Tevbe Sûresi-7
بسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَإِنْ نَكَثُوا أَيْمَانَهُمْ مِنْ بَعْدِ عَهْدِهِمْ وَطَعَنُوا فِي دِينِكُمْ فَقَاتِلُوا أَئِمَّةَ الْكُفْرِ إِنَّهُمْ لَا أَيْمَانَ لَهُمْ لَعَلَّهُمْ يَنْتَهُونَ (12) أَلَا تُقَاتِلُونَ قَوْمًا نَكَثُوا أَيْمَانَهُمْ وَهَمُّوا بِإِخْرَاجِ الرَّسُولِ وَهُمْ بَدَءُوكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ أَتَخْشَوْنَهُمْ فَاللَّهُ أَحَقُّ أَنْ تَخْشَوْهُ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (13)
وَإِنْ نَكَثُوا أَيْمَانَهُمْ مِنْ بَعْدِ عَهْدِهِمْ وَطَعَنُوا فِي دِينِكُمْ فَقَاتِلُوا أَئِمَّةَ الْكُفْرِ إِنَّهُمْ لَا أَيْمَانَ لَهُمْ لَعَلَّهُمْ يَنْتَهُونَ
(Va EiN NaKaÇUv EaYMAvNaHuM MiN BaGDi GaHDiHiM Va OaGaNUv FIy DIyNıKuM FaQAvTiLUv EaimMaTa eLKuFRi EinNaHuM LAv EaYMANa LaHuM LaGalLaHuM YaNTaHUvNa)
“Ahitlerinin ba’dinde eymanlarını nuks ederlerse ve dininizde size ta’n ederlerse, küfrün eimmesi ile mukatele ediniz. Onlara eyman yoktur. İntiha etmeleri beklenir.”
“Taun” bulaşıcı hastalıktır. “Ta’n etmek” bulaşmak demektir. Bir şeyi bir yere batırmak da ta’ndır.
“Ta’n” kelimesi Kur’an’da iki yerde geçer, ikisi de dinde ta’n olarak geçmektedir. Düzeni bozma demektir. Ahdi bozuyor ama size bir zararı yoktur. Hattâ zararı var ama düzeni bozmuyor. O zaman savaşmayabilirsiniz. Ama ahitlerini bozuyorlar, bunun sonucu olarak sizin düzeniniz bozuluyor. O zaman savaşmak farzdır.
İnsanların diğer canlılardan temel farkı, kişiliklerini koruyarak topluluğun üyesi olmalarıdır. Bu hususu daha iyi anlayabilmemiz için hücreleri ele alalım. Kan içinde yaşayan akyuvarlar vardır. Görevleri vücuda giren mikropları yok etmektir. Ne var ki bu savaşta kendileri de yok olurlar. Ama onların görevi yok olma pahasına da olsa vücudu korumaktır. Oysa sürü hâlinde yaşayan canlılar da dayanışma hâlindedir. Ama bu dayanışma kendi çıkarı içindir. Tehlikeyi görünce hemen sürüden ayrılıp kaçar.
İnsan toplulukları vardır. Kişiler onların hücreleridir. Diğer canlılarda hücreler canlıyı değiştirirlerse yaşayamaz, ölürler. Bir arı hiçbir zaman komşu kovana girip hayatını sürdüremez. Kovanın girişinde nöbetçi arılar vardır. Gelen arıları kokuları ile tanırlar. Bu kokuyu onlara anaç arı verir. Dolayısıyla kovanın üyesi arı rahatlıkla kovana girer. Ama bir yabancı gelecek olursa nöbetçi arılar derhal ona saldırıp kovarlar veya öldürürler.
İnsan bu konuda arılardan farklıdır, kendi topluluğunu terk ederek başka topluluğa katılabilir, onlarla beraber yaşar. Hattâ evlilikler hep topluluk değiştirmekle olmaktadır. Toplulukları erkekler değil kadınlar oluştururlar. Onlar çocukları doğurup eğitirler, onlar ocak içinde bir aradadırlar. Sosyal oluşmayı onlar sağlamaktadırlar. Erkekler ise savunma yaparlar ve nafaka temin ederler.
Savunma ve nafaka temini arzda olduğu için erkekler kadınların evine değil kadınlar erkeklerin evine giderler. Çünkü erkeklerin işyerleri oralardadır. Bu olay sebebiyle topluluklar devamlı olarak değişik yerlerden gelen kimselerden oluşmaktadır. Bu sebepledir ki diğer canlılarda olmayan bir olay insanlarda oluşmaktadır. O da iç içe topluluklar meydana gelmesidir. Oysa diğer canlılarda ancak bir kademe topluluk vardır. Türkiye’deki karıncanın ABD’deki karınca ile hiçbir ilişkisi yoktur. Hattâ bir karınca yuvasındaki karıncanın komşu karınca yuvasındaki karınca ile bir ilişkisi yoktur. İnsanlar ise tüm dünya ile ilişkidedirler. Cep telefonları ile her zaman görüşebilmektedirler. Ürettikleri malları onlara satmakta, onların ürettikleri malları almaktadırlar.
Diğer taraftan da kişi mensup olduğu topluluğun üyesidir. Topluluklar ayrı ayrıdırlar. İnsanlık uluslara, uluslar illere, iller bucaklara, bucaklar ocaklara ayrılmıştır. Bulaşıcı hastalık canlılar arasında da vardır. Ne var ki canlılar sadece savunma imkânına sahiptir. Bir canlı sen bana hastalık bulaştırıyorsun diye diğer canlıya saldırmaz ama insan bulaşıcı hastalıklarla mücadele eder. Bataklıkları kurutur. Veba en kötü hastalıktır, tarihte ülkelerin nüfuslarını azaltmıştır. Şimdi ise ülkelerin çoğunda veba salgını bir hastalık olarak görülmez. Çünkü insanlar bu hastalığa karşı gerekli tedbirleri almışlardır. Topluluk içinde müşrikler veba mikropları gibidirler; kendileri hastadırlar ama bu da yetmez, başkalarını da hasta ederler.
İşte, eğer birileri bizim düzenimizi bozuyorsa, onların hastalığı bize bulaşıyorsa, onların yaşadığı bataklığı kurutmak elbette bizim hakkımızdır, aynı zamanda görevimizdir de. Çünkü yaşamamız başka türlü mümkün değildir. / Batılılar savaşa giriştikleri zaman ‘çıkarım var’ deyip savaşa girişirler. Oysa çıkar için savaş yapılmaz. Bana hastalığı bulaşmaktadır, varlığı benim hayatımı tehdit etmektedir diyerek savaş olmaz. Kimse çıkarım var diye savaş açamaz. Zararım var diye savaş açabilir. Zararını da hakemler yoluyla ispat etmesi gerekmektedir. / Bugün insanlar Birleşmiş Milletler’i kurmuşlar ama hâlâ çıkar çatışması üzerine denge kurulmuş, hâlâ kuvvetli kim ise haklı odur.
Hz. İbrahim aleyhisselâmın başlattığı insanlık barışını insanlık henüz anlamış değildir.
