Tevbe Sûresi-8
بسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللَّهُ بِأَيْدِيكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنْصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُؤْمِنِينَ (14) وَيُذْهِبْ غَيْظَ قُلُوبِهِمْ وَيَتُوبُ اللَّهُ عَلَى مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (15) أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تُتْرَكُوا وَلَمَّا يَعْلَمِ اللَّهُ الَّذِينَ جَاهَدُوا مِنْكُمْ وَلَمْ يَتَّخِذُوا مِنْ دُونِ اللَّهِ وَلَا رَسُولِهِ وَلَا الْمُؤْمِنِينَ وَلِيجَةً وَاللَّهُ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ (16)
قَاتِلُوهُمْ يُعَذِّبْهُمُ اللَّهُ بِأَيْدِيكُمْ وَيُخْزِهِمْ وَيَنْصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ وَيَشْفِ صُدُورَ قَوْمٍ مُؤْمِنِينَ (14)
(QAVTiLUvHuM YuGaüÜiBuHuMu elLAHu BiEAYDiKuM Va YuPZIyHıM Va YaNÖuRUvKuM GaLaYHiM Va YaŞFı ÖuDUvRa QaVMın MuEMıNIyNa)
“Onlarla mukatele ediniz. Allah onlara sizin elinizle azap edecek ve onlara ihza edecektir ve size nusret edecektir ve mümin kavmin sadırlarına şifa edecektir.”
Bundan önceki âyette kâfirlerin eimmesi ile kıtal etmez misin diye sual etmiş, kıtal emri vermemişti. Bu âyetle doğrudan kıtal emrini vermiştir. Önceki âyette kıtal etmenin illetlerini anlatmış, neden ve hangi sebeplerle kıtal etmemiz gerektiğini bildirmiş, meşruiyetinin sebeplerini koymuştu. Bu âyette ise kıtalin hikmetlerini anlatmaktadır; ne amaçla kıtal edeceğiz, niçin kıtal edeceğiz, kıtalle ne elde edilecektir?
İslâm fıkhı illetlere ve hikmetlere dayanır. İlletler hükümlerin sebeplerini ortaya koyarlar. O illet varsa o hüküm verilir. Hikmetler ise hükümlerde beklenen sonuç ve gayeyi ortaya koyarlar. Bir hükmün sübutu için hikmetler yeterli değildir. Hüküm illetlere göre sabit olur. Hükmün gereği hikmetler ortaya çıkar; illet, fiilin sübutu, hüküm ve sonunda hikmet. Hikmete göre hüküm verilmez. Ancak illetlerin tesbiti için hikmetlere ihtiyaç vardır. Yani illetler hikmetler içindir. Allah burada önce illetleri saydı, sonra da hikmetlerini sayıyor. Böylece fıkhın temel kaidesini de öğretiyor.
Hikmet olarak dört şeyi sayıyor. a) Müşriklere azap etmek, b) onlara ceza vermek, c) size yardım etmek, d) ve müminlerin sadırlarına şifa vermek.
Bu dört hikmetin içinde üzerinde düşünmemiz gereken dört husus vardır.
1) Azap etmek ile ceza vermek arasında ne fark vardır?
2) Size yardım etmek, müminlerin sadrına şifa vermek. Sizinle müminler arasında ne fark vardır?
3) Yardımla şifa vermek arasında ne fark vardır?
4) Mümin kavim nekre getirilmiştir. Bunlar kimlerdir?
İlk bakışta âyet sade ve basit bir ifade ile bilinen şeyleri söylüyor gibi gelir ama üzerinde düşünmeye başladığınız zaman birçok hükümleri içerir.
Azap topluluğa aittir. İçlerinde suçlu olmayanlar da azaptan nasiplerini alırlar. Ceza ise şahsidir ve herkes işlediği fiilin karşılığını alır. Savaşta azap vardır. Çünkü suçsuzlar da kötülüğe uğrarlar. Oysa hukuk düzeninde azap yoktur, ceza vardır. Burada savaşta da cezanın olduğu ifade edilmektedir. Yani savaş suçluları mevcuttur. Çünkü ceza azaba atfedilmiştir. Ne var ki bu ceza galip gelen ordu tarafından verilecektir kaydı ceza kelimesi için de varittir.
“İhza” kelimesi yanlışlıkla “icza” olarak manalandırılmış ve yorum ona göre yapılmıştır. Söylenenlerde yanlışlık yoktur, ancak istidlalde yanlışlık vardır. Gelecek seminerde bu yer yeniden yorumlanacaktır.
Birilerinin aleyhine nusret etmek, onları mağlup ettirmek anlamındadır. Savaşmalıyız ki galip gelelim. Galip gelelim ki onlar bize itaat etsinler. Müminlere şifa, sıkıntı içinde eziyet görmüş olanlarda doğan kin ve intikam hissinin söndürülmesidir. Böylece onlar artık düşmanlık etmez, geleceğe dostluk içinde bakarlar.
Müminlerin nekre olması bütün mümin kavimleri içerir.
Buradaki müminlerin galibiyeti sonraki müminlerin de galip olacaklarına işarettir. Bedir’deki zaferimiz, Sakarya’daki zaferimiz, bundan sonra bu durumda kalacaklara şifadır. Onlar kazandılar, biz de kazanırız anlamındadır.
Bugün AK Parti’nin anayasa ekseriyeti ile tek başına iktidar olması, Sovyetlerin yıkılması, ABD’de demokratların iktidar olması insanlığın kurtuluşa doğru gittiğine işarettir, Adil Düzen Çalışanlarına cesaret vericidir.
قَاتِلُوهُمْ
(QAVTiLUvHuM)
“Onlarla kıtal ediniz.”
Bundan önceki âyette onlarla ‘kıtal etmez misiniz’ demekte, burada ‘kıtal ediniz’ denmektedir. Buradaki kıtal daha önceki kıtalin bedelidir. Sigalar değişmişse de kasıtlar aynıdır. Yeni hükümler içerdiği için tekit değildir. Harfi atıf getirilmediği için de ayrı kıtal değildir. Buradaki “Hum” zamiri bundan önce geçen müşriklere racidir, resulü ihraca himmet edenlere racidir.
Emir sigası ile gelmiştir. Dolayısıyla böyle kimselerle kıtal etmemiz farzdır. Hakemler kararı ile kıtale izin verilenlerle kıtal etmek mağdur olanlara farzdır, diğer müminlere ise sünnettir. Mağdur olanlar mağlup olacaklarsa onlara yardım etmek de farz olur.
Diyelim ki Suriye’de iktidar kimyasal silah kullandığı için savaşa mahkûm edildi. Önce oradaki halkın o iktidarla mücadele etmesi farzdır. Onlara yardım etmek de ondan sonra mağdur olan komşulara farzdır. Onlar da mağlup olurlarsa, büyük güçlere farzdır. Yargıdan savaş izni çıktıktan sonra, içtekiler savaşmazsa, komşuları savaşmazsa, uzaktakilerin üzerine savaşma farz değildir; savaşabilirler ama savaşmaları farz değildir.
