Tevbe Sûresi-39
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
وَجَاءَ الْمُعَذِّرُونَ مِنَ الْأَعْرَابِ لِيُؤْذَنَ لَهُمْ وَقَعَدَ الَّذِينَ كَذَبُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ سَيُصِيبُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (90) لَيْسَ عَلَى الضُّعَفَاءِ وَلَا عَلَى الْمَرْضَى وَلَا عَلَى الَّذِينَ لَا يَجِدُونَ مَا يُنْفِقُونَ حَرَجٌ إِذَا نَصَحُوا لِلَّهِ وَرَسُولِهِ مَا عَلَى الْمُحْسِنِينَ مِنْ سَبِيلٍ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (91) وَلَا عَلَى الَّذِينَ إِذَا مَا أَتَوْكَ لِتَحْمِلَهُمْ قُلْتَ لَا أَجِدُ مَا أَحْمِلُكُمْ عَلَيْهِ تَوَلَّوْا وَأَعْيُنُهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ حَزَنًا أَلَّا يَجِدُوا مَا يُنْفِقُونَ (92) إِنَّمَا السَّبِيلُ عَلَى الَّذِينَ يَسْتَأْذِنُونَكَ وَهُمْ أَغْنِيَاءُ رَضُوا بِأَنْ يَكُونُوا مَعَ الْخَوَالِفِ وَطَبَعَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (93)
وَجَاءَ الْمُعَذِّرُونَ مِنَ الْأَعْرَابِ لِيُؤْذَنَ لَهُمْ وَقَعَدَ الَّذِينَ كَذَبُوا اللَّهَ وَرَسُولَهُ سَيُصِيبُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (90)
(Va CAyEa eLMUGaüÜiRUna MiNa eLEaGRAvBı LiYuEÜaNa LaHuM Va QaGaDa elLaÜIyNa KaÜaBUv elLAvHa Va RaSUvLaHUa Sa YUvÖıBu elLaÜIyNa KaFaRUv MiNHuM GaÜAvBun EaLIyMun)
“Ve e’rabdan muazzirler kendilerine izin verilmesi için ciet ettiler. Oysa Allah ve Resulünü tekzib edenler kuud etmişti. Onlardan küfür edenlere elim azab isabet edecektir.”
“E’rab” kelimesi Kur’an’da 10 defa geçmektedir. Bir defa “Urub” kelimesi geçmektedir. 11 defa da “Arapça Kur’an” olarak geçmektedir. Bir defa “Uruben Etraba”, bir defa da “Kevaibe Etraba” geçmektedir.
“E’rab” kelimesi “Arafa”ya akraba kelimedir, tanınıp bilinen anlamındadır. “Ucme” de yabancı, tanınmayan, bilinmeyen anlamındadır. “E’rab” ef’âl vezni üzere en çok Arab olan demektir.
İnsanlar yerleşik hayata geçmeden önce çobanlıkla geçinirlerdi. Sonraları bir araya gelip kentler oluşturdular. Bunu birbirini tanıyan halklardan oluşturdukları için Arab denmektedir. Badiyedeki göçebelikten geldikleri için de onlara Arab dediler. Arapçadaki E harfi menfilik ifade eder. Batı dillerinde de metal-ametalde veya normal-anormalde olduğu gibi A harfi menfilik ifade eder. Ezel, zevali olmayan demektir. Ehad, haddi olmayan demektir. E’rab, Arab olmayan yani yerleşik olmayan demektir.
Çiftçilikle meşgul olanlar tarlalarının yanında yerleşirler ve küçük topluluklar oluştururlar. Bunlara köy denmektedir. Köylüler birbirlerini tanıdıkları için “arab” oluyorlar. Kentliler ise birbirlerini uzaktan bilirler ama yakından tanımazlar, bunlara da “arap” denmektedir. Biz şimdi kentleri kurarken “tarım kentleri” ve “sanayi kentleri” diye ikiye ayırıyoruz.
Sanayi kentleri için her yüz haneye on dönüm yer ayırıyoruz. Beş dönümü yollara gidiyor, beş dönümü ise arsa olmaktadır. Bu apartmanları yollar ayırmakta, arada boşluklar bulunmaktadır. İşte bu sanayi kentinde oturanların ruhi ve içtimai yapıları farklıdır.
Buna karşılık köylerdeki apartmanlar uzak uzak yerleşmektedir. Her aileye ayrıca on dönüm yer verilmekte, burada tarım yapmaktadırlar. Sanayi kentlerinde oturanlar arab, tarım kentlerinde oturanlar a’rabdır. Bunların ruhi ve içtimai yapıları farklıdır.
“E’rab” kelimesi Kur’an’daki bu sûrede iki defa geçmektedir. İlki burada geçer. Kur’an’da bundan önceki sûrelerde de yoktur.
Böylece E’rabın özellikleri bu sûrenin sonlarına doğru anlatılmaktadır. E’rabdan özür dileyenler kendilerine izin verilmesi için geldiler dendikten sonra hükümleri koymaktadır. Özür dileyenlerden bir kısmı haklı mazeretler dilemişlerdir. Onların özürleri diğerleri gibi kabul edilecektir. Bir kısmı ise haklı mazeretleri olmayanlardır. Onların mazeretleri kabul edilmeyecektir.
Burada işaret edilen önemli husus, e’rab yani köylüler kendilerine farklı muamele yapılmasını isterler. Çünkü onlar köylerde oturmakta, insanların temel ihtiyacı olan tarım ürünlerini üretmektedirler. Onlar yönetilenlerdir. Kentlerdekiler ise yönetenlerdir. Dolayısıyla savaşı kenttekiler yapmalıdırlar. Oysa kenttekiler rahata alışmışlardır. Köydekiler ise savaşmayı bilen ve seven kimselerdir. Genel olarak tarlalara da onlar gider ve tarımın çilesini çeker, savaşa da onlar gider ve onlar savaşırlar. Köylerdekilerin bedel verecek imkânları yoktur. Kentlerdekiler ise sanayi rantından yararlandıkları için bedel vermek onlar için daha kârlı bir durumdur.
“Adil Düzen Anayasası”nda köylülerin durumunu kentlilerin hâline getirmek yani yeniden yapılandırıp iyileştirmek için tedbirler alınmıştır.
a) Kentlerdekilerin temiz hava alıp dinlenmek için köylerde birer dinlenme evleri olacağı gibi köylerdekilerin kente geldikleri zaman konaklayacakları bir konuk odaları olmalıdır. Kentler ve köyler buna göre planlanmalıdır.
b) Köylerde tarımdan artan zamanların sanayide değerlendirilmesi için köy sanayii geliştirilmelidir. Köylü orada devamlı çalışmak zorunda olmamalı, tarımdan artan zamanı olursa oralarda çalışmalıdır.
c) Köyden kente gidiş-geliş servisleri bulunmalı, köylerde oturanlar bedelsiz olarak istedikleri zaman kente gelip ihtiyaçlarını giderebilmelidir.
d) Eğitimde devam mecburiyeti olmamalı, yayın organlarında dersler verilmeli ve imtihanlarla diploma alınabilmelidir. Hastahanelerde tedavi bedava olmalı, refakatçinin yatabileceği yatak da bulunmalıdır.
Yani köyde yaşayanlarla kentte yaşayanlar arasında hayat standardı bakımından fark olmamalıdır.
İşte bu âyet bu hususu çok açık bir şekilde ifade etmektedir. Suçlu olan kimseler, ister köylü ister kentli olsun, değişmemelidir. Buna cevap verirken onlara izin verilip verilmemesinden bahsetmiyor, oturanlarla kâfirlerin hükümlerini koyarak köylü ile kentlinin aynı hükümlere tâbi olduğunu anlatmış oluyor. Buna ibare ile delalet etmektedir. Ortaya konan hükümle işaretler delalet olmaktadır. Âyet bunu anlatmak amacıyla inzâl olmuştur. Diğer hükümler ise ikinci derecedeki hükümlerdir.