Yeryüzünün barışa kavuşması, dinde/düzende ta’n olmaması için insanların Hazreti İbrahim’in dininde/düzeninde birleşmeleri gerekmektedir. Yani ahitleri bozmaları savaş için yeterli değildir. Yani ahitleri bozmuşlar ama bize zararları yoksa yine onlarla savaşmayız. Ahitleri bozacaklar ve bu bozma düzenimizi ifsat edecek ki savaşmaya hak kazanalım.
Âyette önemli bir husus daha vardır. Kitle ile değil eimme ile yani yöneticilerle savaşmadır. Kadınlar, çocuklar, hastalar, zahitler ile savaş olmaz. Onlar himaye edilir. Onlar korunur. Savaşı kazandıktan sonra bizimle savaşanları ve başkanlarını öldürebiliriz.
Ergenekon ve Balyoz davalarını ele alalım. Bu ihtilali düzenleyen girişimciler vardır. Onları muhakeme edersiniz. Onları asabilirsiniz. Onlarla doğal olarak bir olan halkı kılıçtan geçiremezsiniz. Müşriklerin kadınlarını, çocuklarını, savaşmayan erkeklerini öldüremezsiniz. İhtilâlde astlar üstlerin emrindedir. Askerlik bu demektir. Askerlikte üst yazılı emir verdikten sonra siz onu yapmak zorundasınız. Verdiğiniz emri yerine getirmeyen astı öldürürsünüz ve sorumlu olmazsınız. Emri yazılı olarak vermiş olmanız gerekir. Çünkü emri yerine getiren değil, emri veren sorumludur. Bu düşman ordusu da olsa hüküm böyledir. Esirlik müessesesi de buradan meşru kılınmıştır.
Esirleri öldüremediğinize göre ne yapacaksınız?
Serbest bırakırsanız ya yeniden savaşırlar ya da ölürler. O halde yapılacak şey onları ya yerlerinde bırakıp cizye almak ya da esir etmektir.Sorumlu olan emir komuta kademesidir, sorumlu olan emir komuta kademesine uyanlar değildir. Balyoz ve Ergenekon davaları sadece zihnî kademede kaldığı için cezalandırılmaz.
Bir adam bir kişiyi öldürmeyi tasarladı, planı yaptı, silahları aldı. Bu adam henüz teşebbüs hâlinde değildir. Çünkü diğer yaptıklarının hepsi meşru hareketlerdir. Ama gitti, pusu kurdu, bekledi, adam gelmediği için silahı kullanmadı. Bu eksik teşebbüstür. Eksik teşebbüs yapan kimseye zarar vermemiştir. O halde henüz ta’n yoktur.
Bu âyete göre bu eksik teşebbüsün de cezası yoktur.
Pusu kurdu, adam geldi ve o da silahını ateşledi ama adam ölmedi, yaralanmadı.
İşte bu tam teşebbüstür. Fiilen maddi zarar doğmamıştır ama kişi korkmuştur. Düzen bozulmuştur. İşte burada bu girişimde bulunanların yalnız eimmesine ceza verilir. Onu destekleyenlere ve yardımcılara ceza verilmez.
Eğer kişi yaralanmışsa buna eksik fiil diyoruz. Eksik girişim değil eksik fiildir. Eksik fiilde eimme olmayanlar da cezalandırılabilir. Çünkü fiil birlikte işlenmiştir, hepsi mübaşirdirler.
Yine bu âyette üçüncü önemli hususa işaret edilmektedir. Cezalandırma geçmişte yapılanların intikamı için değildir. Savaş geçmişin intikamı için değildir, geleceğin emniyeti içindir. Bu tür hareketlere son vermek içindir. Caydırıcı veya önleyici olarak fiil yaparız. Ceza kim fiili işlemişse ona verilir. Vârisleri cezalandırılamaz.
Osmanlılar soykırım yapmışlarsa yapmışlardır, onların bugünkü çocukları sorumlu değildirler. ABD’liler de Kızılderilileri yok etmişlerdir. Bundan bugünkü çocukları sorumlu değildirler. Onların yaptıkları onlara, bunların yaptıkları bunlara aittir.
وَإِنْ نَكَثُوا
(Va EiN NaKaÇUv)
“Nuks ederlerse”
Yemin güvencedir.
Söylediğiniz sözün doğruluğundan sorumlu değilsiniz. Yanlış bilmişim dersiniz ve geçersiniz. Verdiğiniz sözde de eğer gücünüz yetmiyorsa yerine getirmezsiniz. Bu durumda sorumlu değilsiniz. Gücünüzün olduğunu ispat külfeti güçlü olduğunu iddia edene aittir.
Ama yemin ederek söylerseniz o yalan olmamalıdır, yanlış olmamalıdır. Sonuçlardan sorumlusunuz. Bunun gibi yeminle verdiğiniz bir sözü de mutlaka yerine getirmelisiniz. Mazeret kabul edilmez. Gücünüz yoksa akileniz öder.
İşte, yeminlerin hıfz edilmesi gerekir. Yeminlerinizi hıfz ediniz denmektedir.
Ayrıca yeminlerin kaldırılması da Kur’an’da hükme bağlanmıştır.
Eymanı neks etmek: Yeminlerin gereklerini noksan yapmadır. Kural şudur. Bir maddesini noksan eden bütün maddelerini noksan etmiş hükmündedir.
Eymanı nakz etmek: Eymanın hükümlerini sona erdirmedir. Bu sözle sona erdirilmiş olabilir.
Eymanı nuks etmek: Eymanları fiilen sona erdirme, uymama demektir.
Eyman ile semeni kalili iştira etmek: Birine verdiğiniz bir sözü başkasının lehine bozmadır.
Bunun dışında yeminlerin meşru bir şekilde sona erdirilmesi de vardır.
Eymanı tehılle etme: Sözü yerine getirdiniz mi yemininiz sona erer.
Eymanda lağv: Yemin kefaretini vererek meşru olmayan yeminleri çözersiniz.
Eymanınızın kefareti: Meşru yeminlerin bozulmasına karşılık ödenecek kefarettir. Bir helali yapmayacağım diye yemin ederseniz onu bozacaksınız ve kefaretini vereceksiniz. Bir kötülüğü yapacağım ve bir iyiliği yapmayacağım derseniz, o zaman yemin ettiğinizden dolayı kefaret vereceksiniz.
“Neks etmek” demek, çözemediğiniz bir yumağı kopararak veya keserek çözmek demektir. Gordion düğümü vardır. Biri bağlamış ama kimse çözememiş. İskender de çözmekle uğraşmış, sonunda kılıcını çekmiş ve kesmiş, böylece çözmüş. Bu nukstur.
Anlaşmaları kurallar içinde sona erdirmek meşrudur ama zarar verecek şekilde anlaşmaları sona erdirmek meşru değildir.
أَيْمَانَهُمْ
(EaYMAvNaHuM)
“Yeminlerini”
Yeminlerinizin mâlik olduğu kölelik müessesesidir.