Demek ki savaşa mahkûm olan bir iktidarı devirip yerine geçmek ora halkının işidir. Hakemlerin kararı bu şekilde çıkmış olabilir. Dışarıdaki devletler mâlen yardım edebilirler, fiilen ise oraya asker gönderemezler, orasını bombalayamazlar. Silah sevk edebilirler. Bu silahın parasını iktidar olunca ödeyeceklerini taahhüt edebilirler. Irak’taki muhalifler Saddam’a karşı yardım edecek ABD’ye, Fransa’ya, İngiltere’ye petrol vaat edebilirlerdi. Hakemler kararı olmadıkça ABD’nin Irak’a girmesi meşru değildi.
Dışarıdan müdahale ordusu teşkil edildikten sonra hangi ordunun öncelik görevi ve yetkisi olduğu hususu hakemler kararı ile belirlenir. Komşularının çözeceği bir sorun ise uluslararası silahlı güç katılamaz. Mâli destekte bulunabilir. Buradaki “Kâtilû-hum”daki zamirin sadece resulü ihrac edenlere raci olması bu hükümleri içermektedir.
يُعَذِّبْهُمُ اللَّهُ
(YuGaüÜiBuHuMu elLAHu)
“Allah onlara azap edecektir.”
‘Arabayı çek ben geçeceğim’ dediğiniz zaman, arabayı niçin çekmesi gerektiğini ifade etmiş olursunuz. Yani emir sigasından sonra gelen fiil emrin hikmetini ifade eder. O halde burada da neden bize kıtal emredildiğini açıklamaktadır.
“Azab” sıkıntıdır. Ayağı sıkan ayakkabının verdiği sıkıntı benzeri sıkıntıdır.
Buradaki “Hum” zamiri müşriklere değil onların eimmesine racidir. Bizim kıtalde kastımız küfrün eimmesi ile savaşmak, onların halkını o kötü yönetimden kurtarmaktır, halkını ezmek veya cezalandırmak değildir. Savaşta sadece küfrün eimmesini ayırmamız mümkün olmadığı için zaruretten dolayı onların da öldürülmesine izin verilmelidir. Bu sebepledir ki savaşta ancak boğuşurken ve vuruşurken düşmanı öldürebilirsiniz. Esir aldıktan sonra artık o esiri en çok köleleştirebilirsiniz, öldürmeniz caiz değildir. Bu âyette ve bundan önceki âyette ise bundan istisna edilenler vardır. Küfrün eimmesi ile kıtal edeceğiz. Savaşa girenlerin öleceklerini bilmeleri gerekir. Küfrün eimmesi marife getirilmemiştir. Demek ki en az üç ve en çok on kişi olacaktır. Çünkü siga cemi kıllettir. Bu aşirettir.
Hendek Savaşı’ndaki uygulama bize iki bakımdan örnek olamaz.
Birincisi; Hendek Savaşı’nda Hazreti Peygamber’in uygulaması değil, Hz. Peygamber’in de tâbi olduğu hakem uygulamasıdır. Hakem kararlarına karşı Hz. Peygamber’in itiraz hakkı olmadığı için bu uygulama Hz. Peygamber’in uygulaması değildir. O sebeple Allah tarafından düzeltilmemiştir.
İkincisi; hakemin uygulaması Kur’an uygulaması değil Tevrat uygulamasıdır. Tevrat’ın o hükümleri Kur’an tarafından kaldırılmış olabilir. Hattâ uygulamadan sonra kaldırılmış olabilir. Bu sebepledir ki Hendek Savaşı’ndaki uygulamayı biz makusun aleyh kabul etmemekteyiz.
Küfrün eimmesini seçerken kendi aralarındaki hiyerarşiyi esas alırız. Savaştaki davranışları esas almayız. Ona göre en az üç ve en çok on kişiyi seçip idama mahkûm ederiz. Azap kelimesinin kullanılması, onlarda suçu fiilen işlemiş olma şartı yoktur.
Aynı hükmü PKK’lılar için uygularız. En az üç, en çok on kişiyi seçeriz ve idam ederiz. Geri kalanları savaş suçlusu sayıp idam etmeyiz.
Bu kural önemli bir kuraldır. Bir parti kapatılacaksa en az üç ve en çok on kişi suçlanabilir. Diğerleri suçlanıp cezalandırılamaz.
بِأَيْدِيكُمْ
(iEAYDiKuM)
“Eydinizle”
Onlar suçlu oldukları için cezalandırılmaları gerekir. Bu görev de mağdur olan müminlere verilmiştir. “Bi eydi’l-mü’minîn” denmemiş de “Bi Eydiyküm” denmiş, mağdur olanlara tahsisen işaret etmektedir.
Cihadın farz olması ve en büyük ibadet sayılması da bundandır.
Bedelli olsun olmasın, kadın olsun erkek olsun herkes, saldırıya uğrayan beldenin tüm halkı savaşmak zorundadır, savunmak zorundadır. Bedellilik ancak kendi bölgeleri dışındaki saldırılara karşı geçerlidir.
وَيُخْزِهِمْ
(Va YuPZıHıM)
“Ve onları ihza edecektir.”
Ceza, işlenmiş fiillere karşı uygulanacak karşılıktır. Fiil iyi ise ceza da iyi olur, fiil kötü ise ceza da kötü olur. Kimseye fiilinden fazla bir ceza uygulanmaz.
Hukuk düzeninde bu durum ceza hukukunun temelidir.
Savaşta ise işledikleri fiiller meşru değilse, özel suç işlemişlerse, mesela çatışmadığı halde biri diğerini öldürmüşse, bu suçtur. Cephe savaşı caizdir. Düşman üzerinize yürürken mermi atarsınız. Düşman sizin üzerinize yürümeye hazırlanırken de cepheyi bombalayabilirsiniz. Ama bir kişiyi, bir şahsı özel olarak hedef alıp vuramazsınız.
Küfrün eimmesi bundan müstesnadır. Şahıs hedef alınıp savaşmadığı halde öldürülmüşse, işte buna diyet cezası verilebilir. Buradaki zamir de eimme-i küfre gitmektedir. Küfrün eimmesi içinde savaş suçunu işleyen varsa ona ceza verilebilir yahut on eimmeden suçlu olanlar seçilir.
Kıyas yoluyla eimmeden olmayıp özel suç işlemiş olanlar da suçlarına göre cezalandırılabilir. PKK mensubu olmak suç teşkil etmez, PKK’nın emir komuta zinciri içinde saldırıda bulunanlardan eimme olmayanlar cezalandırılmaz. Mağdur olanlara diyet ödenir.
