniz; başarırsanız planınız doğrudur, yoksa planı yenilersiniz.
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ وَالْمُشْرِكِينَ فِي نَارِ جَهَنَّمَ خَالِدِينَ فِيهَا أُولَئِكَ هُمْ شَرُّ الْبَرِيَّةِ (6)
Buradaki bu âyetlerde insanları iki gruba ayırmakta, birilerine hayrın beriyyesi, diğerlerine şerrin beriyyesi demektedir. Marife olarak geldiğine göre şer ve hayır beriyyeleri bunlardır. ‘Kırmızı narı getir, yeşil narı da getir’ derseniz, kırmızı ve yeşil nardan başka narlar da vardır demektir. Ama ‘narın kırmızısını da yeşilini de getir’ derseniz, onlardan başka nar yoktur demektir. Demek iki beriyyeden başka beriyye yoktur. Burada ehl-i kitaptan kâfirler ile ehl-i kitaptan olmayan müşrikler cehenneme gideceklerdir. Müminler de ehl-i kitaptırlar. Demek ki insanlar ikiye ayrılmaktadırlar; ehl-i kitap olanlar ve ehl-i kitap olmayanlar; yani yasaları olanlar ile yasaları olmayanlar. Yasaları olmayanlara müşrik denmekte, yasaları olanlara ise ehl-i kitap denmektedir. Yasaları olanlar da iki gruptur; kâfir olanlar ve olmayanlar. Kâfirler de cehenneme gideceklerdir demektir. Bizim tarif ve tasnifimiz açıkça teyit edilmektedir. Kitap ehli olanlara emredilmiş olan o kitapta olanlarla hükmetmedir, kitaptan anlaşılan manalara göre hükmetmedir, topluluğun kastettiği ile hükmetmedir. Yani hakem kararlarına uyanlar demektir.
إِنَّ اللَّهَ لَا يَغْفِرُ أَنْ يُشْرَكَ بِهِ وَيَغْفِرُ مَا دُونَ ذَلِكَ لِمَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللَّهِ فَقَدِ افْتَرَى إِثْمًا عَظِيمًا (48)
Bu âyette Allah’ın yalnız şirki mağfiret etmeyeceği, diğer suçları tevbe etmeseler de mağfiret edeceğini bildirmektedir. Yani devletin teslim olup hakem kararlarını kabul etmeyen PKK’lıları affetme yetkisi yoktur. Ama savaşa katılmamış ve hakem kararlarını kabul eden herkesi isterse affedebilmektedir. Dikkat edecek olursak, ben benim varsayımlarımla sosyal sorunları çözüyorum. Siz de sizin varsayımlarınızla çözüm getirirseniz biz elbette ona uymak zorundayız. Getirmez ve bizi de dinlemez olursanız siz günahkâr olursunuz. İşte AK Parti’nin günahı budur. Allah Kur’an’a inanmayanlara ‘siz niye Kur’an’a inanmadınız’ diye soracak, onlara ‘siz niçin Kur’an’a göre amel etmediniz’ diye sormayacaktır. CHP’liler Kur’an hükümlerine uymak zorunda değildirler. Halk da zaten onlara o şekilde oy vermiştir. Ama sizler ‘biz Kur’an hükümlerini uygulayacağız’ diye söz verdiniz, halk da anayasa ekseriyeti ile sizi iktidar etti; Allah size ‘siz neden Kur’an’a uymadınız’ diye soracaktır. Bu açıklamam laikliğe aykırı değildir. Eğer ben C. Halk Partisi de Kur’an hükümlerine uymak zorundadır dersem, o zaman laikliğe aykırı hareket etmiş olurum.
وَلَا يُشْرِكُ فِي حُكْمِهِ أَحَدًا (26)
Bu âyette hükmüne kimseyi işrak etmez denmektedir. Hükmü hakemlerin verdiği karardır. Çok hukuklu sistem vardır ama çok yargılı sistem yoktur. Dünyada tek yargı sistemi vardır, o da hakemlerin yargı sistemidir. Bugün bütün insanlık şirk içindedir. Hâkimlik sistemi şirktir. Merkezi otorite tarafından atanmış hâkimler merkezi kuvveti otorite kabul etmekte, ulus adına değil atayanların adına hükmetmektedirler. Bu âyet (‘hükmüne kimseyi işrak etmez’ âyeti) yargının hakemlerden oluşacağını çok açık bir şekilde ifade eder. Herkes topluluğun temsilcisidir, kendisini yargılayacak hakemi topluluk adına kendisi tayin eder. İki hakem de başhakemi topluluk adına tayin eder. Böylece topluluğun temsilcileri tarafları muhakeme ederler, hükme kimseyi ortak etmezler.
فَلْيَعْمَلْ عَمَلًا صَالِحًا وَلَا يُشْرِكْ بِعِبَادَةِ رَبِّهِ أَحَدًا (110)
Bu âyette salih amel ile ibadette rabbine işrak zikrediliyor, ayrı ayrı şeyler olarak arz ediliyor. Salih amel, diğer insanların amellerine uyan işleri yapma demektir. Kişilerin hukukudur, üretimdir, tüketimdir. İbadet ise topluluğun düzenine uymadır. Topluluğun düzenine başka kimseyi karıştırmamadır. Namaz, oruç, zekât, hac ibadetin kendisi değildir, ibadeti öğreten müesseselerdir. Asıl ibadet düzene uymadır yani makro ekonomiye uymadır. Topluluğun içinde tek para kullanma, karşılıksız para kullanarak topluluktan başkalarını topluluğa ortak etmemedir.
