TEVBE SÛRESİ TEFSİRİ(9.SURE)
Süleyman Karagülle
1588 Okunma
9 VE 11.AYETLER

Tevbe Sûresi-6

بسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

اشْتَرَوْا بِآيَاتِ اللَّهِ ثَمَنًا قَلِيلًا فَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِهِ إِنَّهُمْ سَاءَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (9) لَا يَرْقُبُونَ فِي مُؤْمِنٍ إِلًّا وَلَا ذِمَّةً وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُعْتَدُونَ (10) فَإِنْ تَابُوا وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَنُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ (11)

 

اشْتَرَوْا بِآيَاتِ اللَّهِ ثَمَنًا قَلِيلًا فَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِهِ إِنَّهُمْ سَاءَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (9)

(iŞTaRav Bi EAvYATi elLAHi ÇaMaNan QaLıLan Fa ÖadDUv GaN SaBIyLıHIy EnNaHuM SAyEa MAv KAvNUv YaGMaLUvNa)

Bundan önceki âyette müşriklerin ağızları ile sizi razı etmeye çalıştıkları, oysa kalplerinin bundan iba ettiği bildirilmiş ve sonunda ekserisinin fasık olduğu söylenmiştir. Bundan şu manayı çıkarmıştık. Demek müşriklerin de şeriatları vardır, kendi aralarında ona yani o şeriata göre hareket etmektedirler. Sadece bunların mahkemeleri yoktur. Sorunları kabile başkanları arasında uzlaşma veya savaşla çözüyorlar.

Bugünkü insanlık da böyledir. Birleşmiş Milletler var. Ekseriyet kararı ve uygulamaları ile Birleşmiş Milletler’in Güvenlik Konseyi olarak birlikte yaşıyoruz ama bunların “hakemlerden” oluşmuş bir yargıları yani gerçek anlamda adaletleri yoktur.

Fasık olanların vasıfları anlatılmaktadır. Fasık olanlar nekre olduğu için onların hâli olabilir. Fiil-i mazi olarak geldiği için onların vasıflarını değil de hallerini göstermektedir. Bir defa yaptıkları anlatılmaktadır.

Mekke müşriklerinin satın aldıkları semen-i kalil, anlaşmayı bozdukları zaman temin ettikleri çıkardır; küçük bir çıkar görmüşler ve Hudeybiye Anlaşması’nı bozmuşlardır.

Bugünkü müşrikler ABD’deki faizci sömürü sermayesi sahibi 200 İsrail oğlu ailesidir. İnsanlıkla anlaşma yapmışlardı; doları altınla değiştireceklerdi. Böylece doları dünyaya dünya parası olarak kabul ettirdiler. Altınlarının karşılığı olarak beş misli dolar çıkardılar ve insanlığı soydular. Sonunda 1970’li yıllarda bu sözlerinden de vazgeçtiler. Artık doları altınla değiştirmiyorlar. Böylece Allah’ın âyetlerini ucuz fiyatla değiştirdiler.

Sözde durmanın kaynağı basit çıkarlardır.

“İşterev”deki zamir “Fasikûn”a gitmekte yani müşriklerin ekserisine gitmektedir. Bütün müşrikler kastedilmemektedir.

Bugünkü müşriklerin durumu şöyledir: Haçlı Seferleri başlamadan önce Avrupa tarım dönemini yaşıyor, henüz mübadele dönemine geçmemiştir. Avrupa’daki vadiler şövalyeler tarafından bölüşülmüş, oraların savunmasını ve güvenliğini onlar sağlıyorlardı. Toprak onlarındı, halk ortak olarak çalışıp üretim yapıyor ve yaşıyordu. Toprakların bir kısmı kiliseye aitti. Onlar da derebeyliğin iç hukuk düzenini sağlıyorlardı. İnanmış halk olan Avrupalılar bin sene böyle huzur içinde yaşamışlardır. Derebeyleri halkın maddi ihtiyaçlarını gideriyor, halk onları seviyordu. Kilise halkın manevi ihtiyacını gideriyordu, halk onları da seviyordu. Kilise ile beyler de anlaşmışlar, birbirlerinin işine ve toprağına müdahale etmiyorlardı.

İslâmiyet Endülüs yoluyla Avrupa’ya girmeye başlayınca Avrupa halkı uyanmaya başladı. İslâmiyet’in Avrupa’ya yayılmasını önlemek için Haçlı Seferleri düzenlediler. Yüzbinlerce kişi Ortadoğu’ya geldi. Bir ara Kudüs’ü aldılar ve 200 sene yönettiler. Askerler ülkelerine dönerken yağmaladıkları malları alıp Avrupa’ya götürüyorlardı.

Hazreti Davut aleyhisselâmdan beri Avrupa’ya gidip gelen gemi seferleri vardı. Askerler Akdeniz kıyılarında karaya çıkınca getirdikleri malları oradaki esnafa satıyordu. Avrupa tarım ülkesi idi. Avrupa’daki Yahudilerin tarlaları yoktu, sanat da ellerinden gelmiyordu, ticaretle geçiniyorlardı. Ne var ki ticaret en aşağı meslekti, utanılacak bir meslekti, Avrupalılar ticaret yapmaya tenezzül etmezlerdi. Bundan dolayı Avrupa kıyılarına askerlerin getirdikleri malları Yahudi esnafı almaya ve satmaya başladı.

Bu ticaret Avrupa’da bilhassa kıyı kasabalarını yavaş yavaş tarım döneminden çıkarıp ticaret dönemine getirmeye başladı, Yahudi esnafı tüccar oldu. Paraları olduğu için de halk onlara saygı göstermeye başladı. Derebeyleri ve kiliselerin huzuru bozuldu.

İşte o tarihten itibaren Avrupa’da siyasiler ile sermaye arasında savaş vardır.

Bu savaş hâlâ devam etmektedir.

Çeşitli aşamalar geçirdikten sonra sermaye sonunda kâğıt parayı keşfetti. Bunu da yine Müslümanlardan öğrendi. İslâmiyet’ten önce İranlılar devlet olarak malları halktan alıp devlet hazinelerine koyar, sonra hak sahiplerine belge verir, halk da bu belge ile ambarlardan malları çekerdi. Belge üzerinde mal yazılmaz, sadece pay yazılır, mesela gümüş gram yazılır, mallar fiyatlandırılıp öylece müstahaklara verilirdi. İranlılar buna “çek” demekte idi. Araplar ise “ç” harfini kullanmadıkları için ya “şek” ya da “sak” derlerdi.

İşte bu “çek” kelimesi uygulamalı olarak Avrupa’ya geçti ve bugünkü Türk Lirası veya dolar oldu. Yahudi bankerleri altını alıp çek veriyorlardı. Ayrıca altına faiz de vermeye başladılar. Sonra altını halka faizle kredi olarak vermeye başladılar. Halk altını alıp götüreceğine çeki alıp götürmeyi tercih etti ve altın para doğdu. Ancak bazı bankerler bu işi çok fazla ileri götürdüler ve altın talebini karşılayamadılar. O zaman devletler altının en çok beş misli altın para çıkarılacağını hükme bağladılar. Sonra derebeyleri bu işi kendileri yapmaya başladılar. Bu para çıkarma hakkına senyoraj hakkı dediler.