Elim azab helâk edici olmayan azabdır. Dayak, sürgün, hapis bu kabil azablardır.
وَجَاءَ الْمُعَذِّرُونَ
(Va CAyEa eLMUGaüÜiRUNa)
“Ve muazzirler geldiler”
“Sana geldiler” denmiyor, “geldiler” deniyor. Bir yere gelmeleri değil, bir iddia ile gelmeleridir. Yani onlar ortalığa birtakım şeyler talep etmeye geldiler demektir. Sokağa dökülüp taleplerde bulunmak ciet etmek demektir.
“Ety” bir yönden gelmektir. “Ciet” ise her yönden ortaya çıkmak demektir.
Kur’an’a göre haklar önce başkandan talep edilir. Başkan hakkı teslim etmezse hakemlere gidilir. Hakemler de hakkı teslim etmezse veya hakemler karar verdikten sonra yönetim karar vermezse o bucak terk edilir. Sokak hareketleri kesinlikle yoktur. Talepleri ifade etmek de sokak hareketleri ile olmaz. Ahlâki Dayanışma sorumlularına talep bildirilir, onlar dayanışma olarak hakları ararlar. Verilmezse, hakkı verilmeyenler hakemlere giderler. Dayanışma sorumluları hakkı korumazsa, dayanışma ortaklığı değiştirilir. Sokak hareketleri ile veya basın yayın yaygarası ile hak istemek anarşik bir olaydır. Sokak gösterileri meşru değildir. Bugün halk oylamaları var, anketler var, partiler var, dernekler var. Haklar onlar aracılığı ile istenebilir. Son söz hakemlerden oluşan yargılarındır.
Burada muazzirler erkek kurallı çoğulla tarif edilmiştir. Halkın anlaşmadan, organize edilmeden kendiliğinden meydana gelen kalabalıkların hareketi meşrudur. Buradaki muazzirler olarak örgüt oluşturup kendilerine farklı muamele isteyenler kastediliyor.
مِنَ الْأَعْرَابِ
(MiNa eLEaGRAvBı)
“E’rabdan”
Bütün e’rab değil, sadece bir kısmı.
“E’rab” kelimesine köylü-kentli anlamını verdik. Taşralı-merkezli olarak da ifade edebiliriz. Merkez bucaklardakiler arab, taşra bucaklardakiler ise e’rabdır.
Bir merkez bucağında haftada bir gün cuma günleri toplanıp sorunlarını görüşmek meşrudur, farzdır. Taşra bucaklarda olanların merkez bucaklara gelip gösteri yapmaları hakkında beyanda bulunulmaktadır. Yani köylülerin kentlerde yahut taşralıların merkeze gelip gösteri yapmaları üzerinde durulmaktadır.
لِيُؤْذَنَ لَهُمْ
(LiYuEauÜaNa LaHuM)
Kendilerine izin verilmesi için”
Buradaki izin farklı muameledir. Kendileri köylerde oturuyorlar, bu sebeple onların imtiyazları olmalıdır. Örnek olarak “Adil Düzen” için çalışmalara katkılarının olmaması gerekir. Askere gitmeleri gerekmez, gelir vergisi ödemezler. Kendilerine özel muamele yapılmasını isterler. Cuma toplantılarına gelmek istemezler.
وَقَعَدَ
(Va QaGaDa)
“Ve kuud etti”
Bunların en önemli özelliği şudur, bunlar yargı kararlarını tanımak istemezler.
İlkel toplulukların gelişmemiş topluluklardan farkı yargı kararlarını tanımamalarıdır.
Yargılama sistemi Hazreti Nuh peygamber zamanında başladı. Daha önce kabile başkanı aynı zamanda hâkimdi, istediği kararı alabilirdi. Hazreti Nuh peygamber zamanında hakemlik sistemi ortaya çıktı. Eskiden insanlar sorunlarını başkanın kararı ile çözüyorlardı. Artık hakemlerin kararı ile çözer oldular.
Köylüler bu sistemden hoşlanmazlar. Benim köyümde bir kimsenin yargıya başvurması ayıp sayılıyordu. Onlara göre herkes kendi hakkını kendisi almalı idi.
الَّذِينَ كَذَبُوا
(elLaÜIyNa KaÜaBUv)
“Kezb eden kimseler”
Yargı kararlarını tanımayan kimseler demektir. Yargı müessesesini kabul etmeyenler yargının kâfirleridir. Yargı kararlarını sadık bulmayanlar yargıyı kezb edenlerdir.
Hakemlerin verdiği kararlara kesin olarak uyulacaktır. Kansere tutulan bir kimse ölüme mahkûmdur. Nasıl ben kanserin öldürücülüğünü kabul etmiyorum diyemezse, kendisinin seçtiği hakemin seçtiği başhakemin verdiği idam kararına uymak durumundadır.
Buna karşı çıkan ve hakem kararlarına uymaktan kaçınan kimse olabilir ama hakem kararlarının yanlış olduğunu kimse söyleyemez. Hakem kararları yanlışsa hakemlere gidilir. Mağduriyet giderilir. Ama hakem kararlarını tekzip edip yanlıştır deme yetkisi kimsede yoktur.
اللَّهَ وَرَسُولَهُ
(elLAvHa Va RaSUvLaHUv)
“Allah ve resulünü”
“Allah ve resulü” deyince hakemlerden oluşan yargı olduğunu biliyoruz.
Kizb edilen hakemlerin kendileridir, yargı kararlarıdır. Yargı kararı yanlış da olsa yalan değildir, uymak zorundayız. Dünyada kesin adalet yoktur. Verem mikrobu size saldırır ve hasta eder. Siz verem mikrobuna bir kötülük etmediniz. Ama dünyadaki denge böyledir. Adalet âhirette tamamlanacaktır. Sizin kusurunuz olmadan size bir zarar verilmişse Allah âhirette onu mükâfatlandıracaktır.
Yılan sizi ısırmışsa ve bu sizin dünyadaki bir suçunuz karşılığı değilse, yılana ceza verilmeyecek ama size ona karşı ihsanda bulunulacaktır.
O halde dünyada hakemler bilmeden haksızlık yaparlarsa, Allah onlara ceza vermeyecek ama size mükâfatını verecektir. Haksız yere kısas yapılmışsa şehitler mertebesinde olacaksınız.
Savaşta ölen kimse günahı olduğu için ölmemiştir. Siz tüm tedbirleri alıyorsunuz, sonra olaylar oluyor. O kaderdir. Biz tedbir almamayı kader olarak görmüyoruz.
سَيُصِيبُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْهُمْ
(Sa YUvÖıBu elLaÜIyNa KaFaRUv MiNHuM)
“Onlardan küfretmiş olanlara yakında isabet edecektir”
Burada “ve” harfi getirilmemiştir. O halde bunlar muazzirlerdir yani özür dileyenlerdir. Onlar arabdan bir gruptur. Bunlar da muazzirlerden bir gruptur.
Yargı kararlarını tekzib etmekle beraber yargı kararlarına uyanlara bir ceza verilmez. Hatalı olduğunu beyan eder ama karara uyar.
Nitekim Başbakan Erdoğan da bugünlerde AYM’nin bir kararından dolayı “yargı kararıdır uyarız ama saygı duymayız” dedi. Demek ki bu âyete göre bunu deme hakkı vardır.
Başbakan bunu söyledikten sonra bizim karşımıza bu âyetin çıkması bir mucizedir.