Burada “Bi Eydiyküm” kaydı yoktur. Ancak matuf matufun aleyhin de vasfını taşır. Türk mantığında “beyaz koyunla koçu al” derseniz, ikisi de beyaz olmalıdır; “koyunla bir beyaz koç” derseniz, koyunun beyaz olması gerekmez. Arapçada bunun tersidir. İşte “şaten beydae ve kebşen” derseniz, ikisinin beyaz olması gerekir; “şaten ve kebşen ebyede” derseniz, şatın beyaz olması gerekmez.
Buna göre burada “Bi Eydiyküm” kelimesi hükmen vardır.
“İhza” kelimesi yanlışlıkla “icza” olarak manalandırılmış ve yorum ona göre yapılmıştır. Söylenenlerde yanlışlık yoktur, ancak istidlalde yanlışlık vardır. Gelecek seminerde bu yer yeniden yorumlanacaktır.
وَيَنْصُرْكُمْ عَلَيْهِمْ
(Va YaNÖuRKuM GaLaYHiM)
“Ve onlara karşı size yardım edecektir.”
Savaşırsanız size yardım eder anlamında değildir.
Savaşınız ki Allah size yardım etsin anlamındadır.
Bir devletin varlığı savaşı kazanması ile mümkündür. Almanlar savaşı kaybettiler, Japonlar savaşı kaybettiler ama ABD’nin himmeti ile devlet oldular. Onların devletlikleri sözde devletliktir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti savaşla kurulmuş bir devlettir, sözleşmelerle oluşmuş bir devlet değildir. Suudi Arabistan bir devlet değildir. Devlet olabilmesi için savaşı kazanmış olması gerekir. İran devlettir; Irak’a karşı yapılan ve sekiz yıl süren savaşı kazanmıştır.
O halde devlet olmak isteyenlerin bir savaşı kazanmış olmaları gerekir.
PKK’lılar savaşı kazanıp Doğu Anadolu’ya hâkim olsalardı devlet olurlardı. Uzlaşma ile ve dışarıdan yapılan desteklerle devlet olunmaz. Bugün Irak’a çekilmeyi kabul etmekle devlet olma şanslarını kaybetmişlerdir. PKK’lılar savaşı kazanıp Doğu Anadolu’da bağımsız devlet kursalardı bile devletimiz devlet olmaktan çıkmazdı, kalan topraklarda devlet olma özelliğini korurdu. Bu bakımdan Türkiye güçlüdür. Kangren olmuş eli kesip atabilirsin, kalan vücut sağlam olarak kalır. Bizim nüfusumuz seksen milyona yaklaşmıştır. PKK’lıların sahip çıktığı kimselerin nüfusu yirmi milyon bile değildir. Bizden ayrılsalar bile bir devlet kuracak durumda değildirler.
Sömürü sermayesi İran, Irak, Suriye ve Türkiye’deki Kürtleri birleştirip bir devlet kurdurmak, böylece bu devletleri parçalamak istemektedir. Bu parçalanma Irak ile Suriye’ye zarar verebilir, nüfuslarını otuz milyondan aşağıda bırakır. Ama Türkiye ile İran’ın ise bunların nüfusuna ihtiyacı yoktur. Yani Allah Türkiye ile İran’a nusret etmiş ve onları devlet yapmıştır. Bunun için saldırı savaşına gerek yoktur, savunma savaşları yeterlidir.
Allah’ın bize yardım etmesi için bizim bir şeyler yapmamız gerekmektedir. Bu sebepledir ki bizim Akevler olarak özel girişimlerimiz vardır. Önce Ahşap Evler Atölyesi’ni oluşturuyoruz. Sonra da Yüz Müçtehit Yetişme Merkezi’ni kuruyoruz. Böylece Allah da bize yardım ediyor. Siz bir adım atarsanız, Allah size doğru iki adım atar. İlmî çalışmalarımız da böyledir. İstanbul-Bahçelievler-Yenibosna’da aldığımız mesafe beklediğimizden çok daha ilerdedir. Kıyas yoluyla Allah’ın bize bu çalışmalarımızı emrettiğini kabul etmek durumundayız. Biz sabır ve sebatla çalışmalara devam etmeli, Adil Düzen işletmelerinde denemeler yapmalıyız. Allah beklemediğimiz yerden bize yardım edecektir.
Buradaki emir fiiller şart kabul edilmiş, sonra gelen fiiller emrin cevabı olarak meczum yapılmıştır. Yani kıtal ederseniz Allah da sizlere bunları yapar. Dolayısıyla yukarıda verdiğimiz manalar “edecektir” şeklinde değil de “etsin” şeklinde olmuş olur. “Yensuruküm in kateluhum” denseydi kıtal nusretin şartı olurdu.
“İn ci’te ükrimüke / gelirsen ikram edebilirim.” İkram etmem için gelmen şarttır demektir. Geldiğin halde de ikram etmeyebilirim demektir.
“Ükrimüke in ci’te / gelirsen ikram ederim.” Geldiğin takdirde ikram etmem gerekir. Gelmezsen de ikram edebilirim demektir.
Burada “in kateltüm ensurküm” denmiştir, kıtal ederseniz nusret edebilirim ama kıtal etmezseniz nusret etmem demektir. Nusret için kıtal şart koşulmuştur.
Bizim verdiğimiz mananın tamamı buna dayanmaktadır. Biz bunu Türkçeleştirirken ‘edeceğim’ şeklinde ifade ettik. Aslında kıtal edin ki Allah sizin elinizle onlara azab etsin, onlara ceza versin, size yardım etsin şeklinde tercüme etmemiz gerekirdi.
Biz tefsir yaptığımızda hata etsek bile onu geri dönerek düzeltmiyoruz, hata ettik diye sonra ona işaret ediyoruz. Çünkü her an yeniden aklımıza geleni yazıyoruz, eski yazdıklarımızı tekrar etmiyoruz.
Bunun manası şudur.
Tefsiri geçmişteki müfessirlerden aktarma şöyle dursun, dün verdiğiniz manayı bugün vermezsiniz. Eski tefsirleri okursunuz, dünkü yorumlarınızı okursunuz. Ondan sonra âyete bakar şimdi size ne ilham olunuyorsa o günkü içtihadınızı ona göre yaparsınız.
وَيَشْفِ
(Va YaŞFı)
“Ve şifa verecektir (şifa versin diye).”
“ŞFV” dudak demektir. Bir şeyin dudağında olmak, kenarında olmak demektir. Batmaya başlayan Ay’a veya Güneş’e şifa etti derler. Şifa etmek dudakla emmek anlamındadır. Sonra sadece emme manasını kazanmıştır. Bir şeyi içme anlamında dudakladı da kullanılır. Hastaların şifa bulması anlamında kullanılmaktadır.
Bizim kıtal etmemiz mümin bir kavme şifa olmaktadır.