Büyük devletler oluşunca Merkez Bankaları kuruldu. ABD’deki Merkez Bankasını (FED) Yahudi zenginleri kurmuşlardı. Diğer bankalar yavaş yavaş bu bankanın şubesi hâline geldi. Hâlen de ABD’de Merkez Bankası 200 kadar tekel sermaye sahibi Yahudinin elindedir.

Dünya ülkelerindeki Merkez Bankaları hazineye altın koyar ve ona karşılık beş misli millî paralarını çıkarır, halk istediği zaman Merkez Bankası’na gider altınını alırdı.

Faizci Amerikan sömürü sermayesi, İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra dünya Merkez Bankaları ile anlaştı. Altınları ABD Merkez Bankası (FED) stok edecek, dolarla istendiği zaman değiştirecek, devletler ise altın yerine doları stok edeceklerdi. Böylece tüm dünyanın senyoraj hakkını sömürü sermayesi eline geçirdi.

1970’lerde bu uygulamadan da vazgeçerek karşılıksız dolar üretmeye başladı. Türkiye dâhil diğer uluslar da işte bu karşılıksız dolar karşılığı para üretmektedirler.

İsrail oğulları insanların koyun yani hayvan, kendilerinin insan olduğunu söylüyorlar! İnsanın onlara hak veresi geliyor. İnsan olan hâlâ bu karşılıksız doların peşinden koşar mı?

İşte böylece günümüzün müşrikleri verdikleri sözlerinde durmamaktadırlar.

Ama fetih yakındır ve onlar tecrit edilecek, sömürü düzenleri sona erecektir.

Uyanan devletler yavaş yavaş faizci sömürü sermayesini dinlemez oldular. Obama, Putin ve Papalık üçlüsüne Çin de katıldı ve sömürü sermayesi siyasi hâkimiyetini yitirdi ama karşılığı olmayan dolar hâkimiyetini hâlâ elinde tutmaktadır. Yüz yıl öncesinde yaptığı gibi şimdi de üçüncü cihan savaşını çıkarıp dünyanın haritasını yeniden kendine göre çizmek istemektedir. Ortadoğu’daki olayların sebebi budur.

Ama yakında “Adil Düzen” dünyaya hâkim olacaktır. İstanbul’da “Kuyumcular Kooperatifi” kurulacak ve bu kooperatif “Altın Para” çıkaracaktır. Bu paralar bankalarda ulusal paralarla alınıp satılacaktır. Kuyumcular ise altınları bu para ile birebir satacaklardır. Alırken fazla alarak kâr edeceklerdir.

İşte o gün bu âyetler okunacak, “Altın Para” karşılığı olmayan ulusal paralar İslâm devletlerinin garantisinde olmayacak, konvertibl (çevrilebilir) olmayacaktır. Oysa “Altın Para” karşılığı çıkarılan paralar ise Kuyumcular Kooperatifi’nin garantisinde konvertibl yani çevrilebilir olacaklardır.

Merkez Bankaları ne devletin ne de sermayenin olacaktır. İstanbul’da kurulacak ve tüm dünyada her ilçede şubeleri bulunacak kooperatifin kredileşme bankası, çağımız insanlığının beklediği altın parayı çıkaracaktır.

Bu âyetin nâzil olduğu zamanda bu âyet çok net ve açık değildi. Şimdi ise çok açıktır. Çıkarları için sözlerinde durmayanları anlatmaktadır.

Burada bir husus insan zihnini kurcalar. “Az bir semenle” denmektedir. Bu semen nasıl az oluyor? Tüm dünyayı karşılıksız satın alıyor ama nasıl oluyor da az semendir?

Bunu anlayabilmek için şuna bakmalıyız. Aslında para karşılıksız olunca para olmaktan çıkar. Dolayısıyla altınla değiştirilemeyince sahte para çıkaranlar için de o para sahte olur. Nitekim ABD Merkez Bankası dünyaya faizle dolar veriyor ama aldığı faiz kadar, hattâ ondan fazla enflasyon oluyor. Sonuçta artık varlığını çoğaltamıyor, aksine küçültüyor. İşte, sömürü sermayesinin yok oluş sebeplerinden biri de bu olacaktır. Bilerek veya bilmeyerek sermaye aslında kendi kuyusunu kendisi kazmaktadır.

“Kalil” az manasına geldiği gibi sıfatı müşebbehe olarak da azalan para, sahte para anlamına da gelebilir. İsim olarak değil de sıfat-ı müşebbehe olarak düşünülürse mastarları içerirler.

اشْتَرَوْا

(iŞTaRaV)

“İştira ettiler.”

“Şira” var, “Bey’” var. İkisi de satmak anlamındadır.

“İştira ve ibtiya ise satın alma anlamındadır.

“Bey’”  elleri tutmadır. Akit yaparken biri el tutar ve teklifte bulunur. El tutulu kaldığı müddetçe teklif sürmektedir. Bu esnada karşı taraf kabul ederse teklif edenin artık rücu etme yetkisi yoktur. Kabul eden de rücu edemez. Fıkıhta bu meclisle ifade edilmiştir. 

Kur’an ise “Bey’” kelimesini mübayaa olarak da zikretmektedir. Önemli akitlerin yazılı olmasını istemektedir. Taraflar imza ettikleri takdirde akit tamamlanmış olur.

Bugün elektronik makineler akdin tamamlanması için kullanılmaktadır. Örnek olarak telefonla mesaj gönderirsin. O da kabul mesajı ile mukabele eder. Bu mesajlar bilgisayarlarda muhasebe dosyalarına geçer ve akit böylece tamamlanmış olur. Bunun için parmak izi ile açılan ve çekildiği zaman kapanan programların yapılması gerekir. Bey’ ikisi arasında vuku bulur. Ekonomik olması gerekmez. Evlenme akdi de bey’ ile olur. Başkana biat etmek de bey’ ile olur. Bey’de bedel varsa bütünün bedelidir. Toptan fiyattır. Parçaların fiyatı yoktur.

Şira” ise “şerare” ile akrabadır. “Şerare” alevden kopan bir parçadır. Malın bir parçasını elden çıkarmadır. Birim fiyatları ile satılır. Parça parça sayılmış olur. Kilosunu beş liradan satarsınız, tartarsınız ve ona göre değerini bulursunuz.

İştira etme” ise satın almadır.

Şirada miktar ile bedel arasında matematiksel bağ vardır. Bu fonksiyonun orantılı olması gerekmemektedir. Miktar çoğaldıkça fiyat düşebilir. Bey’de birden değişme vardır. Şirada ise zaman içinde yaygın değişme olabilir. Şira semen bedelli olmak zorundadır. Ekonomik alışverişler şira, sosyal alışverişler bey’dir.

بِآيَاتِ اللَّهِ

(Bi EAvYATi elLAHi)

“Allah’ın âyetleri ile”

“Allah’ın âyetleri ile satın aldılar.”

Bey’de ikisi de mebi’ olabilir. Şirada ise biri mebi’ biri semendir. “Semen”in başına “Bi” gelir. Semenle mebi’in hükümleri ayrı ayrıdır. Semen misliyattandır. Aynen teslimi gerekmez. Mislini verdiğiniz zaman borcunuzu eda etmiş olursunuz. Mebi’de mal kiminse onun riskini o taşır. Helâk olursa sahibinin malı helâk olmuş olur. Semende semen kimin elinde ise onun elindeki mal helâk olmuş olur. Malda artıp eksilme sahibine ait olduğu halde, semende ise artıp eksilme zilyede aittir.