‘Müşrik kimdir?’ dediğimiz zaman, kuvvetten başka hukuk kabul etmeyen kimseler müşriktir. İnsanlar başlangıçta Hazreti Âdem’in öğretisi ile müşrik değil müslim idiler. Sonra dağılıp diller farklılaşınca kendi toplulukları içinde İslâm ama uluslararası veya dinler arası müşrik idiler. Hazreti İbrahim aleyhisselâm uluslararası İslâm’ı getirmiştir. Kur’an ise Hazreti İbrahim’in dinini/düzenini tamamlamıştır. Cebrail gelmiş olmasa, melek vahyi olmasa bile, Hazreti İbrahim ve onun zürriyeti olan peygamberler bu görevi yüklenmiş ve bugünkü hâle getirmişlerdir. Bu tarihî gerçektir.
Ne yazık ki bugün hâlâ uluslararası ilişkilerde ulusal çıkar esas alınmaktadır. ‘Ben kuvvetliyim, o halde atom bombası üretme hakkım vardır; siz ise zayıfsınız, kimyasal bomba üretemezsiniz!’ İşte, demek ki bugünkü insanlık birçok yönüyle şirk içindedir. 1) Hâkimlik sistemi ile şirk içindedir. 2) Karşılıksız para sistemi ile şirk içindedir. 3) Ulusal çıkarcılık anlayışı ile şirk içindedir. 4) Ekseriyet kararını hak kabul etmesi ile şirk içindedir.
Allah tektir ve la yeteğayyerdir.
أَنْ يَعْمُرُوا
(EaN YaGMuRUv)
“İmar etmeleri”
“Amer” katlı binadır. İnsan ömrü katlı binalara benzetilmiş ve “ömür” denmiştir.
“İmaret”in iki manası vardır.
Bir binayı inşa etme yol yapmadır.
Diğeri ise o binanın içinde yaşamaktır, onu canlı tutmadır.
İzmir’de bir ev vardı, akşamları orada toplanıyorduk. Arap bir öğrenci de bizim toplantılara katılıyordu. Eve yaklaştığımızda ışıkları yanar gördü, ‘mescidüna amirun’ dedi. Mescidimiz yaşıyor demektir. “Amere” kelimesi orada lazım olarak kullanılmıştı. Kur’an burada müteaddi olarak kullanmaktadır. Mescidi imar etme denmiyor, mescidi imaret etme deniyor.
Kur’an’da if’al babında “amr” kökü geçmemektedir, tef’il babında geçmektedir. O da yaşatmak, uzun ömür vermek anlamındadır. “İstimar” kelimesi de “istimal” gibi yaşamalarını istemek, oraya yerleştirmek anlamına gelir. “Amere” kelimesi Türkçede kullandığımız imar manasına gelmektedir.
Yolları ve kanalları yapma, binaları yapma imarettir. Bunlarda yaşamak da ömürdür. Mescitlerdeki toplantılara katılamazlar. Ayrıca mescitlerin yapılarında onların katılmalarına izin verilmez. Onlar yapmazlar, biz de izin vermeyiz.
Her bucağın bir başkanı bulunur. Ayrıca her bucakta ilmî şura bulunur. Başkan beş vakit namazlarda bunlarla istişare eder. Bucağın halkı bu toplantılara katılabilir. Herkes bu meclisin üyesidir, dinleyici olur. Kendi dayanışma ortağı ile devamlı görüşme hâlindedir. O şuranın üyesidir. Dolayısıyla vekâleten her görüşmeye katılmaktadır. Ayrıca vekilini doğrudan denetlemekte, hoşuna gitmeyen vekili değiştirebilmektedir.
Bu toplantıların yapılması imaret olduğu gibi, burada zekât toplayıp o zekâtla mescit yapma, yol yapma da imarettir. Mescit yapma mâlen imarettir, toplantılara katılma ve orada yaşama bedenen imarettir.
مَسَاجِدَ اللَّهِ
(MaSACiDalLAHı)
“Allah’ın mescitlerini”
“Sacid” meyvesinin bolluğundan dolayı dalları veya gövdesi yere eğilmiş ağaçtır. Alnı yere koymaya “secde” denir. “Ruk’a” eğilerek bakılmadan dibi görülmeyen derin yer demektir. “Rekea” oraya bakmak demektir. Sonra “rükû” eğilmek anlamında kullanılmıştır. Rükû araştırma safhasını; secde ise devşirme, hâsılatı oluşturma safhasını ifade eder.
Namazda dört fiili rükün vardır; kıyam, rükû, secde ve kade/oturma.
Kıyam çevreyi gözetleme, her söze kulak verme dönemidir.
Rükû ise delilleri toplayıp üstünde düşünme ve müzakere etme dönemidir.
Secde ise karar verme, devşirme, içtihat yapma demektir.
Kade ise uygulama yapılması için gerekli girdileri temin etme demektir.
Demek ki deliller toplanacak. Deliller tasnif edilerek ne yapılacağına karar verilecek. Sonra proje yapılacak. Sonra da imkânlar temin edilerek işe başlanacak.
Şimdi mescitlere “mescit” denmiş de makam, merke’ veya meclis denmemiştir. Çünkü bunlar gerekiyor ama esas olan projeyi almadır. Projeye göre hareket edilecektir. Onun için buraya mescit denmiştir.