Şifa kişinin kendi kendisini tedavi etmesidir. İnsan beyni tedavi olmakta olduğuna inandığı zaman bedenini tedavi etmek için harekete geçer, bildiği tedavi usullerini öğrenir yahut ruhu onu destekler. Böylece hasta tedavi olur.
Kullandığımız ilaçların kısmen etkisi bu yoldandır. Hasta ‘ben bu ilacı kullanırsam iyileşirim’ der ve ilacı kullandığı zaman iyileşmektedir. Yazılan muskaların, okunan üfürüklerin tedavi etkisi böyledir. ‘Ben hastayım’ diyen de hasta olmuş olur, zehir olduğuna inanarak su içse ölebilir.
Bizim savaşımız sebebiyle başkaları böyle şifa bulur.
Bu âyet o şifaya da işaret etmektedir.
صُدُورَ
(ÖuDUvRa)
“Sadırlar”
“Sadr” baş demektir. Aslında okun öndeki şişkin kısmıdır.
Parmağa diken battığı zaman parmakta acıyı duyarsın. Acıyı duyan beyindir. Parmağı kesilen kimseler parmakta acıyı duymaktadırlar (Fantom ağrısı). Bu sebeple birçok kimseler acının kalbde duyulduğunu sanır. Kalb sadrın içinde zikredilince yorumcular kalb olarak göğsümüzdeki kan merkezini anlamışlardır. Oysa cevfteki kalb kan merkezidir, baştaki sadr ise düşünme merkezidir. Kur’an bunu belirtmek için sadırdaki kalbden bahseder.
Evet, bizim kıtalimiz müminlere şifadır ama bedenlerine değil beyinlerine şifadır.
Ruh beyinle irtibatlıdır. Nasıl pilot haritasına bakarak yolunu alırsa, insan ruhu da beyne bakarak yolunu almaya devam eder, kararlar verir. Dolayısıyla ruhi hastalıklar beyinde olur. Biz acıyı beyinde duyduğumuz gibi elimizdeki hareket emirlerini de beyinle veririz. Müminlerin sadırlarında bir hastalık vardır. Bu da uğradıkları zulümlerdir, ondan dolayı besledikleri korkulardır. Ancak kıtalle bu tedavi olur.
Araplar Mekke’nin sömürüsünden bizar idiler ama bunu dışarıya vurma imkânları yoktu. Mekke fethinden sonradır ki tüm Arabistan iman etti.
O halde savaşmak ve savaşı kazanmak demek insanlar nezdinde iktidar olmak demektir. Halkın iktidara teveccüh etmesi için sizin kıtal edip zafer kazanmanız gerekmektedir. Bugün bu durum seçimle elde edilmek istenmektedir. Kim seçimi kazanırsa o savaşı kazanmış kabul edilmekte ve halk onun iktidarına itaat etmektedir.
Sömürü sermayesi kabul ettiği bu sistemle hep halkın istemediklerini iktidar edeceğini sanmış ve bu metodu yaymıştır. Sermaye ‘işveren benim, o halde ben istediğimi destekler ve ona seçimi kazandırırım’ diyordu; ‘seçimden seçime para kullanırım ve ben istediğimi iktidar ederim’ diyordu. Uzun dönem bu taktiğini kullandı ve sistem başarıya ulaştı. Ne var ki bu sistem sanayi döneminde işe yaramamaktadır. Tarım dönemini yaşayan ülkelerde ise halk işçi olmadığı için başarılı sonuç alınamamış, bu sebepledir ki bu ülkelerde de sosyalizmle bunu sağlamıştır. Bugün tekniğin gelişmesi, ulaşım ile haberleşmenin kolaylaşması ve hassaten küçük firmaların da iş yapar hâle gelmesi nedeniyle sermaye bu silahı yeteri kadar kullanamamaktadır.
Kur’an ekseriyet seçimini değil yerinden yönetimi ve biat sistemini kabul etmiştir. Halk kendi başkanlarını seçer. Bunlar dayanışma ortaklıklarının başkanlarıdır. Sosyal gruplar oluşur; ilmî, ahlâkî, meslekî ve siyasî gruplar oluşur. Herkes kendi seçtiği kimseye tâbi olur. Bu sosyal gruplar da sıralama usulü ile kendilerine bir başkan seçerler. Barışla oluşan iktidar böyle oluşur.
Ne var ki halkın bu başkana itaat etmesi için iktidarın bir savaşı kazanması gerekir.
Mısır’da Mursi’ye karşı isyan hareketleri başlamıştı. Mursi bu isyan hareketlerini bastırsaydı ordu artık ona itaat edecekti ama bastıramadı. Ordu bunun üzerine duruma müdahale etti. Ordu da şimdi bu isyan hareketlerini bastırırsa halk artık ona itaat eder. Türkiye’de halk Cemal Gürsel’e ve Kenan Evren’e bunun için itaat etti.
AK Parti bugün askerleri muhakeme eder ve iktidarı korursa gücünü göstermiş olur.
Ne var ki AK Parti kendi askerine karşı güç kullanıyormuş gibi bir duruma düşmüş görünüyor. Sonuç olarak devleti uçuruma götürmektedir.
Bu sebeple diyoruz ki; AK Parti eğer bir af çıkarırsa sermayenin oyunlarını bozmuş, kendisini de orduya ve millete kabul ettirmiş olur.
قَوْمٍ مُؤْمِنِينَ (14)
(QaVMın MuEMıNIyNa)
“Mümin bir kavmin suduruna.”
“Sadr” çoğuldur, “Kavm” tekildir ama çoğul ismidir. Dolayısıyla kavme mensup kişilerin sadrına şifa olacaktır. Müminin çoğulu kavmin sıfatıdır, sadrın sıfatı değildir.
Kavmin mümin olması demek kişilerin tamamen mümin olması değil, halkın topluca mümin olmasıdır. Bir bardağa boya attığınız zaman boya suda dağılır ve bütün su o rengi alır. Dışarıdan baktığınız zaman sanki bardaktaki bütün maddeler kırmızı gibi olur. Topluluklar da böyledir. Bir toplulukta eğer inanmış insanlar galipse tüm halk inanmış gibi davranır, bir toplulukta eğer müşrikler galipse tüm halk müşrikmiş gibi davranır. Bu sebepledir ki fertler ayrı ayrı inanmamış olsalar bile kavm inanmış görünebilir. Hiç kimse kendi imansızlığını ortaya koyamadığı için kimse ses çıkaramaz. Kavm inanmış ama fertler inanmamış olabilir.
Biz bunları çokça yaşadık. Demokrat Parti tek başına iktidar oldu. Herkes Demokrat Parti’nin iktidarından memnun idi ama kimse onun iktidarına inanamıyor, iktidarının geçici olduğunu kabul ediyordu. Bugün de aynı durum geçerlidir. AK Parti anayasa ekseriyeti ile iktidardadır ama ben dâhi iktidarlarının kalıcı olduğuna inanamıyorum.