Burada Allah’ın âyetleri mebi’ değerle semen yapılmış, kalil semen ise mebi’ yapılmıştır. Çünkü onlar Allah’ın âyetlerini para gibi kullandılar. Amaçları ayetleri vererek onunla başka şeyi elde etme idi.

Buradaki “Allah” kâinatı var eden Âlemlerin Rabbi de olabilir yahut O’nun yeryüzündeki halifesi topluluk yani insanlık da olabilir.

Doğa kanunları vardır, ister istemez herkes onlara uyar, uymak zorundadır. O âyetleri satmak mümkün değildir. Bir de topluluğun sözleşmelerle oluşturduğu kurallar vardır. Bunlar da âyettir. Bu kurallara uymamak bunları satmaktır, daha doğrusu bunları kazanç aracı olarak kullanmaktır.

Âyet” yollara konan işaret taşlarıdır yahut komşu araziler arasına konan taşlardır. Trafik levhaları veya sınır taşlarıdır. Âyetler kesin bilgi verirler. İnsanlar arası hakların sınırlarını belirleyen cümleler de âyetlerdir, topluluğun âyetleridir.

Şeriat tarafından çizilen bu sınırlar bir bütündür, bir takımdır. Bundan dolayı dişi kurallı çoğul getirilmiştir. Verilen sözlerin hükümleri topluluğun âyetleridir. Âyetler burada Allah’a izafe edilmiştir. O halde bellidir, bilinen şeylerdir.

Allah’ın bir düzeni ve bu düzenin kuralları vardır. Bunlar değişmez ilâhi kanunlardır. Ne var ki bunların uygulanması zaman ve yere göre değişmektedir. Şartlar değiştikçe o şartlara uygun hükümler uygulanır. Kur’an gelinceye kadar bu hükümler ilâhi vahiy ile konurdu. Peygamberler veya onların halifeleri bunları insanlara beyan ederlerdi. Kur’an geldikten sonra bu farklı uygulamalar içtihat ve icmalarla sabit olacaktır.

Her bucağın âlimleri olacaktır. Bunlar imamlar ve öğretmenlerdir. Bunlar orta öğrenimi görmüş kimselerdir. Bunların illerde fakih danışmanları vardır. Onların yani fakihlerin de ülkede rasih (üstün ehliyetli) danışmanları vardır. Özel hukukta herkes kendi rasihinin mezhebi ile amel eder. Bucağın kamu hukukunda ise oranın âlimlerinin ittifakı veya icmaları ile oluşan bir yasa ile yönetilir. Bunların hepsi birer âyettir.

ثَمَنًا قَلِيلًا

(ÇaMaNan QaLıYLan)

“Kalîl semen.”

“Es-semnu” (Sin’le) sade yağ demektir. “Semin” (Sin’le) dolgun hayvan demektir. “Semen” (Se ile) sayıların oluşmuşu anlamında 8 sayıdır. Çobanlık döneminde yağ para olarak kullanılmış olmalı ki para anlamında “semen” denmektedir.

Paradır. Yağ para olarak kullanıldığı için “SİN” “Se”ye dönüşerek para manasını almıştır. Sekiz de üst ara birimidir.

Kulle seramikten yapılmış su kabıdır, küptür. Su hacmini ölçmek için kullanırlar. Kıllet masdarı az olma veya azalma anlamında kullanılır.

“Kalle / Yekıllu” fiili azalmak demektir, “Kalil” de onun ism-i failidir. Azalan anlamındadır. Yani “kalil” kelimesi az anlamına gelir, azalmış anlamına da gelir. Azalmış anlamında kullanıldığı zaman enflasyonist para anlamındadır.

Paranızı faizle bankaya verirseniz banka size yüzde 10 faiz verir. Bir yıl sonra 110 lira olarak alırsınız. Ama o sene yüzde yirmi enflasyon olmuştur, aslında siz paranızı 90 lira olarak almış olursunuz. İşte faizli para aynı zamanda enflasyonlu paradır. Daima faizden çok enflasyon olur, dolayısıyla böyle bir para elde etmek için sözden vazgeçmek demek azalan para ile alışveriş yapmak demektir.

Amerika’da 200 Yahudinin sahibi olduğu Merkez Bankası (FED) işte böyle bir doları ortaya çıkarmaktadır. Bu para devamlı enflasyon içinde yaşamak zorundadır. Bir gün gelir birden tepetaklak gidiverir. Azalma yerine helâk olma durumuna düşer.

Doların akıbeti budur, böyle olacaktır.

Çin ve Rusya ‘ben dolarınızı artık para olarak kullanmıyorum’ dese, borçlu ülkelere altın değeri ile faizsiz borç verse, tüm dolar sömürü sermayesine iade edilmiş olur ve onun elinde kuru yaprak yani kâğıt yığını kalmış olur.

فَصَدُّوا عَنْ سَبِيلِهِ

(Fa ÖadDUv GaN SaBIyLıHIy)

“Sebilinden sudud ettiler.”

“Sebilinden saddettiler.”

Sed” “sin” harfi ile akan suyun yönünü değiştirmek için konan engeldir, “sad” harfi ile saddetmek yolundan alıkoymak demektir. Lazım veya müteaddi olabilir. Kendisi sed etmiş veya başkasını sed ettirmiştir.

Sebil” ağ yol demektir. Birbirine bağlayan yollar demektir. Müzekker ve müennes olabilir. Yollar fabrika gibidir. Malların değiştirilmesi ile yararları artmış olur. İnsanları daha çok gün içinde yaşatır. Emeksiz üretim yapar. Bu sebeple kelimede dişilik alameti olmadığı halde dişi olabilmektedir.

Arapçada böyle 150’ye yakın kelime vardır. Bunlarda dişilik alameti yoktur ama onlara dişi zamir gider. Tavsif edilirken dişi olarak tavsif edilirler. Bunlar iki gruptur. Bir grubu olarak insandaki çift uzuvlardan birinin adı dişidir. Mesela göz anlamındaki ayn böyledir. Diğeri ise doğurgan olan varlıklar dişidir. Örnek olarak Güneş dişi, Ay erkektir. Ay doğurgan değildir. “Sebil” kelimesi de doğurgan kabul edilmiş ve dişi olarak zamirlenmiştir. Doğurganlığı tam olmadığı için erkek zamir olarak da gönderilir. “Sae sebila” denirken erkek olarak zikretmektedir. “Tebğuneha ıvecan” derken de müennes zamir gönderilmektedir.

Sebil” kara, deniz, hava ve demiryolları gibi eşya ve insan taşıyan yollar olduğu gibi, su ve petrol boruları da sebildir, elektrik ve telefon hatları da sebildir, internet sebildir. İnsanlar arası ilişkinin kurulmasını sağlayan tüm irtibat araçları sebildir. Sebil sayesinde topluluk oluşmaktadır. Buradaki zamir Allah’a gitmekte, topluluğa gitmektedir.

إِنَّهُمْ

“İnNaHuM)

“Onlar”

Onlar” zamiri fasıklara gitmektedir. Yani müşriklerin ekserisine gitmekte, bütün müşriklere gitmemektedir. Zamirin uzağa gitmesi için karine olması gerekir. “Hum” “İnne”nin ismidir, “Sae” haberidir. Onlar amel ettikleri sev’et etmiş olanlardır. Türkçede bu tür cümleler yapılmaz, sıla harfleri getirilir.

