TEVBE SÛRESİ TEFSİRİ(9.SURE)
Süleyman Karagülle
3227 Okunma
112.AYET

Tevbe Sûresi-47

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

***

 

التَّائِبُونَ الْعَابِدُونَ الْحَامِدُونَ السَّائِحُونَ الرَّاكِعُونَ السَّاجِدُونَ الْآمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَالنَّاهُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللَّهِ وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ (112)

(elTAvEiBUvNa elGAvBıDUvNa elXAvMiDUvNa elSAvEıXUvNa elRAvKıGUvNa elSAvCiDUvNa eLEAvMiRUvNa BieLMaGRUuFi Va elNAvHUvNa GaNi eLMuNKaRi Va eLXAvFıJUvNa Li XUvDUvDi elLAHi Va BaşŞiRi eLMuEMiNIyNa)

“Tevbe edenler, hamd edenler, seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, marufu emredenler ve münkerden nehy edenler ve Allah’ın hudutlarını muhafaza edenler. Ve müminleri tebşir et.”

Bundan önceki âyette anlatıldığı üzere, Allah müminlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığı satın almıştır diyerek müminlerden bahsetmişti. Bunlara “ve” harfi ile atfederek, savaşmayan Mekke müminlerine işaret etmişti. Bugün bizim durumumuz budur, savaşmayan müminlerdeniz. Cihad yapmaya karar vermişiz, malımızı ve canımızı Allah’a satmışız, biz katletmiyoruz ama katlolunabiliriz. Savaşmamız bu durumda meşru değildir.

Şimdi burada sayılan kimseleri Mekke müminlerinin vasfı olarak alabiliriz. “Taibûn” Önceki ayetteki mahzuf olarak istibşar edilenlerin sıfatları olurlar. Dolayısıyla burada sayılan vasıflar Mekke müminlerinin vasıfları olabilir yani bizim vasfımız olabilir.

Ne var ki burada dokuz vasıf sayılmıştır. İlk altı vasıf arasında “ve” harfi getirilmemiştir. Oysa son üç vasıf arasında “ve” harfi getirilmiştir.

Son “ve” harfi ile atfedilmiş üç sıfat Mekke müminlerinin değil hicretten sonraki Medine müminlerinin vasfıdır. O halde bu âyeti sadece Medine müminlerinin vasfı olarak ele alamayız. İkiye ayırabiliriz. İlk altı vasfı taşıyanlar Mekke müminlerinin vasfı olur. Sonrakiler ise bunlarda da vardır anlamında haberi mahzuf ayrı cümle olabilir. Yahut ilk altı vasıf mübteda, sonraki “ve” ile atfedilmiş üç vasıf haberi olabilir.

Yani bu âyeti şöyle manalandırabiliriz.

Mekke müminleri tevbe eden, ibadet eden, hamd eden, seyahat eden, rükû eden, secde eden kimselerdir. Bunların dışında marufu emreden, münkeri nehy eden ve Allah’ın hudutlarını muhafaza eden kimseler vardır. Yahut Mekke müminleri tevbe eden, ibadet eden, hamd eden, seyahat eden, rükû eden, secde eden kimseler olarak marufu emreder, münkeri nehy eder ve Allah’ın hudutlarını muhafaza ederler. Hangi şekilde mana verirsek verelim, Mekke ve Medine müminleri dışında başka kimseler vardır. Bunlar emri bi’l-maruf ve nehyi ani’l-münker yapar ve Allah’ın hudutlarını muhafaza ederler.

Şimdi bu âyetin “Adil Düzen Anayasası”ndaki yerini arayalım. Biz dış savunma ile iç savunmayı birbirinden ayırmıştık. O halde Mekke müminlerinden sonra silahlı müminler gelmektedir. Bunlar iki gruba ayrılmaktadır. Biri savaşır, ölür ve öldürürler. Bunlar cephe savaşı yaparlar. Bunların görevi hukuku korumak değildir. Bunlar emri bi’l-maruf yapmazlar. Bunlar nehyi ani’l-münker yapmazlar. Bunlar yargının denetiminde değildirler. Bunlar hukuk kurallarına göre değil, savaş kurallarına göre hareket ederler.

Bunların özelliklerini hatırlayalım.

a) Askeri düzende kurallar değil emirler geçerlidir.

b) Askeri düzende kişiler davranışlarından değil sonuçtan sorumludurlar.

c) Askeri düzende ortak sorumluluk vardır, şahsi sorumluluk yoktur.

d) Askeri düzende kuvvetli olan haklıdır, kim yenerse haklı odur.

Hukuk düzeninde ise hükümler askeri düzenin tam tersinedir.

a) Hukuk düzeninde emirler değil kurallar geçerlidir. Sorumluluk yargıya karşıdır, üste karşı değildir.

b) Hukuk düzeninde kişiler davranıştan sorumludurlar, sonuçtan sorumlu değildirler.

c) Hukuk düzeninde sorumluluk şahsidir, ortak sorumluluk yoktur.

d) Hukuk düzeninde haklı kim ise kuvvetli odur. Hukuk düzeni demek haklıyı kuvvetli yapan düzen demektir.

İşte, birbirinden tamamen farklı yapıya sahip olan iki düzen bu âyetlerde anlatılmaktadır. Önceki âyette askeri düzen anlatılmaktadır. Burada ise hukuk düzeninin silahla korunması anlatılmaktadır. Önceki âyette ordu, bu âyette de emniyet teşkilâtı söz konusudur.

Kıtal ile eman arasındaki fark, kıtalde suçlu olanlar değil karşı cephede olanlar öldürülür. Cephe savaşı vardır. Orada bulunan herkes suçlu kabul edilir. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar, hastalar ve sakatlar hepsi suçlu kabul edilir. Karşı cephede olanlar birlikte imha edilir. Oradaki kişilerin davranışları önemli değildir. Oysa iç güvenlikte kim suçlu ise ancak ona ceza verilir. Hakem kararlarına uymayıp firar eden kimseye karşı uygulama yapılır. Sadece hakemler tarafından mahkûm edilen ve kanının heder olduğuna hükmedilen kimse yok edilir. Ona da savaş kuralları uygulanır. Şöyle ki, onu öldürebilirsiniz. Suçun derecesi önemli değildir. Siz ona suçun cezasını vermiyorsunuz, hukuk düzenini kabul etmediği için devre dışı ediyorsunuz. Sadece onu hedef alabiliyorsunuz. 1000 kişi suçlu olsa, onlar arasındaki 1 kişi suçsuz olsa, siz 999 kişiyi cezalandırmak için o bir kişiyi de öldüremezsiniz. Çünkü hukuk düzeninde haksız yere bir kişiyi öldüren bütün insanları öldürmüş gibidir.

Bu âyetin manalandırılması için burada geçen vasıfları ayrı ayrı ele almamız gerekmektedir. Kelimeleri ayrı ayrı ele almadan önce âyete birlikte bakacak olursak, başka bir özellik daha görülüyor. O da sonunda “ve müminleri müjdele” diyor. “Ve” harfi ile atfediyor. O halde başka müminler de vardır, çünkü “ve” harfi ile atfedilmiştir.