İktidarda olanlar savaş yapar ve zafer kazanırlarsa, işte o zaman AK Parti’nin iktidar olduğuna inanacağız. Bu nasıl olur? Ya orduyu yanına alıp sen sivil zalimleri cezalandırırsın, ülkeye adaleti getirirsin, ya da yeni ordu kurar ve o ordu ile mevcut orduyu ortadan kaldırırsın. Orduyu korkutmak ve orduyu sindirmek demek, kendi gücünü ve devletin gücünü sıfıra indirmek demektir. O zaman biz AK Parti’nin iktidarına nasıl inanabileceğiz.
Türkiye’de kurulmuş bir şebeke vardır. Yurt dışından kaçak işçiler gelmekte ve Türkiye’de çalışmaktadırlar. Türkiye’deki kanunlar ve uygulama sayesinde bunların kaçak çalışmasına izin verilmektedir. Kurulmuş bir mafya vardır. Bu kaçak işçilerden fahiş miktarda dolarlar alarak kaçak olarak getirmektedirler.
Lütfi Hocaoğlu Kırgızistan’dan gelen bir bayanı yanında çalıştırmak istemiştir. Vize alamadığı için yurt dışından kaçak gelmiştir. Kaçak kimseyi çalıştırmak istemediği için her türlü cezaları ödeyerek vize yoluyla istihdam etmek istemiştir. Hiçbir kanuna dayanmadığı halde vize vermemektedirler. Çünkü beş bin lirayı ödetecek şebeke buna mâni olmaktadır. Devreye yetkili milletvekilleri ve bakanları soktuğumuz halde ‘biz tükürdüğümüzü yalamayız’ diyerek vize vermemişlerdir!
İşte, orgeneralleri hapsetti diye böbürlenenler bu zulüm şebekelerine dokunamamakta, adamlar bakan filan tanımamaktadır.
İşte bu durum karşısında AK Parti ne yapacak?
Orduyu yanına alacak ve bu şebekeleri çökertecek.
Bu şebekeleri sermaye yönetmektedir. Sermaye savaş açacak ama yenilecek. İşte o zaman AK Parti gerçekten iktidar olacak, bizim beynimiz de rahatlayacaktır.
وَيُذْهِبْ غَيْظَ قُلُوبِهِمْ وَيَتُوبُ اللَّهُ عَلَى مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (15)
(Va YüÜHiB ĞaYJa QuLUBiHiM Va YaTUvBu elLAHu GaLAy MaN YaŞAvEu Va elLAvHu GaLIyMun XaKIyMun)
“Ve onların kalblerinin gayzını zaib izhab edecektir (izhab etsin diye) ve Allah meşieti olana tevbe eder. Allah alîmdir, hakîmdir.”
“Müminin”de âyeti ayırmış olmakla beraber, cümle tamamlanmıştır.
Buradan beşinci atıf yapılmıştır.
Ayetlerin sonları şu şekildedir:
مِنَ الْمُشْرِكِينَ (1) الْكَافِرِينَ (2) بِعَذَابٍ أَلِيمٍ (3) الْمُتَّقِينَ (4) إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (5) قَوْمٌ لَا يَعْلَمُونَ (6) اللَّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ (7) فَاسِقُونَ (8) يَعْمَلُونَ (9) الْمُعْتَدُونَ (10) لِقَوْمٍ يَعْلَمُونَ (11) يَنْتَهُونَ (12)إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (13) قَوْمٍ مُؤْمِنِينَ (14) وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (15)
Âyetler “Nun”lu çoğullarla bitmektedir. “Mim” ile bitenler vardır. Diğerlerinde cümle tamamlandığı halde burada tamamlanmamaktadır. Böyle âyetlerin âyet işaretlerine küçük lam konmaktadır. Burada durma anlamındadır.
Böyle âyetlerin hükmü şudur. Eğer Kur’an okunmasına devam edilmeyecekse burada durulur, cümle tamamlanmış olur. Devam edilecekse, o zaman durulmaz, yani böyle âyetlerin birincisinde cümle tamamlanmamış olur. İkinci âyette ise cümle tamamlanmış olur.
Demek ki böyle âyetlerin de özel hükümleri vardır. Durularak birinci âyete mana verilir. İkinci âyete ise devam edilerek mana verilir.
Bundan önceki âyette dört fiil getirilmişti. Dörtlü sisteme uygundur. Bu âyetle de beraber mana vermemiz gerekir. Yani bu fiilin diğer fiillerden farkı vardır, hükümleri farklıdır.
Gayz, zefir, şahık, feveran, cehennem ve saîr vasıfları olarak sayılmaktadır. Cehennem ve saîr fırın demektir. Sair tav fırınıdır. Cehennem eğitme fırınıdır. Tennur da ekmek fırınıdır.
Sıcağın etkileri değişik şekilde ifade edilmiştir. Sıcaklık hidrojen atomunun birleşmesinden doğar. Sonra kimyasal yanmalardan doğar. Bunlar ışık verici sıcaklıklardır. Bunun dışında doğrudan ısının yükselmesi vardır. Daha sıcak olan cisimlerin düşük sıcaklıkta olanlara aktarması ile sıcaklık artar. Bir de basıncın azalması ve çoğalması şeklinde sıcaklığın artıp eksilmesi vardır. Bu kelimeler ateşin bu özelliklerini ifade etmiş olabilir.
Feveranda mekanik hareket söz konusudur. “Fâret tennûr”dan bunu öğreniyoruz. “Gayz, zefir ve feveran”dan hangisinin atom, hangisinin kimyasal, hangisinin termik enerjiyi ifada ettiğini bulabilmede “sair” kelimesi için “ğayz” ve “zefir” için “semi” denmektedir. İşitme maddesi dalgaları algılamaktadır. O halde kimyasal enerji ile termik enerji bunlardır. “Şahık” ise atom enerjisidir. “Tağayyuzan ve zafiran” dendiğine göre bunlar kimyasal ve termik enerji olandır. “Şahık” atomik enerji olmalıdır.
“Gayz” kimyasal enerji mi yoksa termik enerji midir?
Termik enerjide geri dönüş yoktur. Kimyasal enerji geri dönüşlüdür. “Gayz” kelimesi tarımcıların sevinci için de kullanmaktadır. O halde geri dönüşlü olduğu için “gayz” termik enerji olarak ifade edilmiş olmaktadır.
“Gayz” beyinde meydana gelen bir histir. Beyinde olan olaylarda kimyasal olayların karşılıklı etkileri vardır. Korktuğunuz zaman beynin emri ile vücut bir hormon salar. Sonra bu hormon sizin kanınıza etki ederek hisler uyandırır. Aynı hormonları dışardan verseniz insan korkar ama neden korktuğunu bilmez.