İnsanlık Hazreti Nuh aleyhisselâmdan önce yargı sistemine sahip değildi. Yazılı şeriatları da yoktu. Kabile başkanları kabileyi yönetiyordu. Kabileler arasında sözde durma ilkesi vardı. Herkes sözünün eri idi. Sözde durmayanlara karşı savaş ilan edilirdi.

Bu doğal hukuktur.

Müşrikler hâlâ cahiliye dönemini yaşamak istemektedirler. Sözlerinde durmak şartı ile onların bu ilkel durumlarına da baskı yapmamaktayız.

سَاءَ

(SAyEa)

“Sev’et emiştir.”

“Seve” siyahlık anlamındadır. Bir elmanın kendisine özgü rengi vardır. Arızalanmışsa orası kararır. İşte o sev’ettir. Çürüyen yer, bozulan yer anlamındadır. İnsanlar aldıkları besinin işe yarayanını bağırsaklarla kana gönderirler. İşe yaramayan, çürümüş, bozulmuş artıkları dışarıya atarlar. Bu atıklar sev’ettir. Atık yeri de sev’et kabul edilmiştir.

Vücudun içinde karbonhidratlı besinler vardır. Oksijenle birleşir ve karbondioksitini dışarıya atarlar. Ayrıca azotlu besinler vardır. İşe yaramayan azot bileşiklerini de önden dışarıya atarlar. Dolayısıyla oradan atılan da sev’ettir.

Hayvanlarda utanma yoktur. İnsanlar da tüylü iken utanmıyorlardı. Yasak ağaçtan yedikten sonra tüyleri döküldü ve o zaman utanmaya başladılar. Yaprakla oralarını örttüler. İşte o günden bugüne insanlar giyinmektedirler.

مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (9)

(MAv KAvNUv YaGMaLUvNa)

“Amel ettikleri.”

“Buradaki “Mâ” “Sae”nin failidir. Amel ettikleri belli değildir, sev’et şekli bellidir. O da sözlerinde durmadıkları için sosyal yapının bozulmasıdır.

İnsanlar devlet aşamasından önce de sözlerinde duruyorlardı. Sözlerinde durmayanlar kötü insan kabul edilirdi.

Çocuklarımızı sözlerinde duracak şekilde eğitmeliyiz. Bunun için biz çocuklara verdiğimiz sözlerde durmalıyız. Örnek olarak sözünde duran insan olmalıyız.

Çocuklara 32 farz okutulur. Bu farzların içinde sözde durma olmalıdır. Yanlış söyleyebiliriz ama yalan söylememeliyiz.

İki türlü söz vardır. Biri yeminsiz sözdür. Zorunlu durumlarda bu söz üzerinde durulmazsa kişi sorumlu olmaz. Durmadı değil duramadı olur. Ama yeminli ve şahitli sözler üzerinde her ne şart içinde olunursa olunsun sözde durulmalıdır.

Sözde durmayı amel olarak göstermiştir. Yani verilen söz ameli içerecektir demektir. Kabul de bir amel sayılır.

لَا يَرْقُبُونَ فِي مُؤْمِنٍ إِلًّا وَلَا ذِمَّةً وَأُولَئِكَ هُمُ الْمُعْتَدُونَ (10)

(LAv YaRQuBUvNa FIy MUEMıNın EilLa Va LAv ÜimMaTan Va EuLAvEiKa HuM elMUGTaDUvNa)

Âyet tekrar edildi. Birincilerdeki zamir ile buradakilerdeki zamir farklıdır. Birinciler bizimle anlaşma yapıp sözünde durmayanlardır. İkinciler ise fasık olan bütün müşriklerdir. Bize verdikleri sözde durmamak ayrı, kendi arlarında fasık olmak ayrıdır. Burada onların dış ilişkilerinden bahsetmektedir. Allah’ın âyetlerini kalil semenle değiştirmeleri dışında onlar da diğerleri gibi, mümin olanlar illen ve zimmeten rakabet etmiyorlar.

Biz bugünün müşriklerinden bahsederken iki grubu ele alıyoruz. Biri, dağlara çıkıp eşkıyalık yapan müşriklerden söz ediyoruz. Diğeri ise ABD’deki ikiyüz sömürücü sermaye sahiplerinden bahsediyoruz. Görünürde ikisi birbirlerinden çok farklıdır. Dolayısıyla bu âyetlerde her iki müşriğe ayrı ayrı işaret etmektedir. Gerçekte bunlar köstebek yuvasıdırlar. Aralarında tünel vardır, birliktedirler. Bize iki baştan veya baş ve kuyruktan görünmektedir.

Sömürü sermayesi dünyayı yönetmek için sivil teşkilat kurmuştur. Bunlar masonlar ve buna benzer sivil kuruluşlardır. Mesela TÜSİAD böyledir. Bunlar sömürü sistemine odun taşıyanlardır, sistemi ikmal edenlerdir. Çıkar temin ederek halkı sömürmektedirler.

Kur’an insanların gruplanmalarını ve dayanışma içinde olmalarını ister. Bu gözle bakıldığı zaman masonluğu kötü görmemiz mümkün değildir. Biz masonluğu değil gizliliği kötü görüyoruz. Bize karşı görünmez oldukları gibi kendi aralarında da derece derece gizlilik içindedirler. Örnek olarak, bunların doktoru sağlam bir insana deli raporu verebilir veya aynı kişiyi hapishaneye koyabilir. Bu iddialar belki yalandır ama gizli olmaları sebebiyle onlar hakkında söylenen bu sözleri doğrular gibi görünüyor.

Bu müşrikler yalnız masonluk benzeri gizli kuruluşlar kurmakla kalmazlar. Diğer taraftan silahlı gizli mafya da kurarlar. Onları gerektiği yerde kullanırlar. Senet mafyası, rüşvet mafyası, iş mafyası ve silahlı mafya vardır. Bugünkü PKK’yı finanse edenler bunlardır. Dolayısıyla ABD’de altın parayı değiştirmeyi reddeden ve karşılıksız para ile dünyayı soyan müşriklerle dağlardaki PKK arasında tam birlik vardır ama görüntüleri farklıdır.

Biz bunları yazarken onlara düşmanlığımızdan değil, onların bunlardan vazgeçmeleri gerektiğini duyurmak için yazıyoruz. Yoksa bugünkü sanayi uygarlığının onların eseri olduğunu her vesile ile söylüyoruz. Bize düşen açık tebliğdir, gerisini kendileri bilir.

 

فَاسِقُونَ

وَأَكْثَرُهُمْ

يُرْضُونَكُمْ بِأَفْوَاهِهِمْ وَتَأْبَى قُلُوبُهُمْ

إِلًّا وَلَا ذِمَّةً

فِيكُمْ

لَا يَرْقُبُوا

وَإِنْ يَظْهَرُوا عَلَيْكُمْ

الْمُعْتَدُونَ

وَأُولَئِكَ هُمُ

 

إِلًّا وَلَا ذِمَّةً

فِي مُؤْمِنٍ

لَا يَرْقُبُونَ

 

 

Birinci âyette bizimle anlaşma yapan, aslında barış içinde olduğunu iddia eden ABD’deki sömürü sermayesi müşrikleridir. Bizi ağızları ile memnun etmek isterler ama içleri kinlerle doludur. Kinlerle dolu olmasının sebebi şudur.