Bunlar kimlerdir?

Kur’an’ın diğer âyetlerine dayanarak insanlığı ocak, bucak, il, ülke ve insanlık olarak ayırdık. Bunların silahlı korumalarını da ele aldık. İki gruba ayırdık; nöbetliler ve bedelliler. Nöbetlilere “mümin”, bedellilere “müslim” dedik.

İşte, insanlıktaki nöbetliler silahsız oldukları için onları mümin olarak vasıflandırmadı, sadece vasıflarını saydı. Ülkedeki silahlı güçleri savaşanlar olarak zikretti. İldeki emniyet güçlerini emreden ve nehy eden olarak emretti. Bucaktakileri de ayrı bir grup olarak zikretti.

Bucaktaki nöbetliler insanlara karşı silah kullanmazlar. Bunlar eşyayı korurlar. Yani vahşi hayvanlardan ve sel gibi felaketlerden bucağı savunup korurlar. Bunların yargı kararlarını uygulama yetkileri yoktur. Bugünkü belediye zabıtasına benzerler. Kişilere karşı silahlı güç kullanamazlar.

Demek ki müminleri dört gruba ayıracağız.

a) İnsanlık Müminleri. Bunların başka insanlara karşı silah kullanma yetkileri yoktur, sadece tebliğde bulunurlar.

b) Ülke Müminleri. Bunlar cephe savaşı verirler. Savaşa girmek için hakem kararlarına ihtiyaç vardır ama savaşa girdikten sonra artık hukuk kuralları işlemez. Bunlar sivil mahkemelerde yargılanmazlar.

c) İl Müminleri. Bunlar mahkeme kararlarını infaz ederler. Herkes kendi isteği ile hakem kararlarına uyar. Uymazsa, mâli bakımdan iflas eder. Sosyal bakımdan firar etmişse, zarar da veriyorsa öldürülür.

d) Bucak Müminleri. Bucakta nöbet tutan müminler ise bucağı doğal saldırılara karşı korurlar.

Ocaklarda nöbet tutanlar silah kullanmazlar, sadece haber verirler. Bu sebeple bunlar mümin sınıfına alınmamışlardır.

İnsanlığın müminleri müçtehitlerdir. İçtihad yapar ve insanlığa nasıl hareket etmeleri gerektiğini bildirirler. Onlar insanları zorlamazlar. İkmal işleri buradan yapılır. Ülkeler silahını buradaki silah vakfına satar ve silah vakfından alır. Ordular dengeli silah temin edebilirler. Yeryüzünde 100 devlet vardır. Her devletin ona (10) yakın bölgesi vardır. Her bölgede bir ordu bulunur. Demek ki yeryüzünde yaklaşık bin ordu mevcuttur. Savaş iki ordu arasında bulunur. Her orduya ayrılmış silah kapasiteleri vardır. Bunlardan en çok o kadarını alabilirler. Mesela bir orduya 100 tank ayırmışsak, parasını verip ancak 100 tank alabilir. Bunlar insanlığın kıta merkezlerinde bulunan Mekke müminleri aracılığı ile yapılır.

Her ülkede silahlı ordular vardır. Bunlar bölgelerde yerleşmiştir. Bunlar iç güvenliği değil dış savunmayı yaparlar. Her bölge ordusu karşı devletin bölge ordusu ile savaşır. Galip ve mağlup olarak o bölge el değiştirebilir. Savaş hakemler kararı ile başlar. Askeri metotla savaşılır, galip gelen haklı olur ve hakkını alır.

İllerde güvenlik teşkilatı bulunur. Bu teşkilat mensupları teröristleri öldürerek bertaraf eder. Burada cephe savaşı olmaz. Kişi tenkil edilir.

Bucaklarda ise koruma bulunur, eşyayı ve tarlaları korurlar. Bunların görevi tenkil değildir.

Ocaklarda tutulan nöbet bekleme ve temizlik nöbetleridir.

Bu âyette 21 kelime vardır. 3*7=21 eder. O halde bu âyetin kelimeleri 3’e ve 7’ye göre sınıflanmalıdır.

“Taib, Âbid, Hamid, Saih, Rakı', Sacid” kelimeleri fâil vezni üzere 6=2*3 dür.

“Amir, Nahi, Hafız” fâil vezni üzere üçtür. Bunların mefulleri vardır. Dolayısıyla fiil hükmündedirler.

“El-maruf, el-münker, el-müminun” “mim”li fail ve mefuller 3 dür.

“Hudud, Beşşir, Allah” kelimeleri harfi atıfsızdır. Biri fiil, biri cem, biri de Allah lafzıdır.

“Ve” harfi 3 dür. Cer harfi de 3 dür.

“Allah” kelimesi cem’i olmayan yani müştak olmayan bir kelimedir, ellezîne grubuna girer. Onu da mebniler grubuna koyarsak, 14’ü müştak, 7’si gayri müştak olur.

Kökleri ikili olarak tasnif edecek olursak “ibadet ve hamd”, “rükû ile sücud”, “emir ile nehiy”, “maruf ile münker” ikili gruplar oluştururlar. “Hafız ile hudud”, “tebşir ile iman” da birlikte zikredilmiştir ve çift oluştururlar. Kalan “saih ile taib” çiftidir. Demek ki bunlar arasında zahirde görülmeyen bir alaka vardır. Manalandırırken ona göre manalandıracağız. “Allah” kelimesi 15’inci kelimedir. Onun bir nazırı bu âyette bulunmamaktadır.

Dörtlü gruplarda düzenleyeceksek:

Taib Abid Hamid        Saih                              Amir           Nahi           Hafız          Allah

Raki’          Sacid         Tebşir        İmna                    Maruf         Münker      Hudud         Allah

İkili sistemde 16 olması gerekirken, bir tanesi birleştirilmiştir, tek kelime yapılmıştır, bu da eşi olmayan “Allah” kelimesidir. Âlemlerin rabbi Allah ile O’nun yeryüzündeki tecellisi olan topluluk bir tek ilahtır. Bu sebeple o tek olarak zikredilmiştir.

Devletler savaşma gücü olan topluluklardır, orduları olan topluluklardır. Bundan önceki âyette ordudan bahsetmiştir. Ordu ne için vardır? Ordu savaş için değildir, barış içindir. Savaş barışı sağlamak içindir. Dış savunmadan sonra iç güvenliğe geçmektedir. Önce iç düzen anlatılmaktadır; “taibler, âbidler, hamidler, saihler, raki’ler ve sacidler” olarak vasıflandırılmaktadır. Sonra da onun iç güvenliğini sağlayanlar zikredilmektedir. İç güvenliği sağlayanlarla yaşayanlar aynı kimseler olarak zikredilmektedir.

Devlet aşaması öncesinde denge kabileler arası çatışmalarla sağlanıyordu. Yönetim yoktu. Hakemlik sistemi olsa bile müeyyidesi kabileler arası çatışma idi. Devlet aşamasında silahlı güçler oluşturuldu. Hakem kararlarına uymayanlar silahlı güçle yola getirilmektedir. Bu düzen Hazreti Nuh Peygamber ile başlamış, Kur’an’la tamamlanmıştır.