“Allah’ın mescidi” demek halkın toplandığı yer demektir. Halk her gün aşiret mescitlerinde toplanarak ertesi gün yapacaklarına karar verir. Herkes kendisi karar verir. Üretim planı semt merkez kooperatifi tarafından hazırlanmış ve bilgisayarın ortak alanlarına gönderilmiştir. Herkes gelir ve yarın ne yapacağına orada karar verir. Birlikte yapacaklarsa orada anlaşırlar. Bilgisayarda tuşlara basarak “icab” ve “kabul”de bulunurlar. Hangi malzeme gerekiyorsa o malzemeyi almış olur. Hangi tezgâhı kapatacaksa o tezgâhı kapatmış olur. Sabah namazından sonra herkes işine koyulur.
Ev hanımı de namaza gelir. Yarın pişireceği yemekleri yatsıya kadar planlar, gerekli malzemeleri sipariş verir. Ertesi gün sabah namazından sonra gece yaptığı plana göre temizliği yapar, çamaşırları yıkar, sökükleri diker, yemekleri pişirir, bulaşıkları yıkar. Çocuklarına süt verir, altlarını değiştirir. Öğleyin, ikindi, akşam ve sabah komşu kadınlarla bir araya gelerek sohbetler yapar. Bazı günler başka sitede oturan akrabalarına gider, bazı geceler gelen akrabaları karşılar. Çocukları yetiştirir. Onları evlendirir. Bir yüz dairelik lojmanlı işyeri apartmanında iş bularak yerleştirir. Sonra torunlarına ders vermeye başlar.
İşte bu mescitleri canlı tutmak görevi müşrik olmayanlara aittir. Kâfirlerin bile bu ocaklarda ve bucaklarda yerleri vardır. Onlarla birlikte yaşanır.
“Allah’ın mescidi” dediğimiz zaman; beş vakit namazı aşiret mescidinde, cuma namazını bucak mescidinde, Ramazan Bayramı Namazı’nı il mescidinde, Kurban Bayramı Namazı’nı ülke mescidinde ve haccı da Mekke mescidinde eda ederiz. “Mescid” kelimesi burada çoğuldur. İzafetle marife gelmiştir. Tüm bu mescitleri kapsamaktadır.
شَاهِدِينَ عَلَى أَنْفُسِهِمْ
(ŞAvHiDIyNa GaLAy EaNFuSiHiM)
“Kendi nefislerine şahidler iken.”
“Şuhd” petekteki baldır. Bir yerde yaşamış ve görmüş olmak “şuhud” olduğu gibi kesin bilgiler de “şuhud” gibidir. “Şehadet etmek” demek, bildiğini başkasına anlatmak demektir. Ne var ki bu bilgi kesin bilgi olmalıdır.
‘Tebliğ ediyorum, bilgi veriyorum’ der de anlatırsanız, yanlışlıktan kendinizi sorumlu tutmazsınız. ‘Bu benim bilgim ve görüşümdür, yanılmış olabilirim, doğruluğunu iddia etmiyorum, kesin bilgi de vermiyorum’ demiş olursunuz. ‘Eşhedü’ der de anlatırsanız, yanlışlıktan sorumlusunuz demektir. Yani yeminli konuşma yapıyorsunuz. “İşhad” yemini de içermektedir, ayrıca yemine gerek yoktur.
Biz kimsenin beynini yarıp da ne düşündüğünü bilemeyiz. Ağzı işler, ne söylerse biz onu kabul eder, onun onu düşündüğünü kabul ederiz. Bu sebepledir ki bir kimse ‘ben Türküm’ dediği zaman onu Türk kabul eder, Türklere tanıdığımız hakları ona da tanırız. Ama Türk olup olmadığını söylemeyen kimseye Türk demeyiz. Kürt olmak Türk olmaya mâni değildir. İnsanların aşiretlerde ayrı, bucaklarda ayrı, illerde ayrı, ülkelerde ayrı, insanlıkta ayrı kimliği vardır. Herkeste bu beş çeşit kimlik birlikte bulunur. Bunlar soya ve yere dayalı gruplamalardır. Aynı yerde yaşayan insanların çocukları o yere sahip olurlar. Miras yoluyla devralırlar. Evlenmeler ve hicretlerle insan soyunu değiştirmektedir, Fransız iken Türk olabilmektedir ama kişi nereye mensup olduğunu söylerse o oralıdır.
Kürtlerin ‘biz Türk değiliz Kürtüz’ demeye elbette isterlerse hakları vardır. Ayrılıp ayrı devlet kurabilirler. Bunun için hakemlere gider ve kendilerine düşen toprakları da alabilirler. O zaman Türk devletinin vatandaşı olma haklarından istifade edemezler, vergi de vermezler, asker de olmazlar.
Bir topluluk içinde ilmî, meslekî, siyasî ve ahlakî dayanışma ortaklıkları farklı olanlar yaşar, burada da nereye mensup olduklarını beyan ederlerse oraya mensupturlar.
Kâfirlerin kendi düzenleri vardır. Biz vergi vermeyeceğiz demiyorlar; biz kendi ilimizde, kendi bucağımızda vergi vereceğiz diyorlar. Bizden korunmalarını istemiyorlar. Yani onlar kâfirdirler ama kâfir olduklarını kabul etmiyorlar. Dolayısıyla biz onların mescitlerimize gelmelerine izin veririz, bize olan ortak harcamalarına katılmalarını kabul ederiz. Müşrikler ise kâfirliği savunmaktadırlar. Onlar hak mefhumunu kabul etmemektedirler.