Siz de hayatınızda böyle Kur’an mucizeleri ile devamlı olarak karşılaşacaksınız.
“Se” harfi ile getirilmiştir. Dünyada bu ceza kendilerine verilecektir demektir.
عَذَابٌ أَلِيمٌ (90)
(GaÜAvBu EaLIyMun)
“Elim azab vardır.”
Yani sıkıcı azab vardır ama sakat edici azab yoktur. İnsana acı veren ama bedeninde bir iz bırakmayan cezalara elim azab denmektedir. Kolun kesilmesi gibi cezalar ise neklendir.
“Elim azab” nekredir. Dolayısıyla verilecek cezalar tedbir cezaları ise bu belirlenmiş bir ceza değildir. Yargı kararlarını kabul etmedikleri için artık onlara hukuk içinde ceza verilmez, başkanın takdirine bağlı bir yaptırım uygulanır.
Kur’an hükümlerinin büyüklüğü buradadır. Topluluk için hakemlik sistemini teşri etmiştir ama hakemlik sistemini kabul etmeyip hâkimlik sistemine tav’an veya kerhen katılanların hükümlerini koymuştur. Hakem kararlarını tekzib edip küfretmiş olanlara tedbir cezaları uygulanacaktır. İç güvenlikte tedbir cezaları değil şer’i cezalar vardır. Bucaktan uzaklaşması istenene tedbir cezası uygulanmaz. Şer’i cezalar ise gitmekle sona ermez.
لَيْسَ عَلَى الضُّعَفَاءِ وَلَا عَلَى الْمَرْضَى وَلَا عَلَى الَّذِينَ لَا يَجِدُونَ مَا يُنْفِقُونَ حَرَجٌ إِذَا نَصَحُوا لِلَّهِ وَرَسُولِهِ مَا عَلَى الْمُحْسِنِينَ مِنْ سَبِيلٍ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ
(LaYSa GaLay elwWuGaFAEi Va LAv GaLay eLMaRWAy Va LAv GaLay elLaÜIyNA LAv YaCiDUvNa MAv YuNFıQUvNa XaRaCun EiÜAv NaÖaXUv LilLAHi Va RaSUvLIHı MAV GaLay eL MuXSıNIyNA MiN SaBIyLin Va elLAHu ĞaFuRun RaXıYMun)
“Ne zayıflar ne hastalar ne de infak edecek bir şey bulamayanlara haraç yoktur. Allah ve resulüne nasihat ettikleri zaman Muhsinlere hiçbir sebil yoktur. Allah gafurdur, rahimdir.”
Kimler için elim azab olduğunu beyan ettikten sonra, şimdi de kimlere ceza olmadığını muhalefet ile değil de mantık olarak anlatmaktadır.
a) Zayıflar. Çocuklar, yaşlılar, sakatlar. Bunlar savaşma gücüne sahip değildirler. Bunlar cihad yapma gücüne sahip değildir.
b) Hastalar. Zayıflar devamlı zayıf olanlardır. Hastalar ise geçici zayıf olanlardır, arızi zayıf olanlardır. Bunların her ikisi amelen zayıf olanlardır.
İkinci grup kimseler ise mâlen zayıf olanlardır. Geçinecek imkânları olmayanlar yani kendisi cihad ederse çocukları aç kalacak olanlardır. Bunlar da cihaddan uzak kalabilirler. Cihad ancak yaşayacak kadar imkâna sahip olduktan sonra kalan zaman ve mal varlığı ile yapılacaktır. Başlangıçta bu mümin ve müslime farzdır. Yerine gelmeye başladığı zaman müminlere farz, müslimlere sünnettir. Müslimler mâlen katılırlar.
Allah ve resulü için nusuh ettikleri takdirde onlar için cihad farz değildir.
Allah ve resulüne nasihat ettiklerinde…
“Nasaha” kelimesi sülasiden fiil olarak gelmektedir. Hepsinde “Li” harfi ile taaddidir. Bir yerde nasuh tevbe ile tevbe edin diyerek feul vezni üzerinde gelmektedir.
Peygamberin halka tebliğin yanında halka nasihat ettiği bildirilmektedir. Burada da bunlar hakemlerden oluşan yargıya nasihat ettiler denmektedir. Yani yargının adil karara varması için şehadet etmeleri de cihaddır. Bu cihadı yapmaya herkes görevlidir. Herkes hakemlerin adil karar vermeleri gerektiği hususunda elinden geleni yapmalıdır. Eğer bir mahkeme yanlış karar vermişse onun kararına uyulacaktır. Karardaki hata üzerinde herkes durmalıdır. Burada yargının halk tarafından denetleneceği ifade edilmektedir.
Halk yargıyı veya başkanı nasıl denetler?
Bunun yolu vardır. Başkan veya hakemler hakkında reyb içinde olan vatandaş bunu dile getiren mektubu yazar ve evraka verir. Evrak bunu hakemlere veya başkana gönderir. Gönderilen başkan bucak başkanıdır. Bir-iki bin muhatabı vardır. Herkes senede bir defa ona mektup gönderse, 4500 mektup gelse, 300’e bölsek, 15 mektup eder. Her mektup ikişer dakikada okunsa yarım saat eder. Demek ki başkan işlerinden biri olarak da her gün yarım saatini gelen mektuplara ayıracak ve her mektubun sonunda cevap verecektir. Bu cevap mektup yazanların dosyasına ve başkanın dosyasına konacaktır. Böylece başkan topluluk tarafından denetlenmiş ve ona nasihat yapılmış olur.
Bu âyetteki en önemli husus şudur; zayıfların dahi kamuyu ve yargıyı denetleme yetkileri vardır demektir. Bu hususta herkes görevlidir. Yanlış gördüğü hususu yanlış yapana bildirecek ve ona nasihat etmiş olacaktır.
Harfi tarifsiz eklenen cümleler birbirini açıklar. Zayıflar cihadla mükellef değildirler ama nasihatlerle yükümlüdürler. Nasihat ile cihad da böyledir. Başbakana ancak milletvekilleri nasihat edebilirler. Biz de bizim seçtiğimiz milletvekillerine mektup göndererek nasihat ederiz.
Muhsinlere yol yoktur. Muhsinleri istisna etmiştir. Görevi gereği cihad yapmıyorsa buna bir yol yoktur. Örnek olarak Reşat Nuri Erol Millî Gazete’de yazı yazarak istihsan etmektedir. Millî Görüş’ün bazı hatalarını yazdığı takdirde orada artık yazı yazdırılmayacaktır. O zaman da “Adil Düzen”e ait görüşleri okuyucularına duyuramayacağız demektir. Yaptığı cihaddan uzak durma değil, daha büyük cihadı yapmadır. Takdir herkesin kendisine aittir.
Süleyman Demirel, Turgut Özal ve Necmettin Erbakan sınıf arkadaşlarıdır. Aynı zamanda cihad yapan kimselerdir. Süleyman Demirel Masonlara katılarak cihad yapmayı tercih etmiştir. Turgut Özal Masonlarla iyi geçinerek cihad yapmayı tercih etmiştir. Necmettin Erbakan Masonlara cephe alarak cihad yapmıştır. İçtihatlarındaki hatalardan dolayı biz kimseyi sorumlu tutamayız.
“Allah gafur rahimdir” diyerek yukarıda herkese uygulanan adaleti onlara uygulayacağını bildirmektedir.
لَيْسَ
(LaYSa)
“Yoktur”
“Kâne” fiili vardır, oluşma anlamındadır. Yahut fiil-i nakıstır, oluşu değil de duruşu bildirir. Onun karşıtı da “Leyse”dir. “Mâ Kâne” dediğimiz zaman bir olay geçmedi demektir. “Leyse” dediğimiz zaman böyle bir şey yoktur demektir. “Leyse”de zaman söz konusu değildir. Onun için muzarisi yoktur.