“Kalblerindeki gayzı izhab etmek için” denmektedir. Yani bedendeki hormonların ortaya koyduğu kini ve nefreti ortadan kaldırmak için buna gerek vardır. Diğer canlılarda olduğu gibi saldırma ve savunma mekanizmaları vardır. Korku gibi insanda düşmana karşı gayz meydana gelir. Düşman akla gelince veya görülünce beden gayz hormonlarını salar ve ona karşı savunma mekanizmasını geliştirir. Düşmanlığı bittiği zaman da insan yine savunma hormonları salmaya devam eder.
Bu sebepledir ki 1950’lerde Demokrat Parti iktidar olduğu halde halkın CHP’den korkusu devam etmiştir. Sömürü sermayesi bugün de siyasi gücünü kaybettiği halde yine etkisini sürdürmekte, hâlâ ülkeleri karıştırmaktadır. R. T. Erdoğan’ın Suriye’ye saldırısında şuur altında bu vardır. Sermayenin nasılsa galip geleceğini düşünmüş ve bir an önce Beşşar Esed ile olan dostluğu sona erdirmiştir. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymamaktadır. Sermayenin tezgâhladığını isyancılar ve devletler onaylamaktadırlar. İhvan-ı Müslimin sermayenin oyunlarına gelmektedir. Sermayenin mağlup edilmesi için ABD Merkez Bankası’nın resmen devletleştirilmesi ve sermaye patronlarının bankacılık yapmasına son verilmesi gerekmektedir. Bunu ABD yapmazsa, insanlık yani ülkeler doları reddedip kullanmamalı, devletler bankalarında doları konvertibl yapmamalıdırlar.
Buradaki gayzın izhabı diğer dört şarttan farklıdır. Bu sebeple ayrı âyette zikredilmiştir. İlk dört olanlar birlikte oluşacaktır. Son beşincisi ise olursa beraber olur, olmazsa olmayabilir. Son beşincisi gerçekleşmediği zaman da ilk dördü hüküm ifade eder.
‘Bana beyaz, siyah, mavi, kırmızı kalem al, bir de kurşun kalem al’ dediğinizde, renkli kalemleri almadan kurşun kalemi alamazsınız. Ama kurşun kalemi almadığınız zaman da renkli kalemleri alabilirsiniz.
Kıtalimiz dört etkisini birden gösterecektir; beşinci etkiyi de gösterebilir.
وَيُذْهِبْ
Va YüÜHaB
Ve gidersin
“Zihbe” ara ara yağan yağmur, gidip gelen yağış demektir. “Zehb” kaybolmak veya gitmek anlamına gelir. Tedavül eden altın madenine de “zeheb” denmiştir.
İnsan beyni bir bilgisayardır. Merdivenden yürüyünce lamba kendiliğinden yanar. Bunun gibi beyinde devreler vardır. Dışarıdan gelen bir sinyal ile beden hemen harekete geçer. Gözü gören kimse lambanın yandığını fark eder. Kör olan lambanın yandığından haberdar olmaz. Beyinden bedene verilen emirlerin çoğundan ruhun haberi olmaz. Kalbimiz çalışır, biz duymayız. Gerektiğinde sıkıca atar. Bazılarını biz fark ederiz ama müdahale edemeyiz. Mesela, ishal olduğumuzda farkında oluruz. Beynin müdahale etme imkânı olmaz. Beynimizde olan devrelerden bir kısmı hazırdır. Ruh izin verse hareket eder. Düşmanlara karşı beyin ayarlanır ve kendiliğinde kin hormonlarını salar. Hormonlar ise başka devreleri harekete geçirir, böylece ruhunuz onu hisseder.
“İzhab” gidermek demektir. Yani kurulmuş bu mekanizmaları, elektronik devreleri ortadan kaldırmak, silmek için bizim kıtalimiz etkin olur. İnsanın sevmesi veya nefret etmesi iradi değildir. Yani kurulmuş devreler vardır. O devreler çalışır. Belli kimselere karşı sevgi veya nefret olarak belirir. Sevmek veya nefret etmek sizin elinizde değildir.
Bununla beraber dışarıdan gelen etkilerle bu devreler bozulabilir, sevgi nefrete dönüşebilir. Bunun için dışarıdan bir etki gelmelidir. Namaz kılmak ve oruç tutmak nefreti sevgiye dönüştüren etkileri ortaya çıkarır. Müslim olmak insan iradesine bağlıdır. Ruhu karar verir ve insan müslim olur. Oysa iman iradi değildir.
Sevgi ve nefret de böyledir. Bunların değişmesi için bazı fiillerin yapılması gerekir. Bu insanın iradesi ile mümkündür. Bazıları ise dışarıdan gelen etkilerdir.
Burada bizim kıtalimiz müminlerin gayzını giderecektir. İnsandaki intikam hislerinin söndürülmesi için kısas hükümleri konmuştur.
Sosyoloji ve psikoloji ilimlerine bunun için gerek vardır. Bir canlının sağlığı için nasıl biyoloji kitabına ihtiyaç varsa, bir insanın sağlıklı yaşaması ve sosyal ilişkileri kurması için psikoloji ve sosyoloji ilimlerini bilmesi gerekmektedir. Bundan iki asır önce fizik ve kimya ilimlerini de bilmiyorduk. Bir asır öncesinde biyoloji ilmi bilinmiyordu. DNA’nın keşfi ile biyoloji ilimlerini de öğrendik. Henüz psikoloji ve sosyoloji ilimleri oluşmamıştır. Bunun için bizim yaptığımız gibi Kur’an yorumlanmalı ve bu yorumda psikoloji ve sosyoloji ilmi ortaya konmalıdır. Yararlanacağımız başka usul de benzetme usulleridir. Bilgisayar ve biyoloji ilimlerindeki bilgileri psikolojide karşılaştırır ve geliştiririz. Fizikte, kimyada, biyolojide deney yapıp ölçmeler yapabiliyorsunuz. Ama ruhi olayları ve sosyal olayları ölçmek zor olduğu için deney metodu yeterli değildir. Bu sebepledir ki Kur’an’a başvurmak zorunluluğu vardır.
غَيْظَ قُلُوبِهِمْ
(ĞaYJa QuLUBiHiM)
“Kalblerinin gayzına”
“Kalb” merkez demektir. Beyin bir kalbdir. Sinir hücrelerinden aldığı sinyalleri beyinde değerlendirir. Sinir hücreleri bilgisayarın tuşuna veya kamerasına benzer. Değişik yerlere dağılmış uyarıcıyı alan sinirler elektrik uyarısı ile beyne ulaştırır. Beyinde bilgisayarın çeşitli devrelerine yerleştirilir. Bunlardan bir kısmından ruh haberdar olur, bir kısmından olmaz. Şoför motorun çalışmasından haberdar olmaz, ancak hızından haberdar olur.
