Tevbe Sûresi-11
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
14’üncü âyeti yorumlarken “HIZY” kelimesini “CİZY” olarak görmüş ve ona göre yorum yapmıştık. Yorum yanlış değildi, ancak bu âyette ceza kelimesi yoktu. Onu değiştirmedik. Burada ilaveten “HIZY”i de yorumlamak istedik.
Siz yorumlarken bu hatayı yapmazsınız.
قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللَّهُ بِأَيْدِيكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنْصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُؤْمِنِينَ (14)
“Onlarla kıtal ediniz, Allah sizin eydinizle onlara azab edecek ve ihza edecektir ve onların aleyhine size yardım edecektir ve mümin kavmin sadrına şifa verecektir.”
Âyetin kelimelerini tasnif edelim:
(صُدُورَ قَوْمٍ مُؤْمِنِينَ) (يُعَذِّبْهُمُ يُخْزِهِم يَنْصُرْكُمْ) (يَشْفِ قَاتِلُوهُمْاللَّهُ) (وَوَ عَلَيْهِمْ)
12=3*4 kelime vardır. Üçü müştak isimdir, üçü “küm” veya “hüm” zamirleri alan muzari fiildir, üçü diğer kelimelerdir, üçü de harftir. Kök olarak alırsak “ÖDR, QVM, EMN, NÖR, GÜB, PZY, ŞFY, QTL” olmak üzere 8 kök vardır. Şimdi bunları tasnif edelim.
(خزي صدر) (عذب قتل)
(شفا نصر)( امن قوم)
Önce iki zıt kelime buluruz. “Nasr ile “Katl”ı ele alalım. “Şifa” ile “Azab” da bunların yanında yer alır. “Emn” ile “Hızy” da karşı karşıyadır. “Kavm” ile “Sadr”ın ne tarafta olacağı belli değildir. “Hızy”a “Sadr” mi yoksa “Kavm” mı daha yakındır? “Kavm” kelimesi “Emn” kelimesine daha yakındır. Buradan şu sonuç çıkar. “Hızy” kelimesi “Sadr” kelimesi ile eşleşmiştir. Demek ki “Hızy” kelimesi bedenden çok beyinle ilgili bir olaydır.
“Hızy” kelimesi önce “Sadr” ile yan yanadır yani “Hızy” kelimesi “Sadr” ile ilgilidir. Topluluk içinde rezil olmak demektir.
İlkel topluluklarda güvenliği sağlayan herhangi bir teşkilat mevcut değildir. Başkan bile belirsizdir. Polis yoktur, hâkim yoktur. Onun için çok sıkı baskı vardır. Töre gereğini yapmazsanız orada yaşayamazsınız, topluluk sizi hemen dışlar. Zina yapan bir kadının hayat hakkı yoktur. Onu en yakınları öldürmek durumundadırlar. Öldürmeyene herhangi bir bedeni baskı yapmazlar ama toplulukta aşağı ve nefret edilir kimse durumuna geçer, o topluluğun tesiri ile ona karşı aşağılık duygularınızı beslemeye başlarsınız.
Kur’an burada “Hızy” kelimesini “Sadr” kelimesi ile karşı karşıya getirmek suretiyle insanda toplulukların meydana getirdiği bu sosyal zorlamaya işaret etmektedir.
“Hızy” kelimesi burada “Azab” kelimesi ile de karşılaştırılmaktadır. “Azab” bedene yapılan eziyettir. “Hızy” ise ruha yapılan sıkıntıdır. Bedeni bir sıkıntısı yoktur. Utanmadan doğan bir sıkıntıdır. Topluluğun ruha olan baskısıdır.
“Hızy” kelimesi bir de “Emn” ile karşılaştırılmıştır. İman huzurdur, hızyı yenen bir güçtür. İnsan iman sayesinde topluluğun kötülük için yaptığı baskıları yener, iman sayesinde dayanışmaya girer. Böylece karşı baskı oluşturur, ikinci sosyal yapıyı oluşturur.
Bu izahlardan sonra “HIZY” kelimesi hakkında yeter bilgi edinmiş bulunuyoruz. Türkçede “rezil” kelimesi ile ifade ederiz. Aşağı tabaka demektir. Kur’an bunları ayırmaktadır. Rezillik sosyal tabaklarda aşağı olmadır. Bir işçidir, bir köledir ama kişiliği vardır. Yüksek bir insandır. Oysa haziy olan kimse devlet başkanı olabilir ama topluluk bakımından kötü görülür.
Kıtal ediniz ki Allah sizin elinizle onları hızy edecektir demektir.
Yine topluluklarda bir duygu vardır. Biri çıkar da zulüm yapan kimseye dur dese, hattâ onu öldürse, topluluk içinde kahraman olur. Cesareti ile hareket eden kimse topluluk tarafından takdir edilir.
Ortaçağ Avrupa’sında böyle şövalyeler vardı. Bunlar savaşçı idiler ama bunlarda bir asalet vardı. Yağmalamak için değil, mağdurları korumak için savaşırlardı. Çıkarcı kimseler çıkarı için savaşa girerler ve mağlup olurlar. Böylece onlar aşağı bir topluluk olurlar.
Bu yorum bugünkü seminerle değil, 14’üncü âyetin seminerinde ele alınacaktır.
***
أَجَعَلْتُمْ سِقَايَةَ الْحَاجِّ وَعِمَارَةَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ كَمَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَجَاهَدَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ لَا يَسْتَوُونَ عِنْدَ اللَّهِ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ (19)
(Ea CaGaLTuM SiQAYaTa eLXacCı Va GıMAvRaTa eLMaSCiDi eLXaRAMı KaMaN EAvMaNa Bi elLAvHı Va eLYaVMı elEAvPıRı Va CAvHaDa FIy SaBIyLı elLAHı LAv YaSTaVUvNa GıNDa elLAvHı Va elLAHU LA YaHDiy eLQaVMa eLZAvLaMIyNa)
Kamu işlerini ancak müminlerin yapacaklarını yukarıda beyan etmiştir. Müşriklerin kamu işlerine katılmayacakları ve onlardan vergi de alınmayacağı beyan edilmiştir. Haram olan mallardan, mesela sigara fabrikasından veya tütünden vergi alınmadığı gibi müşriklerin kamu giderlerine katılmalarına da izin verilmez.
Bugünün mantığı içinde bunu anlama zorluğu vardır.
Ateistler diyorlar ki; siz bizim verdiğimiz vergilerle bizim karşı olduğumuz imamlara ve vaizlere maaş veremezsiniz. Haklılar. Bizim verdiğimiz vergilerle devlet barlar açamaz, bale okulları kuramaz. Kur’an’da lâiklik anlayışı ile tamamen çelişkiden ibaret olan durumlarla karşılaşmazsınız.