“Leyse”ye müteşabih “Mâ” ve “Lâ” vardır. “Mâ” geçmişte olmadı, “Lâ” gelecekte olmayacaktır demektir. Bunların dördü de yani “Kâne, Leyse, Mâ, Lâ” ismin üzerine gelir yani faillerine isim denmektedir. Haberleri de isim veya cümle olarak gelir.
“Leyse” ile hüküm konmaktadır. Zayıflar ve hastalar sorumlu değildirler. Burada anlatılan şudur. Aslında kimse sorumlu değildir. Görev gereği sorumluluk sonradan arız olmuştur. Yani cihad asıl değildir. Asıl olan cihaddan muafiyettir. Ancak topluluk içinde yaşam zorunlu olduğu için cihad farz kılınmıştır.
Buradan yine şunu öğreniyoruz ki asıl topluluk değil kişilerdir. Yani topluluk vardır ama kişiler için vardır. Kişiler topluluk için yoktur.
Başka bir ifade ile eğer topluluk olmadan bir iş yapılabilirse onu kişiler yapmalıdır. Kişilerin yapamayacağı işleri topluluk yapmalıdır.
Sosyalistler her türlü işler topluluk tarafından yapılmalıdır derler.
Kapitalistler her türlü işler kişiler tarafından yapılmalıdır derler.
İslâmiyet ise kişilerin ayrı ayrı yapamayacakları işleri topluluk yapmalıdır der.
Buradaki “Leyse” bunu ifade eder yani zayıfların mesul olmaması istisna değildir, asıldır.
عَلَى الضُّعَفَاءِ
(GaLay elWuGaFAEi)
“Zaifler üzerine”
“Zaif” katlama demektir. Kâğıdı ikiye katladığınız zaman alanı küçülür, kalınlığı artar. Bu sebepledir ki zaif iki manayı da taşır, küçülme veya büyüme anlamlarını taşır.
Zaifler gücü yetmeyenlerdir. Bir iş yapamamaktadırlar.
Kadınlar cihad hususunda zaif midirler?
Bedenen savaşmada zaifdirler. Bulundukları yerlerden dışarı çıkmazlar, çünkü çocuklarına bakma durumundadır. Dolayısıyla askerlik yapmazlar ama eğer bulundukları yerde saldırıya uğrarlarsa orada savaşmak onlara da farzdır. Çünkü orada uzaklaşma yoktur. Bedenen uzaklarda cihad yapmakla yükümlü değildirler ama bulundukları yerde nefisleri ile cihad yapacaklardır. Malları ile her zaman cihad yapacaklardır.
وَلَا عَلَى الْمَرْضَى
(Va LAv GaLay eLMaRWAy)
“Ve merda da”
“Merda” hastalar demektir. Cihad yapma onları sağlıklarından edecekse o takdirde cihad yapmayacaklardır. Hastalık arızi engeldir. Bunun illeti göz önüne alınarak kimlerin cihaddan muaf olacakları kıyasla tesbit edilebilir.
“Merda” burada marife geldiği için bu hastalıkların tesbit edilmesi gerekmektedir.
Bugün de malulen askerlikten muaf olanlar vardır. Bugün de malulen emekli olanlar vardır. Bu hastalığın derecesine göre olacaktır. Tabiplerce istişare edilerek tesbit edilmesi gerekir.
وَلَا عَلَى الَّذِينَ لَا يَجِدُونَ مَا يُنْفِقُونَ
(Va LAv GaLay elLaÜIyNA LAv YaCiDUvNa MAv YuNFıQUvNa)
“Ve infak edeceklerini vecd edemeyenler”
Buradaki infak savaştaki infak değildir.
Savaşta infak edemeyenlere siz infak edecekleri bulduğunuz takdirde savaşa katılmakla mükelleftirler. Bunu bulmak da yönetime aittir. Ama ailesini geçindiremeyecek durumda olanlara devlet onlara infak edip askere alamaz, cihadla mükellef tutamaz.
Demek ki miskin durumda olanları geçindirmekle mükellef olanlar cihad etmekle yükümlü değildirler. Böylece devletin onun hâlini miskinlikten çıkarması için gerekli tedbirleri alması gerekir. Yoksa ondan vergi isteyemez, askere çağıramaz, dolayısıyla cizye de isteyemez.
حَرَجٌ
(XaRaCun)
“Harac”
“Harac” sakatlık demektir.
Harac yoktur, engel yoktur demektir. Hattâ bunların gitmeleri gerekir.
Cihad yapıldığı zaman topluluk yok olacaksa orada cihad yapmaya gerek yoktur. Bu sebepledir ki sayıları onda birden az olanların cihad yaparak kendilerini savunmaları söz konusu değildir. Ayrılıp başka topluluklara katılmakla mükelleftirler. Örnek olarak 1 milyon nüfuslu Çeçenlerin 100 milyonluk Ruslarla savaşmaları caiz değildir. Ya onlarla uzlaşacaklar ya da orasını terk edecekler. Yaptıkları farz olmadığı gibi caiz de değildir.
“Safa ve Merve arasında sayda harac yok” denmiş ve bununla say etmek vacip kılınmıştır. Demek ki haracda mefhumu muhalefet geçerlidir.
“Kur’an’ı ben okudum, bitirdim, orada ne var ne yok biliyorum” denemez. Ömrün boyunca başkaları ile birlikte okuyacaksın ve öğreneceksin, sonra okuyacaksın ve uygulayarak öğreneceksin, sonra okutarak öğreneceksin. Kur’an âyetleri birbirlerini açıklar. Dolayısıyla hep birlikte düşünülüp anlaşılması gerekir.
Burada harac olmayan hazf edilmiştir. “En yak’udû halfeke” demektir; “arkanda oturmalarında” anlamındadır.
إِذَا نَصَحُوا لِلَّهِ وَرَسُولِهِ
(EiÜAv NaÖaXUv LilLAHi Va RaSUvLIHı)
“Allah ve resulüne nush ettikleri zaman”
“Nesh” kelimesi “sin”le örnek alma, nusha çıkarmadır; “sad”la nasihat etme, başına geçen olayları örnek vererek ona ne yapması gerektiğini bildirmedir.
Allah ve resule nasihat etme nasıl olacak, Allah ve resulünün bilmediği husus mu vardır?
Evet, Allah ve resulü eğer hakemlerden oluşuyorsa, onların nasihate ihtiyaçları vardır.
Bu âyet de çok açık bir şekilde Allah ve resulünden kastın âlemlerin rabbi olan Allah olmadığını ifade eder.
Burada “İzâ” gelmiştir. Demek ki yargının adilane tecelli etmesi için herkesin yargılamada cihad etmesi gerekmektedir. Bu da bildiğini soruşturmacılara söylemesidir. Gördüğünü evrak hizmetine bildirmesidir. “İzâ ile gelmiş olması bu durumun devam edeceği anlamındadır.
مَا عَلَى الْمُحْسِنِينَ
(MAV GaLay eL MuXSıNIyNA)
“Muhsinlerin üzerine sebil yoktur”
Burada “Leyse” değil de “Mâ” getirilmiştir. Eskiden ihsan etmiş olan bu ihsandan dolayı cihada katılmanın üstünde iyilikte bulunanlar için sebil yoktur. Yani bir ihsan yapmaya başlamışlar ve onu yarım bırakmayanlar için bir sebil yoktur.
Biraz önce “Leyse” getirilmiş, burada “Mâ” getirilmiştir.