“TEVBE EDENLER” demek “cahiliye dönemi”nden “şeriat dönemi”ne geçenler demektir. Artık haksızlığa uğrayan herkes hakemlere gidiyor, hakkını onlardan alıyor, o hakkı da müminlerden oluşan silahlı güç teyit ediyordu. Buradaki “taib”den maksat bir devletin vatandaşlığını kabul edip “barış düzeni”ne giren kimseler demektir. Bunlar artık şeriat dışı işler yapmayacaklar, yasak fiiller işlemeyeceklerdir.

“ÂBİDLER” topluluk içinde kendilerine düşen kamu görevlerini yapacak olanlar demektir. Amel-i salih işleyeceklerdir. Başkalarının yaptıklarını bozmayacaklar, aksine tamamlayacaklardır. İşleri plan ve projeye göre yapacaklar, yaptıklarını kamuya yarayacak şekilde yapacaklardır. Kişiler kendileri için üretmeyecekler, topluluk için üretecekler ve ürettiklerini topluluğa vereceklerdir. Çalışacaklar ama kendilerine yarayacak olanları değil, başkalarına yarayacak olan işleri yapacaklardır. Demek ki ibadet demek topluluğa yarayan işler yapmak demektir.

“HAMİDLER” topluluktan aldıkları haklardan dolayı hamd edenler demektir. Yani topluluğa çalışırlar ve topluluktan pay belgelerini yani parayı veya ilgili belge olan senedi alırlar ve onlarla ihtiyaçlarını giderirler, bundan dolayı da hamd ederler anlamındadır. Devlet aşaması demek mübadele aşaması demektir. Mübadelenin tamamlandığı aşamadır. Kur’an günümüzün hükümlerini de ortaya koymaktadır.

“SAİHLER” seyahat edenler, insanlar arasında birliği ve beraberliği sağlayan aracılar demektir. Tüccarlar, ilim adamları, sanatkârlar saihlerdir. Bunlar illerden illere, ülkelerden ülkelere dolaşırlar, kandaki alyuvarlar gibi eşyaları ve değerleri taşırlar. Âbidler üreticilerdir. Hamidler tüketicilerdir. Saihler de aracılardır;  tüccarlardır, iş adamlarıdır, fikir adamlarıdır yani halkın bizzat kendisidir. Bunlar ömürlerinin bir kısmını seyahatte geçirirler ve böylece insanlık içinde birliği sağlarlar.

“RAKİLER” Bütün bunları yapan insanların bunu birlikte yapabilmeleri için kendilerine yönetici seçerler ve yönetici onların beraber hareket etmelerini sağlar. Önce o yapar, cemaat da onun yaptıklarını tekrarlar. Rükû etme demek eğilme demektir yani topluluğun hareketlerine ayak uydurma demektir, örgütlenme ve işbölümü yapma demektir. Burada dikkat edilecek husus şudur; kişiler başkalarının emrinde değildir, başkalarının yaptığını yapmaktadır. Bu sebepledir ki imam cemaate dönmez, imam kıbleye dönmüştür.

“SACİDLER” kurallara tâbi olanlardır. Rükû yöneticilerin yönetimine tâbi olmadır. Secde ise kurallara tâbi olmadır. Onu remz eder. Yani kişi kendi varlığını topluluğun kuralları içinde hapseder. Özgürdür ama kurallar içinde özgürdür. Bu onun özgürlüğünü daraltmamaktadır. Kişi bindiği otobüsün kurallarına uymak zorundadır ama o zorunluluk sayesindedir ki İstanbul’dan Ankara’ya gitme özgürlüğüne ulaşmaktadır. Şeriat insanı kurallı hareket ettirir ama aynı zamanda onun özgürlüğünü de genişletir.

KUR’AN böylece bir İslâm devletinin yapısını altı özellikle saymıştır. Bunlar arasına “ve” harfi konmadığına göre bunlar bütün müminlerin ve müslimlerin birlikte vasıflarıdır. İslâm topluluğu bu altı özelliğe dayanır, şeriatın yasakladığı işleri yapmaz, çalışmaları topluluk içinde yapar, aldığı paylardan dolayı hamd eder, imkânları tüm diğer insanlarla paylaşır, örgütlenir ve işbölümü yapar, yasalar ve plan ile projelerle varlığını sürdürür.

MARUFU EMRETME: Altı vasfın birlikte yürümesi için ayrıca müminlerden oluşan bir örgüt vardır; bunlar da düzeni koruyanlardır, iç düzeni koruyan ve iç güvenliği sağlayanlardır. Marufu emredenler olarak halkın serbestçe iş yapıp yaşayabilmesi için birlikte yapılması gerekenler vardır. O işler yapılmazsa düzen olmaz. Örnek olarak yol yapılmalıdır. Köye su getirilmelidir. Buna “yürütme” diyoruz. Bütün işleri halk yapar ama halkın ayrı ayrı değil de birlikte yapılacak işleri vardır. Vergi toplanır ve bu vergilerle halka hizmet verilir. Biz bunu kooperatiflerin yapacağı “Genel Hizmetler” olarak düzenliyoruz. Emretme cebretmeden farklıdır. Emreden emrolunana zorla yaptırmaz. Emrolunan isterse yapar, isterse yapmaz. Hesabını emredene değil yargıya verir. Hukuk düzeninde bu böyledir. Dolayısıyla emretme demek zorlama anlamında değildir. Cezasına katlanmak şartı ile yapması gereken emredileni yapmayabilir.

MÜNKERİ NEHY ETME: Münker yasaklardır. Topluluk içinde yapılması istenmeyenlerin yapılmasını önlemektir. Bu da taibe karşıdır yani taib olmayanlara uygulanacak müeyyidedir. Yapma işleri yürütmeye aittir. Yönetmenin işi yasaklara uymayanları cezalandırmadır yani mahkeme kararlarına uyulmasını sağlamadır. Buna da “kamu görevi” diyoruz. Kamu görevi ile genel hizmet birbirinden ayrı olduğu için yürütme ile yönetme birbirinden ayrı olduğu için “ve” harfi ile atfedilmiştir. Bugün yürütme ile yönetme aynı kimselere verildiği için denge sağlanamıyor. Krizler bu sebeple ortaya çıkmaktadır. Diğerlerinde “ve” harfi getirilmeyip burada “ve” harfi getirilmesi Kur’an’ın bir mucizesidir.

ALLAH’IN HUDUTLARINI MUHAFAZA ETME: “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda, hak ve hürriyetlerin sınırı başkalarının hak ve hürriyetleridir, bu sınırları hakemlerden oluşan yargı belirler diyoruz. Demek ki üçüncü bir kurum daha vardır, o da yargıdır. Yasama kanunlar yapar. Yürütme o kanunları kendi içtihatlarına göre uygular. Yargı şeriat kurallarını aşanları tesbit eder. Yönetim de yargı kararlarının uygulanmasını sağlar.