Müşrikleri iyi anlamak için hakkın nasıl elde edileceğini bilmek gerekmektedir.
a) Ehl-i İlim: Hakkı müsbet ilimlerle elde ederler.
b) Ehl-i Kitap: Hakkı peygamberlerin öğretisi ile elde ederler.
c) Ehl-i Kur’an: Hakkı ilâhi söz olduğunu ilmen ispat ettikleri Kur’an’dan istinbat ederler.
d) Ehl-i Sünnet: Kur’an’ı müsbet ilimlerle yorumlayarak elde ettikleri sonuçlara göre hakkı bulurlar.
Yani Kur’an’da her iki yol birleşmiştir. Kur’an hem müsbet ilme hem de vahye dayanan bir düzeni kabul ettiği için hem aklî hem naklî yollardan ikisini de kabul eder demektir. Ehl-i hak naklî ilimleri kabul etmeyip sadece aklî ilimlerle yetişen kimseler demektir. Bizimle beraber bunun için olmamaktadırlar ama bizimle beraber yaşamaktadırlar.
Müşrikler ise naklî ilimleri kabul etmedikleri gibi aklî ilimleri de kabul etmiyorlar. Onlara göre hak denen bir şey yoktur. Yenerse sizi sömürür, yenersen sen onu sömürürsün. Karşılıklı öldürmeler de serbest. Yani kâfirler hak kavramını kabul ediyor, bazı hakların hak olmadığını ileri sürüyorlar. Müşrikler ise hak kavramını kabul etmiyorlar.
بِالْكُفْرِ
(Bi elKuFRi)
“Küfre”
Müşrikler küfrü esas alıyorlar, hak mefhumunu kabul etmiyorlar.
Ben size beş kilo patates verdim. Siz bana dört lira borçlandınız. Bunu bana vermek size borçtur. Yaptığım iyiliğe karşılık şükrünüzü ifa edeceksiniz. O halde ödeme bir şükürdür. Ödeyemeyebilirsiniz, borcum yoktur diyebilirsiniz, param yoktur diyebilirsiniz ama ‘ben senden patates aldım fakat benim sana borcum yoktur, yenersen gel al’ derseniz, işte bu şirktir.
Bizim kâfir dediğimiz kimseler bunu yapmaz, hakemlerin kararını kabul eder. Müşrikler ise güçlü oldukları zaman hak falan tanımazlar.
Nitekim ABD böyle yapıyor. Küçük devletleri Birleşmiş Milletler’in kararlarına zorluyor. Onun ise veto hakkı vardır. Kendisi hak hukuk dinlemiyor!
أُولَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ وَفِي النَّارِ هُمْ خَالِدُونَ (17)
(EuLAvEiKa XaBiOaT EaGMAvLuHuM Va FIy elNAvEı HuM PAvLiDUvNa)
Onlar, amelleri boşa gitmiştir ve ateşin içinde haliddirler
Müşriklerin mescitleri imaret edemeyeceklerini beyan ettikten sonra, onların genel hukukları hakkında da bilgi verilmektedir. Müşrik olduğu halde katkıda bulunursa, farz edelim ki kendilerine tahsis edilen toprakta ürettiğini kamuya verdi. Kamu da onu ambara aldı. Bizim onlara kredi açmamız gerekir mi, mallarını sigortalamamız gerekir mi?
Hayır. Amelleri çürümüştür, sanki yapmamış durumdadırlar. Biz onlara saldırmayız ama onlara saldıranlara da mâni olmayız. Onların vergileri kabul edilmez ama malları verilirse alınır ama karşılığında vergiye karşılık hiçbir hizmet verilmez.
Bu dünyada yaptıkları iyilikler kabul olunmaz, hiçbir kamu haklarından yararlanamazlar. Mahkemeye gidip dava açamazlar. Bunun yanında âhirette de ateşte haliddirler. Yani onların dünyadaki halleri ile âhiretteki halleri belirtilmiş olmaktadır. Nârda olmayı amâlin hubutu ile birlikte “ve” ile atfetmiştir. Bu âhiret için de doğrudur. Müşriklerin iyi amelleri onları nârdan kurtaramayacaktır.
Bizimle işbirliği yapacak bir ikinci Erbakan gelecek ve şirki ortadan kaldıracaktır. Dünya Kur’an nûru ile dolacaktır. Bizim görevimiz “Adil Düzen”i hazırlamak ve semt sitelerinde, bucak kooperatiflerinde uygulama yapmak olacaktır. Yani deneyerek “Adil Düzen”i, İslâm düzenini, hak düzeni, şeriat düzenini getirmektir. Siz ona “mehdi” diyebilirsiniz. Kur’an’a göre o “hadi”dir. Her topluluğun her asırda hadileri vardır.
أُولَئِكَ حَبِطَتْ أَعْمَالُهُمْ
(EuLAvEiKa XaBiOaT EaGMAvLuHuM)
“Onların amelleri hubut etmiştir.”
“Hibte” suyu çekilmiş kuyu, kör kuyu demektir.