Mademki nefislerinin küfrüne şahittirler, onlar kamudan yararlanamazlar, onlar kamuya katkıda bulunamazlar.
Bundan önce müminlerden ve müşriklerden bahsetti, müslim ve kâfirlerden söz etmedi. Aslında kâfirlere işaret etti. “Nefislerinde küfre şahit iken” dedi. Demek ki kâfirler de genel olarak müşriklere dâhildirler. Hakemliği kabul ettikleri için onlardan istisna edilmiştir. Kıyas yoluyla müslimler de müminlere dâhildirler. Asıl olan şirk ve imandır. Küfür şirkten istisna edilmelidir. Müslimler de imandan istisna edilenlerdir.
Bunun manası şudur.
Bir hüküm müşrikler için konmuşsa o hüküm kâfirler için de konmuştur. Ayrıcalık için delil gerekmektedir. Bu hüküm kâfirlere şu âyetten dolayı uygulanmaz denir.
Bunun gibi müminler için ne hüküm konmuşsa müslimler için de konmuştur. Müslimleri kapsamaz dendiği zaman ona delil getirmek gerekir.
Namaz müminlere mevkut olarak farz edilmiştir denmektedir.
Müslimlere farz değil midir?
Onlara farz olmadığına delil getirilmediği müddetçe onlara da farzdır. Müminlere farziyeti kesindir. Dolayısıyla namazlara devam etmeyen müminler bucaktan sürülürler, gitmezlerse öldürülürler. Şafiilerin mürtet öldürülür hükmü bunlar için geçerlidir.
Müslimlere gelinirse; onlara da farzdır ancak namaz kılmadıkları takdirde onlara ceza verilemez, herhangi zorlama yapılamaz. Çünkü onlara farz olması zahir derecededir, kesin değildir. Oysa müminlere farz olması nass derecesindedir, kesindir.
Bu âyette şimdi müslimlere işaret edilmektedir.
Müslimlerin müminler gibi olmadığını ifade etmektedir.
Kamu görevleri iki şekildedir; biri sivil yönetim diğeri askeri yönetimdir, biri ekonomik işler diğeri ise sosyal işlerdir. Bizim devlet düzenimizde askerler vardır, nöbetlilerden oluşurlar, kamu güvenliğini sağlarlar. İlk dönemde böyle idi. Kalelere sığınan askerler çevrenin güvenliğini koruyorlardı. Bir de yolcuları misafir olarak ağırlarlardı. Bugün bu teşkilat askeri birlik ve sivil yönetim olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. Asker ve polis güvenliği sağlar. Sivil yönetim ise ekonomik faaliyetlerde ve eğitimlerde bulunur.
Geçmişte insanları önce din yönetmiş, din adamları en üst sınıf kabul edilmiştir. Sonra siyaset yönetmeye başlamıştır. Bugün de ekonomi yönetmektedir.
Kur’an’dan önce Arabistan’da henüz siyasi bir oluşum yoktu. Bugünkü iddia askerlerin sivillere biat etmeleri gerektiği şeklindedir. Kur’an ise bu âyette aksini söylemektedir. Sivillerin işi ayrı, askerlerin işi ayrıdır. Birbirlerine karışmazlar, birbirlerinin emrine girmezler. Ne var ki askerlik yapan kimseler askerlik yapmayanlardan daha üst derecededirler. Askerlerin sivillerden üstün olduğunu açıkça ifade etmekte, “bir değildirler” demektedir. Bundan sonraki âyette sivillerin de dereceleri olduğunu ifade etmektedir. Burada ise “Allah zalim kavme hidayet etmez” demektedir.
Siviller ile askerleri eşit tutma nasıl zulüm olmaktadır? Zulmün manası nedir?
Müminler mallarını ve canlarını topluluğun güvenliği için vermişlerdir. Cephelerde onlar ölmektedir. Bizim malımız mülkümüz eğer korunuyorsa, koruyanlar onlardır. Askerlik yapmak istemeyenler ise dünyalarını da âhiretlerini de rahatlık içine koymuşlardır. İkisini eşit tutmak zulümdür. Askerlerin sivil mahkemelerde muhakeme edilmesi zulümdür. Askerler kendilerini sivillerden üstün görürler. Bu Allah’ın onlara verdiği bir haktır. Herkes her zaman asker olabilir, üst dereceye geçebilir ama askerler sivillerden üstündürler. Bakınız, bunu ben söylemiyorum, bu âyet söylüyor. Bunu böyle görmeyen kavim zalim kavimdir.
Âyette dört defa “Allah” kelimesi geçmektedir. İkisi izafetle gelmiştir; sebilullah ve indellah. Biri harficer ile mecrur olmuştur. Biri faildir. Allah ve ahir yevm birlikte zikredilmiş, aynı “Bi”nin altına toplanmış. Bunun âlemlerin rabbi olan Allah’ı ifade ettiği açıktır. İkincisinde ise sebilullah denmiştir. Bunun da Allah’ın yeryüzündeki halifesi olan topluluğu ifade ettiği açıktır. Bundan sonra indellah ve zalimlere hidayet etmeyen Allah’tan bahsetmektedir. Bu iki âyetteki “Allah” lafızlarının delaleti ise daha derin manaları içermektedir. Buradaki “Allah’ın indinde” ifadesi her iki şekilde de manalandırılabilir. Sebilullah yanında indellah kelimesi gelmektedir. Biri O’nun maddi düzenini ifade etmekte, “inde” ise manevi düzeni ifade etmektedir. Yani maddi düzende şuursuz varlıklar vardır, yaratma ve yaratılma ilişkisi vardır. Oysa indellahta muhatap var, insan vardır; Allah’ın ve kişilerin hukuku vardır. Onlardan razı olması veya onlara azab etmesi benzeri iradesidir.
أَجَعَلْتُمْ
(Ea CaGaLTuM)
“Ca’l mı ettiniz?”
“Ca’l etme” mevcut olan bir şeye bir görev verme, ona bir özellik vermedir.
“Cealehu emiran” demek, onu vali yaptı demektir. O zaten mevcuttu ama emirlik vasfı yoktu, onu emir yaptı demiş olursunuz. İki şeyi birbirine eşit yapmak, “Cealtüke ke Ahmede ecren” derseniz, seni ücret bakımından Ahmet gibi yaptım yani sana Ahmet’e verdiğim ücreti vereceğim demek olur.
Emanetler ehil olanlara verilecektir. Topluluk içinde işbölümü vardır. İş bilgi ve beceriye dayanılarak yapılır. Bir kimsenin bilgi ve beceri sahibi olması ancak eğitim ve öğrenimle mümkündür. Bir kimsenin bir işi yapmayı bilmesi ve becermesi onun o işe ehil olması demektir. İlkel topluluklarda bu ehliyet halk tarafından tevcih edilirdi. Herkes herkesi tanıdığı için kimin neye ehil olduğunu kendisi takdir ederdi. Oysa bugün topluluk büyümüş ve işler çoğalmıştır, insanların ehil olanları bilmesi ve takdir etmesi mümkün değildir.