Roma’da bütün akitler resmidir. Halk kendileri özel hüküm koyamazdı. Bugünkü kanun sistemi budur. İslâmiyet’te ise bazı akitler resmidir. Taraflar istedikleri hükümleri koyamazlar. Evlilik müessesesi böyledir. Mâli hükümlerde bile kayıt vardır. Mesela mihrsiz evlilikte şart geçersizdir. Yani nikâh sahihtir ama mihr almayacağı hükmü geçerli değildir. Bunun gibi nikâh üçüncü şahıs olan çocukların haklarını içerdiği için hükümler kanunidir. Boşanma da öyledir. Biat hükümlerinde öyle şartlı biat caiz değildir. Birine ‘imam olacaksın ama uzun sûre okumayacaksın’ diyemezsin, o istediğini okur. Miras hukukunda da böyle bağlayıcılık vardır. Yani İslâmiyet’te de resmi sözleşmeler vardır. Ne var ki bunlar istisnadır. Asıl olan serbest sözleşmedir. Roma’da ise asıl olan resmi sözleşme idi.
Kölelik müessesesi resmi bir müessesedir. İnsanlar akitleri ile kölelikte yenilik yapamazlar. Şeriat neyi ortaya koymuşsa ona uyma zorunluluğu vardır. Bugün Avrupalıların insan hakları diye adlandırdıkları haklar böyledir. Kişiler bu haklardan vazgeçseler bile vazgeçemezler. Bunlara anayasalarda temel hak ve hürriyetler denmektedir.
Kur’an eyman sonucunda oluşmuş iki müessese kabul etmektedir. Biri kölelik müessesesidir. Yeminlerinizin mülkü denmektedir. İnsan özgürdür. Her türlü hakları vardır. Kişiliği tamdır. Sadece başkasının topraklarında devamlı yaşamak durumunda olanların özel şartlar içinde mülk edinme yetkileri yoktur. Kendi ihtiyaçlarını giderme hususunda mâlik olma ehliyetleri vardır. Nafakalarına mâliktirler. Nafakaları kadar elde ettikleri tüketme hakkına sahiptirler. Sadece biriktirip mülk edinirlerse o mülk sahiplerine ait olur, mirasçılara ait olmaz. O mülkü başkalarına hibe etme veya vasiyet etme yetkileri yoktur.
Burada yeminlerin mâlik olduğu tabiri kullanılmaktadır. Mâlik olan kişi değildir, yeminlerdir, hukuktur. Yani köleye asıl sahip olan topluluktur, sözleşmedir. Kölenin sahibi onu topluluk adına kullanmaktadır. Bunun anlamı şudur. Kölenin sahibi köleye istediği muameleyi yapamaz, ancak şeriatın belirlediği muameleleri yapabilir. Çünkü kendisi vekâleten bu hakları kullanmaktadır.
Kur’an’da geçen ikinci yeminlerin akdettikleri tabiridir. Fıkıhçılar bu müesseseyi geliştirmemişlerdir. Evlatlık müessesesini reddetmişlerdir. Sözleşmeli akrabalıklar kabul edilmemiştir. Bu hususta Resul’ün azatlısı olan Zeyd’in boşadığı kadınla Resul evlenmiştir. Ancak eslabınızdan olanlar sizin çocuklarınızdır denmiştir. Bununla beraber babalarının nikâhlısı ile evlenmek yahut eşlerin çocukları ile evlenmek haram kılınmıştır. Yeminlerinizin akdettiği müessese tanınmıştır. Bu da evlat edinme anlamında kabul edilebilir. O zaman o âyetlerle bu âyet arasında tearuz ortaya çıkar.
Çocukları olmayan anne ve babaların evlat edinmelerini meşru saymak gerekir zannediyorum. Bununla beraber miras kaçırmak amacıyla evlat edinme de vardır. Vasiyet için söyleyeceklerimize benzer durumdur. Kadın ve erkeğin yeğenlerini evlendirerek ikisini evlat edinmeleri en uygun bir durum gibi geliyor.
Hâsılı, yeminlerinizin akdettiği kimseler, köleler gibi bir müessesedir. Uygulamada çıkacak ihtiyaç bunun manasını bize bildirecektir.
“Ellezîne akadat eymanıkum” denmektedir. Köleler için “Mâ meleket” akd edenlerin ise “eymanlarını akdettiğiniz kimseler” denmektedir. Kurallı erkek çoğul getirilmiştir. Bu mufavada akdiyle yapılan anlaşma olabilir.
“Yeminlerinizin mâlik olduğu” denmektedir. “Kimse” yerine “Mâ” kullanılmaktadır. Çünkü mâlik olunan kişi değil onun ma melekidir.
“Yeminlerinin cehdi ile kasem etmek”, “Eymanı urza ittihaz etmek”, “Yemini cünne ittihaz etmek”, “Eymanı dahal ittihaz etmek” deyimleri Kur’an’da geçmektedir.
مِنْ بَعْدِ عَهْدِهِمْ
(MiN BaGDi GaHDiHiM)
“Ahitlerinden sonra”
Demek ki ahitten önce de eyman vardır. Başkalarına değil de kendi kendine eyman olabilir. Yemin etmek ve onun kefaretini vermek o tür eymandandır. İnsanlarla yaptığınız yeminli anlaşmalar ahitli yeminlerdir.
İnsanlar özgür yaratılmış, bir tek ümmet kılınmışlardır. Ne var ki onların üzerine bir musaytır konmamıştır. Kendi kendilerini yöneteceklerdir. Onlar Allah’ın halifesidirler. Kendi düzenlerini, kendi şeriatlarını kendileri yapacaklardır. Diğer canlılara doğuştan gerekli her şey öğretilmiş, gerekli her imkân verilmiştir. İnsan ise zayıf ve cehul yaratılmıştır. Kendi topluluklarının kurallarını kendileri koyacaklardır. O sayede birlikte çalışma imkânını bulacak ve uygarlaşacaklardır. Kendi hayatlarının kurallarını kendilerinin koymaları da yaptıkları sözleşmeler ve ahitlerle olmaktadır. Sözlerinde durmayanlar topluluk oluşturamazlar ve varlıkları olamaz.
Tüzel kişiliği olan toplulukların oluşabilmesi için; a) Toplandıkları merkezlerinin olması gerekir. b) Onları temsil eden başkanlarının olması gerekir. c) Uymaları gereken kurallarının yani sözleşmelerinin olması gerekir. d) Sözleşmelere uymayanların topluluktan çıkarılabilmesi için hakemlerden oluşan yargı kurumları olmalıdır. Bu sözleşme bu şartların dördünü de içeren sözleşmedir. Yer ancak sözleşmeler sayesinde elde edilebilir. Başkan sözleşmeler sayesinde seçilir. Hakem kararları da sözleşmeler gereğidir.
وَطَعَنُوا فِي دِينِكُمْ
(Va OaGaNUv FIy DIyNıKuM)
“Ve dininizde ta’n ederlerse.”