Allah yeryüzüne sadece iki şeriat kitabı göndermiştir. Bunlardan biri Tevrat, biri de Kur’an’dır. O devirlerde müsbet ilim gelişmediği için insanlar içtihat yapmayı bilmiyorlardı. Dolayısıyla Tevrat bir fıkıh kitabı gibidir, daha çok o devre ait uygulamaları göstermektedir. Günümüzdeki sorunları kıyas yoluyla çözeriz. O zaman yeryüzünün hükümranlığı İsrail oğullarına verilmişti. Çünkü aile dışında eğitim müesseseleri yoktu. Kur’an ise fıkıh kitabı değildir, fıkhı öğreten kitaptır. Kur’an içtihat ve icma müesseselerini koymuştur, yere ve zamana göre değişen sorunların nasıl çözüleceğini öğretmiştir. Kur’an ilâhi hilafeti İsrail oğullarının imtiyazından almış ve tüm insanlığa sunmuştur. Gönüllü olanlar asker olurlar yani mümin olurlar ve insanlığın düzenini bunlar korurlar.

Bu sebepledir ki sömürü sermayesinin en çok buğuz ettiği kimseler Kur’an ehlidirler, onların içinden de şeriat ehlidirler.

Mustafa Kemal şeriatçıdır. Tarikatları kapattı, şeriatı ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne devretti. Mustafa Kemal onlara verdiği sözünün tamamında durdu. Ne var ki öyle işler yaptı ki sonunda onların istediği yere varılmadı, dinsiz bir Türkiye oluşmadı.

İkinci âyette bahsedilen kimseler ise PKK’lılardır. Bunlar birbirlerinden farklı değildirler. Bir şirkin iki görüntüsüdürler.

Birinci âyette bize zahir olurlarsa şartı getirilmiştir. İkincisinde böyle bir şart yoktur.

Sermayenin canlanması 1500’lü yıllarda başlamıştır. Önce Medine’de onlara yüksek makam verilmiştir. Sonra ihanet etmişler ve Medine’den sürülmüşlerdir. Rahat durmamışlar, zamanla Arabistan’dan da sürülmüşlerdir. Kur’an geldiği zaman Yahudilerin merkezi Medine idi ama zamanla her yerden kovulmuşlardı. Dr Mete Firidin arkadaşımız Hazreti Musa’nın gittiği Medyen’in Medine olduğunu söylemektedir. Doğru olabilir. Hazreti İbrahim peygamber İsmail’i Mekke’de bırakmış ve orada bir İslâm uygarlığı kurulmuştur. Sonra Kudüs fethedilince Yahudiler mukaddes topraklardan kovulmuşlardı. Hazreti Ömer onların orada yerleşmelerine izin verdi. İspanya’da soykırımına uğratıldıkları zaman Yahudileri ülkesine kabul eden Osmanlılar olmuştur. Yahudileri hep biz koruduk, gelecekte de biz koruyacağız. Çünkü Hıristiyanlara yaptıkları çok acıdır. Birinci ve İkinci Cihan Savaşlarını onlar çıkardı, on milyonlarca Hıristiyanın kırılmasına sebep oldular. Kilise’yi onlar perişan etmişlerdir. Papalık ile hâlâ uğraşmaktadırlar. Müslüman dostu Papa’yı istifaya zorlamışlardır. Hıristiyanlar bugün 2 milyar, Yahudiler 20 milyon kadardır. Yüzde bir kadar birilerinin onları yenmesi mümkün değildir. Mağlup edilen Almanya ve Japonya biliyor ki bu oyunları kendilerine Yahudiler oynadı. Yine tek sığınacakları yer Müslümanlar olacaktır.

Bununla beraber fırsat bulup da bize karşı galip gelirlerse ill ve zimmete riayet etmezler. Kur’an bize bu haberi veriyor. İkinci âyette ise PKK’lılardan haber veriyor, onlar da mü’minler için aynı şeyi söylüyor: Kürt de olsalar mümin iseler ölüme mahkûmdurlar. Eğer Kürtçülüğü doğudaki din ve ilim adamları yapsalardı şimdi çoktan orası ayrılmıştı. Ama mümin düşmanı oldukları için görünürde de olsa müminlere aralarında yer vermezler. Bu da Kürtler ile Türklerin arasını açmadaki başarısızlığın başlıca kaynağıdır.

“Lâ Yerkabûn” da nun şartın cevabı olduğu için düşmüştür. İkisi aynıdır.

“Fîküm” yerine “Fî müminin” denmektedir. Yani kendilerinden olsa da mümin olduğunda ona düşmandırlar.

Cumhuriyet hükümetleri doğululara, Kürtlere iki hususta zulüm yapmıştır.

Bunlardan biri medreselerin kapatılmasıdır. Oysa medreseler uygarlık kaynağı idi. İstanbul’daki medreseler bozulmuş, donuklaşmış ve hayatiyetlerini kaybetmiştir. Oysa doğudaki medreseler ilim kaynağı olmaya devam ediyordu. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın Marifetname’si seviyesinde yazılmış bir kitabı İstanbul’da bulmak mümkün değildir. Dedem Erzurum’da okumuştur. Babama “hadisler rivayet edildiği zaman vurud sebebine bakın ona göre yorumlayın” demiştir. Çünkü o beşeri uygulamadır. Kur’an’a mana verirken nüzul sebebine bakmayın, çünkü o Allah’ın kelamdır, bugün nâzil olmaktadır demiş. Siz bunu İstanbul ulemasının kitaplarında bulamazsınız.

Kürtlere yapılan ikinci zulüm de şeyhlerinin ve aşiret reislerinin tehcir edilmesidir. Tarım döneminin zaruri organizasyonu olan aşiret yapısı ancak sanayi dönemine geçildiği takdirde değişebilir. Zaten kendiliğinden değişir. Oysa buralar tarım döneminde iken oraların bu yapısı bozulmuş ve ekonomik bakımdan zor durumda kalmışlardır.

Gerçek Kürtlerin iddiaları bunlar olmalıdır: Biz merkezi yönetim istemiyoruz. Biz kendi kendimizi yöneteceğiz. Bizim aşiret reislerini, bizim tarikat reislerini bize geri verin demeleri gerekir. Biz ilmi ateist Avrupa dayatması içinde istemiyoruz. Bırakın da biz kendi medreselerimizde okumaya devam edelim.

Peki, bunları söyleyen var mı?

Yok!

Çünkü bunlar Kürdistan’ı ayrı devlet olsa da kalkındırır. Hâlbuki dağdaki eşkıyalıkla, Diyarbakır’daki ayırımcı parlamento ile Kürtler yerinde kalsa da onlara kolay yem olurlar.

“Ekseruhum” yerine “Ülaike Hum” getirilmiştir. Onlara işaret etmektedir. Bütün müşrikler değil de onlardan ekserisine işaret edilmektedir.

Orada “Fasikûn” denmiş, burada “Mu’tedûn” denmiştir. Bunların silahlı gruplar olduğuna işaret edilmiştir. Birinciler ağızları ile dost göründükleri halde bunlar alenen düşmanlık yapmaktadırlar. “Adv” vadinin yakası demektir. Savaşmak için karşılaşanlar birbirlerine düşman olurlar, buna “adavet” denmektedir. İftial babı ile kendi kendine düşman edinme anlamındadır. Başkasının hakkına saldırma “i’tida” ile ifade edilir.

Evet, bunlar saldırgandırlar, düşmanlık yapmaktadırlar.

Birinciler münafık müşriklerdir.