Buradan bize çok önemli bir kuralı göstermiş bulunmaktadır. Cihad olmayan bir ihsana başlamış isen cihad yapacağım diye ihsanı bırakmazsın. Ailenin nafakasını temin ihsandır. Onun için burada “ve” harfi gelmemiştir. Ama cihad ihsandan öncedir. Cihad zamanı gelmiş ise ben ihsan yapacağım diye yeniden ihsan işine başlayamazsın. Onun için “Leyse” gelmemiştir.
“Muhsinler” erkek kurallı çoğul getirilmiştir. Buradaki muhsinler aynı zamanda karyedeki işleri yürütsünler diye geri bırakılanlar, savaşa alınmayanlar, cihada alınmayanlardır.
مِنْ سَبِيلٍ
(MiN SaBIyLin)
“Bir sebil”
“Sebil” fi ile ve mekân için kullanıldığı için onun lehine iş yapma demektir. Ala ve kişiler için kullanıldığı zaman aleyhine bir yoldur. Yani cezalanma için kullanılan bir yoldur. Yani onların üzerine yürünülemez, onlar muaheze edilemez.
Demek ki bu âyette cihadın kimler tarafından yapılacağı hususu anlatılmaktadır.
İlim adamları askere alınmayarak onlara daha üstün görev gördürülebilir. Bir kimse âlim olmuş ve dolayısıyla müellef hizmetini görüyorsa o askere alınmayabilir. Ama ben âlim olacağım diyen cihaddan uzak bırakılamaz.
وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ
(Va elLAHu ĞaFuRun RaXıYMun)
“Ve Allah gafurdur rahimdir”
Burada Allah’ın gafur ve rahim olduğu nekre ile bildirilmiştir. Dolayısıyla gafur ve rahim olan kamudur, topluluktur. “Ve” harfi ile getirildiğine göre yukarıda belirtilen hükümlerin dışında da bu tür suçları affetme yetkisi vardır demektir. Genel af çıkarabilir.
Genel af nasıl çıkarılacaktır?
Eğer işlenen fiiller kişilerin kötülüğünden değil de düzenin bozuk olmasından ileri gelmişse bu hususta başkan istişare eder ve sonunda karar verir. Genel af ilan edebilir. Buna itiraz edenler olur, onlar hakeme gidebilirler. Hakemlerin kararı kesindir.
Bu hükmü nerden getiriyoruz?
“Ve” harfinden getiriyoruz. Ayrıca gafur ve rahimdir diyor. Yalnız gafur değil, rahim olması da gerekmektedir. Kişileri suç işlemeye götüren engeller kaldırılmalıdır. Yeni düzen getirilmelidir. Vergi kaçakçılarını affedebilmemiz için vergi kaçırmayı zorunlu hâle getiren gelir vergisini yani paradan alınan vergiyi kaldırmamız gerekir. PKK’lıları affedebilmemiz için herkese iş ve aş düzenini kurmamız gerekmektedir. Herkesin eğitimini alabilmesi gerekir. Hakemlik sistemini getirip “Adil Düzen”i kurmamız gerekmektedir.
وَلَا عَلَى الَّذِينَ إِذَا مَا أَتَوْكَ لِتَحْمِلَهُمْ قُلْتَ لَا أَجِدُ مَا أَحْمِلُكُمْ عَلَيْهِ تَوَلَّوْا وَأَعْيُنُهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ حَزَنًا أَلَّا يَجِدُوا مَا يُنْفِقُونَ (92)
(Va LAv GaLay elLaÜIyNa EiÜAv MAv EaTaVKa Li TaXMiLaHuM QuLTa LAv EaCiDu MAv EaXMiLuKuM GaLaYHi TaValLaV Va EaGYuNuHuM TaFIyWu MiNa elDaMGı XaZaNan EaN LAv YaCıDUv MAv YuNFıQUvNa)
“Kendilerini hamledesin diye sana ety edince sizi hamledecek bir şeye vucdum yok dediğinde infak edeceklerini vecd etmedikleri için hüznden dolayı ayınları dem ile feyazan eden kimselere de (sebil yoktur).”
Bundan önceki âyette kişilerin kendi imkânsızlıkları sebebiyle cihada katılmayanlar anlatılmaktadır. Bunlar “Adil Düzen” çalışmalarından uzak duranlardır. Şimdi ise birliğinin onları ikmal edememesinden dolayı katılmayanlar anlatılmaktadır.
“Hamletmek” müteaddi fiildir, bir şeyi bir şeye yüklemek demektir. “Alâ” ile ikinci mefulü alır. Yükü deveye yükledim dersiniz.
Cihada katılanlar kendi imkânları ile katılmalıdırlar. Çocuklarını anne babalar üniversitelere göndermekte, Amerika’larda okutmaktadırlar. O halde bugün mümin ve müslim olan kimseler çocuklarını “Adil Düzen” işletmelerine araştırmacı olarak yetişsinler diye göndereceklerdir. Benim oğlum orada “Adil Düzen”i öğrensin ve işletmelerinde çalışsın demelidirler. Böyle anne babaları henüz bulamadığımız için şimdilik biz bu adayları başkalarına finanse ettiriyoruz. Bu da bizim görevimizdir. Herkes kendi imkânları ile “Adil Düzen” işletmelerine katılacaktır.
Bir gün “Ahşap Evleri” imal edip “Dinlenme Sitelerini” kurduğumuzda, insanlar çocuklarını okuttuktan sonra bize göndereceklerdir. Hele “Yüz Daireli Lojmanlı İşyerlerini” inşa etmeye başladığımızda, artık insanlar fevc fevc bize katılacaklardır.
Biz 1960’larda parti kurduğumuzda şimdi olduğu gibi gariban idik; bugün ise fevc fevc bizim partilerde yer almaktadırlar. Bugün biz küçük bir firmayız ama Hak yoldayız. Kısa zaman sonra dinlenme evlerimiz olacak, kısa zaman sonra yüz daireli lojmanlı işyeri apartmanlarımız olacak, insanları hamledeceğiz.
Demek ki “Adil Düzen” işletmelerine herkes kendi imkânları ile katılacak ama topluluğun da herkesin katılacağı imkânları hazırlaması gerekir.
Evet, araştırma merkezimize şimdi katılanları zor buluyoruz. Yarın cihad yapmak için bize katılmak isteyenler olacaktır ama biz onlara iş verme durumunda olmayacağız. İşte onlara da sebil yoktur.
Burada çok önemli bir ifade vardır. “Li Tahmilehum” diyor, sonra da “infak edecekleri şeyi bulamadılar” diyor. Demek ki haml ile infak bir arada olacaktır yani mesken ile işyeri bir arada olacaktır. Bir kimse bir evde oturdu mu o aynı zamanda orada işyerini de bulmuş olacaktır. Allah bizim “Lojmanlı İşyeri Apartman Projemizi” teyit etmektedir.
وَلَا عَلَى الَّذِينَ
(Va LAv GaLay elLaÜIyNa)
“Ve ne de şu kimselere (sebil vardır)”
“Ellezîne” sıla ismidir, kimseler anlamındadır. “Alellezîne Kulte Lehüm” söylediğin kimselere de sebil yoktur demektir. Alâ’nın müteallakı mahzuf olan kelimedir. Yahut “Ellezîne Tevellev” gözleri yaşararak dönenler şeklinde de manalandırabiliriz.
Burada “Ellezîne” gelmiştir. Böyle olan kimselere denmektedir. Sılası “İzâ” ile gelmiştir. “Ekremtüke İzâ Ci’te”, geldiğinde sana ikram edeceğim demektir.
Fiil-i mazi gelmiştir ama manası muzaridir. Burada da “İzâ” geldiği için geçmişi hikâye etmemektedir. Öyle olsaydı “İz etevke” olurdu. O halde bu hüküm geleceğe aittir. Genel kuraldır. Bir olayın hikâyesi değildir.