Burada ta’n etmek eymanı bozmaya atfedilmiştir. “Ve” harfi ile atfedilmiştir. Kıtale izin ancak ikisi birden olduğu zaman vardır. Bir insanı öldürmek tüm insanlığı öldürmek kabul edilmiştir. Dolayısıyla yalnız sözlerinde durmamaları onlarla savaşmayı meşru kılmaz. Savaşı meşru kılan onların bu sözlerinde durmamaları ta’n şeklinde olmalıdır. Yani kötülükleri bizim düzenimizi bozmalıdır. Yoksa sözlerinde durmadılar ama bize de bir zararları yoksa onlarla kıtal etmeyiz. Zararları bize dokunuyor ama sözlerinde duruyorlarsa yine kıtal etmeyiz. Zararların tazminini isteriz. Savaşın meşruluğu için eymanı bozmaları ve bir de bizim düzenimizi bozmaları gerekir.
Zinayı meşru gören topluluk sözleşmelere de riayet etmiyorlarsa savaşırız. Mesela bir bucak vardır. Aralarında zinayı serbest bırakmışlardır. Zina bulaşıcı bir hastalıktır. Zina yapan erkek tatmin olduğu için evlenmez. O evlenmeyince bir kadın kocasız kalır. Bu sefer o kadın da zina yapmaya başlar. Böylece zincirleme zina tüm topluluğu sarar. O halde zinayı meşru gören topluluk düzenimizi bozmaktadır. Erkeklerimiz oraya gider ve orada zina etmeye başlarlar.
Onlarla anlaşma yaptık, ‘bizden kimseyi kendi topraklarınıza sokmayacaksınız’ dedik. Bu sözlerinde duruyorlarsa biz onların zinayı meşru kılmaları nedeniyle onlarla savaşamayız.
Benzer şekildeki durum faiz için de söz konusudur. Faiz bulaşıcıdır. Ülke dışında faiz verip kazananlar servet edinip tekelleşirler ve ülke içindeki ekonomiyi bozarlar. Anlaşmalara riayet etmişlerse biz onlarla savaşmayız. Ama hem zinayı ve faizi serbest bıraktılarsa, hem de sözlerinde durmuyorlarsa veya hakem kararlarını kabul etmiyorlarsa, işte o zaman o bucakla, o ille, o ülke ile savaşma durumu ortaya çıkar.
فَقَاتِلُوا أَئِمَّةَ الْكُفْرِ
(FaQAvTiLUv EaİmMaTa eLKuFRi)
“Küfrün imamları ile kıtal ediniz.”
“Küfür” masdardır. Kâfirlerin imamları olur. Küfrün imamları nasıl olur?
“Kâfirlerin imamı” değil de “küfrün imamları” denmektedir. Yani bir grup oluşur, bir birlik kurarlar ve faiz ile zinanın merkezi olurlar. İşte bunlarla kıtal ederiz. Zina yapanlarla değil, faizli işlemler yapanlarla değil, ribahaneleri işletenlerle ve fuhuşhaneleri işletenlerle kıtal ederiz; eğer bunlar yargı kararlarını kabul etmiyorlarsa, eğer bunlar sözlerinde durmuyorlarsa onlarla kıtal ederiz.
“Küfür” nankörlüktür, görülen nimete şükretmemektir. Düzenin temellerini fiilen değil de fikren bozanlardır. Müşrikler fiilen bozanlardır. Küfür ise fikren bozmadır. Yani fuhuş evlerini işletenler kendileri fuhuş yapmasalar da suçludurlar. Ribahaneleri işletenler kendileri faiz almasalar da suçludurlar.
Bu âyetler bize ceza hukukunun da temellerini öğretmektedir. Bir topluluk istediği şeyleri yasaklayamaz. Bazı şeyler vardır ki çevreye zarar veriyorsa onu meşru tutamaz. Bulaşıcı olmamak şartı ile kendi bucaklarında istediklerini yapabilirler. Hiçbir bucak çıkışı yasaklayamaz. Çıkışı yasaklayan bucaklar daru-l harb içindedirler. Bizim girip oradakileri kurtarmak görevimizdir.
“İmam” önden giden, halkın onları takip ettiği kimsedir. Namazda imam tektir ama toplulukta imamlar bir gruptur. Bir toplulukta bir grup oluşur, halk onların arkasından gider. Onlara “eimme” denir. Türkiye’de parti başkanları eimmedir. Demokrasiden önce Türkiye’nin eimmesi yüksek rütbeli askerler idi.
إِنَّهُمْ لَا أَيْمَانَ لَهُمْ
(EinNaHuM LAv EaYMANa LaHuM)
“Onlara hiçbir eyman yoktur.”
Küfrün eimmesi düzeni bozan hareketlerin önderi olanlardır. Bunlar ülke dışına çıkarılırlar. Çıkmazlarsa bunlar öldürülürler.
Ergenekon veya Balyoz gibi davalara sivil mahkemeler bakamaz. Ama askeri mahkemeler de ancak komutanları mahkûm eder.
Üç kişi olmuşlarsa eimme olurlar. Yani her grup en az üç kişiden oluşur. Grup en az üç, en çok on kişiden oluşur. Demek ki eğer iki kişi iseler onlara grup oluşturma, örgüt kurma suçu isnat edilemez. Ondan fazlası da gruba idhal edilemez. Bunların eymanı yoktur. Yani bunların ülke içinde yaşamaları için güvence verilemez. Çıkıp giderlerse giderler, gitmezlerse katl olunurlar.
Balyoz ve Ergenekon davalarında en çok on kişi suçlu olabilir. Ondan fazla kimse itham ediliyorsa o grup değildir. Onlarla kıtal caiz değildir. Bu üç kişi küfrün eimmesi olmalıdır. Mesela orgeneral ile korgeneral amir-memur durumunda olduğu için eimme olmazlar. Eimme olmak için eşit seviyede olmaları gerekir. Yani ikisi orgeneral rütbesinde olmalıdırlar. O halde Ergenekon davasını Adil Düzene göre yürütebilmemiz için en az üç orgeneral itham edebiliriz. Bunları mahkûm ederiz. Bunlar fiili gerçekleştirmediği için cezaya müstahak olmazlar, bunlar yurt dışına çıkarılırlar.
Askerler 28 Şubat’taki emri yerine getirmediler, Türkiye’yi kana boyamadılar.
Sermaye şimdi onlara bundan dolayı bu cezayı veriyor.
لَعَلَّهُمْ يَنْتَهُونَ
(LaGalLaHuM YaNTaHUvNa)
“İntiha ederler diye”
“Hum” zamiri ahitlerinde durmayan müşriklere racidir. Yani küfrün eimmesi ile kıtal diğerlerini de caydırır. Başları gidince kendileri de savaşa devam edemezler.
Topluluk bir başkan etrafında birleşir. Topluluk ona itaat etmeye başlar ve böylece onda büyük güç oluşur. Herkes artık onu son söz sahibi olarak görmeye başlar.
Bir zamanlar Mustafa Kemal, sonra İsmet İnönü, sonra Adnan Menderes, sonra Necmettin Erbakan ve şimdi R. T. Erdoğan böyle kimselerdir. Bunlar da kendilerinde büyük güç görürler ve ona göre hareket ederler, kendilerine cesaret gelir ve savaşa devam ederler.