İkinciler ise kâfir müşriklerdir.

فَإِنْ تَابُوا وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ وَنُفَصِّلُ الْآيَاتِ لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ (11)

(Fa EiN TAvBUv Va eaQAvMuv elÖaLAvTa Va EAvTaVuv elZaKAvTa FaEiPVANuKuM Fıy elDIyNı  VaNUFaöÖıLu elEAvYAvTi Lı QaVMın YaGLaMUvNa)

“Tevbe eder, salâtı ikame eder, zekâtı ita ederlerse dinde kardeşlerimizdirler. Biz âyetleri ilmeden bir kavim için tafsil ediyoruz.”

Sûrenin başında Mekke müşriklerinden bahsedilmiş ve dört ay onlara mühlet verilmiştir. Tevbe eder, namazlarını kılar ve zekâtlarını verirlerse yollarını bırakın denmiştir. Orada işaret ettiğimiz gibi “iman ederlerse” denmemiş, “tevbe ederlerse” denmiştir. Tevbeyi de açıklamıştık, bu da “biz hakem kararlarını tanımamazlık etmeyeceğiz” demelerinden ibarettir demiştik. Burada da “Fa” harfi getirerek benzer ifadeler getirilmiştir. “Fa” harfinin manası, yalnız fasık olan müşrikleri değil bütün müşrikleri içermek için getirilir. Tamim fasıdır. Kim olursa olsun, hakem kararlarını kabul ettiğini beyan ettikten sonra artık biz onu müşriklerden sayamayız.

Dağdaki PKK’lılar da ‘biz hakem kararlarını kabul ediyoruz’ deyince evlerine dönerler ve hesabı sonra bize değil hakemlere verirler. Hakemlerden birini kendileri seçer, diğerini mağdur olan devletimiz seçer. Başhakemi ise iki hakem seçer. Karar kesindir. Taraflar karara razı olurlar.

Gerek masonlar gerek onların ABD’deki sömürü sermayesi sahibi bankerler de bizim müşriklik ithamına karşı ‘biz hakem kararlarını kabul ediyoruz’ derlerse, ondan sonra artık müşrik değildirler. Doları altınla değiştireceklerine hakemler karar verirse, ödemelidirler. Hakem kararlarına uymak için gerektiğinde idam sehpasına gidip başlarını uzatmalıdırlar.

Taksim’deki (Gezi Parkı) olaylarını onlar çıkarmışlarsa, verdikleri maddi ve manevi zararları tazmin etmelidirler. PKK’yı onlar finanse etmişse, 30 senelik zayiatımızı ödemelidirler. O zaman müşrik olmaz, bizim kardeşlerimiz olurlar.

“Âyetleri tafsil ediyoruz” diyerek bütün bunların âyet olduğunu ifade etmiş oluyor.

İnsanlar kendi koydukları kurallar içinde yaşarlar. Ne var ki koydukları kurallar insan tabiatına uygunsa o topluluk normal ömrünü tamamlamış ve insanlığın uygarlaşmasına katkıda bulunmuş olur. İnsan tabiatına aykırı kurallar koymuşlarsa onlar da sıkıntılar içinde varlıklarını sürdürür ama insanlığa bir katkıları olmaz.

İnsanlar arası ilişkilerde kurallar üzerinde durduğumuz zaman adil bir yöntem bulabiliriz. Esas gaye şudur; insan iradesine baskı yapmadan düzeni korumak. Yani insan başkasının haklarına tecavüz etmedikçe istediği gibi yaşamalıdır, kendi iradesi ile yaşamalıdır. Bunu sağlamak kolay değildir. Herkes kendi alanını geniş tutmaktadır. Buna tek çözüm buluyoruz; hakem kararları ve hakemlerden oluşan yargının üstünlüğü. Biz Allah’tan aldığımız vahye göre hareket ediyoruz yani içtihat ve icmaya dayanıyoruz ama bu bize herhangi bir üstünlük ve imtiyaz sağlamaz. Böyle düşündüğümüz zaman bütün insanlar böyle düşünüyorlar. O zaman bizim onlardan farkımız kalmaz.

Biz insanlara diyoruz ki; gelin, siz de insansınız, biz de insanız. Çatışmadan ve savaşmadan birlikte yaşayalım. Eşit haklara ve kişiliklere sahibiz. Biz kuvvetliyiz, o halde bizim dediğimizi yapacaksınız dediğimiz anda bizim onlardan farkımız kalmaz.

Biz kuvvetliyiz ama biz sizi bize eşit haklara sahip görüyoruz.

a) Hakemlik sistemini kabul edelim. Hakemlerin verdikleri kararlara uyalım. İçimizde hakem kararlarına uymayan olursa, ona karşı hep birlikte malımızla ve canımızla savaşalım, hakem kararlarını hâkim kılalım.

b) ‘Biz hakem kararlarını kabul ediyoruz ama bedenen o kararların yürürlüğe girmesi için katılmayız, biz sadece bedel vereceğiz’ diyen varsa, onlarla da anlaşır o şartlar içinde birlikte yaşarız.

c) ‘Biz hakem kararlarına razıyız ama ne mâlen ne de bedenen o kararların infazı için katkıda bulunmayız’ derlerse, onlarla da anlaşırız.

d) ‘Biz hakem kararlarını kabul etmiyoruz ama sözümüzde dururuz, anlaşmalara uyarız’ diyenler varsa, onlarla da o şartlarla beraber yaşarız.

‘Hayır, biz ne hakem karalarını kabul ederiz, ne de verdiğimiz sözde dururuz. Yendiğimizde sizi bizim kölemiz olacaksınız. Yenerseniz bizi ne yaparsanız yapın!’ derlerse, biz ona da varız. İşte savaş o zaman meşrudur. İşte cihat o zaman ibadettir.

 

فَإِنْ تَابُوا

وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ

وَآتَوُا الزَّكَاةَ

فَخَلُّوا سَبِيلَهُمْ

إِنَّ اللَّهَ

غَفُورٌ رَحِيمٌ (5)

فَإِنْ تَابُوا

وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ

وَآتَوُا الزَّكَاةَ

فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ

وَنُفَصِّلُ الْآيَاتِ

لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ (11)

 

Beşinci âyet ile onbirinci âyette şart cümleleri aynıdır; tevbe etme, namaz kılma ve zekât verme.

Bir kimsenin bir topluluğun üyesi olması için onların içinde yaşaması gerekmektedir. Her şeyden önce; ben bu topluluğun üyesiyim, diğer insanlarla eşit haklara sahibim, aramızda oluşacak nizaların çözümü için de hakemlere gideriz, hakem kararlarına uyacağım diyecek.

Bu tevbedir. Bu topluluğa dönmedir.

Tüm canlıların böyle toplulukları vardır. Kayıtsız şartsız kurallara uyarlar. Ne var ki onların kuralları tektir ve kendileri koymamışlardır. Topluluklarını değiştirme şansları da yoktur. Oysa insan topluklarında kuralları kendileri koyarlar. Topluluğa katılanlar o topluluğun kurallarına kayıtsız şartsız uyarlar. Kuralların değişmesi için önerilerde bulunabilirler. Beğenmezlerse topluluklarını değiştirirler.