أُولَئِكَ الَّذِينَ لَيْسَ لَهُمْ فِي الْآخِرَةِ إِلَّا النَّارُ وَحَبِطَ مَا صَنَعُوا فِيهَا وَبَاطِلٌ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (16)
Burada “bâtıl” kelimesi ile “hubut” kelimesi birlikte kullanılmaktadır. Fıkıhçılar bâtıl ile fasiti birbirinden ayırmaktadırlar. Kur’an “bâtıl” kelimesine karşı “hubut” kelimesini getirmektedir. Bunlardan biri amelin boş sayılması, diğeri ise amelin geçmiştekinin salih sayılması, sonrakinin ise ortadan kaldırılması, daha önce yapılan işlemlerin sahih sayılmasıdır.
إِنَّ اللَّهَ سَيُبْطِلُهُ إِنَّ اللَّهَ لَا يُصْلِحُ عَمَلَ الْمُفْسِدِينَ (81)
Âyeti bize başka bir hususu bildirmektedir. Bozulmuş olan bir ameli ıslah etmek demek onun devamını sağlamak demektir. İbtal etmek ise onun geçerliliğini ortadan kaldırmak demektir. Buna göre fıkıhçıların fasit dedikleri bâtıl olmakta, fıkıhçıların bâtıl dedikleri habit olmaktadır. Yani hubut etmek demek müşriklerin yaptıkları amelleri yok saymak demektir. Onlar üzerinde hiçbir şer’i hükmü isnat etmemektir. Onlara yapılacak muamele siyasidir, hukuki değildir. Yani yargıya gitmemektir. Sanatlarını habit saymış, amellerini ise bâtıl saymıştır. Amelleri ibtal edilinceye kadar muteberdir demektir. Sanatları ise baştan geçersiz demektir. Burada yeni bir tanımlama içine girme durumundayız. Sun’ ile amel arasında ne fark vardır? Bunu anlayabilmemiz için mescitlerin imaretini göz önüne getirmeliyiz. Mescitlerin imareti sun’dur. Akit yapma ve akdin şartlarını yerine getirme ameldir. Diğer fiiller bunlara kıyaslanarak sun’dur veya ameldir diyeceğiz.
وَفِي النَّارِ هُمْ خَالِدُونَ (17)
(Va FIy elNAvRı PAvLiDUvNa)
“Ve narda onlar haliddirler.”
“Ateşte” ifadesi öne alınmıştır. O halde cehennemde yalnız bunlar yani müşrikler halid olacaklardır. Ehl-i hak olanların hepsi sonunda cehennemde kalmayacaklardır.
Şimdi, bu kurala dayanarak baştan sonuna kadar Kur’an’daki âyetler buna göre yorumlanabilir. Buradaki bu delaleti nass hâline getirebilirsiniz. Buradaki bu ifade bunu ifade eder. Ama başka yerde de bunun aksi manada olan âyet olabilir. Buna tearuz denir. Tearuzlar kurallar içinde giderilir. Buradaki delalet zahirdir. Oysa açıkça cehennemde yalnız müşrikler kalacak, başka kimse halid değildir ise nasstır. Nass tercih olunur.
Mealleri okuyarak Kur’an’dan yararlanma elbette herkesin görevidir ama meallerden hükümler çıkarılamaz. Beyan ilmini bilmeden de âyetlere mana verip amel edilemez, hele iman konusu asla yapılamaz.
إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللَّهِ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَأَقَامَ الصَّلَاةَ وَآتَى الزَّكَاةَ وَلَمْ يَخْشَ إِلَّا اللَّهَ فَعَسَى أُولَئِكَ أَنْ يَكُونُوا مِنَ الْمُهْتَدِينَ (18)
(EinNaMAv YaGMuRUv MaSACiDa elLAHi MaN EAvMaNa Bi elLAvHı Va eLYaVMı elEAvPıRı Va EaQAvMa elÖaLAvTa Va EAvTa elZaKAvTa VaLaM YaPŞa EilLay elLAHa Fa GaSAv EuLaEiKa EaN YaKUvNUv MiNa eLMuHTaDUvNa)
“Allah’ın mescitlerini sadece Allah’a ve âhiret yevmine iman eden ve salâtı ikame eden ve zekâtı îtâ eden ve Allah’tan başkasından haşyet etmeyen kimse imaret eder. Onların muhtedilerden olması beklenir.”
Önce kimlerin mescidi mamur hâle getiremeyeceklerini anlattı, sonra mamur edenleri anlatmaktadır. Aslolan mescidi mamur hâle getirmek iken onu asıl yapmadı. Çünkü mescidin mamuriyeti müşriklerin yapmak istemedikleri şeyi yapmakla olmaktadır. Aslolan zekât vermek değildir. Aslolan toplantılar yapmak değildir. Aslolan ameli salihtir. “Sun’i ibad”dır. Mescitler bu işi temin ettikleri için mamur olmaları gerekir. Onlar aslı yapmayacaklarını beyan ediyorlar, ondan aslın yapılması için gerekli araçları talep ediyorlar. Aslolanın amel ve sun’ olduğuna işaret etmek için önce kimlerin mamur edemeyeceklerini anlatmış oldu.
Şimdi ise mescitleri kimlerin mamur kılacaklarını anlatmaktadır.
“Mesacidellahi” kelimesini iade etmiştir. Çünkü farklı imardan bahsetmektedir. İmarlardan biri onu yaşatmak, diğeri ise onu inşa etmektir; yani biri malzemeyi temindir, araçları temindir, diğeri ise araçları yerli yerine kullanmadır. Burada birincisinde inşaat ise ikincisinde ise orada namaz kılmadır. Birincisinde namaz kılma ise ikincisinde kastedilen inşaattır.
Hangisi hangisidir?