Komutan öldürülürse yeni bir başkan çevresinde topluluk birleşemediği için savaş kaybedilmiş olur. Küfür cephesinde de eimme-i küfür bertaraf edilirse savaş sona erer. Halk küfürde devam edemez.
Arabistan’ın eimmesi Mekke idi. Mekke çökertilince Arabistan’ın tamamı teslim oldu. İslâm’ın eimmesi de Osmanlılardı. Osmanlılar teslim olunca İslâm âlemi çöktü. Zamanla kendilerine kavmî eimmeler aradılar ve toparlanır duruma geldiler.
İslâm âlemi şimdi bir eimme aramaktadır. Mısır buna taliptir, Suudi Arabistan taliptir, İran taliptir, Türkiye taliptir.
Dikkat edilecek olursa burada imamdan değil de eimmeden bahsedilmektedir. O halde en az üç devlet birleşerek ortak hedef belirleyeceklerdir. O zaman imanın eimmesi olurlar. Bu da birden birleşme ile olmaz. Önce İran ile Türkiye anlaşacak, İslâm âleminin eimme olmasını kabul edeceklerdir. Bu da ancak “Adil Düzen” üzerinde bu iki devlet anlaşırsa sağlanmış olur.
Yani İran ve Türkiye birleşip ortak bir Adil Düzen medresesini kurmalıdırlar. Bunlar Kur’an’ı çağımızın sorunlarını çözecek şekilde yorumlayacaklardır. Bunun adı asrın İslâm medresesi olabilir. Bir gün güçlü bir üçüncü İslâm devleti bunlara katılır. Bu Mısır olabilir, Nijerya olabilir, Pakistan olabilir, Bangladeş olabilir, Endonezya olabilir, Malezya olabilir. İşte o zaman İslâm’ın eimmesi o olmuş olur. Bunların ittifakı ile hareket İslâm âlemini arkasından götürür.
Biz bir İslâm eimmesini değil de Adil Düzen eimmesini öneriyoruz. Yine İran’la Türkiye birleşip bir İslâm medresesini kuracaklardır. Bu medreseye dünyanın güçlü devletlerini davet edeceklerdir. Rusya, Çin, ABD, AB, Hint ve diğer Almanya, Japonya gibi devletlerden biri katılabilir. İşte bunlar eimme-i İslâm olur.
أَلَا تُقَاتِلُونَ قَوْمًا نَكَثُوا أَيْمَانَهُمْ وَهَمُّوا بِإِخْرَاجِ الرَّسُولِ وَهُمْ بَدَءُوكُمْ أَوَّلَ مَرَّةٍ
(EaLAv TuQAvYTiLUvNa QaVMan NaKaÇUv EaYMaNaHuM Va HamMUv Bi EiPRACı elRaSuLi Va HuM BaDaEUvKuM EavVaLa MarRaTin)
“Yeminlerini neks etmiş, resulü ihrac etmeye himmet etmiş, ilk defa sizi bidet etmiş bir kavimle kıtal etmez misiniz?”
Burada “kavim” kelimesi nekre gelmiştir. Belli bir kavim değil de bu özelliği taşıyan kavim kastedilmiştir.
Âyet “Elâ” ile başlamaktadır. “Hemze” inkâr hemzesidir. “Lâ” da nefy içindir. İki menfi bir müsbet eder.
“Katletmeniz” denmektedir. Buradaki kıtal doğal kanunların gereği olan kıtaldir. Müslim olmadıkları için değil, insanlık haklarımıza saldırdıkları için kıtal ediyoruz. Savaşlar dini savaşlar değil beşeri savaşlardır.
Sömürü sermayesi bir taraftan savaşın kötü olduğunu ileri sürmektedir ama savaşları hep o çıkarmaktadır. Sosyalistler savaşa karşıdırlar ama dünyanın en çok kanını onlar akıtmışlardır. Gerekçeleri de şudur; onlar kan döküyorlar, dindarlar kan döküyorlar, onları yok edersek artık kan dökülmez! Biz de aynı felsefe ile kanın akıtılmasını meşru görüyoruz. Ne var ki potansiyel suçlu yoktur. Kan dökerse döküyoruz.
Hakemliği kabul etmiyor, verdiği sözde durmuyor ve düzenimizi bozuyor. İşte o zaman bu gibilerle savaşma durumundayız. Düzenimizi nasıl bozduklarını bu âyet anlatmaktadır. Ta’n etmenin yorumu yapılmaktadır.
Resulü ihraç etmek yani çıkarmak istemişler, Mekke’de barındırmamışlardır. Yahut Medine’de resulün Medine başkanlığına son vermek için Mekkelilerle bir olmuşlardır.
Günümüze gelinirse…
İmparatorluğumuzu yıkmışlar ve Sakarya’ya kadar gelmişlerdir. Ayrıca Rum ve Ermeni çetelerle Müslümanlara karşı soykırıma geçmişlerdir. Gerek babamdan gerekse diğer yaşlılardan dinlediğim hikâyelerde tüm Türkiye’de aynı olaylar olmuştur.
Karadeniz’in ahşap evlerini ateşe vermişlerdir. Halkın ölmesi için evlerini yakacağız haberleri gelmiş, halk ormanlara taşınmıştır. İnsanlar yakılma korkusu ile aylarca dışarıda yaşamışlardır. Yalnız erkekler değil, aynı zamanda kadınlar, çocuklar ve yaşlılar da aynı durumda idiler. Yalova’da da oranın 93 göçmenleri vardır, oradakiler de benzer olayları yaşamış ve anlatmışlardır.
İşte, mevcut düzeni yıkmak ve halkı soykırıma uğratmak isteyenler müşriklerdir. Onlarla savaşmamız gerekmiştir. Savaştık ve kazandık.
Ondan sonra ne yaptılar?
Bize dinsizliği dayattılar.
Tarih boyunca biz de savaştık, Viyana’lara kadar gittik ama oraların halkını soykırıma uğratmak için gitmedik, mallarını mülklerini yağmalamak için gitmedik. Hıristiyanlığın getirdiği adil düzeni bozdukları için onlara adil bir yönetim getirmek için gittik. Beş yüz seneden fazla bizimle beraber yaşadılar. İstanbul merkezdi. İstanbul’da onların nüfusu Müslümanlardan çoktu. 1950’de bile İstanbul’un yüzde 52’si Müslüman değildi.
Türkiye’yi borçlandırıp Osmanlı İmparatorluğu gibi yıkmak amacıyla Türkiye’ye borç verdiler ama İstanbul’daki azınlıkları zengin etmemiz şartı ile borç verdiler. İstanbul’da fabrikalar kuruldu. İstanbul’un nüfusu 1960’larda bir milyondan iki milyona çıktı; bugün 15 milyondan fazla. Kendi tuzaklarına kendileri düştüler.
“Ta’n” burada iki şekilde ifade edilmektedir.
Bir yerde iktidar varken o iktidarın değiştirilmesini istemek ta’ndır. Halkı yöneticilerden hoşlanmıyorsa hicret eder; başka bucağa, başka ile, başka ülkeye gider. İhtilal ile onları indirip kendileri iktidara geçmeye çalışmazlar.