Bugün dayanışma ortaklıkları kurulacaktır. Dayanışma ortaklıkları ehil olduğuna dair üyelerine ve ortaklarına belge verecektir. Buna “ehliyet” denir. Ehliyeti dayanışma ortaklıkları tevcih eder. Bu ehliyet “teminatlı ehliyet”tir. İlmî, meslekî, ahlâkî ve siyasî ehliyetler vardır. Bunların her birinin ayrı dayanışma ortaklıkları vardır.
İşte, bir kimseye ilmî, ahlakî, meslekî veya siyasî ehliyeti tevcih etme, onu o işi yapmaya ehil ca’letmedir. Ehliyet onun o işi yapmaya ehil olduğunu belirler, o işi yaptığı veya yapacağı anlamına gelmez. O ehliyete sahip olmayan o işi yapamaz. İş yaparsa dayanışma tarafından sigortalanmıştır. Oysa o işi yapan eğer ehil ise o ehliyeti veren dayanışma tazmin eder. Bu güvenceli ehliyettir.
Bugün üniversiteler diploma vermekte ama sonra sorumlu olmamaktadır.
Kur’an düzeninde ise hangi dayanışma kime ehliyet vermişse, o meslek işini icra ederken zarar vermişse, bu zararı ona diploma veren dayanışma ortaklığı tazmin eder.
Demek ki bugün “zulüm düzeni” vardır; yetkilidir ama sorumlu değildir! Oysa yetkili aynı zamanda sorumlu olmalıdır. Ehliyet düzeninde ehliyet veren okul sorumludur. Şoför ehliyeti veren kurs/dershane, şoför hata ettiğinde zararı tazmin etmelidir.
Bugün Adil Düzen sahibi olduğu sürücü kursu vardır ancak böyle bir güvence vermemektedir. Bir kooperatif kurulur, o sürücü kursu işletilir. Ehliyet verdiği kimseleri aynı zamanda kasko olarak sigortalar. Ortaklardan baştan aidat alınmaz. Kaza olduğu zaman bizim sürücü kursundan ehliyet alıp araba kullananlar eşit olarak paylaşıp öderler. Bunu yapmamızda kanuni hiçbir engel yoktur.
Ca’l etmenin ikinci türü vardır. O da bir arabayı alıp o arabayı kullanmaya yetkili kılmaktır. Bu da kamu görevlerini kişilere tevcih etmedir yahut kişinin kendisinin kamu görevi yüklenmesidir. Buradaki ca’l bu ca’ldir. Görevlendirilmiş veya kendi kendisini görevli kılmıştır. Bize göre ikisini yani askerlerle sivilleri eşit şartlar içinde görevli ve yetkili kılmak, sorumlu ve hak sahibi kılmak hatalıdır. Bunlar eşit değildirler.
سِقَايَةَ الْحَاجِّ
(SiQAYaTa eLXacCı)
“Hacılara su vermek”
Mekke’de Zemzem su kuyusu vardır. Dünyanın her tarafından gelen hacılar bu kuyudan çıkan sudan alırlar. Herkes hacca giderken kaplara su doldurur, götürür, oradaki Zemzem suyuna döker. Kontrol edilerek bulaşıcı değilse dökülür. Sonra herkes kaplarla dünyadan gelen bütün suların karışması sonucu elde edilen suyu bölüşür. Sonra hacılar ülkelerine gidince komşulara ikram ederler. Tüm dünyadan toplanmış sular ikram edilir.
O halde bu durumda bunlar tüm hacıları sıkayet eden kimselerdir.
Burada hacılık yapanlar denmeyip hacıları saky etmekten bahsetmesinin sebebi, bugün artık kimse kuyudan Zemzem suyu çekip de su vermemektedir. Bunun yanında Zemzem suyunu çoğaltmak için civardan getirilen sular da Zemzem kuyusuna aktarılır. Oradan evlere tesisle verilir. Bu işi yapmak da hacıları saky etmektir.
Hacıları saky etmekten bahsetmektedir. Diğer hizmetler de ona kıyas yapılarak buna idhal edilir. Yalnız hacılar değil tüm sosyal yapılaşma buna kıyas edilir. Bize hacıların sakyı örnek olarak verilmektedir. Bununla kamu görevleri yapanlar kastedilmektedir.
Kamu görevlerinden biri mâlen yapılan görevlerdir. İnsanların ihtiyaçlarını gideren görevlerdir. Su vermek, yemek yedirmek, ısıtmak, serinletmek, taşımak gibi görevlerdir. Bunlar barış içinde yapılan görevler olup hukuk düzeni burada uygulanır. Diğer taraftan hakem kararlarına uymayanlara karşı hukuk düzeni değil askeri düzen uygulanır. Askeri düzende savaş vardır, ölme vardır, öldürme vardır.
İnsanın dünyada canından daha kıymetli hiçbir şeyi yoktur. Ancak âhirete iman etmiş olan kimseler cihad yapabilirler. İnsanları zorla askere götürüp orada savaştırmak ve ölmelerine zorlamak kadar büyük zulüm yoktur. Askerlik gönüllü olmalı ve sadece isteyenler savaşmayı kabul etmelidirler.
Zorlamadan insanların asker olması ve insanlığın güvenini sağlamaları için onlara ayrıcalık tanınma zorunluluğu vardır. Askerleri sivillerden aşağı görmek sömürü sermayesinin işidir. Sermaye insanları aç bırakmakta, karınlarını doyurmak için insanlar zorunlu olarak devlet görevlisi olmakta, sivil okullara gidemeyenler askeri okullara gitmekte ve böylece zorunlu tetikçi olarak ordularını oluşturmaktadırlar.
Türk ordusu böyle oluşmamıştır. Türkiye’de ve Müslümanlarda askerlik kutsi meslek sayılmakta, asker olanlar sivillerden farklı muameleler görmektedir. İşte bu sebepledir ki Türk halkı askere gönüllü olarak gitmektedir. Astsubay ve subay olanlar da iş bulamadıkları için değil, aşağı kabul edilen sivil görevlilik yerine askerlik görevini tercih etmektedirler. Bu sebepledir ki Türk ordusu hep galip gelmiştir. Tarihe bakarsanız, biz cephede değil genellikle masalarda kaybetmiş bulunuyoruz.
Bu kutsilik herkesi askere zorla alma kuralı ile bozulmuştur. Devletimizin varlığını sürdürmesi için derhal bedelli sisteme dönülmelidir. İsteyen asker olmalı, isteyen bedel vermelidir. Onlar askerlik bedelini verecekler ve savaşa da zorlanmayacaklardır. Bedellilerin siyasi seçme ve seçilme yetkileri olmamalıdır.