Bu sorunun cevabında da ikisi ayrı ayrı kastedilmiştir. Duruma göre olaya hangisi uyuyorsa o manayı verirsiniz. Kur’an’ın yorumunda da bu ana usuldür. Eğer iki manaya geliyorsa duruma göre iki mana verilir. Şartlar neyi gerektiriyorsa ona göre manalandırırsınız. Ebu Hanife’nin bu hususta çok uygulamaları vardır.
Müşrik olmayanlar iki şeye inanmak zorundadırlar. Tek tanrıya inanacaklardır. Ancak bu takdirde İslâmiyet’i kabul etmiş olurlar. Tek tanrıya inanmak demek tek insanlığa inanmak demektir. Fransızların tanrısı başka, bizim tanrımız başka dediğimiz an İslâm düzeni yani barış düzeni sona erer. Mitolojilerde toplulukları temsil eden tanrılar savaştırılır. Allah’a iman etme demek tek tanrıya iman etme demektir. Onun halifesi olan tek insanlığa iman etme demektir. Evet, uluslar olacaktır. Uluslar ayrı ayrı tanrıların değil tek tanrının yani insanlığın bir parçasıdır. Bu kişilere kadar iner.
Âhirete iman demek hakka hukuka iman etmek demektir. Kâinatı var eden Allah bizi yeryüzünde halife kıldı. Yani kendisinin memurları yaptı. Günde en az yirmi defa “Sana ibadet ederiz” demekteyiz. İşte o görevimizi yerine getirmekteyiz. Görevi yerine getirdiğimizde mükâfat alacağımıza, maaşlarımızın ödeneceğine, görevi yerine getirmezsek cezalanacağımızı kabul edip ona göre çalışmaktır. Bu da ancak öldükten sonra yaşamın devam edeceğine inanmakla mümkündür.
Eğer ölmekle yok olacaksam neden başkalarının hukukuna riayet edeceğim, hakemler haksız karar verseler de ben hakemlerin kararına ne diye uyacağım?
Ben niçin savaşa gidip öleceğim?
Demek ki Allah inancı ancak âhiret inancı ile tamamlanır. Allah’ın bizim O’na inanıp inanmadığımıza ihtiyacı yoktur, faydası da yoktur. Bize olan O’na inanma emri bizim iyiliğimiz içindir. Allah’a iman etmek demek topluluğun kanunlarına ve kurallarına iman etmek demektir. Topluluğun güvenliğini temin demektir. Âhirete iman etmek demek sorumluluğunu kabul edip hakem kararlarına göre hareket etmek demektir. Herkes kendi içtihadı ile hareket eder. Çünkü kendisi halifedir. Başkalarının görev alanına girmişse onun sınırını da kendisinin seçtiği hakemler çözer.
Amel olarak da iki eğitim müessesini saydı; namaz ve zekât.
Biri sosyal birliği, diğeri de ekonomik birliği ifade eder.
Biri ruhların birliğini, diğeri de bedenlerin birliğini ifade eder.
Bu iki müesseseyi kurmaları gerekir. İman bu iki müessesenin kurulması için gereklidir. Bu iki müessese de birlikte yaşamak için gereklidir.
Ekonomi özel mülkiyeti, namaz ortak mülkiyeti ifade eder. Demek ki namaz birliği sağlar, zekât ise özgürlüğü sağlar. Biri topluluğu yaşatır, diğeri de kişilerin yaşamasını sağlar. Kolektivizm ile individualizmi dengede tutar.
Buna bir şart daha eklenmiştir. Allah’tan başkasından haşyet etmeyecektir. Topluluktan, yargıdan, başkasından haşyet etmeyecektir. Yargı kararlarına karşı saygılı olacaktır. Kendisinin seçtiği hakemlerin verdiği kararı kendi kararı kabul ederek idam sehpasına da isteye isteye gidecek, âhirete borçlu gitmek istemeyecektir. Bunun dışında karşısına çıkan engelleri aşmak için başka bahanelere kulak vermeyecektir.
Buradaki “İnnemâ” vücubu hasr içindir. Yani mescitleri mamur etmek müminlere aittir. Ama müslimlerin katkıları da kabul olunacaktır.
Bunlar muhtedidir demektedir. “Asâ” kelimesini kullanmaktadır. Çünkü muhtedi olmak için amir olmak yeterli değildir. Amir olduğunuz gibi amil olmak gerekir. Yani namaz kılmak, oruç tutmak, Allah ve âhirete iman etmek, hattâ Allah’tan başkasından korkmamak, ihtida etmek için yeterli değildir. İhtida etmek için amel-i salih işlemek ve hayrın sanii olmak gerekir. Kur’an her vesileyle bize vurgulaya vurgulaya bildiklerimizi değişik şekliyle ifade ederek beynimize sokmaktadır.
إِنَّمَا يَعْمُرُ مَسَاجِدَ اللَّهِ
(EinNaMAv YaGMuRUv MaSACiDa elLAHi)
“Allah’ın mescitlerini sadece şunlar imar edebilir.”