Bir topluluğun üyesi olabilmek için o topluğun kurallarını bilmek gerekir. Bu da eğitimle sağlanır. İşte namaz ve zekât bu eğitim müesseseleridir. Kişilerden eğitime katılmaları istenmektedir. “Salâtı ikame ederler” demek, vakitlerini nasıl geçireceklerini öğrenirler demektir. Zekâtla da nasıl çalışacaklarını öğrenirler. Böylece hem ortaklığın işleri görülür hem de kişiler eğitilmiş olur.

Dikkat edilirse salât burada marifedir ve tekildir, zekât da marifedir ve tekildir. Bunların birleştirilerek beraber yapılması gerekmektedir. Evde tek başına kılınan namazlar salât değildir. Fakir fukaraya verilen sadaka zekât değildir.

Beşinci âyette “onların sebilini bırakın” denmiştir. Burada ise “dinde yani düzende kardeşleriniz” deniyor. Zekât ve namazın insana sağladığı imkânlar vardır. Yani zekâttan yararlanma ve namazdan yararlanma imkânlarıdır. Bu hususta eşitiz demektir. Sonradan ihtida edenle baştan mühtedi olan arasında bir ayrıcalığın olmadığını ifade etmektedir.

Beşinci âyette “Allah gafur rahimdir” dediği halde, burada “âyetleri tafsil ettiğini” ifade etmektedir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm Araplar arasında doğdu. O topluluğa dayanarak düzen kurdu. Bir kimse topluluk oluşturmak için onlara ayrıcalık vaat eder. Evet, vaat etti ama cennette makam vaat etti. Bu dünyada ise insanlar arasında bir fark gözetmedi. Bütün insanların aynı kişiliğinin olduğunu Kur’an beyan etti. Hazreti Muhammed aleyhisselâm da her uygulamada zerre kadar ayrıcalık yapmadı.

Uygarlık Hazreti Nuh aleyhisselâm zamanında başlamıştır. Nuh’un uygarlığı kavmî idi. Tüm insanlığı bir uygarlıkta birleştirme görevi Hazreti İbrahim aleyhisselâma ve onun çocuklarına verilmiştir. Hazreti İsa aleyhisselâm bugünkü Hıristiyanlık âlemini oluşturdu. Hazreti İbrahim’in doğuya giden dört oğlu da doğuda Brahmanizm ve Budizm’i tesis ettiler. İsmail’in torunu Hazreti Muhammed ise son kitabı getirdi ve peygamberlerin görevleri bitti. Ondan sonra artık babadan oğula intikal eden bir görev ve iktidar olmayacaktı.

İnsanlık henüz o seviyeye ulaşmadığı için yönetime mütegallibe hâkim oldu ama yirminci yüzyılda artık saltanat dönemi sona erdi ve insanların eşit oldukları ilân edildi. Biz Müslümanız, biz üstünüz iddiası cahiliye dönemi iddiasıdır. Biz bütün insanlarla eşitiz. Asla ayrıcalık istemiyoruz. Ama bize hükmedene de rıza göstermeyeceğiz. Biz Allah’ın nurunu tamamlayacağız ama kuvvetli olduğumuz için değil haklı olduğumuz için böyle yapacağız. Tarihte hep zayıflar haklı oldukları için güçlüleri yenmişlerdir. Hak kuvvete daima galip gelir.

“Bilecek bir kavim için âyetleri tafsil ettik” diyor. “Likülli kavmin” demeyip de “li-kavmin” demiş olması, o kavmin bir tek kavim olduğunu gösterir.

فَإِنْ تَابُوا

(Fa EiN TAvBUv)

“Tevbe ederlerse.”

Dinde/düzende kardeşimiz olmaları için iman etmeleri gerekmez, tevbe etmeleri yeterlidir. Namaz toplantıdır. Zekât vergidir. Toplantılara katılmaları için de iman etmeleri gerekmez demektir. Son ayin kısmında yer alıp almamaları konusu tartışılabilir ama diğer insanların toplantıya katıldığı gibi haftalık toplantılara herkes katılabilir.

Kur’an’da, “namaz müminlere mevkut bir kitaptır” denmektedir.

Burada “tevbe edenlerin de namaz kılabileceklerini” ifade etmektedir.

Yeni düzeni kurduğumuzda fıkıhtaki geçmiş kuralların içinde takılıp kalmamalıyız. Kur’an’ı yeniden okuyup ona göre o devre hangisi daha maslahata uyuyorsa onu yapmalıyız.

Tevbe etmelerini biz hakem kararlarını kabul etmeleri şeklinde anlıyoruz. Namazları eğitim ve öğrenim olarak anlıyoruz. İnsanlık devamlı uygarlaşacaktır. İnsanların uygarlığa ayak uydurmaları için her gün eğitilmeleri gerekir. Yaşlılar gençlere öğretmenlik yaparlar.

وَأَقَامُوا الصَّلَاةَ

(Va eQAvMuv elÖaLAvTa)

“Ve salâtı ikame ederler.” 

Salât” bedeni eğitimdir. İnsanlar günde beş defa bir araya gelirler ve işlerini görüşürler, bildiklerini anlatırlar, bilmediklerini öğrenirler.

Bu eğitim metodunun sorunu vardır. Çocuklarla büyükler bir araya geleceğinden ve her biri farklı yaşta olacaklarından nasıl eğitileceklerdir?

Bunun için 66 yaşlarını geçenler öğretmen olurlar. 33 yaşına kadar insanlar öğrenci olurlar. 33 ile 66 arasında uygulayıcı olurlar. Uygulamada bilgilerine bilgi katarlar. 66 yaşına geldiklerinde torunları yenilikleri öğretmiş olurlar. Gençlerle yaşlılar birlikte çalışırlar. Olgunlar ise tek başlarına işleri yürütürler. 66 yaşından sonrakiler yenilik yapamazlar. 33 yaşa kadar bilgi eksikliği olduğu için yenilik yapamazlar.

Demek ki gelecekte kılınacak namazın ayininde değişiklik olmayacaktır ama gelecekte sünnet namazları kılınmayacak, dualar yapılmayacak, namazın gereği olanlar yapılacaktır. Sünnet ve tesbihleri isteyen evinde yapar.

وَآتَوُا الزَّكَاةَ

(Va EAvTuv elZaKAvTa)

“Ve zekâtı verirler.”

Zekâtın iki yanı vardır. Biri çalışanların ürettiklerinden ortaklığa pay ayırmalarıdır.

Madenler gibi kaynakları sınırlı ve tükenmekte olanlarla yapılan üretimden beşte bir, tarla gibi kaynağı sınırlı olmakla beraber tükenmeyenden onda bir, özel çayırlıkta otlayan hayvanlardan alınan sütten yirmide bir, mera hayvanının kendisinden yılda kırkta bir ortaklık payı alınır. Bunlar uygun şekilde bölüştürülür.

Kırkta birlerin üçte biri dört sınıfa bölüştürülür; fakirler, yoksullar, görevliler ve seçkinler. Serveti vasat servetin altında olan fakirdir. Geliri vasat gelirin yarısından az olan fakir miskindir. Zekâttan pay alanlar görevlilerdir. Âlimler ve sanatkârlar seçkinlerdir.

Üçte biri borçlulara ve kölelere destek olarak verilip kölelikten ve iflastan kurtarılır. Üçte biri de yolların bakımı ve işletilmesi için ayrılır. Vakıflar şeklinde işletilir. Bu bütçe bucak bütçesidir.

Devlet bütçesinin üçte biri başkana verilir ve orduyu besler. Üçte biri meclise verilir ve ülkeyi imar eder. Üçte biri de yolculara, yoksullara, yetimlere ve yaşlılara ayrılır. Devlet gelirleridir. Beşte birlerdir.