“Beyinlerindeki gayz” denmektedir. Yani gayz ruhta değil beyindedir, beynin devrelerindedir. Ruh o devreler sebebiyle, devrelerin uyarısı sebebiyle duygulanır. Kıtaldeki galibiyet o devreleri çözer, değiştirir, başka şekle sokar ve artık gayz kalmaz. Vücuttaki hormon salınması durur.
İnsanın ruhla irtibatı da elektromanyetik devrelerle olmaktadır. Ruh beyinden gelen sinyallere göre etkilenmekte ve etki etmektedir. Elektromanyetik dalgaların özelliği zahiri âlemde ışık hızından daha az hızda taşır. Bâtıni âlemin de dalgaları vardır. Zahiri âlemde cisimler daha az hızla algılama yaparlar. Bâtıni âlemde ise ışık hızından daha hızlı dalgaları algılarlar. Algılama ışık hızındaki bir dalganın etkisi ile algılayanın hızını artırması veya azaltması şeklinde olur. İnsan ruhu ile insan beyni arasındaki ilişki insan beynindeki hızın artması hâlinde ruhtaki hız azalmakta, beyindeki hız azalırsa ruhtaki hız çoğalmaktadır. Böylece insan beyni ile insan ruhu arasında iletişim sağlanmaktadır.
وَيَتُوبُ اللَّهُ
(Va YaTUvBu elLAHu)
“Ve Allah tevbe eder.”
“Eveye” yuva demektir. “Eyeve” de aynı anlamdadır. Sondaki “v” “b”ye dönüşmüş, “evb” olmuştur. “Evb” geri dönmek, yuvaya dönmek anlamındadır. Sonra başındaki “e” de “t” ye dönüşmüş, “tvb” olmuştur.
“Tevbe” bir işten vazgeçmek anlamında olduğu gibi bir işe yeniden başlamak anlamındadır. Buradaki “dönmek” ilgilenmek manasında olup manevi dönüştür.
“Tevvab” demek, kendisine dönüldüğü zaman o da size döner demektir. Bu kelimenin aslı “evb”dir. “Evvab” ile “tevvab” aynı anlamdadır. “Evb” kelimesi de “yuva” kelimesinden dönüşmüştür. “Evy” yuva demektir. Türkçedeki “ev” kelimesi ile yakınlığı vardır. Hayvanların akşamüstü yuvalarına dönüşünden insanların olması gerekene dönmesine “tevbe” denmiştir. Allah insanlara adeta kendisi bir insanmış gibi hitap eder. İnsanların birbirleri ile olan ilişkilerinde olduğu gibi bir tutum içinde olduğunu gösterir. Allah insana benzemez, dolayısıyla bütün bu ifadeler mecazidir.
“Tevbe” kelimesi “Alâ” harficeri ile gelince Allah’ın kullarına dönmesi yani tevbelerini kabul etmesi anlamındadır, “İlâ” harficeri ile gelince kulların Allah’a dönmesi anlamındadır.
Buradaki “vav” “kâtilû”ya atfetmektedir. Siz kıtal ediniz, tevbeleri ben kabul ederim denmektedir. Allah sizin elinizle azab eder ve dönüşleri de kabul eder anlamındadır.
“Allah” kelimesi bu âyetlerde üç defa geçmektedir. Allah sizinle azab etsin diye mukatele ediniz. Allah istediğinin tevbesini kabul eder. Allah alimdir hakimdir.
Buradaki “Allah” kelimelerini iki türlü de manalandırabiliriz.
Kâinatın rabbi olan Allah koyduğu düzenle kötülük yapmak isteyenleri sizin ellerinizle cezalandırmaktadır. Kim tevbe ederse onun tevbesini de siz kabul edersiniz. Yani kim olursa olsun hakem kararlarını kabul edip saldırıdan vazgeçerse artık onu dışlamak sizin elinizde değildir. Kâinatın rabbi hükümlerini bilerek koymaktadır. Bu hükümler adil hükümlerdir.
İkinci anlayışa göre insanlık müminlerin eliyle müşriklere ceza vermektedir. Halk kendisi doğrudan savaşmamaktadır. Askeri birlikler oluşturup güveni sağlama hizmetini onlara vermiştir. Bu ifade ile devlet kuruluşunun hikmeti anlatılmaktadır. Tevbeleri ise yargı kabul edecektir.
Bu takdirde PKK’lılarla olan durumumuz yargı ile çözülecektir. Onlar birer hakem seçecekler veya biz onlar için birer hakem seçeceğiz. Her birinin durumu bu hakemler tarafından incelenecek ve hakemlerin kararı ne olursa ona uyacağız.
“Allah hâkim olan alîmdir” dediğimizde topluluk bilerek adilane hükmeder anlamındadır. Allah yargı yoluyla herkesin hakkını bilecektir ve o bilgiye dayanarak yargı kararlarını icra edecektir.
عَلَى مَنْ يَشَاءُ
(GaLAy MaN YaŞAvEu)
“Meşieti olan”
“Men” ism-i mevsuldür, sıla cümlesi vardır. Sıla cümlelerinde “Men”e raci bir zamir olmalıdır. “Yeşau”da müstetir zamir vardır. Buna göre mana versek Allah kime isterse ona tevbe eder yani kim tevbe ederse Allah da ona tevbe eder. Bu takdirde isteyen tevbe edendir.
Sıla cümlesinde ism-i mevsule raci zamirin bulunması gerekmektedir. Bir yerde bunun istisnası vardır. Eğer sıladaki fiilin mef’ulü mahzufsa yani müteaddi bir fiilin sılası zikredilmişse o zaman hükmen bir zamir vardır kabul edilir. “Alâ men yeşau afve nefsihi” anlamı çıkar ki istediğine tevbesini kabul eder şeklinde mana da verilebilir. Biz her iki manayı verdik.
Kelam ilminde en çok tartışılan konu bu konudur; Allah istediğinin tevbesini mi kabul eder, yoksa Allah isteyenin mi tevbesini kabul eder?
Tevbe yüzünü Allah’a çevirmedir. Sırtını çeviren döner yüzünü Allah’a çevirir. Artık hakem kararlarını kabul eder, Allah da yani yargı da onun bu dönüşünü kabul eder ve davalarına bakmaya başlar.
Yargıyı zorla kabul ettirmek yoktur. Yargıya ancak kendi arzuları ile katılırlar. Hakemlerini kendileri seçerler ve yargı kararlarına uyacaklarını vaat ederler. Hakemler de karar verirler ama hakemler hâkim değildirler. Yani onlar yargı kararlarının infazına karışmazlar. Bu sebepledir ki kazai icra diye bir şey yoktur. Yargı kararlarına herkes kendisi uyar. Uyarsa, hukuk düzeni içinde yaşama hakkı vardır. Uymazsa, artık hukuk düzeninde yaşama hakkı yoktur. Onlar askeri düzen içinde yaşarlar.