İslâm düzeninde ülkede halk vardır, dört gruba ayrılır.
a) Sadece kendilerine ayrılmış bölge vardır. Biz oraya yönetici olarak girmeyiz. Onlar da bizim topraklarımıza izinsiz giremezler. Halkımız onların topraklarına girebilirler, ancak orada başlarına geleceklerden biz sorumlu olmayız. Anlaşmalar yapabiliriz. Anlaşmalara uydukları ve bize zarar vermedikleri takdirde onlara dokunmayız.
b) İkinci grup insanlar ise bizimle anlaşmışlar, hakemlerden oluşan yargıyı kabul etmişlerdir. Sadece savunma harcamalarına iştirak etmezler. Bunlar gerektiğinde yargıya gidebilirler, haklarını mahkemeden temin edebilirler. Biz hakem kararlarına uyarız. Bizim dışımızdakiler hakem kararlarına uymazlarsa biz karışmayız.
c) Üçüncü grup insanlar ise bize bedel verir ama askerlik yapmazlar, bizimle savaşmazlar.
d) Dördüncü grup insanlar ise bize katılırlar. Barış düzenini kurmak ve korumak için bu uğurda mallarını ve canlarını feda ederler. Kur’an bunlara hitap eder, Kur’an düzenini kurmakla bunlar mükelleftir.
Güvenlik bakımından hüküm böyledir.
Sosyal ve ekonomi bakımından ise şeriat vardır.
Şeriat içtihatlardan, sözleşmelerden, ortak vekilin kararlarından ve hakemlerin kararlarından oluşur. Hakem kararlarını hâkim kılmak için ordu vardır.
İşte, mescidin imareti bu ortak işleri yapma anlamındadır. Buradan şu sonuç çıkmaktadır. Siyasi haklar ve yetkiler yalnız müminlere aittir. Ancak mallarını ve canlarını cennet karşılığı satanlar orada toplantılar yapıp karar alma yetkilerine sahiptir. İlmî toplantılar savami’de, dinî toplantılar salâvatta, meslekî toplantılar biye’lerde yapılır.
Müslimlerin bu toplantılara katılma hakları vardır, karar alma ve söz alma yetkileri yoktur. Mümin kadınların ise katılma, söz ve oy yetkileri vardır. Bu bizim bucaklar için söz konusudur. Diğer bucaklarda istediklerini yapmak kendilerine aittir. Onların devletlerine, illerine ve bucaklarına, hattâ ocaklarına biz karışmayız.
مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ
(MaNa EAvMaNa Bi elLAvHı)
“Allah’a iman eden kimse”
Allah ile kendisini emniyete alan kimse demektir.
Kâinatı ve bizi var eden kimse vardır, O’na Allah diyoruz. O gördüklerimizden biri değildir. O tektir. O var edilmemiştir. O’nun benzeri de var edilemez. O’nda zaman ve mekân oluşmaz. Çünkü zamanı ve mekânı da O var etmiştir. Kâinat birlik ve düzen içindedir, herhangi bir çatlağı ve eksikliği yoktur.
O’nun yeryüzündeki halifesi insanlıktır. Kişiler de o insanlığı temsil etmektedirler. İçtihat yapar ve onunla amel ederler. İçtihat yaparken halife olarak yaparlar. Amel ederken de O’nun kulu olarak yaparlar. Bunu ancak böyle kabul eden kamu yetkilerine sahiptir.
وَالْيَوْمِ الْآخِرِ
(Va eLYaVMı elEAvPıRı)
“Ve ahir yevm.”
Son yevm.
İnsanlık günlerini, yıllarını, dönemlerini yaşayarak uygarlaşmaktadır. Uygarlaşmanın sona erdiği seneden sonra artık yeni yıllar ve dönemler olmayacaktır. Son dönem olacaktır. O son yevmden sonra bir daha akşam olmayacaktır. Gelişmiş düzen sürüp gidecektir.
“Ahir yevm” denmektedir. “Ahir ed-dâr” denmektedir. Ayrıca âhiret isim olarak da getirilmektedir. “Dâr” müennes olduğu için âhiret denmektedir. “Yevm” ise müzekkerdir. Ayrıca dünyaya karşı âhireti getirmektedir, uzak diyar anlamında getirilmektedir. Bununla beraber âhiret yurdu bu dünya yurdunun devamı olacaktır. Yani bizim üç boyutlu uzayın devamı olacaktır. Başka boyutlu uzaya gitmeyeceğiz. Kendi dört boyutlu uzayımız içinde üç boyutlu uzayları ziyaret edebileceğiz. Onun için “âher” (diğer) değil “âhir dâr”.
وَأَقَامَ الصَّلَاةَ
(Va EaQAvMa elÖaLAvTa)
“Ve salâtı ikame ederler.”
“Salât” toplantıdır. Nitekim halkın toplantılarının yapıldığı yere salât denmektedir. Yani bugün bizim kullandığımız mescidin adı salâttır. Toplantı yeri ve zamanı anlamındadır.
“Salâtı ikame etmek” demek toplantı yapmak demektir. Bunun içindir ki salât kelimesi marife ve tekil gelmiştir.
Kıldığımız namaz sadece salât değil aynı zamanda tesbihtir. Salât içinde tesbihler de yapılmaktadır. Kur’an’ı bozulmuş Arapça ile değil Kur’an nâzil olduğu Kureyş Arapçası ile anlamak zorundayız. Allah’a hamd etmeliyiz ki o Arapça eksiksiz zamanımıza ulaşmıştır.
وَآتَى الزَّكَاةَ
(Va EAvTa elZaKAvTa)
“Ve zekâtı îtâ etti”
“Zekât” canlılıktan doğan doğal temizliktir. Bitkiler ve hayvanlar üzerlerine konan pislikleri ve kirleri temizlerler. Ayrıca çoğalırlar.
“Zekât” kelimesi kazançta kendi kendisini temizlemedir.