Demek ki üçüncü grup ayrıdır. Yasamadan sonra uygulama, uygulamadan sonra yargı, yargıdan sonra yönetim olduğu halde, sırada önce yönetimi zikretmiştir. Bunun hikmeti şudur. İhtilaflar önce yürütme yani yönetim tarafından geçici olarak çözülür. İşler aksamadan devam eder. Mağdur olanlar sonradan yargıya giderler. Demek ki yönetimin iki görevi vardır. Yürütmede akışı sağlama ve düzenin aksamasını önlemedir, ondan sonra da haksızlık yapanları cezalandırmadır. Bu ikinci görev yargıdan sonradır. Bugün de emniyet teşkilatı bir taraftan yönetime bağlıdır, içişleri bakanlığına bağlıdır, diğer taraftan savcılığa bağlıdır. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bunlar zikredilmiştir ama delil burada ortaya çıkmıştır. Bu tefsirlerimiz okunarak anayasanın deliller kısmına eklenmelidir.

التَّائِبُونَ

(elTAvEiBUvNa)

“Tevbe edenler”

“Evye” yuva demektir. “Eyve” de aynı anlamdadır. Sondaki “v” “b” ye dönüşmüş, “evb” olmuştur. “Evb” geri dönmek, yuvaya dönmek anlamındadır. Sonra başındaki “e” de “t”ye dönüşmüş, “tvb” olmuştur.

“Tevbe” bir işten vazgeçmek anlamında olduğu gibi bir işe yeniden başlamak anlamındadır. Buradaki dönmek, ilgilenmek manasında olup manevi dönüştür.

“Tevvab” demek, kendisine dönüldüğü zaman o da size döner demektir. Bu kelimenin aslı “evb”dir. “Evvab” ile “tevvab” aynı anlamdadır. “Evb” kelimesi de “yuva” kelimesine dönüşmüştür. “Evy” yuva demektir. Türkçedeki “ev” kelimesi ile yakınlığı vardır.

Hayvanların akşamüstü yuvalarına dönüşünden insanların olması gerekene dönmesine “tevbe” denmiştir. Allah insanlara adeta kendisi bir insanmış gibi hitap eder. İnsanların birbirleri ile olan ilişkilerinde olduğu gibi bir tutum içinde olduğunu gösterir. Allah insana benzemez, dolayısıyla bütün bu ifadeler mecazidir.

Uygarlaşma göçebelikten yerleşik döneme geçmedir. Yani ev sahibi olma demektir. “Et-Tâibûn” bu anlamda göçebelikten yerleşik düzene geçenler anlamına gelmiş olur. Yerleşik düzende komşular birlikte yaşarlar, ömürleri bir arada geçer. Hattâ çocukları/torunları dedelerinin yaşadıkları yerlerde beraber yaşarlar. Yazı yerleşik hayata geçtikten sonra bulunmuş, yazılı hukuk yerleşik düzene geçildikten sonra doğmuştur. Kur’an nâzil olmaya başladığı zaman “Kalemle öğreten Allah’ın adıyla oku” denmiştir. Kur’an göçebe hayatı yaşayan Arapları yerleşik hayata çağırdığı zaman yazıya işaret etmiştir.

الْعَابِدُونَ

(elGAvBıDUvNa)

“İbadet edenler”

İnsanlar yaratıldıkları günden beri kendilerine bir başkan seçmişler ve ona tâbi olmuşlardır. Başkanın oturduğu çardağı, çadırı, yapıyı diğerlerinden ayırmışlar ve ona farklı bir güzellik vermişlerdir. Böylece hem kendi halkına onun üstünlüğünü telkin etmişler hem de gelen yabancıların o yeri kolay bulmalarını sağlamışlardır.

Bu yapıların kapılarında kapıcılar beklemişlerdir. Kapı direğinin adına “amd” demiş, orada durup bekleyen kimseye de “abd” demişlerdir.

“Amd”, “abd” ve “amel” birbirlerine yakın kelimelerdir.

“Abd”in “amel”den farkı şudur. Amel eden başkasının işini yapar, işten ayrıldığı zaman da başka iş yapar. Oysa abd yalnız sahibinin işini yapar, ondan başkasına iş yapamaz.

Kur’an ameli meşru görmüş, başkasına abd olmayı ise haram kılmıştır. “Yalnız Sana ibadet ederiz”in manası budur. Kamu işlerini yapanları Allah’ın işleri olarak görebilir, onların başka işler yapmasını yasaklayabiliriz. Bunun için Kur’an’da “yalnız Allah’a ibadet ediniz” emrinin geçtiği “Allah” kelimesinin manasını araştırmanız gerekir.

Demek ki ibadetin manası şudur. Allah’tan başkasına yapılması caiz olmayan amellere ibadet denir. İbadet kelimesi bazı amelleri içine alır. Özel sektörün yapmayacağı işleri yapmak ibadettir. Yollar sebilullahtır. İlim Allah’ındır. Cezalandırma yetkisi Allah’ındır. Kamudan başkası insanları cezalandıramaz. İnsanlar çıkarları için ayrı ayrı iken de çalışırlar. Ama topluluk için çalışma ibadettir. Para çıkarmak, para basmak topluluğun işidir. O halde kamunun verdiği para için çalışmak ibadettir. Karşılıksız faiz parası ise şirktir.

الْحَامِدُونَ

(elXAvMiDUvNa)

“Hamd edenler”

“Hamd” başkanın kapısıdır. Süslü olduğu için güzellik anlamını da alır. İnsanlar ihtiyaçlarını o kapıdan talep ederler.

“Hamd etme” başkana saygı gösterme, yaptığı iyiliklere karşı borcu eda etmedir.

“Şükretme” ameldir. “Hamd etme” ise onun lisanıdır.

Başkanın gücünü artırma, onu dil ile destekleme hamddir.

İnsanlara ibadet etme yasaklandığı gibi kişilere hamd da haram kılınmıştır. Kişilere değil topluluğa hamd edilecektir. Yani topluluk yüceltilecektir. İnsanlar topluluğa ısındırılmalıdır.

Başkana itaat topluluğa itaattir. Halk topluluğun nimetlerine başkan aracılığı ile ulaşır. Ne var ki o başkanın iyiliği değil topluluğun iyiliğidir. Başkana özel muamele yapamaz. O halde o ne iyidir ne kötüdür. Kurallara uymak zorundadır. O halde başkanı zemmetmek de İslâmiyet’te yoktur, methetmek de yoktur.

İstiklâl Savaşı’nı Mustafa Kemal kazanmadı, sadece başkanlık etti. İstiklâl Savaşı zaferini onun eseri kabul etmek şirktir, onu tanrılaştırmak şirktir, onu deccallaştırmak da şirktir. İstiklâl Savaşı’nı o kazanmadı, İstiklâl Savaşı’nı Türk milleti kazandı. Mustafa Kemal’i de Türk milleti yetiştirdi. Savaşta herkesin görevi vardır, onun görevi de o idi.  ‘İstiklâl Savaşı’nı Mustafa Kemal kazandı, o olmasaydı biz savaşamazdık’ demek, bu milletin geleceğini köreltmektir. ‘İstiklâl Savaşı’nı Mustafa Kemal kazandı ama o kötüdür’ demek de yine milleti küçültmektir.