Kur’an’da namaz müminlere farz kılınmıştır, zekât müminlere farz kılınmıştır, oruç müminlere farz kılınmıştır. Müslimlere bunlar kıyasen farzdır. Oysa hac müminlere değil insanlığa farz kılınmıştır. Bütün insanlar oraya gelecek ve müminler onları misafir edeceklerdir. Müşriklerin hacıları ağırlamada katkıları olamayacağı hükme bağlandığına göre hacılar bizim misafirimiz olacaklardır demektir.
Kendilerine tebliğ olsun ve İslâmiyet’i tanısınlar diye tüm insanları orada ağırlıyoruz.
Zemzem suyu ile ilgili olan hükmümüz burada âyetle teyit edilmiştir. Tüm insanlığa Zemzem suyu vermemiz gerekmektedir. Kurban bahsi âyetle vardır. Herkes ülkelerinden kurban getirmektedir. Bölüşülmesi ile ilgili de âyet vardır. Ben buna istihsanla üç şeyi kıyas ediyorum; Zemzem, taşlama ve hediyelik eşya. Burada su teyit edilmiştir. Hediyelik eşyaya da menfaatlerine şahit olsunlar âyeti delalet ediyor. Kur’an’da işaretini bulamadığımız bir müessese kalmıştır, o da remy etme yani taşlamadır. Ona da bir gün siz rastlarsınız.
وَعِمَارَةَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ
(Va GıMAvRaTa eLMaSCiDi eLXaRAMı)
“Ve Mescid-i Haram’ın imareti.”
Kur’an’da Bekke, Mekke, Mescid-i Haram ve Kâbe geçmektedir.
Mekke bir ilin adıdır. Taşra toprakları dâhil tümü Mekke’dir. Bekke ise meskûn olan Mekke kentidir, merkez bucağı veya ilçesidir. Mescid-i Haram Bekke’nin merkez ocağı veya semtidir. Kâbe ise dört duvardan oluşmuş bir yapıdır.
Teşkilâtlanmada onlu sistem geçerlidir. Yeryüzü ona yakın kıtalara ayrılır. Güney Amerika, Kuzey Amerika, Asya, Afrika, Avrupa, Hint, Çin, Avustralya ve Adalar. Henüz meskûn olmayan Güney Kutbu kara parçaları kıtalardır. Bunların merkezlerinde bölgeler oluşacak, o bölgeler ülkelerin değil insanlığın olacaktır. İnsanlığın merkezi de Mekke’dir.
Haram Mescid demeleri orada savaşmanın haram olması sebebiyledir. Kim Mekke’ye girerse emin olur. Oraya girip yakalanmaz, tutuklanmaz. Orada kaldığı müddetçe kısas uygulanmaz. Mağdur olanlar isterlerse beklerler, oradan çıktığı zaman kısas uygularlar, isterlerse affedip diyet alırlar.
Bu kıta merkezleri hac yolları ile birbirlerine bağlıdır. Yolların kenarlarında yerleşik alanlar vardır, buralar da insanlığa aittir. Buralara da insanlar yerleşir ve yaşayabilirler. İster kıta merkezleri olsun, ister hac yolları olsun, bunların tümü insanlığa açıktır. İsteyenler bir yerden izin almaksızın buralara gelip yerleşebilir, iş kurabilir. Buranın hükümleri Mekke yönetimi hükümleri gibidir.
Bizim içtihadımıza göre Kâbe merkez olmak üzere pergelin bir ayağını Kâbe’nin üzerine koyar, diğer ayağını Mekke-Medine arasında orta yerde bir yere koyar ve daire çizeriz. İşte burası Mekke ilidir.
Bu ilde dünyadaki bütün devletlere birer ilçe kurmaları için toprak veririz. Devlet olabilmek için en az 30 milyon olmak gerekir. Daha az nüfusu olan ülkeler birleşir ve bir ilçe yeri istihkak ederler. Nüfusları 100 milyondan fazla olan ülkelere iki ilçelik, üç ilçelik yer verilir. Bunlar burada kendi ilçelerini kurarlar. Bu rakamlar bugünkü rakamlardır. İlerde yeryüzünün nüfusu arttığı takdirde rakamlar ona göre değişebilir.
Bu ilçelere o ülkelerin halkı gelip yerleşir. Arapça öğrenirler. Arapçadan kendi dillerine tercümeler yaparlar, kendi dillerinden Arapçaya tercüme yaparlar. Burası aynı zamanda ticaret merkezi olur. Ülke halkı satmak istedikleri malları buralara gönderip teşhir ederler. Almak istedikleri malları buralara gelip görürler ve ona göre sipariş verirler.
Böylece e-marketlerin kurulduğu merkez olur. Semtlerde mallar üretilir. Ambarlara verilir. Burada verilen malların vasıfları belli değildir. İlçelere taşınan mallar laboratuarlarda kontrol edilerek vasıfları belirtilir. Her parçanın vasıfları farklıdır. Bölgelerdeki fabrikalar bu malları eşit vasıflara getirerek ambalajlar ve dünya piyasalarına arz ederler.
İşte bu dünya piyasaları dediğimizin merkezi Mekke olacaktır. Markalaşmış malların numuneleri orada bulunacak ama mallar oraya gitmeyecek. Her bölge malları buradaki numunelere göre sipariş verecektir.
Mallar sipariş üzerine üretilen bölgeden tüketilen bölgeye gelecek. Orada toptancılar vardır, onlara satılacak. Onlar da ilçelerdeki perakende mağazalarına satacaklar. Onlar da semtteki bakkallara satacaklardır. İnsanlık Mekke merkezli tek pazar hâline gelecektir.
Mekke aynı zamanda ilim merkezi olacaktır. Her ülkenin ona yakın üniversitesi olacak, yani yeryüzünde bin civarında üniversite olacaktır. Üniversiteler öğrenci yetiştirmez, onları fakülteler yapar. Üniversiteler âlimler yetiştirir. Her üniversite Mekke’ye temsilen bir âlim gönderir. Bunlar insanlığın meclisini oluşturur. Bunlar Mekke’de bir üniversite kurar ve araştırmalar yaparlar. Doktorlar ülkelerinde ve bölgelerinde yetişirler ama imtihanlar buralarda yapılır ve ünvan buralarda tevcih edilir.
Kıta merkezlerinde araştırmalar yapılır. Uygarlık bu araştırmalar sayesinde gelişmiş olur. Şimdi Mescid-i Haram’ın imareti bu hac yollarını ve kıta merkezlerini oluşturma demektir. Oraya gelenleri barındırma “hacıların sıkayesi” ile ifade edilmiştir. Yolları ve barınacak yerleri yapmak ise Mescid-i Haram’ın imaretidir. Mescid-i Haram’ın mamur olması için insanların Mekke’ye ulaşmaları gerekir. Bu da ancak kurulacak ulaşım ve haberleşme şebekesiyle olur.