Bir üretici ve tüketici çevreye devamlı pislikler atmaktadır, sosyal ve biyolojik kirlilik içindedir. Bunu yapanlar kendilerini onlardan temizlemek için ortak fon oluştururlar ve o fonla o kirliliklerini giderirler. Ayrıca büyüme ve gelişmeyi sağlarlar. Bu sayede uygarlık ortaya çıkar. Tek başına yapamadığımız işleri birleşip ortaklaşa yaparız.
وَلَمْ يَخْشَ إِلَّا اللَّهَ
(Va LaM YaPŞa EilLay elLAHa)
“Ve Allah’tan başkasından haşyet etmez.”
“Allah” kelimesi burada izhar edilmiştir. Bundan öncekiler topluluğu ifade ettiği halde burada âlemlerin rabbi kastedilmektedir. Allah’tan başka çekindikleri kimse yoktur. Herhangi bir sorunu çözecekleri zaman Allah ne diyor derler; kanun ne diyor, devlet ne diyor derler.
“Allah” topluluk demektir. Topluluk kişilerin toplamı değildir. Topluluk tuğla olarak kişilerin kullanıldığı bir yapıdır. Kişilerin toplamından farklıdır. Nâs inşaat malzemesi ve ev değilse, kimse onu kiralamazsa, halk da topluluk değildir.
Halkın dedikodularına kulak vermek şirktir. Topluluğun istediğini yapmak ibadettir.
Şuna da işaret etmek gerekir ki yöneticilerden haşyet etmek de şirktir.
Yöneticiler topluluğu temsil etmezler, yöneticiler topluluğun görevlileridir.
Topluluğu ancak hakemlerden oluşan yargı temsil eder.
فَعَسَى
(Fa GaSAv)
“Beklenir.”
“Asâ” olgunlaşmış, verimli hâle gelmiş bitkidir, artık ondan sonra büyümez.
Nasıl diktiğiniz bir bitkinin meyve vermesini beklerseniz, aynen bunun gibi herhangi bir olayda böyle bir durum olursa “asâ” denmektedir. Kesin değildir ama biz onu kesin kabul ederek davranırız.
“Lealle” “le enne”den dönüşmüştür. Orada şiddetli bekleyiş vardır, talep vardır. Ancak olup olmayacağı belli değildir.
“Asâ”da bekleyiş kesin değildir ama insanlar onu elde etmek için iş yaparlar.
Biz “Lealle”yi “ederler diye” olarak, li’yi “etsinler diye” olarak Türkçeleştiriyoruz.
“Asâ”yı ise beklenir olarak tercüme ediyoruz. Kimileri ummak olarak tercüme ediyorlar. Ummakta oluş belli değildir.
أُولَئِكَ
(EuLaEiKa)
“İşte onlar”
Burada işaret edilen kimseler olarak Allah’a ve âhirete iman etmiş, namazlarını kılmış, zekâtlarını vermiş ve Allah’tan başkasından çekinmeyen kimseler kastedilmektedir.
Adil Düzen Partisi’ni kurarsınız, hattâ iktidar da olursunuz ama Allah’tan başkasından haşyet ederseniz iktidar olamazsınız.
Bir devlet için Allah insanlıktır. Dolayısıyla insanlıktan haşyet etmek son derece istenen bir şeydir. Ne var ki insanlık devletler değildir, yöneticiler de değildir. Sadece bugün yaşayan insanlar da değildir. Hazreti Âdem’den kıyamete kadar dört boyutlu uzayda uzanmış büyük bir bedenin içinde yer alan ruhların kurdukları birlik sayesinde oluşmuş ruhtur; insanlık ruhudur. Katılan ruhlar değişmektedir ama insanlık ruhu kıyamete kadar tektir. Nasıl bir gölün suyu değiştiği zaman göl değişmezse, ruhların değişmesi ile de insanlık ruhu değişmez.
İşte burada işaret edilen o ruha inanıp hareket edilmelidir. O Allah’ın kendisi değildir. Çünkü o arş içinde küçük bir cüzdür. Allah, arşı kaplayan bütün ruhların birliğidir. Ne var ki arş da bir tane değildir. Allah ancak sonsuz ruhların kendisinden çıktığı ruhların ruhudur, sebeplerin sebebidir.
أَنْ يَكُونُوا مِنَ الْمُهْتَدِينَ (18)
(EaN YaKUvNUv MiNa eLMuHTaDIyNa)
“Muhtedilerden olmaları.”
Kur’an’da muhtedi var, muttaki var, mübteği var, müttebi vardır.
Muhtedi ilimde ihtida etmiş kimsedir.
Muttaki ahlâkta ittiba etmiş kimsedir.
Mübteği ekonomide ibtiğa etmiş kimsedir.
Müttebi ise siyasette ittiba etmiş kimsedir.
Âyette müminlerden bahsetti, siyasi hak ve görevden bahsetti. Ama sonunda bütün yapıda doğru yolu gösteren ilimdir. İlmin verilerine bağlananlardan bahsetmiştir.
Evet, dört kuvvet vardır; yasama, yürütme, yargılama ve yönetme.
Yasamayı ilim adamları yaparlar.
Yürütmeyi iş adamları yaparlar.
Yargılamayı ahlak adamları yaparlar.
Yönetme siyasilere aittir.
Ne var ki hepsi yasalara uymakla mükelleftirler ve yasaları da ilim adamları yaparlar.
Kur’an düzeninin ne kadar uyumlu ve ileri bir düzen olduğu apaçık görülüyor.