İkincisi ise soykırıma girişemezler. İnsanların kendi istekleri ile bucakları terk etmeleri başka, halkın zorla tehcir edilmesi başkadır. Suçluların cezalandırılması başka, halkın cezalandırılması başkadır.
Herkesin kedisine yapılanı karşı tarafa yapma hakkı vardır. Düzen kısas üzerine kurulmuştur. Barış ancak kısas ile mümkündür. Öldüreni sen asmazsan, mağdur olanlar öldürür, o zaman da anarşi olur.
Kısasta da öldürme vardır ama ilk öldüren suçludur. Ölen tarafın vârisleri öldürme hakkına sahiptir. Önce başlama suçun oluşması için şarttır. Nefsi müdafaa suç değildir. Bu sebepledir ki herkes silah taşıma hakkına sahiptir. Çünkü silah saldırı aracı olduğu kadar aynı zamanda savunma aracıdır.
أَلَا تُقَاتِلُونَ
(Ea LAv TuQAvYTiLUvNa)
“Mukatele etmez misiniz?”
“Taktulûne” denmiyor; “öldürmez misiniz” demiyor, savaşmaz mısınız” deniyor. Çünkü ancak karşı taraf savaşıyorsa siz savaşma yetkisine sahipsiniz. Karşı taraf teslim olup saldırıyı durdurursa savaşmazsınız. Teslim olmaz da mütareke talep ederse, yani hakemlere gitmeyi veya geçici zamanda savaşmamayı isterse onu da kabul ediyorsunuz.
İnsanlar arasında denge savaş ile sağlanmıştır. Savaşsız bir dünya insanlar için iyi bir şey değildir. Şeytansız bir dünya anlamındadır, mikropsuz bir dünya anlamındadır. Mikroplar olmazsa hayat olmaz. Yaşlanmış ve işe yaramaz hâle gelen bedenleri yok eden olmazsa yeni canlılar için hayat kalmaz. Mikroplar sağlam bedenlere imkân oluşturmak için vardır.
İnsanların mikropları müşriklerdir. Yaşlanmış, düzenleri bozulmuş, hayatiyetlerini kaybetmiş toplulukları ortadan kaldırma görevi de onlara verilmiştir.
Kıyamete kadar savaş olacaktır. Böylece kötüler ve bozulanlar elenecek, daima sağlamlar ve iyiler galip geleceklerdir. Bunun tek çözümü ölümsüz ve hastalıksız bir dünya düzeni oluşturmakla mümkündür.
İşte, ölümsüz kâinat âhiret hayatıdır. Bu dünya hayatı orada yaşayabilecek kadar eğitim almak için var edilmiştir. Eğitim almadan da Allah eğitimli kişiler var etmezdi. Allah’ın neyi var edip etmediğini bilmiyoruz ama ne yaptığını biliyoruz. Allah böyle bir düzen kurmuştur. Âhirete dünyayı mezraa yapmıştır. Âhirette de cennet ve cehennemi takdir etmiştir. Biz Tanrı’dan akıllı değiliz, O’na akıl veremeyiz, şöyle veya böyle yapsaydı daha iyi olurdu diyemeyiz. O’nun kurduğu düzen budur.
Olmayan olanla karşılaştırılamaz. İki kişi bakkal açsa, biri az kazansa, diğeri çok kazansa, çok kazanan az kazanana ‘bak, böyle yapsaydın daha çok kazanırdın’ diyebilir. Ama bakkallık yapmayan kimse bakkallık yapana ‘sen şöyle yapmalıydın’ diyemez. ‘Böyle yapsan iyi olur’ şeklinde bir fikir yürütse bile geçmişi kritik edemez.
Biz de Allah’tan bu dünya hayatından iyi hayat isteyebiliriz. Bu duamız olur. Ama ‘Sen bunu niye böyle yaptın’ diye bir şey söyleyemeyiz. Çünkü biz bu dünyanın benzerini var etmedik. Daha iyisini yapan bildiğiniz bir tanrı varsa oraya hicret edebilirsiniz.
Evet, Allah bu dünyada insanlar birbirleriyle savaşacak şekilde bir düzen var etmiştir, yeryüzünün düzenini böyle tesis etmiştir. Ne var ki savaşanların bir kısmı haklı bir kısmı haksız savaşacaktır. Haklı savaşanlar cennete, haksız savaşanlar cehenneme gideceklerdir. Haklı savaşın nasıl olacağını da bu sûre bize öğretmektedir.
قَوْمًا
(QaVMan)
“Bir kavimle”
Ehl-i hak bir kavimdir. Hazreti Âdem’den kıyamete kadar tek topluluk oluşturur, birbirleri ile savaşmazlar, sorunlarını hakem kararları ile çözerler.
Hakemlerden oluşan bir yargı sistemi henüz doğmamış olduğu için insanlar hâlâ cahiliye dönemindedirler.
Bundan sonra insanlık hakemlik sistemini benimseyecek, bir kısmı savaşla bir kısmı da yargı ile sorunlarını çözeceklerdir. Hakemlikle sorunları çözenler tek ümmettirler. Savaşla sorunları çözenler çok kimselerdir. Biz onların her biri ile ayrı ayrı savaşırız.
Bu sebepledir ki “kavim” kelimesi nekre getirilmiştir.
Siyasette onları tek cephe yapıp karşımıza birlikte çıkmalarına imkân vermeyiz. Çoklu sistem budur. Hayırda yarışta çoklu sistem gerekir. Düşmanı yenmek için de düşmanı bölmek gerekir.
Yine bu sebepledir ki biz savaşı kavimlerle ayrı ayrı yaptığımız gibi müşrik de olsalar barışı onlarla ayrı ayrı yaparız. Yani cephe oluşturmalarına imkân vermeyiz. Sadece hakemlerden oluşan yargıyı kabul edebilir bir topluluk kabul ederiz. Hayırda yarışan gruplar veya yerinden yönetim ile yönetilen yerel kuruluşlar içinde organize olmuşlardır. Bir vücudun hücreleridir. Müşrikler ise mikroplar gibi parça parçadır, hücre hücredir.
نَكَثُوا أَيْمَانَهُمْ
(NaKaÇUv EaYMaNaHuM)
“Yeminlerini neks ettiler.”
Ahitlere riayet etmeyenler yeminlerini neks edenlerdir.
İnsanlar çıplak yaratılmışlardır. Başlangıçta bedenlerini ağaç yaprakları ile örttüler. Sonra ağaç kabuklarını soydular, sepet örme tekniği ise örerek elbise yaptılar. Sonra ağaç liflerinden veya hayvan tüylerinden ipler yaptılar, iplikler yaptılar, ipliklerle kumaş dokudular. Kalın iplik yapmak için ince iplikler birleştirilir. Yahut kazak örmek için iplikle yumak yapılır. İplikler bazen çözülüp birbirine dolanır. Kadın bu dolanan iplikleri koparmadan çözmeye çalışır, başaramayınca da ipliği koparır, sonra uç uca ekler.
“Gazl”ı halletmek demek ipleri koparmadan çözmek demektir.