Bucak yolları vardır, il yolları vardır, ülke yolları vardır. Bir de insanlık yolları vardır, bunlara “hac yolları” diyoruz. Bir arazi üzerinde bir yapı yapıldı mı bunun beşte biri kamuya aittir. Kamuya ait olan beşte birinin beşte biri o semte, beşte biri o bucağa, beşte biri o ile, beşte biri o ülkeye aittir; beşte biri de insanlığa ait olup onunla bu imaret yapılacaktır.
كَمَنْ آمَنَ بِاللَّهِ
(Ka MaN EAvMaNa Bi elLAvHı)
“Allah’a iman eden kimse gibi mi ca’l ediyorsunuz?”
Kamu yönetimi ikiye ayrılmaktadır. Biri hukuk düzeni içinde ekonomik ve sosyal yapısı ile ortak işleri yapmadır. Bunlar ilmî çalışmalardır, ahlâkî kuruluşlardır ve iş hayatıdır. Diğeri ise güvenliğin sağlanmasıdır. Güvenlik cihad ile sağlanır.
Topluluk sözleşmelerle oluşur. Anlaşabilen kimseler bir araya gelir ve kendilerine sözleşme yaparlar. Yöneticilerini seçip biat ederler. Ortak bütçe oluşturup ortak işleri o bütçe ile yaparlar. Topluluk oluşur. Buna hukuk düzeni denmektedir. Hukuk düzeninin korunması için bir kuruma gerek vardır, o da silahlı güçtür. Her ocakta bekçilik nöbetleri tutulur. Her bucakta hukuk düzeni kurulur, çalışma düzenlenir. Koruma teşkilatı oluşur. Koruma yabani hayvanlara karşı ekili yerleri korumak için kurulur. İllerde ise iç güvenliği sağlayan zabıta teşkilatı oluşturulur. Ülkelerde dış savunmayı yapan ordular oluşur. İnsanlığın silahlı gücü yoktur. Cihadı aynı dili konuşan devletler halkı yapar. Bir devlet eğer hakem kararlarına uymazsa, hakem kararı ile onunla savaş meşru hâle getirilir. O zaman komşu ülkelerden başlayarak her ülke buraya savaş ilan edip savaşır ve galip geldiği zaman orasını ganimet yapar. Hakem kararları ile mahkûm olanlarla savaşmak en büyük ibadet sayılmıştır. Hakem kararları olmadan savaşmak ise şirk kabul edilmiştir.
“Âmene” fiili müteaddi fiildir, emniyete almak demektir.
Emniyet nasıl alınacaktır?
Topluluk oluşturmak, nöbetli silahlı güçleri meydana getirip güvenliği korumak iman etmek demektir.
“Allah’a iman etmek” Allah ile kendini veya başkasını emniyete almak demektir. Allah ile kendisini veya başkasını emniyete almanın manası, toplulukla bu emniyeti sağlamak demektir.
Canlılar iki gruba ayrılırlar.
Ya birlikte yaşarlar, ayrı ayrı yaşayamazlar. Mesela arıların arı kovanı dışında yaşama şansları yoktur.
Yahut ağaçlar gibi, kurtlar gibi, yılanlar gibi ayrı ayrı yaşarlar.
İnsanoğlu ise başlangıçta ayrı ayrı yaşayacak şekilde yaratıldı. Ne var ki insan zayıf ve cahil yaratıldı. Hayatını tek başına sürdüremedi. O zaman birleşmek zorunda kaldı. İnsanlar bir araya geldiler ve topluluk kurarak hayatlarını garantiye aldılar. Böylece toplulukla güvenlerini sağladılar. Bu Allah’a imandır.
وَالْيَوْمِ الْآخِرِ
(Va eL YaVMı elEAvPıRı)
“Ve âhir yevmi ile”
İnsanlar için zorluk şuradadır. İnsan kişiliğini korumak ve yaşamak istemektedir. Topluluğa kendisini feda etmesi için ölümden sonraki hayata inanması gerekir. Yoksa başkasının güveni için kendisi ne diye ölsün. O halde güveni sağlamanın yolu âhiret inancıdır, öldükten sonra dirilmeye imandır.
Biz buna nasıl inanacağız?
1) Kâinatta yoktan hiçbir şey var olmamaktadır, var olan da yok olmamaktadır. Nitekim canlı ölüyor, toprak oluyor, sonra o toprak tekrar canlı hâle geliyor. Ruh ise en kıymetli varlıktır. Hiçbir şey yok olmazken, ruhun ölümle yok olduğunu düşünmek bile mümkün değildir.
2) Üç boyutludur ama beş boyutlu uzay içinde uzanıp giden bir heykeller serisidir. Biz orada seyahat ederek filim seyrediyoruz. Televizyonu kapattığımız zaman seyretmekten vazgeçeriz ama sonra açarız ve tekrar seyrederiz. Ölümle bu dünyayı seyretmekten vazgeçme durumundayız. Uykuda da öyle yaparız. O halde âhiret hayatı demek televizyonu yeniden açmaktan başka bir şey değildir.
3) Bütün insanlar öldükten sonra da yaşayacaklarına inanmaktadırlar. En ilkel insan bile mezar yapmış, ölüleri oraya koymuş, hattâ bazı şeyleri katmış bile. Doğada yalancılık yoktur. İnsan da doğanın bir parçasıdır. Boş arzularla yaratılmamıştır. O halde mademki insanlar buna inanıyorlar, bu hepten yalan olmaz, olamaz.
4) En kesin bilgi peygamberlerin haber vermeleridir. Mucize göstermişler, Allah’tan haber aldıklarına insanları inandırmışlar. Bugün yeryüzünde on milyara yaklaşan insan vardır. Bunlar dört büyük dine mensupturlar. Hepsi âhiret anlayışına inanmaktadır. Sermayenin giriştiği inkâr politikasına rağmen âhirete inanmayan çok az kimse vardır.
Evet, Allah ve âhirete inandıktan sonra artık onun için cihad etmek basit bir olay olmaktadır. Savaşta ölmek insanın adeta emeli olmaktadır.
وَجَاهَدَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ
(Va CAvHaDa FIy SaBIyLı elLAHı)
“Ve Allah sebilinde cihad etmiş olanlar.”
Biz bir iş yaptığımız zaman iki zorlukla karşılaşırız. Bunlardan biri çevremizdir, canlı ve cansız varlıklardır. Onlardan yararlanır ve yaşarız. Ne var ki onlardan yararlanabilmemiz için zamanımızı harcamak ve emek vermek zorundayız. Fışkırıp akan suyu içmek için eğilip yudumlamamız gerekmektedir. Emek vermeden hiçbir şey bizim ihtiyacımızı gidermez. Havayı bile ciğerlerle çekmek zorundayız. Buna amel-i salih diyoruz.