Bu sûre onlara nasıl davranılacağını bize emretmektedir.
Burada yargının da muhakeme edip tevbe edip etmediğine karar verme yetkisi vardır dersek, “yeşau”nun aid zamirini fâil olan Allah’a raci hüve zamiri yaparız.
وَاللَّهُ
(Va elLAvHu)
“Ve Allah”
Allah, kendisinden başka hiçbir şey yokken, hiçbir kimse yokken, başka hiçbir şeyi aracı yapmadan beş boyutlu uzayı ve arşı yarattı. Arşın içinde bundan 13,7 milyar yıl önce üç boyutlu kâinatı yarattı. Kâinat küçük bir top iken patladı ve büyümeye başladı; hâlâ büyümektedir. Üç boyutlu uzay beş boyutlu uzayın içinde dört boyutta uzanmış bir uzaydır. Biz zaman içinde o uzayın kesitlerini aşarak gidiyoruz. Hareketlerimiz öyle sağlanıyor. Yaşadığımız üç boyutlu uzayı beş boyutlu uzay içinde değiştirebiliyoruz. Yani Allah böyle bir sistem kurdu. Henüz Allah’tan başka bilinçli varlıklar yoktu.
Kâinatın içine tanecikler konmuştur. Bunların sayıları sabittir, artmaz ve eksilmezler. Bunlar uzayda yer değiştirirler. Boşluk çoktur. Bunların taşıdığı hızların kareleri toplamı sabittir. Bu parçacıklar iki gruptur. Aynı grupta olanlar iterler, ayrı grupta olanlar çekerler.
Belli bir yere kadar Allah kâinatı var etti, yapıyı tamamladı, sonra içlerine bilinçli varlıklar yerleştirdi. Onlar kâinatta yeni madde ve yeni enerji icat edemezler ama mevcut madde ve enerjiyi kullanarak yaşarlar ve değişiklikler yaparlar.
Allah yeryüzünü yarattı ve meleklerle onu düzenledi. Meleklere canlılar koydurdu. Yeryüzü insanın yaşayacağı duruma geldi. İşte o zaman yeryüzünün hükümranlığını meleklerden aldı ve insanlara verdi. İnsanlık yeryüzünde Allah’ın halifesi oldu.
Kişiler doğup yaşar ve ölürler ama insanlık kıyamete kadar yaşayacaktır. Allah kendi hak ve görevlerini insanlığa vermiştir. Devlet dediğimiz, kamu dediğimiz, insanlık dediğimiz bu varlık yeryüzünde Allah’ı temsil eder.
Kur’an’da “Allah” kelimesi bundan dolayı iki mana taşır. Kâinatı var eden ve herkesin rabbi olan ile O’nun yeryüzündeki halifesi olan insanlık.
Bunu fıkıhçılar çok iyi bilmektedirler. “Allah’ın hakları” deyince umumun hakları olduğunu söylerler. Fıkıh terk edilince ve din de sadece ayinlerden ibaret olmaya başlayınca bunlar unutulmuştur. Birçokları bizim bu mana verişimizi bile yadırgamaktadır. Oysa bunu böyle anlamadığımız zaman şeriata ne gerek vardır, ibadete ne gerek vardır.
“Allah” kelimesine hem âlemlerin rabbi olarak hem de O’nun halifesi olan insanlık olarak manalandırdığımız zaman ikisi de genellikle doğru olur.
İhlâs sûresindeki “Allah” kelimesini sadece âlemlerin rabbi olarak anlamak durumundayız. İhlâs sûresindeki Allah kelimesini insanlıkla ve toplulukla açıklayamayız.
“Allah” kelimesini O’nun yeryüzündeki halifesi insanlık olarak anlama durumundayız. “Allah kimin ne yapacağını bilsin diye” denmektedir. Allah’ın bilmediği bir şey mi var ki? Topluluk bilsin anlamındadır.
Birçok âyetlerde ise “Allah kâinatın rabbidir” denmektedir. Kâinatı O idare etmektedir. Aynı zamanda “Allah” kelimesi ile Allah’ın halifesi olan insanlık veya topluluk kastedilmektedir. Bu takdirde yeryüzündeki düzen kastedilmektedir.
Bu yerlerde ayrı ayrı mana verirseniz, bu kâinattaki düzen ile yeryüzündeki analog sosyal düzen manaları verilmiş olur.
عَلِيمٌ
(GaLIyMun)
“Bilendir.”
Ankara’ya gitmeye karar verdiğinizde Ankara’ya nasıl gideceğinizi bilirsiniz. Arabanıza bineceksiniz, benzin dolduracaksınız, yola koyulacaksınız, Ankara’ya gidecek yolları takip edeceksiniz. Bu ne yapacağınızı bilmektir.
Ankara’ya gidebilmeniz için ne ile karşılaşacağınızı ve hangi durumlarda ne yapacağınızı bilirsiniz. Bu geleceği bilmektir. İstanbul’dan arabanızla hareket edersiniz, Bolu’yu geçersiniz. Bu durum geçmişte olanları bilmektir.
Geçmişte olanlarla gelecekte olanları birlikte biliniz. Bu zaman içinde bilmektir. Önünüze bakarsınız, bu geleceğinizdir. Arkanıza bakarsınız, bu da geçmişinizdir. Eğer zaman dışına çıksaydınız geçmişi ve geleceği birlikte bilebilirdiniz.
“Allah alimdir” dediğimiz zaman geçmişi ve geleceği bilen kimsedir demektir. Allah’ın ilmi küllidir. Parça parça değil, birden hem parçaları hem de bütünü bilmektedir.
حَكِيمٌ (15)
(XaKIyMun)
“Hükmedendir.”
“Hükm” atı sağa sola götürmek için ağzına konan gemdir. Arabanın direksiyonudur. Yönetmektir. Eğer arabayı sürmeyi bilirseniz yolu bilirsiniz, arabanızı yönetip istediğiniz hedefe varırsınız.
Allah ne yaptığını bilen ve hedefine doğru kâinatı götüren bir varlıktır. Topluluk olarak aldığımızda; kâinatı var etmiş, ne için var etmiş ise onu bilmektedir. Hedefe ulaşmak için de ne yapılması gerekiyorsa bilmektedir. Ona göre hükümler koymuş, ona göre bizi yönlendirmektedir.
Şeriat nedir?
Bizim ağzımıza takılan bir gemdir. Allah onunla bizi istediği yöne doğru yönlendirmektedir.
Sosyal kanunlar da aynı şekilde insanları Allah’ın istediği yönde yönlendirmektedir. Tabii ve sosyal kanunlara herkes istese de istemese de uymaktadır. Şeriat kanunlarına ise isteyenler uymakta, mükâfat almak istemeyenler uymamakta ve cezalarını çekmektedirler.