“Hamd edenler” demek mensup oldukları topluluğu yüceltenler, sonunda insanlığı yükseltenlerdir. Ocaklarını, bucaklarını, ülkelerini ve insanlığı yüceltenler, onlarda kâinatı var edenin tecellisini görenler hamd edenlerdir. Olayları insanlara mâl edenler şirk etmiş olurlar.

السَّائِحُونَ

(elSAvEıXUvNa)

“Seyahat edenler”

“Seyha” (sin, ha): “Seyih” yerde akan su, dere. Buradan dolaşmak anlamına gelir. “Seyr” bir maksat için dolaşmaktır, “seyha” ise tanışmak ve tanıtmak için dolaşmaktır. Fışkıran sudur.

Bucağınızdan çıkıp ilçeye gitmek, oradan bölgeye gitmek, oradan kıta merkezlerine gitmek “seyahat” olduğu gibi ülkeden ülkeye dolaşmak, ilden ile dolaşmak da seyahattir. Böylece mal ve kültürler arasında etkileşim ve mübadele doğar. Üretim ve tüketimin yanında bölüşme ve değiştirme sorunu vardır. Bu da seyahat ile sağlanmaktadır.

Kur’an’ın diğer âyetlerine dayanarak ulaşım ve haberleşme sağlanmaktadır. Bunların yerleri insanlığa aittir. Ancak bunlardan yararlanabilmemiz için yatırım yapmak gerekmektedir. O halde yolların yarısı onu inşa edenlerin olacak, diğer yarısı da herkesin olacaktır.

Bunu sağlamak için seyahat biletlerinin maliyetini iki misli fiyatla satıyoruz. Böylece giderleri karşılıyoruz. Kalan yarısını da insanlara seyahat etsinler diye dağıtıyoruz. İstedikleri araçla seyahat edebiliyorlar. Böylece seyahat edenler bu müesseseyi kurup buna katılanlardır.

Satılan veya karşılıksız verilen bilette tüm seyahat masrafları dâhildir. Kervansaraylar tarihi örneklerdir. Yeme, içme, yatma, tedavi olma, yakıt ikmali, araba bakımı ile ilgili tüm masraflar seyahat biletlerine şarj edilmiştir.

Burada seyahatten kasıt tüm insanlığın birbirleri ile ilişkili olmalarıdır. Seyahatin sağladığı imkânlarla tam mübadelenin sağlanmasıdır. Ayrıca ambara verdiğiniz mal karşılığı bir kira payı ödersiniz ama o pay zamanla artmaz. Ambara konan mallar birbirini sübvanse ederler. Bunun gibi uzağa veya yakına gitmesinden dolayı farklı taşıma bedeli alınmaz, yakındakiler uzaktakileri sübvanse ederler.

Bu sayede önce bütün insanlık, sonra bütün ülke, sonra bütün il tek piyasa hâline gelir. Mevsimler arası fiyatlar ortadan kalktığı gibi -mesafe ne olursa olsun- yerler arası fiyatlar da ortadan kalkar, yeryüzü tek piyasa hâline dönüşür.

“Saihûn” kelimesi tüm bunları içermektedir. Çünkü Kur’an burada bir müesseseden bahsetmektedir. Kişilerin teker teker seyahatlerinden söz etmemektedir.

الرَّاكِعُونَ

(elRAvKıGUvNa)

“Rükû edenler”

İnsanların birlikte hareket edip ortak ürünleri elde etmek için yöneticileri vardır, başkanları vardır. Onların yaptıklarına uymakla birlik sağlanır.

Aşiret/ocak içinde her aşiretin bir başkanı vardır. Beş vakit namazı beraber kılarlar.

Kabile/bucak bir topluluktur ve başkanları vardır. Başkanlar semtlere birer emir atamıştır. Bucak halkı o emirleri kabul etmiştir.

Şa’b/il merkez bucakları ve bu bucağın da başkanı vardır. İlçe merkez bucaklarına yöneticileri o başkan atar.

Kavimde/devlette merkez bucak vardır. Bölge illerinin yöneticilerini ülke başkanı atar.

İnsanlığın bir merkez ili vardır. Bu Mekke’dir. Mekke ilinin merkez bucağının başkanı kıta merkezlerine birer yönetici atar. Böylece insanlık örgütlenerek bütün insanlık için “çalışmada ve yaşamada birlik” sağlanır.

السَّاجِدُونَ

(elSAvCiDUvNa)

“Secde edenler”

Ocakta ocak halkından oluşan ocak meclisi vardır. Bucakta bucak halkından oluşan bucak meclisi vardır. Bunlar haftada bir defa toplanıp kongrelerini yaparlar.

Bunun yanında merkez bucaklar vardır. İl ve ilçe bucakları birer merkez bucaklardır.

Ülke ve bölge merkez illeri vardır. O ilin merkez bucakları ülke merkez bucaklarıdır.

Nihayet insanlığın da kıta merkezleri vardır. Buralarda insanlığın illeri ve bucakları bulunur. Yasama meclislerini bunlar oluştururlar.

Savaş böyle bir düzeni kurmak için yapılır. Birileri bunu kurmak isteyenlere mâni olurlar, kurmak isteyenler de onlarla kıtal yapmak zorunda kalabilirler.

Biz “Adil Düzen” için çalışacağız, insanlığa “Adil Düzen”i duyuracağız. Kendimiz kendi ocağımızda, kendi semtimizde ve kendi bucağımızda “Adil Düzen”i uygulayacağız. Diğer insanlar bizim bu tebliğimize göre hareket edecekler. Bazı iktidarlar belki baskı uygulayacaklar ama Adil Düzen çalışanları sabredip direneceklerdir. Sonunda onların işleri bozulacak, ya iktidarda olanlar olarak hakkı kabul edecekler ve yine onlar iktidarda kalacaklar, ya da iktidardan gidecekler ama onları oradan biz göndermeyeceğiz, Allah gönderecektir. O sorun bizim sorunumuz değildir. Bizim sorunumuz “Adil Düzen”i uygulayarak örnek gösterip tebliğ etmedir.

Sonra ne olmaktadır?

İşte, devletleri yıkıldıktan sonra biz yeniden devlet kuracağız, Adil Düzene göre devlet kuracağız. Biz devletleri yıkmayacağız, devletler kendi çıkmazları içinde yıkılacaklardır.

“Adil Düzen gelecek, kanlı mı gelecek, kansız mı gelecek, buna millet karar verecektir” sözü bunu ifade eder. Millet “Adil Düzen”i isterse kansız getirir, istemezse kanla gelir. Ama “Adil Düzen” İlâhi kader nedeniyle mutlaka gelecektir.

الْآمِرُونَ بِالْمَعْرُوفِ

(eLEAvMiRUvNa BieLMaGRUvFi)

“Marufu emredenler”

Bundan önceki altı vasıf İslâm düzeninin vasıflarıdır. Böyle bir düzen kurulacaktır. Gerekirse savaş yapılacak ve savaştan sonra yeni devlet olarak kurulacaktır. Biz mevcut devleti yıkmayacağız, mevcut devlet kendisi kendi kendini yıkacaktır. Yahut kendisini savunamadığı için dış güçler yıkacaklardır. Biz yıkılmış olan devletin üzerinde “Adil Düzen” devleti kuracağız. Yahut iktidardakiler bizi dinleyecekler, “Adil Düzen” gelecek, iktidarda yine onlar kalacaklardır. Biz asla siz inin biz çıkalım diye bir siyaset yapmayız. Bizim siyasetimiz böyle yapılması gerekir şeklindedir. Bunu da ekseriyet usulü ile değil, uzlaşma usulü ile yaparız. Biz herkesle uzlaşarak iktidarın oluşturulması taraftarıyız. Uzlaşma sağlanamadığı zaman hakemlere gidilerek hakem kararları ile uzlaşma sağlanacaktır.