Bizim karşılaştığımız başka bir zorluk da çevremizdeki insanlardır, hattâ insanlıktır. Babalarımızın yıllardır işgal edip koruduğu ormanlarda av avlayacağız diye buralar koruma alanına alınmıştır ve ayılar bizi yiyor, onlara kimsenin bir şey dediği yoktur ama biz bir ayıyı öldürsek ceza alıyoruz. Demek ki en yakınımızdan başlayıp en uzağa kadar herkes bize yardımcı olduğu kadar engelleyici de olmaktadır. İşte o insanlara karşı koyma cihaddır.
Ne var ki bu çatışma kendi çıkarları için olursa bu cihat değil çıkar boğuşmasıdır. O zaman biz o topluluğun çıkarına boğuşuruz. Topluluk bizim haklarımızı korur. Adil yargı sistemi olsa hakemlere gider ayıların bizi yemesini önleriz. Ama adil yargı sistemi olmadığı için ayılar bizi yiyor ve ses çıkaramıyoruz.
Allah yolunda cihad yapmak demek, herkesin haksızlığını kabul ettiği bir duruma müdahale etmek demektir. Cihad nasıl olur?
Cihadın birinci derecesi nefis ile cihaddır. Kendi hayatını şeriata göre düzenleyip çevredeki insanların baskısı ile şeriat dışına çıkmamak birinci derecede cihaddır. Bunu yapmak ilk bakışta basit gibi görünse de bu cephedeki savaştan çok daha zordur.
İnsanlar topluluk içinde yaşayacak şekilde yaratılmışlardır. Toplulukla ilgileri kaybolduğu zaman yaşamak bile istemezler, ölmeyi temenni ederler. Doğru bildiğiniz bir şeyi yapmaya kalkıştığınız zaman sizin en yakınınız olanlar size karşı çıkarlar. Onları yenmek ve doğru işleri yapmaya devam etmek çok çok zordur.
Müslümanlar Bedir Savaşı’nı kazanmışlardı. Bu ilk savaşları idi ve kesin zaferleri ile sonuçlanmıştı. Bu ilk savaş ölüm kalım savaşı idi. Bu savaşı kaybetselerdi artık Müslümanların bir daha toparlanmaları adeta imkânsız halde idi. Bugünkü İslâm uygarlığı Bedir’de ölümden dönmüştür.
Bu savaştan dönerken Hazreti Muhammed arkadaşlarına, küçük savaşı kazandık, dönüyoruz, şimdi büyük savaşa gidiyoruz, o da nefsimizle savaştır demiştir. İşte, cihadın temeli nefisle savaştır, çevredeki insanların baskısından yılmayıp hak yolunda yaşamaya devam etmektir.
Cihadın çevredeki eşyalarla değil de çevredeki insanlarla olduğunu beyan etmiştik. Allah yolunda cihad etmek demek, çevredeki insanların etkisinden aklanarak hakikat içinde yaşamak demektir. Bir kadının başını örtmesi bugünkü şartlar içinde cihaddır. İslâm topluluğunda başını istese de açamaz, o zaman elbette başörtüsü cihad olmaz.
Cihadın ikinci basamağı tebliğdir. Karşı tarafın da yanlış kabul ettiği bir hususu ona hatırlatmadır. Sigara içen doktora ‘sigara içme’ demek cihaddır. Yahut sigaranın sağlığa zararlı olduğunu bilmeyen kimseye zararlarını anlatmak cihaddır. Bunu yaparken karşı taraftan sert reaksiyonla karşılaşırsınız, sizinle çatışmaya başlarlar ama siz tebliğe ve uyarıya devam edersiniz. İşte bunu yapmak cihaddır. Bu tebliğ ile tebliğ ettiğiniz kimseyi belki yola getirmezsiniz ama ona tebliğ ederken başkaları duyarlar. Mesela, sigara içmeyenler içmeye başlamazlar. Bu tebliğ de tek başına yapıldığı için büyük cihaddan sayılır.
Cihadın üçüncü kademesi ise hicrettir. Yeter tebliğ yaptığınız halde o topluluk eğer yola gelmiyorsa, o zaman yapacağınız iş o topluluğu terk ederek başka topluluk kurmaktır. Kur’an’da bundan dolayı cihad ile hicretten birlikte bahseden âyetler vardır.
Hicretle artık karşı topluluk oluşturmuşsunuzdur. İşler biraz daha kolaylaşmıştır. Kişi olarak kötülükle tek başınıza mücadele etmiyorsunuz. Birlik olup yeni düzen kuruyorsunuz. Hicretin kolay ve basit olduğunu sanmayınız. Hicret demek, varını yoğunu terk edip uzak diyarlarda meçhul çevreye gitmek demektir.
Ekmek kazanmak için hicret Allah yolunda hicret değildir.
İslâm düzeni kurmak, şeriat düzenine uymak için hicret Allah yolunda hicrettir.
Bununla beraber Almanya’ya giden Türkler ekmek parası için gittiler ama orada İslâmiyet’i yaşamaya devam ettiler. O cihaddır. Yaptıkları Allah yolunda hicret değilse de Allah yolunda cihaddır.
Cihadın dördüncü basamağı ve en kolayı savaş cihadıdır. Hicret ettiğiniz yerde sizi rahat bırakmaz, size saldırırlar. Artık topluluk olmuşsunuz. İnsanlarla değil insanlarla birlikte düşmanlarla savaşıyorsunuz. Artık sosyal baskı sizin savaş yapmanızadır. Bu sebepledir ki bugün askerler inanmasalar da savaşmakta, sosyal baskı onları savaşmaya götürmektedir.
Demek ki toplulukla çatışma büyük cihaddır, topluluk içinde düşmanlarla çatışma küçük cihaddır.
Biz İzmir’de Akevler’i kurarken büyük cihad yapıyorduk. Çünkü topluluk olmamıştık. Bizde ‘birlikte savunma refleksi’ doğmamıştı. Şimdi AK Parti yapıyorsa ancak küçük cihad yapmaktadır. Akevler’in Yenibosna’daki faaliyetleri büyük cihaddır. Yarın topluluk hâline geldiğimizde küçük cihad yapacağız. Büyük cihadın büyüklüğü zaferin sonunda ganimetin olmayışıdır. Küçük cihad hem kolaydır hem de arkasında ganimetler vardır. Bediüzzaman büyük cihad yaptı. Gülenciler küçük cihad yapıyorlar. Kur’an bunun için diyor ki; çoğalayım diye temenni etme. Çünkü merteben düşer, büyük cihaddan küçük cihada inersin.
لَا يَسْتَوُونَ
(LAv YaSTaVUvNa)
“Müsavi değiller.”