Onda birler il gelirlerindendir. Yarısı devlet bütçesi, yarısı bucak bütçesi gibi bölüştürülürler.

فَإِخْوَانُكُمْ فِي الدِّينِ

(FaEiPVANuKuM Fıy elDIyNı)

“Dinde kardeşlerinizdir.”

Düzen içinde eşit kişiliğe sahiptirler. Görevleri ve hakları eşittir. Düzenin içinde kardeştirler. Her bucağın ayrı düzeni vardır. Aramıza katıldıklarında bucağımızın sakini olurlar. Kendi inançlarını ve yaşayışlarını sürdürürler. Biz onların aşiretlerine ve ailelerine karışmayız. Ancak çalışmayı ortak düzen içinde gerçekleştirirler.

وَنُفَصِّلُ الْآيَاتِ

(VaNuFaöÖıLu elEAvYAvTi) 

“Ve âyetleri tafsil ediyoruz.”

Âyetleri tafsil etmek” demek, hükümleri açıklamak ve hikmetlerini göstermek demektir. Nitekim bu âyetlerde “Keyfe” diyerek hikmetleri açıklamıştır.

Biz de bir hüküm ortaya koyduğumuz zaman bu hüküm açık ve net olmalıdır. Afakî ve tarifi olmayan âyetler âyet değildir. İkincisi ise hikmetlerini ortaya koyup bu hükümlerle sağlanan yararlar ortaya konmalıdır.

Allah insanı yarattı ve onu özgür kıldı. İnsan iyilik de yapabilir kötülük de yapabilir. İyilik yaparsa iyilik görür, kötülük yaparsa kötülük görür. Sigara içerse hasta olur, seyahat ederse sıhhat bulur. Bir de âhirete vardığı zaman yaptığı iyiliklerin karşılığını bulacaktır, yaptığı kötülüklerin de karşılığını bulacaktır. Bu sebepledir ki dinde yani düzende zorlama yoktur, isteyen istediği gibi yaşar.

Bir üretimde girdiler vardır; ham madde, tesis, emek ve hizmet. Emek ikiye ayrılır. Biri, makinenin de yapacağı işler vardır. Diğeri ise bedenî emek değil de zihnî emektir, zekâdır. İnsanlığın gelişmesi ve uygarlaşması bedenî değil zihnî emekle mümkündür. İnsan zekâsını ancak özgürlük içinde kullanabilir. Özgürlüğü alınan insan bir makine olur, kötü makine olur. İşte işçilik sistemi bundan dolayı kötü bir sistemdir.

Bize zarar vermemek şartı ile insanın istediği gibi yaşamasına imkân vermek müminlerin görevidir. Onların ne yaptıklarına müminler karışmazlar.

لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ (11)

(Lı QaVMın YaGLaMUvNa)

“Bilen bir kavim için.”

Evet, bu âyetler bilecek bir kavim için açıklanmıştır.

Bir kavim” nekre gelmiştir. Bir kelime nekre olarak kullanıldığı zaman iki manası vardır. Biri, tamim için gelir. ‘Bana bir kalem al’ dediğimiz zaman istediğin kalemi al manasına gelir. ‘Ben koyun kestim’ dediğimiz zaman burada tamim yoktur. Koyun kesilmiştir meşhurdur. Bilmediğiniz bir koyunu, tek koyunu kestim anlamı çıkar. Buradaki kavmin nekreliği tamim için değil tahsis içindir. Yani bir tek kavim olduğunu belirtmektedir ve o kavmin de bilinmediğini söylemektedir.

Fiil-i muzari Arapçada istikbal sigasıdır ve aynı zamanda bilecek bir kavim için bunu tafsil ettik denmiş olur. Yani bu âyetin manası ileride anlaşılacaktır denmiş olur.

Böylece Allah bize bu yaptığımız yorumun doğru olduğunu teyit ediyor yani o kavim biz oluyoruz. Türkiye bu âyetlerin hikmetlerini öğrenecek ve gelecekte uygulayacak demektir. Türk halkı tarafından bu âyetlerin uygulaması olacaktır demektir. Çünkü önce bize bildirildi.

 

 

 


TEVBE SÛRESİ TEFSİRİ(9.SURE)
1-1 VE 2.AYETLER
2166 Okunma
2-3.AYET
1444 Okunma
3-4.AYET TEFSİRİ
1719 Okunma
4-5 VE 6.AYETLER
1972 Okunma
5-7 VE 8.AYETLER
1753 Okunma
6-9 VE 11.AYETLER
1588 Okunma
7-12 VE 13.AYETLER
1670 Okunma
8-14 VE 16.AYETLER
1665 Okunma
9-16.AYET-B
1531 Okunma
10-17 VE 18.AYETLER
1739 Okunma
11-19.AYET
1970 Okunma
12-20 VE 22.AYETLER
1483 Okunma
13-23 VE 24.AYETLER
1614 Okunma
14-25 VE 27.AYETLER
1557 Okunma
15-28 VE 29.AYETLER
5995 Okunma
16-30 VE 31.AYETLER
2541 Okunma
17-32 VE 33.AYETLER
1967 Okunma
18-34 VE 35.AYETLER
2675 Okunma
19-36 VE 37.AYETLER
1718 Okunma
20-38 VE 39.AYETLER
1666 Okunma
21-40 VE 41.AYETLER
1545 Okunma
22-42 VE 45.AYETLER
1534 Okunma
23-46 VE 49.AYETLER
1539 Okunma
24-50 VE 52.AYETLER
1623 Okunma
25-53 VE 55.AYETLER
1648 Okunma
26-56 VE 59.AYETLER
1569 Okunma
27-60.AYET
2025 Okunma
28-61 VE 63.AYETLER
1404 Okunma
29-64 VE 66.AYETLER
2068 Okunma
30-67 VE 69.AYETLER
1504 Okunma
31-70.AYET
1581 Okunma
32-71 VE 72.AYETLER
1691 Okunma
33-73 VE 74.AYETLER
1687 Okunma
34-75 VE 78.AYETLER
1524 Okunma
35-79 VE 80.AYETLER
1514 Okunma
36-81 VE 82.AYETLER
1740 Okunma
37-83 VE 85.AYETLER
1519 Okunma
38-86 VE 89.AYETLER
1565 Okunma
39-90 VE 93.AYETLER
1567 Okunma
40-94 VE 96.AYETLER
1482 Okunma
41-97 VE 99.AYETLER
2663 Okunma
42-100 VE 101.AYETLER
2154 Okunma
43-102 VE 104.AYETLER
1703 Okunma
44-105 VE 108.AYETLER
1482 Okunma
45-109 VE 110.AYETLER
1456 Okunma
46-111.AYET
2265 Okunma
47-112.AYET
3150 Okunma
48-113 VE 115.AYETLER
1430 Okunma
49-116 VE 117.AYETLER
1749 Okunma
50-118.AYET
2305 Okunma
51-119 VE 120.AYETLER
1562 Okunma
52-121 VE 122.AYETLER
1462 Okunma
53-123 VE 125.AYETLER
1716 Okunma
54-126 VE 127.AYETLER
1440 Okunma
55-128.AYET
2153 Okunma
56-129.AYET
1502 Okunma
57-128 VE 129.AYETLERDE MATEMATİK YAPI
1562 Okunma