إِذَا مَا أَتَوْكَ لِتَحْمِلَهُمْ
(EiÜAv MAv EaTaVKa Li TaXMiLaHuM)
“Kendilerini hamletmen için sana ciet ettiklerinde”
Buradaki “Mâ” her geldiklerinde anlamını vermek içindir. “Mâ” ile “Men” tamim içindir, failin veya mefulün tamimi gibi masdarın tamimi için gelir. Her ne zaman sana gelip kendilerini hamletmelerini istediklerinde sizin hamledecek şeyi yok demekten üzülmüşledir.
Demek ki cihad hazırlığı yapılırken başkan ilân eder. Malı olanlar malları ile kişiler de canları ile gelir ve cihada katılacaklarını bildirirler. Ordu böyle oluşur. Gönüllü askerler gönüllü finansörlerden oluşur. Sonra ordu savaşa gider. Hakem kararlarını dinlemedikleri için mahkûm olan devletlerle savaşırlar. Orasını fethedince de ganimetleri paylaşırlar. Ganimetler için savaş yoktur ama savaşın sonunda ganimet meşrudur. Beşte biri devlete ait olur, kalan kısmı ise kendileri aralarında bölüşürler. Yarısını sermayeleri ile katılanlar bölüşür, diğer yarısını da canları ile katılanlar bölüşür. Şehit olanlara da payları verilir. Kişiler isterlerse malları ile de canları ile de katılırlar ve ikisinden de pay alırlar.
Burada başkanın onları tahmil etmesi gerektiği ortaya çıkmaktadır. Adil Düzen Çalışanlarının araştırmaya katılacaklarını tahmil etmesi gerekir. Bugün birçok hayır kuruluşu vardır, hep halkın yardımı ile yaşamaktadırlar. Biz ortaklıklar kuracağız ve insanları ortak edeceğiz. Ama ortaklıkları kurarken de cihad yapmamız gerekmektedir. İnsanlara gidip onların mâlen ve nefsen cihada katılmaları gerektiğini anlatmamız gerekir.
İzmir’de kurduğumuz Akevler Kooperatifi’nde bu işi Ahmet Bülbül yüklenmişti. Sonra Hasan Afacan ona katıldı. Daha sonra Şükrü Erdoğan ve Mustafa Şeker katıldı. Gerek Akevler’i, gerek partiyi (MSP) bunların cihadı ile finanse ettik. İstanbul’da bunu yapacak varlıklı kimseler henüz ortaya çıkmadı. Şimdilik İzmir’in desteği ile bunu yapıyoruz. Bu işi yapacak kimseleri kim bulacak ve görevlendirecek; bilemiyorum.
İlmî çalışmalarımıza da başta Arif Ersoy katıldı. Sonra Süleyman Akdemir geldi. Ali Erişen ve Hira Karagülle devam ediyorlar. Daha sonra Sabri Tekir gibi pek çok ilim adamı katılmakla beraber; ilk ilmî çalışmayı bunlar yapmışlardır.
Dört kişi de ustam olmuştur; Muzaffer Arslan, Davut Özdemir, İdris Altın ve Hüseyin Aydın Akevler’in inşasını yüklenmişlerdir.
Mehmet Akhan’ın Uşşaki Cemaati, Risale-i Nur Cemaati, Süleyman Tunahan Cemaati, Millî Görüş Cemaati başlangıçta desteklemişledir.
İstanbul’daki faaliyetlerimize Reşat Nuri Erol ile başladık. Sonra M. Lütfi Hocaoğlu katıldı. Gürsoy Erol’un Kadıköy cemaati İstanbul çalışmalarımızda daima bizimle oldu. Gürsel Kartal da başlangıçta bizi destekledi ama İstanbul’da henüz hamle yapacak kadromuz yoktur. Çalışan ekibi Zeki Altuboğa ayarlamaktadır; henüz başaramamıştır. Finansör ekibi Hasan Hacıbektaşoğlu ayarlamaktadır; henüz başaramamıştır. İlmî çalışmaları M. Lütfi Hocaoğlu yüklenmiştir, bu çalışmalar başarılı olarak yürümektedir. Reşat Nuri Erol’un bu seminerlere katkıları 1997’den beri aksamamıştır.
Pazar günleri Kooperatif toplantısını yapmaktayız. İki saat de Adil Düzen seminerini yapıyoruz. Bize katkıda bulunabilecek kimselerin bu çalışmalara katılmaları gerekmektedir. Bu toplantılara Süleyman Akdemir’in, Hasan Hacıbektaşoğlu’nun, Ali Bülent Dilek’in katılması gerekir. Bunların cihadı ile kadromuz tamamlanacaktır, inşaallah...
قُلْتَ لَا أَجِدُ مَا أَحْمِلُكُمْ عَلَيْهِ
(QuLTa LAv EaCiDu MAv EaXMiLuKuM GaLaYHi)
“Sizi hamledeceğimi bulamadım dedin”
“Hamletmek” bindirmek demektir. “Hımar” kelimesi de buna akrabadır. Gemiye bindirmek manasındadır. İnsanları evlerine yerleştirmek de hamldir. Seyahat etmek için haml vardır, oturmak için de haml vardır. Elektronların yük yüklenmelerine “hamilat” denmektedir, ondan sonra “Fe” ile “cariyat” denmektedir. Demek ki haml cereyandan başkadır. Vıkrı hamlediyorlar, sonra kolayca akıyorlar.
“Adil Düzen” cihadını yapanların en önemli görevlerinden biri de hamledecekleri yerleri hazırlamaktır. Bunun için başlangıçta bir ortaklık kurup insanlardan Yenibosna’da ev alacaklardır. Kirayı biz onlara vereceğiz. Vermezsek alacakları olacak, iştirakleri olacaktır.
Bunun için İzmir’deki merhum Ahmet Bülbül benzeri kişilere ihtiyaç vardır. Yaşar Gönül bu görevi yüklenebilir. Yenibosna’da evleri alıp bir kiralayanlar ortaklığını kurmalıyız. Parası olanlar bize yatıracaklar, bizim de çıkanlara kirası ile birlikte ödememiz gerekir.
تَوَلَّوْا
(TaValLaV)
“Tevelli ettiler”
Geri döndüler. Yani senin yanından ayrıldılar demektir.
“Tevelli etmek” her zaman bozuşarak ayrılma değildir. İş arayıp da işi bulamadığı zaman sıkıntı ile dönenler. Ev sahibi ile kiracılar arasında devamlı sıkıntı vardır. Öyle bir kiralama sistemini getirmeliyiz ki ev sahipleri de kiracılar da mağdur olmamalıdır. Aynı şekilde işveren ile işçi arasında aynı sıkıntılar mevcuttur. Öyle bir düzen getirmeliyiz ki işveren işçiyi ezmemelidir, işçi de işvereni istismar etmemelidir. Bu sorunu kooperatif içinde halletmemiz gerekir. Bunun için maddi imkânlarımız mevcuttur.
Yalova’da almak istediğimiz yerin ortaklarından birine gittik. Kendisini yerini bize satmaya veya bizimle ortak olmaya davet ettim. “Ben bir kooperatife girdim, başlangıçta az bir bedelle ev teslim edeceklerdi ama üç-dört misline mâl ettiler; bundan dolayı kooperatiflerden hoşlanmıyorum ama sizin kooperatifinize katılacağım. Ben satmam, ortak olurum; kardeşlerimin payını da ben satın alırım.” dedi.
Dikkat ediyor musunuz; Akevler yalnız kendisini değil kooperatifleri de aklamaktadır.
İşte, güvenilirlik de bir sermayedir, bir imkândır. Bize “Akevler markadır” diyorlar. “Adil Düzen” de dünyada markadır. Bu da imkânlardandır. Şükrünü eda etmek ve hedeflerinizi gerçekleştirmek için bunlardan yararlanmanız gerekmektedir.
وَأَعْيُنُهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ
(Va EaGYuNuHuM TaFIyWu MiNa elDaMGı)
“Ve gözleri yaştan feyezan eder”
“Fayz” coşarak akan nehirdir. Düzlüklerde ırmaklar durgun akar, vadilerde ise coşarak akarlar. Bol su anlamına geldiği gibi gözlerin yaşarmasına da feyezan denmektedir.
İnsanın gözlerinden yaş gelmektedir.
İnsan beklenmedik bir şeyle karşılaştığında ağlamaklı olur ve gözlerinden yaş gelir.
İnsan ağlar, insan güler, insanın gözünden ağlamalı yaş gelir; bunlar insana has özelliklerdir, insana ait ruhi bir yapıdır. Beyinde meydana gelen bir devre sonunda gözün yaşarması yalnız insanlarda vardır.
حَزَنًا
(XaZaNan)
“Hüzün olarak”
“Huzal (he, ze)” zayıf hayvan, semizin zıddı demektir. İnsanı zayıflatan sıkıntıya “hüzün (ha,ze)” denmektedir. Üzüntü insanların iştahını keser, insan yemek yemek istemez. Bu bir tür biyolojik intihardır, psikolojik olarak oluşur, sonuçları sosyolojiktir.
Yani insan topluluğun ferdidir. Topluluktaki görevini yapamayınca psikolojik bir hâl oluşur, yaşamak istemez. Eza bedeni sıkıntıdır. Hüzün ise bedendeki arıza değil, ruhtaki arızadır. Bedene etki etmektedir.
Cihada katılamayan insanda üzüntü meydana gelir ve yaşamak istemez. Duyulan üzüntüden dolayı gözün yaşarması gerçekleşmektedir. Gözlerin yaşarması ile üzüntü gitmektedir. Gözyaşı kurudu derler. Üzüntünün tedavisi gözyaşı olmaktadır, demektir.
أَلَّا يَجِدُوا
(EaNLAv YaCiDUv)
“Bulamadılar diye”
Burada cihadda ikmalin cihad edenlere ait olduğu, güçleri yetmediği zaman başkandan imkân talep edecekleri bildirilmiştir.
Bunun ekonomideki manası; herkes kendi sermayesi ile iş yapacak, çalışanlar aynı zamanda işletmelere ortak olacaklardır. Bugün işçinin yevmiyesinden kesilerek işçi sigortalı yapılmaktadır. İşçi erken ölürse sigorta şirketi kazanmaktadır. Çıkar çatışması vardır. Sigorta kişinin sağlığını korumakta ama zarar etmekte, sigortalı erken ölürse kâr etmektedir. İlgili kurum çıkarına zıt bir görevle görevlenmektedir.
Oysa ortaklık ekonomisinde halk artırdığı parayı kendi işletmesine ortak olarak ayırmakta, yaşlandığı zaman ortaklık payını satarak geçinmekte, daha da artarsa vârislerine kalmaktadır. Bunun için “bulamadılar” ifadesiyle ikmalin asıl kendilerine ait olacağını belirtmektedir.
مَا يُنْفِقُونَ (92)
(MAv YuNFıQUvNa)
“İnfak edeceklerini.”
Yani cihad yapmak istiyorlar ama imkân bulamıyorlar.
Birçok kimse vardır ki para kazanmak için yazı yazmakta, bir de meşhur olmak için yazar olmaktadır. Oysa biz ne para kazanmak için ne de meşhur olmak için yazı yazmak istiyoruz. Sadece Allah’ın bize yüklediği tebliğ görevimizi yapmak için yazmak veya konuşmak istiyoruz. Ama kimse konuşturmamakta ve yazdırmamaktadır. İşte bu durumdan dolayı üzülüyoruz. Allah da bize sormayacaktır.
Bununla beraber bir dergi çıkarmamız gerekir. Bir televizyon kanalını kurmamız gerekir. Bütün bunlar için tek eksiğimiz vardır; ben bunu yapacağım diyen yoktur.
Biri çıksa ve şimdi dese ki; Ben Adil Düzen Partisi’ni kurmak istiyorum. Sonra da tutup bizim “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı öğrense ve partiyi kursa. Bu çalışma gelecek seçime yetiştirilemeyebilir ama ikinci seçimde meclise girer, sonraki seçimde ekseriyet alır, ondan sonraki seçimde de anayasa ekseriyetine ulaşır.
Benzer şekilde birisi “Ahşap Evler” ortaklığını kursa… Koç ve Sabancı seviyesinde demiyorum, belki on sene sonra ABD’deki bankerlerin seviyesinde servet sahibi olabilir.
Diyebilirsiniz ki siz niçin bu başarının sahibi olmadınız.
Bunun sebepleri vardır.
1- Biz Akevler’i kurmaya başladığımız zaman bizim bilgimiz yoktu, bize öğretecekler de yoktu. Oysa şimdi bu bilgileri öğretecek kişiler vardır.
2- Biz Akevler’i kurduğumuz zaman inanmışların elinde hiçbir maddi imkân yoktu. Küçük artırma ve birikimlerle işe başladık. Bugün ise Türkiye’nin en çok zengin olanları cihad yapmayı taahhüt edenlerdir.
3- Akevler’i kurduğumuz zaman mevcut iktidar bize saldırmış, hiçbir iş yaptırmamış, haksız ve uydurma şikâyetlerle mahkemelerde sürünüyorduk... Şimdi ise biz onları süründürecek haldeyiz.
4- Biz Akevler’i kurduğumuzda insanlık sermayenin esiri idi. Şimdi ise sermaye ile devletlerarası savaş vardır, bizim yanlarında olacağımız kimseler vardır.
Evet, insanlık gözlerinden yaşlar boşanan mücahitleri bekliyor...
إِنَّمَا السَّبِيلُ عَلَى الَّذِينَ يَسْتَأْذِنُونَكَ وَهُمْ أَغْنِيَاءُ رَضُوا بِأَنْ يَكُونُوا مَعَ الْخَوَالِفِ وَطَبَعَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (93)
(EinNaMav elSaBİyLu GaLay elLaÜIyNa YaSTaEÜiNUvKa Va HuM EaĞNıYAvEu RaWUv BiEaN YaKUvNUv MaGa eLPaVAvLiFi Va OaBaGa elLAvHu GaLAy QuLUvBiHiM FaHuM LAv YaGLaMUvNa)
“Sebil sadece gani iken senden isti’zan edenleredir. Çünkü onlar muhaliflerden olmaya razı oldular ve Allah onların kalblerini tab etti. Onlar ilmetmezler.”
Bundan önce 86 ve 87. âyetlerde benzer ifadeler gelmiştir Burada “egniya” denmekte, orada “ulittavli minküm “denmektedir. Onun dışında orada “lâ yefkahun” denmekte, burada “lâ ya’lemun” denmektedir. Orada “minhum/onlardan” kaydı vardır, burada böyle bir kayıt yoktur. Orada “sûre nâzil olduğu zaman” kaydı vardır, burada yoktur.
Tavl sahibi ile egniya arasında ne fark vardır, fıkh etmeme ile ilm etmeme arasında ne fark vardır, orada kimler kastediliyor burada kimler kastediliyor, ilim ile fıkıh arasında ne fark vardır? Ganiler bilmiyorlar, tavl sahipleri ise fıkh etmiyorlar.
Bunlar üzerinde düşünmemiz gerekmektedir.