Evet, askerler ile siviller müsavi değildirler. Mallarını ve canlarını cennet karşılığı satmış olanlar ile dünyada da âhirette de ihsan isteyenler bir değildirler. Askerlik yapanlar siyasi haklara sahip olacaklardır, çünkü siyasi görevler onlarındır.
Görev vardır, yetki vardır, sorumluluk vardır ve hak vardır. Birisine bir görevi verdiniz mi ona yetkileri de vermek zorundasınız. Güvenliği sağla ama adam öldürme derseniz, o kimse güvenliği sağlayamaz. Güvenliği sağla ama şu silahı kullanma derseniz, o kimse o silahı kullanmadığı için güvenliği sağlayamaz.
Eşkıyalar uluslararası yasakları dinlememekte, hangi silahı ellerine geçirirlerse kullanmaktadırlar. Kimyasal silahları, hele biyolojik silahları kullanmak son derece kolaydır, imalatı da kolaydır. Eşkıya bunları size karşı kullanabilecek ama siz ona karşı kimyasal silahı kullanamayacaksınız. Böyle kısıtlanmış yetkilerle görev yapılmaz.
Demek ki görev yetki ile beraber verilir. Sonra da sorumlu olur. Görevi yapmadığı zaman cezasını çeker. Askerlikte cezası ölümdür. Savaşı kaybeden vezirler asılmıştır. Bunlar suçlu oldukları için değil, savaşta mağlup oldukları için asılmışlardır. Askere giden ya ölür ya galip gelir. Mağlup olarak geri dönemez. Savaş ancak bu kuralla ciddileşir.
Sonra da bu görevi yapmışsa elbette haklı hâle gelir ve hak sahibi olur. Bu genel kural askerliğe uygulandığı zaman zaferi kazanan ordu oranın sahibi olmuş olur. Siyasi imtiyazlar kazanır. Savaşmayanlar ile savaşıp zafer kazananlar elbette bir değildir.
İnsanda dört meleke vardır; his, fikir, irade ve ünsiyet.
His ne yapılması gerektiğine, fikir nasıl yapılacağına, irade ne zaman yapılacağına ve ünsiyet nerede nasıl harcanacağına karar verir.
His sanatla, fikir dille, irade teknikle ve ünsiyet hukukla toplulukta icra edilir.
Böylece his toplulukta din olur, fikir toplulukta ilim olur, irade toplulukta ekonomi olur, ünsiyet toplulukta siyaset olur.
İlim, din ve ekonomide insanlar eşittir. Asker olsun sivil olsun fark etmez, hepsi tarağın dişleri gibi birbirine müsavidir. Bunlar hukuk düzeni içinde yaşarlar. Hakemlerden oluşmuş yargı kararlarına uyarlar. Sadece siyasette cihad edenler ile cihad etmeyenler müsavi değildirler. Cihad edenlerin cihad etmeyenlerden üstünlükleri vardır.
Bu üstünlükler nelerdir?
1) Askerlik yaptıkları için bedel vermezler.
2) Silah taşırlar ve savunmak için silah kullanırlar.
3) Kendilerini ve çevredekileri saldırılara karşı koruma yetkileri vardır. Koruma amaçlı müdahalede kısasa tâbi olmazlar. Mağdurlara diyet ödenir.
4) Öldürülen müminlerin diyeti iki mislidir.
Bunların görevleri de vardır.
1) Nöbetliler savaş eğitimini almak zorundadırlar.
2) Savaş olduğu zaman gidip savaşmakla yükümlüdürler.
3) Kendileri veya yakınları cinayet işledikleri zaman bunlar dayanışma içinde diyetlerini öderler.
4) Faili meçhul cinayetlerde kasameye tâbi tutulurlar.
عِنْدَ اللَّهِ
(GıNDa elLAvHı)
“Allah’ın indinde”
Allah’ın yolunda cihad etme vardır, Allah’ın indinde bir olma vardır. Allah yolu kişilerin yapması gereken alandır. Allah’ın indi de topluluğun onlara karşı tanıyacağı haklardır. “Allah’ın indi” burada topluluğu ve birliği temsil eder. Müminler ise kişileri anlatır.
Allah’ın indi nasıl tezahür eder? Topluluk nasıl kararlar alır?
Maşeri kararlar diyoruz. Dil, sanat, teknik ve hukuk maşeri kararlarla oluşur. Yetkili istişare eder. Ona karar verme vekâletini verirler. O da onların vekili olarak karar alır. Birlikte karar alınmış olur. İcma, ittifak, içtihat ve ittiba maşeri kararlardandır. Dayanışmanın kefaleti altında verilen kararlar maşeri karardır. Kontrol, soruşturma, yargılama maşeri kararlardandır.
“Allah’ın indinde” demek, bunlar tarafından alınan kararlar demektir.
Aslında kişinin kendi kendine aldığı kararlar topluluğa arz edilince teklif hâline gelir. Biri tarafından kabul edilince ortak karar hâline gelmiş olur.
Kişi topluluğun bir görevlisi olarak karar alır. Siyasi alanlarda topluluğu ilgilendiren kararları yalnız askerlik yapanlar alabilmektedir. Bugün devlet adına karar alma yetkisi devlet görevlilerine aittir. Kur’an düzeninde de öyledir. Dinde, ilimde ve ekonomide bütün vatandaşlar eşit şekilde ehliyetlidirler. Siyasette ise devleti ancak askerler temsil edebilirler. Savaşmayanların siyasi kararlar alması meşru değildir. Bu sebepledir ki devlet başkanı asker olacaktır. Başbakan ve genelkurmay başkanı eşit seviyede yetkili olacaklardır. Biri yani genelkurmay başkanı siyasi uygulamayı yapacak, sivil başbakan ona karışmayacak, diğeri de sivil görevleri yapacak, genelkurmay başkanı da ona karışmayacaktır.
وَاللَّهُ
(Va elLAHU)
“Ve Allah”
“Allah” kelimesi bu âyette dört defa izhar edilmiştir; Allah’a iman etmek, Allah’ın sebili, Allah’ın indi ve burada müfred olarak Allah.
Allah kâinatı nasıl düzenlemişse, biz de içtimai yapımızı ona göre düzenlemeliyiz. Yani Allah’ın yaptıklarına kıyas etmeliyiz. Sosyal kanunları doğa kanunları gibi düşünmeliyiz. Dolayısıyla Kur’an’da “Allah” kelimesi “topluluk” anlamında geldiği zaman dahi âlemlerin rabbi kastedilmiştir. Yani Allah’ın düzeni böyledir. Âlemlerin rabbi irade edildiğinde de topluluk içinde kıyasla ona göre hareket etmeliyiz.