Şimdi oluşan iktidar ne yapacaktır? İktidarın görevi ve yetkisi nedir?

Kur’an onu anlatmaktadır.

Marufu emredecektir.

Maruf nedir, nasıl bilinir?

Kişi kendisi için yaşama kurallarını koyar, ben böyle yapacağım, şöyle yapacağım der. Bunu ocağında ve bucağında ilan eder. O artık onun için maruftur. Komşularının artık ondan ona uymalarını bekleme hakları vardır. Kişi kendi kendisi için koyduğu kurallara uymazsa yönetim ona hatırlatır, emreder, yap der.

‘Ben saat dokuzda Ankara’ya otobüs kaldıracağım’ derse, halk da o saatte oraya gelirse, bunu söyleyen ‘ben vazgeçtim, otobüs kaldırmam’ diyemez.

Kişi her zaman taahhütlerini sona erdirebilir; taahhütlerini sona erdirdikten sonra artık maruf olmaktan çıkar.

Marufun ikinci kademesi ikili sözleşmedir. Bir araya gelip kişiler imzalayınca bu onlar için maruf olur, taraflar buna uymak zorundadırlar. Taraflardan biri uymazsa yönetim ona uymasını emreder. Kişiler sözleşmelerini tek taraflı olarak da sona erdirebilirler. Ne var ki bundan dolayı karşı tarafa zarar vermişlerse tazmin ederler.

Başkanın kararları da maruftur. Bir işe başlandığında ona sorumlu atanır. Kişi kendi kendisini sorumlu yapabilir. İsteyenler o işe onun sorumluluğunda katılırlar. Katılanlar artık o kimsenin o iş hususunda söylediğine itaat ederler. Bu maruftur. Kişi o işi terk edebilir ama orada kaldığı müddetçe ona uymak zorundadır. İşi terk ettiğinden dolayı zarar verse, verdiği zararı tazmin eder.

Marufun son ve kesin olanı hakemlerin kararıdır. Hakem kararlarına taraflar uymak zorundadırlar. Seçtikten sonra hakemlerin azli caiz değildir, ancak hakemler de hakem kararı ile azledilebilirler.

Emir ise tebliğden ibarettir. Diyelim ki biri alacaklı, diğeri borcunu ödemiyor. Alacaklı olan başkana gider ve ‘falan borcunu ödemiyor’ der; o da borçluya ‘borcun var mı’ der; ‘var’ derse, ‘o halde borcunu öde’ der. Ödemediği zaman iflasına karar verir. Borçlunun hakemlere gitme yetkisi vardır.

Emir icbar değildir. Emre uyulur. Emri yerine getirmeyenlere cezalar emredenler tarafından uygulanamaz. Onun için başka örgüt vardır.

وَالنَّاهُونَ عَنِ الْمُنْكَرِ

(Va elNAvHUvNa GaNi eLMuNKaRi)

“Ve münkerden nehy edenler”

“Münker” ise topluluk tarafından kendi topluluğu içinde uygulanmamak üzere konmuş yasaklardır. Yasakların konması maruf kuralları kadar basit değildir. İlk sözleşme yapanlar, topluluğu kuranlar yasakları koyarlar. Kurucuların hepsi imzalarlar. Sonra katılanlar bu yasakları kabul ederek katılırlar. Yeni yasakların konması için icma gerekir. Dayanışma sorumlularının ittifakı gerekir. İttifaka karşı hakemlere gidilebilir. Halk yasağın gereksiz olduğunu iddia eder ve hakemlere gidebilir. Hakemler iptal ederse yasak olmaz. İttifak hâsıl olmazsa, dayanışma sorumlularından biri hakemlere giderek ittifaka katılmayanın kötü amaçla katılmadığını iddia eder ve icma ehlinden dışarıya bırakabilir.

Bu yasaklara karşı yine sözleşmelerle ve icmalarla cezalar konur. O cezalara uymayanlar hakemlerin kararı ile cezalandırılır. Bu yargı kararlarını infaz eden güç silahlı güçtür. Uluslararası ilişkilerde bölgelerdeki ordular devreye girerler. Yurt içi yaptırımlarda il zaptiye teşkilatı devreye girer.

Burada iki görevli taraf yani emri bi’l-maruf yapanlarla nehyi ani’l-münker yapanlar birbirlerinden ayrılmıştır. “Ve” harfi ile atfedildiğine göre aynı kimseler değildir. Birine “yürütme”, diğerine “yönetim” demekteyiz. Yürütmede emirler hukuk düzeni içinde icra edilir. Geçici emirler verilir. Yönetmede ise hukuk düzeni değil askeri düzen uygulanır.

Yürütme ile yönetme bugün birleştirilmiş olduğu içindir ki sorunlar çözülememektedir. Bugün üç kuvvet vardır; Yasama, yürütme/yönetme, yargı. Yürütme ve yönetme yargının kararlarını uygulayandır, onun emrindedir. Diğer taraftan yargı yürütme ve yönetmeyi denetlemektedir. Bu çelişkidir.

İslâm sisteminde ise ilim adamlarından oluşan meclisler sözleşmeleri yani yasaları yaparlar. Halk bu yasaları kendi içtihatları ile uygular. Yürütme bu uygulamada karşılaşılan tıkanıklıları giderir, emri bi’l-maruf yapar. Yürütmede ve uygulamada doğan haksızlıkları hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargı belirler. Yargı kararlarına herkes kendisi kendi isteği ile uyar.

Uymayan olursa o zaman o kişi silahlı güce havale edilir. Silahlı güç hakem kararlarına uymayanları zorla uydurmaz; onları etkisiz hâle getirir, topluluk dışına iter. Hukuk düzeninde zorlama yoktur. Cezaların infazı da kişilerin kendi arzuları içinde yapılır. Bir kişi hakkında idam kararı alınmışsa, o kişi idam sehpasının sandalyesine kendisi çıkar ve ayağıyla sandalyeyi iter veya itilmesine izin verir. Artık bu suçunun cezasını çekmiştir. Tüm itibarı yerindedir. Malları vârislerine kalır.

Eğer hakem kararlarına uymamış ve silahlı güce havale edilmişse, silahlı güç onu öldürür, malları müsadere olur, öldürene kalır. Miras yoluyla intikal etmez. İslâm mezarlığına gömülmez, cenaze namazı kılınmaz.

وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللَّهِ

(Va eLXAvFıJUvNa Li XUvDUvDi elLAHi)

“Ve Allah’ın hudutlarını hıfz edenler”

Yürütme ile yönetmeden bahsettikten sonra şimdi yargıdan bahsetmektedir. “Ve” harfi ile atfettiğine göre yargı yürütme ve yönetmeden farklıdır. Yasamadan sonra ilin üç ana kuruluşudur. Bu âyette devletten değil ilden bahsetmektedir. Çünkü devletin esas görevi hukuk düzenini kurmadır. Devlet çay bardağına benzer. Su vardır, şeker vardır, çay vardır, limon vardır, kaşık vardır. Bardağın görevi bunlar arasında birliği sağlamaktır. Bardak eğer suyun içine karışacak olursa hem çayı zehirler hem de kendisi eriyip gider. Ordu bardak durumundadır. Halkı ve halkla beraber olanları dış saldırılara karşı korur ama iç işlerine karışmaz. Bugünkü huzursuzluklar ordunun ülkenin iç işlerine karışmasından doğmuştur. İçteki düzen Allah’ın hudutlarıdır.

Ebu Hanife, ‘fıkıh insanın hak ve görevleri bilmesidir’ diyor. Birinin hakkı diğerinin görevidir. Yani haklar aslında çizilen hudutlardır. Bu hudutları fıkıh çizer. Çizilen hudutlar şeriat olur. Bu sınırları tesbit edip muhafaza etmek için yargı vardır.

Taraflar arasında sınırlar konur, o sınırlar yerinde durduğu müddetçe ihtilaflar kolayca çözülür. Başkalarının tarlasına girmek isteyenler bu sınırları söküp sağa sola kaydırırlar. İşte bu taşların sökülmesini önlemek için tutulan bekçiler hakemlerdir.

Hudut taşları bazen hayvanlar tarafından, yağmur ve sel tarafından veya kötü niyetliler tarafından sökülür. Bu taşları yeniden yerine koymak için köyden iki kişi seçerler. Onlar araziye gider, bilirkişilere danışır, diğer hudut taşları ile karşılaştırır ve hudut taşlarını yerine koyarlar. İşte bunlar hakemlerdir.

Topluluğu yöneten kurallar vardır. Herkes bu kurallara uyarak hareket eder. Ne var ki kurallar yanlış anlaşılmış olabilir, farklı yorumlanmış olabilir. Bunları tesbit etme ve kuralları yerlerine oturtma görevi hakemlere verilmiştir.

Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer. Kendileri seçmezse onun dayanışması seçer. Yerinden oynamış sınır taşları bunlar tarafından yerleştirilir. Böylece şeriat topluluğun ortaya koyduğu kurallar tarafından korunmuş olur.

Hakemler ilçelerde bulunur. Bunu bu âyetin burada zikredilmiş olmasından anlıyoruz. Kıtal eden müminlerden değil de topluluğun düzenini koruyan bu gruptan bahsetmektedir. İl içindeki hakemler ilçelerde otururlar. Bucaklar içinde çıkan ihtilafları burada oturan hakemler çözerler. Hakemler bucaklara giderler ve sorunları orada çözerler. Bunu da namazdan sonra alıkorsunuz diyerek kişilerin cuma namazını kıldıkları yerlerde muhakeme olunacaklarını bildirmiş olmaktadır.

Allah Kur’an’da nefse fücuru da takvayı da ilham eder demektedir. Demek ki aklımıza birçok fikirleri getiren Allah’tır. Biz istihsan yaparken ilham alıyoruz, varsayımları öyle oluşturuyoruz. Bu ilhamın takva mı fücur mu olduğunu nasıl bileceğiz?

Bunun ayıracı Kur’an’dır. Bize gelen ilhama Kur’an’da delil bulabiliyorsak demek ki takva imiş. Aksi sabit olursa o zaman o fücurdur.

Burada dikkat edeceğimiz husus Kur’an’a mana verirken kurallara göre, usulü fıkha göre vermeliyiz. Yoksa usulü eğer bizim ilhamlara göre değiştirirsek o zaman Kur’an’ı fücura doğru çekeriz. Biz bu âyetlere böyle mana veriyoruz. Başkaları başka şekilde verebilir, başka sonuçlara varabilir, o da doğru olabilir.

Bizim “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”ndan başka hükümler içeren bir anayasa düzenlenebilir, bu anayasa da Kur’an’la yorumlanabilir. O zaman ne olacaktır? Ayrı ayrı bucaklarda değişik anayasalar uygulanacak ve bu oradaki halkın tercihine kalacaktır.

İnsanlığın ortak hükümleri ise hakemler yoluyla tesbit edilecektir.

Hakemler yasa yapıcıları değildir, hakemler yasa yorumcularıdır. Uygulamadan önce de yorumlayamazlar. Herkes kendi içtihadı ile yasaları yorumlar ve uygular. Uygulamadan sonra yasaların doğru yorumlanıp yorumlanmadığını tesbit ederler. Bu sebepledir ki sınırları koruma görevi verilmiştir. Sınırları tesbit etme görevi yargıya verilmemiştir.

Yargılamanın temel şartları vardır.

a) Hakemler ancak davacı ve davalısı olan konularda karar verirler, davacısı ve davalısı olmayan konularda karar verme yetkileri yoktur.

b) Hakemler ancak geçmişte cereyan eden olaylar hakkında karar verirler, gelecekte olacaklar hakkında karar vermezler. Şu yanlış yapılmıştır, doğrusu budur derler.

c) Bir olay hakkında karar verirler. Verdikleri kararlar benzer olaylara teşmil edilemez. Olay tekrar etse bile yeniden karar almak zorundadırlar. Emsal kararlar yasama demektir, yanlıştır.

d) Hakemlerin kararları yalnız davalı ve davacıyı bağlar, verdikleri karar başka hiçbir kimse hakkında karar olamaz.

Bu hükümler hep “Allah’ın hudutlarını hıfz ederler” ifadesinden istinbat edilebilir. Hakem kararları yasama, yürütme ve yönetme ile ilgili olmamalıdır. Hakemler karar verirler, onlar sadece beyan ederler. Onların elinde zorlama imkânları ve yetkileri yoktur. Bu sebepledir ki kazai icra yanlıştır. Kazai icra görevi yönetime aittir. Yönetim icra etmezse siyasi güç yönetimi değiştirir. Yoksa yönetimin üstünde askeri güç oluşturulamaz.

وَبَشِّرِ الْمُؤْمِنِينَ (112)

(Va BaşŞiRi eLMuEMiNIyNa)

“Ve müminleri tebşir et.”

Burada tebşir edilen müminler, Allah’ın cennet karşılığı mallarını ve canlarını aldığı müminler değildir. Bundan önce anlatılan iç güvenliği sağlayanlar da değildir. “Ve” harfi ile atfedildiğine göre başka müminlerdir. Harfi tarifle getirildiğine göre bildiğimiz müminlerdir.

Mümin demek güven sağlayan demektir. Başkalarına güven sağlayacaktır.

Bunu şöyle tanımlıyoruz. Bir ülkeyi ordu savunur. Bunun için başkan bölgelere ordu komutanları atar. Bu komutanlar o bölgeden olmayan ülke halkından asker toplar ve ordu oluşturur. Bunlar müminlerdir. Kendi illerinin ve bölgelerinin savunmasını değil de, başka illerin ve bölgelerin savunmasını yaparlar. Allah’ın cennet karşılığı mallarını ve canlarını satın aldığı savaşan kimseler bunlardır.