“Gazl”ı nakzetmek demek ipliği koparmak demektir.
Yeminleri neks etmek demek bazı maddelere uymamak demektir.
Böyle yaptılar.
وَهَمُّوا
(Va HamMUv)
“Ve himmet ettiler.”
“Himmet” erimekte olan kar, zayıflamakta olan kişi ve çaba göstermek demektir. Erimekte olan karın suyuna benzer, çalışarak ter dökmek demek yani son gayretle çalışmak demektir. Onlar son çabalarını göstermişlerdir. Önemli manasında da kullanılmaktadır.
İnsan hayatında çeşitli davranışlar vardır. Onları sıralarız ve öncelik veririz. İşlerin bazısı bizim için önemli olur. İşte onlar ehemdirler.
İktidarı düşürmeyi en önemli iş kabul ettiler. R. T. Erdoğan’ı iktidardan indirme çabası içinde olmuşlardır yani resulün ihracını himmet etmişlerdir.
Müminlerin işi başkalarının ne yaptıkları ile uğraşmak değildir. Biz ne yapıyoruz, asıl onun üzerinde durmamız gerekir.
Bize saldırana karşı tedbir alırız. Saldıranın iyi veya kötü olduğunu düşünmeyiz. Saldırmayana da dokunmayız, ister iyi adam olsun ister kötü, fark etmez.
بِإِخْرَاجِ الرَّسُولِ
(Bi EiPRACı elRaSuLi)
“Resulü ihraç etmek.”
Başkanı iktidardan düşürmek demektir.
Başkan deyince ocağın ve bucağın başkanları vardır. Bir de dayanışmaların başkanları vardır. Merkez bucaklar vardır.
Mekkeliler resulü ihraç etmeyi düşünmediler. Bilakis onlar mâni olmaya çalıştılar. Medine Yahudileri resulün iktidarını yok etmek istediler. Bununla beraber müşriklerle yapılan Medine savaşları hep Medine civarında olmuştur. Savaşlara onlar başlamışlardır. Müslümanlar Mekke’ye gitmediler, Mekkeliler Bedir’e geldiler. Hendek Savaşı Mekke’de olmadı, Medine’nin çevresinde oldu. Saldıranlara karşı savunma elbette haktır ve görevdir.
Tekel sömürü sermayesi kurduğu tezgâhla ülkelerin yöneticilerini indirip çıkarmaktadır. Tekel sermaye Avrupa’da önce derebeylerine karşı savaş açtı. Papalığı parçaladı. Sonra krallara karşı savaş açtı. Sonra diktatörlere karşı savaş açtı. Şimdi sermayesi ile yönetimleri istediği gibi oynatmaktadır.
Erdoğan gömlek çıkarmışsa onların şerrinden çıkarmıştır. Erdoğan “Adil Düzen”e karşı ise onların şerrinden karşıdır. Menderes’i onlar indirdi. Demirel’i onlar indirdi. Özal’ı onlar öldürdü. Erbakan’ı onlar indirdi. Şimdi de Erdoğan’ı indirme çabasındalar.
Evet, bunları yapanlara karşı bir gün savaşmak zorunda kalabiliriz. İşte o zaman bu âyeti okuyacağız. Hakem kararlarını kabul etmedikleri için biz de onlara saldıracağız.
وَهُمْ بَدَءُوكُمْ
(Va HuM BaDaEUvKuM)
“Onlar size başladı.”
Bizim Yahudilere tarih boyunca yaptığımız hiçbir zulüm yoktur. Hattâ Hazar devleti Yahudi dinini resmen kabul etmiştir. Kimse onları zorlamadan resmi dini Yahudilik olmuştur. İlâhi dinlerin üstünlüğünü görmüş ama Bizans veya Abbasilerin hükümranlığına girmemek için Yahudiliği kabul etmişlerdir.
İspanya Yahudileri bize sığındılar.
Onlar ne yaptılar?
İmparatorluğumuzu yıkmakla kalmadılar, bize ateizmi dayattılar. Bütün İslâm âlemine diktatörleri musallat edip zulmettiler.
İşte, ıslah olmaz devam ederlerse, kanları ile bunun cezasını öderler.
أَوَّلَ مَرَّةٍ
(EavVaLa MarRaTin)
“Evvel merre”
Kısas hakkı olduğu için ikinci defa mukabele edeni suçlayamayız. Saldırıya biz başlamayız. Kıtale girişmedikleri takdirde biz onları serbest bırakırız. Onlardan uzak oluruz ama onlarla savaşmayız.
Türkiye’ye saldıranlar Yahudiler değil, Rum ve Ermenilerdir ama onları organize eden sömürü sermayesi sahibi Yahudilerdir, bütün Yahudiler değildir.
“Küfrün eimmesi ile kıtal ediniz” dendiği zaman bizim için suçlu olan Amerika’daki 200 Yahudi ailesinin reisleri olan kişilerdir. Faiz, zina, rüşvet ve terör işlemlerine devam ettikleri takdirde onlarla savaşırız. Hakemliği kabul ettikleri an savaş durur.
أَتَخْشَوْنَهُمْ فَاللَّهُ أَحَقُّ أَنْ تَخْشَوْهُ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (13)
(Ea TaPŞaVNaHuM Fa elLAHu EaXaqQu EaN TaPŞaVHu EiN KuNTuM Mu'MıNIyNa)
“Onlardan haşyet mi ediyorsunuz? Mü’min iseniz en çok haşyet etmeye Allah ehaktır.”
Bundan önce “size saldıranlara karşı siz savaşmaz mısınız” sorusu ile anlatmaya başlamıştır. Devamla, aralarında harfi tarif getirmeden, yoksa onlardan haşyet mi ediyorsunuz sorusu ile neden savaşmadığımızı sormaktadır.
وَلْيَخْشَ الَّذِينَ لَوْ تَرَكُوا مِنْ خَلْفِهِمْ ذُرِّيَّةً ضِعَافًا خَافُوا عَلَيْهِمْ فَلْيَتَّقُوا اللَّهَ وَلْيَقُولُوا قَوْلًا سَدِيدًا (9)
“Aralarına zayıf zürriyet bırakacak olsalar, haşyet etsinler de onlar üzerine havf etsinler ve ittika etsinler, kavli sedid söylesinler.”
Bu âyette haşyet çekinmek anlamındadır. Onların üzerine korksunlar, onların başına bir şey gelir diye korksunlar. Birinci haşyet, onların hukukunu korumamalarından doğan sorumluluğu duymadır. İkinci havf ise olacak kötülüklere karşı tedbir almaktır. İttika etmekle kavli sedidi söylemeyi havf ile tarif etmiştir. Haşyet bir duygudur, havf onun fiilidir.
وَالَّذِينَ يَصِلُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ وَيَخْشَوْنَ رَبَّهُمْ وَيَخَافُونَ سُوءَ الْحِسَابِ (21)
“Allah’ın vasl etmeyi emrettiğini vasl edenler rablerine haşyet eder ve hesabın suune havf ederler.”