“İsti’zan ediyorlar, ilm etmiyorlar” fiilleri muzari olarak getirilmiştir. Oysa “razı oldular” ve “Allah tab etti” fiilleri ise mâzi sigası ile getirildi. Orada “kalbleri tab olundu” deniyor, burada “kalblerini Allah tab etti” diyor. Bunlar üzerinde düşünüp çözümler aramak Kur’an’ı yorumlamak demektir. Herkes farklı yorumlar getirebilir. Getirmeyenler de olur. Getirenler arasında müzakere edilir. Değişik görüşlerin hepsi de doğru olabilir yahut müteşabih olur, hiçbir mana verilmez.
Yukarıda anlatılanlar Kur’an nâzil olduğu zamanki kıssayı anlatmaktadır. Burada ise sünnetullahı ortaya koyup şer’i hükümleri ortaya koymaktadır. Orada geçmişte olan olay anlatılmakta, muzari ile genel sıfatları ifade etmektedir. Orada geçmişin hikâyesi vardır. Buradaki maziler ise geleceğin hikâyesidir. “1950’de Demokrat Parti iktidara geliyordu” cümlesi mazideki hâlin hikâyesidir. “2033’e kadar Adil Düzen Partisi” kurulmuş olacak” dediğimizde gelecekteki mazinin kıssası vardır.
Bundan önce “sebil” kelimesi nekre olarak geldiği halde, şimdi marife olarak gelmiştir. Buradaki marifelik ahdi zihni olabilir. Yani yukarıda bahsedilen sebil ancak zengin olup izin isteyenler için olur. Lâfzen marifedir ama manen nekredir. “Dün bize bir adam geldi, adam çok bilgili birisidir” dediğimiz zaman, ikinci adam marifedir ama zihnen marife olup gerçekte marife değildir.
Burada “Allah tab etti”, orada “tab olundu” denmesinin hikmeti; yukarıda tab sebebiyle suç işlenmiştir, burada ise suç işlendiği için tab olunmuştur. Bazı olaylar vardır ki biri diğerinin sonucudur. Havayı sıkıştırırsanız ısınır, ısıtırsanız sıkışır, basıncı artar. Muhalif olma hususu da budur. Muhalif olursanız oturursunuz, oturursanız muhalif olursunuz. Hangisi önce olursa o sebep olur, ikincisi ise sonuç olur.
İlim ile fıkıh arasındaki fark şudur. İlim geçmişi bilmedir. Fıkıh ise geleceği bilmedir. İlim hükümleri bilmektir. Fıkıh ise illetleri bilmektir.
Kur’an’daki kelimeleri alıp tasnif etmek ve onlara tanımlar getirmek, Kur’an’ı yeniden ele almak demektir. Her bin senede bir bu yapılacaktır. O zamana kadar elde edilen ilimler ve deneyimlerle Kur’an yeniden manalandırılacak, yeni bin yıllık uygarlık ona göre kurulacaktır.
Sebil bunlardır dendiği zaman askerliği kabul ettiği ve müslim oldukları halde askerlik yapmayanlara ne ceza uygulanacaktır?
İlk kuruluşta mümin-müslim ayırımı olmadığı zaman uygulayacağınız hiçbir ceza yoktur. Onların müslim veya mümin olmaları söz konusudur. “Adil Düzen” geldikten sonra müslimler zaten cihad yapmakla yükümlü değildirler. Müminlerden cihad yapmaktan kaçınanlara sürgün cezası verilir, ülkeyi terk ederler; etmezlerse öldürülürler.
Bu iki âyette birincisi mümin ve müslimlerin bir olduğu zamanları bildirmektedir, ikincisi ise mümin ve müslimlerin birbirlerinden ayrıldığı zamanı bildirmektedir, Mekke’deki durum ile Medine’deki durum anlatılmaktadır.
إِنَّمَا السَّبِيلُ
(EinNaMav elSaBİyLu)
“Sadece sebil”
Mekke döneminde insanların mümin veya müslim olmaları, müşrik veya kâfir olmaları bir cezai müeyyideye bağlanmamıştır. Fıkhi hükümleri bile yoktur. İnsanları davet edersiniz, katılır veya katılmazlar. Katılma nisbetleri de kendilerine aittir. Zekâtın bir nisbeti olmadığı gibi namazlara katılma zorunluluğu da yoktur.
Medine döneminde zekât belli miktarlara bağlanmış ve zorunlu kılınmıştır. Namazlar da farz olmuş, müminlerden devam etmeyenlere müeyyide uygulanmıştır. Buradaki “el-sebil” bu sebeple marifedir. Artık her şey şeriat kurallarına tâbidir. Kuralları topluluk koyar.
عَلَى الَّذِينَ يَسْتَأْذِنُونَكَ
(GaLay elLaÜIyNa YaSTaEÜIyNUvKa)
“İsti’zan eden kimselere”
Burada izin isteyenler de bellidir, istenen izin de bellidir. Cihada katılmama ama cihada katılanların sahip oldukları hakları istemedir. Müslimlerin müminlere sahip olduğu haklara sahip olmasıdır. Burada reddedilen budur.
وَهُمْ أَغْنِيَاءُ
(Va HuM EaĞNıYAvEu)
“Ve onlar ganiler iken”
Mekke döneminde fakir-zengin ayırımı yoktur. Oysa Medine’de vasat servetin üstünde olanlar gani olan kimselerdir. Altı aylık geçinme imkânları olanlar ganidirler. Savaş da bu sebeple altı aydan fazla sürmez. O halde ganiyi altı aylık geçimi olan şeklinde tanımladığımızda cihad yalnız bunlara farzdır. Bütçeden verilen yardım ile birlikte geçimi temin edenler cihada katılma durumundadır. Mekke zenginleri uli’t-tavldırlar. Zenginlikleri tanımlanmıştır. Medine zenginleri ise ganidirler.
رَضُوا بِأَنْ يَكُونُوا مَعَ الْخَوَالِفِ
(RaWUv BiEaN YaKUvNUv MaGa eLPaVAvLiFi)
“Haliflerle olmaya razı oldular”
Kaidlerden olmaya razı oldular denmiyor. Yani ancak kasten iştirak etmeyenler cezalanır. Kasdi muhalefet olmadığı halde başka sebeple katılamayanlara bir yaptırım uygulanmaz.
وَطَبَعَ اللَّهُ عَلَى قُلُوبِهِمْ
(Va OaBaGa elLAvHu GaLAy QuLUvBiHiM)
“Ve Allah onların kalblerini tab etmiştir”
Onların beyinlerinde bir duraklama vardır.
Beyin ile ruh arasında ilişki vardır. Beyindeki devreler ruha bilgi vermektedirler. Ruh da beyindeki devrelere haberler göndermektedir.
Fikir ruhtan gelen bilgilerdir. İlim ise beyinden ruha giden bilgilerdir. Amel beyinde değişiklik yapar, ruha etki eder. Ruh beyne etki eder, beden beynin emirlerine göre amel eder.
فَهُمْ لَا يَعْلَمُونَ (93)
(FaHuM LAv YaGLaMUvNa)
“Onlar ilm etmezler.”
Onların ruhları beyinlerden doğru bilgileri alamazlar, çünkü ruhları ile beyinleri arasında irtibat kopmuştur.
Burada bizi ilgilendiren husus, “Adil Düzen” gelinceye kadar, insanları “Adil Düzen” çalışmalarına katılmaya davet edeceğiz. Katılanlar katılır, katılmayanlara kaşı bir yaptırımımız yoktur. “Adil Düzen” geldiği zaman semtleri ve bucakları ayıracağız; onlar kendi semt ve bucaklarında istedikleri gibi yaşayacaklar, biz de kendi semt ve bucaklarımızda istediğimiz gibi yaşayacağız. Savunmaya malları ile katılabilirler, bedenleri ile katılabilirler. Onlarla yapacağımız muameleler şeriat çerçevesinde olacaktır.