Benzer teşkilat ilde de vardır. İl başkanları ilçelerde zabıta amirlerini atarlar. Bugünkü jandarma teşkilatına tekabül eder. Bunlar o ilin başka ilçelerden olan halkının güvenliğini sağlarlar. Dolayısıyla bunlar da mümindir. Kendi güvenliğini değil de başkasının güvenliğini sağlamaktadırlar.

Buna benzer teşkilat bucakta da vardır. Bucak başkanı semtlere yöneticiler atar. Bunlar o bucağın o semtten olmayan halkından oluşan askerler toplarlar. Bunların görevi bucaktaki koruma işleridir. Semtlerini doğal âfetlerden ve yabani hayvanlardan korur, saldırganları gözetlerler.

Bu âyetler bu üç teşkilatı anlatmaktadır. Âyetin ilk kısmı ildeki iç güvenliği sağlayan silahlı gücü anlatmaktadır. Burada da bucaktaki zabıta gücünü anlatmaktadır. Bunlar müminlerdir. Çünkü kendi semtleri dışındaki kimselerin güvenliğini sağlamaktadırlar.

Bu üç grubun dışında ocaklar vardır. Ocaklarda da nöbetler tutulur. Ne var ki bunlar mümin değildirler. Bunun iki sebebi vardır, ocaklardaki bekçiler doğrudan çatışmaya girişmezler, sadece haber verirler. Diğer sebep de, başkalarının değil kendi güvenliklerini sağlamaktadırlar. Bu sebepledir ki burada onlardan bahsetmemektedir.

Bir de uluslararası güvenlik söz konusudur. Burada da başkalarının güvenliğini sağlama yoktur. Ulus ordularının üstünde ordu yoktur. Uluslararası güvenliği ulusların orduları sağlamaktadır. Yahut güvenliği sağlayan nöbetliler değil paralı silahlı güçlerdir. Dolayısıyla bunlar nöbetle bir iş yapmadıkları için mümin sayılmazlar.

Bucak semtlerinde nöbet tutanlar oranın güvenliğini insanlara karşı değil de doğaya karşı, doğal afetlere karşı, yabani hayvanların veya başıboş bırakılan ehil hayvanların zararlarından korurlar.

Her şeyi para ile yaptıran kapitalist zihniyet orduları da paralı askerlerden oluşturma eğilimindedir. Oysa insanın canını ölçecek hiçbir değer yoktur. Bu ancak inanmış askerlerden oluşan güç tarafından sağlanabilmektedir. Dolayısıyla isteyenler nöbetli olur ve bedenleri ile güvenliği sağlarlar, isteyenler de bedelli olup nöbetlilere mâli destek verirler.

Bunlar ücretli askerler değildirler ama ücret de alırlar. Zamanlarını buralarda harcadıklarına göre yaşamaları için gelirlerinin olması gerekir. Bugün subay ve astsubaylara maaş verilmektedir, erlere verilmemektedir.

Bizim sistemimizin bugünkü ordulardan farkı vardır.

1) Nöbetli veya bedelli olma kişilere bırakılan bir husustur. Dolayısıyla kimse zorlanmamaktadır. Bedel miktarı nöbetlilerin sayısını belirler. Ordu gönüllülerden oluşmaktadır. Sonradan bedelli olunamaz.

2) Ordularımız demokrattır. Halk ordularını ve ordu içindeki komutanlarını kendileri seçerler, istedikleri zaman da değiştirebilirler. Savaşta değiştiremezler.

3) Ordular doğrudan cumhurbaşkanına bağlıdır. Bütçeleri bağımsızdır, yürütmeye bağlı değildir.

4) Orduda çalışan herkes maaşını almaktadır. Subay er diye ayrılmamaktadır. Subaylar da nöbetle subaylık yapabilmektedir.

 

 


TEVBE SÛRESİ TEFSİRİ(9.SURE)
1-1 VE 2.AYETLER
2229 Okunma
2-3.AYET
1495 Okunma
3-4.AYET TEFSİRİ
1785 Okunma
4-5 VE 6.AYETLER
2038 Okunma
5-7 VE 8.AYETLER
1812 Okunma
6-9 VE 11.AYETLER
1638 Okunma
7-12 VE 13.AYETLER
1737 Okunma
8-14 VE 16.AYETLER
1737 Okunma
9-16.AYET-B
1583 Okunma
10-17 VE 18.AYETLER
1791 Okunma
11-19.AYET
2034 Okunma
12-20 VE 22.AYETLER
1535 Okunma
13-23 VE 24.AYETLER
1671 Okunma
14-25 VE 27.AYETLER
1635 Okunma
15-28 VE 29.AYETLER
6281 Okunma
16-30 VE 31.AYETLER
2615 Okunma
17-32 VE 33.AYETLER
2045 Okunma
18-34 VE 35.AYETLER
2741 Okunma
19-36 VE 37.AYETLER
1775 Okunma
20-38 VE 39.AYETLER
1746 Okunma
21-40 VE 41.AYETLER
1602 Okunma
22-42 VE 45.AYETLER
1584 Okunma
23-46 VE 49.AYETLER
1614 Okunma
24-50 VE 52.AYETLER
1674 Okunma
25-53 VE 55.AYETLER
1698 Okunma
26-56 VE 59.AYETLER
1637 Okunma
27-60.AYET
2096 Okunma
28-61 VE 63.AYETLER
1450 Okunma
29-64 VE 66.AYETLER
2138 Okunma
30-67 VE 69.AYETLER
1560 Okunma
31-70.AYET
1630 Okunma
32-71 VE 72.AYETLER
1742 Okunma
33-73 VE 74.AYETLER
1755 Okunma
34-75 VE 78.AYETLER
1589 Okunma
35-79 VE 80.AYETLER
1570 Okunma
36-81 VE 82.AYETLER
1833 Okunma
37-83 VE 85.AYETLER
1583 Okunma
38-86 VE 89.AYETLER
1622 Okunma
39-90 VE 93.AYETLER
1619 Okunma
40-94 VE 96.AYETLER
1530 Okunma
41-97 VE 99.AYETLER
2745 Okunma
42-100 VE 101.AYETLER
2225 Okunma
43-102 VE 104.AYETLER
1760 Okunma
44-105 VE 108.AYETLER
1529 Okunma
45-109 VE 110.AYETLER
1514 Okunma
46-111.AYET
2348 Okunma
47-112.AYET
3227 Okunma
48-113 VE 115.AYETLER
1493 Okunma
49-116 VE 117.AYETLER
1814 Okunma
50-118.AYET
2394 Okunma
51-119 VE 120.AYETLER
1617 Okunma
52-121 VE 122.AYETLER
1520 Okunma
53-123 VE 125.AYETLER
1800 Okunma
54-126 VE 127.AYETLER
1493 Okunma
55-128.AYET
2224 Okunma
56-129.AYET
1571 Okunma
57-128 VE 129.AYETLERDE MATEMATİK YAPI
1614 Okunma

© 2024 - Akevler