Rablerinin rızasını kaybetme korkusu haşyettir, rablerinden ceza görme korkusu havftır.
وَلَقَدْ أَوْحَيْنَا إِلَى مُوسَى أَنْ أَسْرِ بِعِبَادِي فَاضْرِبْ لَهُمْ طَرِيقًا فِي الْبَحْرِ يَبَسًا لَا تَخَافُ دَرَكًا وَلَا تَخْشَى (77)
“Ve biz Musa’ya vahyettik, ibadimle isra et. Bahrı kuru iken darbet. Derekten havf etme ve haşyet etme.”
Burada da havf idrak için yani Firavun’un idrakinden korkma yahut denizin idrakinden havf etmeyeceksin denmekte ve genel olarak da haşyet etmeyeceksin.
Bu açıklamalar gösteriyor ki burada havf onlardan çekinmek, savaşın ayıplanmasından korkmak. Biz savaşırsak kötü kimse oluruz o halde savaşmayalım demektir. Yoksa onların bizi katletmelerinden kokma değildir. “Mümin iseniz” ifadesi de bunu teyit etmektedir.
Eğer biz inanıyorsak, Allah ne diyorsa onu yapmalıyız. Böyle yaparsak şöyle derler böyle derler diye çekinmeyeceğiz. Sermaye bu sayede dünyayı sömürmektedir. Basını ve yayını yani medyayı ele geçirmiş; dillerine düşerim, basının diline düşerim diyerek herkes korku içindedir. Onun için kimse görevini yerine getirmemekte, adil davranmamaktadır.
Bunun tek ilacı vardır. Mümin olanlar Allah’ın ne dediğine bakarlar, medyanın ne dediğine kulak vermezler, ‘it ürür kervan yürür’ derler. İtham edenler ispat edemedikleri takdirde kendileri o suçu işlemiş gibi olurlar. Burada “havf” kelimesini değil “haşyet” kelimesini getirmiş olması bütün bu olayları açıkça ifade etmektedir.
Müşrikleri tehcir etmemek, saldıranları öldürmemek, kısas cezasını kaldırmak, faizi ve zinayı serbest bırakma gibi olaylar hep haşyetten ileri gelmektedir. Havftan ileri gelmektedir.
Çağımızın en büyük âfetlerinden biri de basın yayın yani medyadır. Basın yayın topluluğun gözü ve kulağıdır. Onlar görür ve bize gösterir, onlar duyar ve bize duyururlar. Onların çarpık olması topluluğu uçuruma götürür.
Yapılacak iş onları cezalandırmak ve haberleri yasaklamak değildir. Yapılacak iş sağlam gözlerle ve sağlam kulaklarla onların yanına bunları oturtmak, ondan sonra da yalancılara kulak vermemektir. Resmi görevlilerin haberlerine inanmaktır. Onlardan haşyet etmemektir. Allah’tan haşyet etmenin manası budur, mümin olma böyle tarif edilmiştir.
أَتَخْشَوْنَهُمْ
(Ea TaPŞaVNaHuM)
“Onlardan mı haşyet ediyorsunuz?”
Buradaki “Hum” zamiri tüm müşriklere racidir. Karşı cepheyi ifade eder. İslâmiyet’i kabul etmeyip İslâmiyet’e karşı cephe kurmuş olanlardır. İki cephe ehli hak ve ehli kuvvettir. Buradaki “vav” ise müminlerdir. Canlarını ve mallarını cennet karşılığı Allah’a satanlardır.
Bu dünyaya imtihanı kazanıp cennete gitmek için geldik, sınıfı geçmek için geldik. Allah rızası için, barış için, insanlığın emniyeti için olanlar, sorgusuz yargısız cennete gideceklerdir. Onun için onlar kıyamet gününü beklemeden cennettedirler.
İki kutup vardır; müminlerin kutbu ve kâfirlerin kutbu. Arada olanlar ise bunlara tâbidir. Aradakiler amel-i salihle cennete gider, amel-i ifsatla cehenneme giderler. Kutuplar ise imanla ve küfürle cennete veya cehenneme giderler.
İman etmek demek, malla canla Allah’ın emirlerine uymak demektir. Küfretmek demek, iman edenlere karşı cephe kurma demektir. Evvele merra başlama demektir.
فَاللَّهُ أَحَقُّ
(Fa elLAHu EaXaqQu)
“Allah ehaktır.”
Buradaki “Allah”ı topluluk olarak da anlayabiliriz.
Onların dedikodularından, onların hoşlanmamalarından haşyet edip kötüleri cezalandırmamaktan ise topluluğun hukukunu koruma ehaktır.
Burada “Fa” harfi getirilmiştir. “Ve” harfi de getirilebilirdi. O zaman hâl cümlesi olurdu. Oysa Allah’tan haşyet etmek ehaktır. “Fa” harfinin getirilmesi cümlenin hal cümlesi değil de asli cümle olmasını ifade eder. Yani Allah’ın ehak olması diğer bütün hükümlerin üstündedir.
Âlemlerin rabbi olarak alırsak bu ifadenin manası açıktır. O’na olan saygımız, söylentilere ve dedikodulara olan saygımızın önündedir.
Sömürü sermayesi dünyayı yönetmek için tek düze kanunları her ülkeye yaymaktadır. Maddi yardımları vaat ederek durmadan ürettiği kanunları uluslara yaymaktadır. Böylece insanlığı tek düze bir topluluk hâline getirme sevdasındadır. Oysa Allah içtihat ve icma sistemleri ile bucak seviyesinde şeriatlar oluşturulmasını istemektedir. İdam cezasının verilip verilmemesini insanlık değil bucaklar karar verir, yapacaklarsa faizi onlar mübah yapabilir.
أَنْ تَخْشَوْهُ
(EaN TaPŞaVHu)
“O’na haşyet etmeniz”
Buradaki zamir daha önce geçen “Allah” kelimesine racidir. Haberde mübtedaya zamir gönderme tahsisi ifade eder yani O hak sahibidir anlamı çıkar. Mümin her hareketinde Allah’ın rızasını arar, O’nun rızasını kaybetmekten çekinir, korkar, haşyet eder.
Annesine babasına ihsan edecektir. Komşularını sevecektir. Üstlere itaat edecektir.
Eğer bir yerde Allah’ın rızası biterse, ona karşı bir şey isterlerse, o zaman Allah’ın rızası tercih edilecektir. Bugün hayır yapmamaya en çok dindar yakınlar sebep olmaktadır. Onlara uyan mümin değildir.
إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ
(EiN KuNTuM Mu’MıNIyNa)
“Mü’min iseniz.”
Dünyayı yönetme yetkisi müminlere verilmiştir.
Âhirette de en yüksek dereceler onlar içindir.
Mü’min olmak çok kolaydır ama çok da zordur.
İnsanın malından ve canından vazgeçmesi, yakınlarını, akrabalarını, sevdiklerini itmesi iman ettiğinizde çok kolaydır. Ama iman etmezseniz, bunların bağlarını teker teker çözemezsiniz. Cennete gitmek için herkesin mü’min olması gerekmez ama kurtuluş için mü’minlerin olması şarttır.