Allah’ın zatı ile bizim doğrudan ilişkimiz olmaz. Ancak indellahta olur. Bizim onu düzenlememiz mümkün değildir. O ilişki kişi ile Allah arasındadır. Başkaları bu ilişkiye giremezler. Biz şeriat içinde ancak zahir görüntülere göre amel ederiz. Allah da o hakları topluluğa devretmiştir.
Topluluk dediğimizde…
Ocağımız ayrı topluluktur; Allah’ın yaşama alanındaki tezahürüdür.
Bucak ayrı topluluktur; çalışma alanında Allah’ın halifesidir.
İl bir topluluktur; iç güvenlik alanında Allah’ın halifesidir.
Ülke bir topluluktur; dış savunma alanlarında Allah’ın halifesidir.
İnsanlık bir topluluktur; uygarlaşma alanında Allah’ın halifesidir.
لَا يَهْدِي
(LAv YaHDiy)
“Hidayet etmez.”
“Hidayet”in iki manası vardır. Biri yol göstermedir, diğeri yola götürmedir.
Bilmediğiniz bir yere giderken yolu sorarsınız, o da size buradan gidin der. Siz ister kabul eder ve o yoldan gidersiniz, ister kabul etmezsiniz. Bir de size yol göstermez, önünüze düşer, sizi istediğiniz adrese götürür.
“Allah hidayet etmez” dendiği zaman, manası Allah sizi alıp doğru yola doğrudan götürmez, size yol gösterir, siz isterseniz gidersiniz demektir.
Müminler; bizi gideceğimiz yere götür derler ve Allah da onları kolundan tutup istenen yere götürür. Ama kendileri hidayete gitmek istemezlerse onları hidayete götürmez.
الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
(eLYaVMa eLZAvLıMIyNa)
“Zalim olan kavmi.”
“Zulüm” karanlık demektir. Kurallara uymayan, şeriat içinde yaşamayan kavim zalim kavimdir. “Kavim” dar manada ulus demektir.
Aynı dili konuşan ve ortak devlet kurmuş topluluklara kavim denmektedir. Nüfusu 30 milyon ile 100 milyon arasında olmalıdır. Geniş manada ise insanlık dışındaki her topluluk kavimdir. Ülke halkı kavim olduğu gibi il halkı da kavimdir; bucak halkı kavimdir; ocak halkı da kavimdir.
Burada geniş manada kavim olarak anlayabiliriz. Bununla beraber silahlı güçler devlette olur. Savaşlar devletlerarası olur. Dolayısıyla ulusal topluluk kastedilmiş olabilir.
Askerler ile sivilleri eşit gören toplulukların zalim olduğu ifade edilmiştir. Bunların doğru yola gidemeyeceği belirtilmiştir.
Bugünkü Türkiye’deki olayları ele alalım. Tüm ordu suçlanıyor, her kademedeki asker hapsediliyor. Varsayalım ki bunlar ihtilal yapmak istediler. Niçin yapamadılar, bunlara kim mâni oldu? Sivil bir güç çıktı da onlara dur mu dedi, yoksa askerler mi ihtilale mâni oldular? Beceriksizliklerinden yapamadılar diyebilirsiniz. Demek ki ordu toptan bir şey yapmak istedi de beceremedi. Peki, o zaman bu ordu nasıl savaşacak, bizi düşmanlarımızdan nasıl koruyacaktır? Bu durumda uykularımız kaçmamalı mıdır? Savaş olmayacak diyebilirsiniz. O zaman tüm dünya ülkeleri bütçelerinin en az üçte birini neden ordulara harcıyor? Savaşın olmayacağına dair herhangi bir belirti var mıdır?
Eğer bu ihtilali askerler önlemişse, o askerlere neden güvenmiyor da onları sivil mahkemelerde muhakeme ediyoruz? Bu kanunu kim çıkarttı ve ne amaçla çıkarttı? Hükümet ne diye bu kanunu çıkardı?
İşte, bu topluluk artık doğru yolu bulamaz. İhtilalci PKK’lılarla anlaşıyoruz, onlar silah bıraksın istiyoruz. 30 000 kişinin ölümüne sebep veren bir teşkilatı, merkezi dışarıda olan bir teşkilatı artık affediyoruz da, onlarla otuz senedir cihad yapan askerleri hapse koyuyoruz! Bir genelkurmay başkanını alelade bir mahkemede muhakeme ediyoruz! Neymiş; yargı karşısında herkes eşitmiş! Bir kapıcıyı il haysiyet divanının müsaadesi olmadan yargılayamıyoruz. Yüzbinlere ölüme gitme emri ile yetkili kıldığımızı isteyen savcı yakalıyor ve hapse atıyor! Bunlar zulüm değil midir?
“Eşit değildirler” sözünü ben söylemiyorum, Kur’an söylüyor.
Böyle yapanların zalim olduklarını ben söylemiyorum, Kur’an söylüyor.
O halde ne yapmalıyız?
1- Devlet başkanını asker yapmalıyız. Yetkilerini tam kullanmalıdır. Çok yakın dostumuz olan bugünkü devlet başkanı kurumlar arası dengeyi koruma görevini yapamıyor, kendisine verilen yetkileri kullanamıyor. Cumhurbaşkanı istifa etmeli, asker bir başkan seçilmelidir. Bunlar benim isteklerim değildir. Allah’ın emridir. Devlet demek asker demek, ordu demektir. Ordunun nasıl yönetileceğini ancak asker bilir. Sivilde yönetim yoktur, herkes kendi içtihadı ile hareket eder. Devlet başkanının sivil yönetimde bir görevi yoktur, yetkisi de yoktur.
2- Genel af ilan edilerek geçmiş dönem kapanmalı ve ondan sonra yeni anayasa ile yeni düzen oluşmalıdır. Yeni düzen oluşuncaya kadar asker devlet başkanı devletimizi yönetmelidir. Yeni uzlaşmalı anayasanın hazırlanmasına imkân sağlanması görevi cumhurbaşkanının olmalıdır.
3- Yeni anayasanın hazırlanması için siyasi partiler ilmî heyet oluşturmalıdır. Onlar uzlaşmalıdırlar. Uzlaşmada hakemlik sistemi kullanılmalıdır.
4- Kur’an’ın ve diğer mukaddes kitapların gösterdiği çözümlere kulak vermelidirler. Bu kâinatı Allah yaratmıştır, biz O’ndan daha iyisini bilemeyiz.
Önerilerimiz size acayip gelebilir ama gerçek budur. Bu âyetleri ben böyle yorumluyorum. Biri çıksın ve desin ki; bu âyetlerin manası böyle değil böyledir. Askerleri sivillerin hapsetmesi gerekir desin ve bana buna dair delil getirsin.
“Kur’an Allah’ın sözü değildir” diyenlere bir diyeceğim yoktur ama ben Kur’an’a inanıyorum dedikten sonra ona kulakları tıkamanın manasını anlamakta zorlanıyorum.