Tevbe Sûresi-15
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ فَلَا يَقْرَبُوا الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هَذَا وَإِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْنِيكُمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ إِنْ شَاءَ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (28) قَاتِلُوا الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْآخِرِ وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَلَا يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حَتَّى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ (29)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ فَلَا يَقْرَبُوا الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هَذَا
(YAv EayYuHav elLaÜIyNa EAvMaNUv EinNaMav eLMuŞriKUvNa NaCaSun FaLAv TaQRaBuv eLMaSCiDa eLXaRAvMa BaGDa GAVMıHıM HAvÜAv)
“Ey iman etmiş olan kimseler, müşrikler necistir. Bu senelerinden sonra Haram Mescide kurbet etmesinler.”
Bundan önce, “ey iman edenler, babalarınız ve diğerleri küfrü istihbab ederlerse evliye ittihaz etmeyin” demiş ve müminlere kim olursa olsun kâfirlerle velayete girmemelerini emretmişti. Bu hususu teyit ederek müşriklerin necis olduğunu, bu senelerinden sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmamalarını emretmiştir.
Bu kelamda sorulacak birkaç soru vardır.
1) “Ey iman edenler” diyor ve onlara emrediyor. “Yaklaşmasınlar” diyor. Bu emir bize de emirdir yani onları yaklaştırmayın emridir. Direkt olarak onlara hitap etmeyip bize hitap ettiğine göre demek ki onları yaklaştırmamamız gerekir. Bu usulde bir kaide olarak alınabilir. ‘Başkana söyle, böyle yapsın’ dendiği zaman, onu yaptır anlamı çıkar. ‘Söyle yapsınlar’ dediği zaman ise başkana sadece söyleme emredilmiş olur.
2) “İnnemâ” kelimesi hasrı ifade eder. Sadece müşrikler mi necistir? Yoksa müşrikler sadece necis midirler? Hasr mübtedada mıdır, yoksa haberde midir? Necis kelimesi buna göre mana kazanır. Cünüplerin, hattâ abdestsizlerin Mescid-i Haram’a girmeleri men edilmiş olabilir.
3) “Felâ yedhulû” denmiyor da “felâ yekrabû” deniyor. Buna göre yasaklanan Mekke ili midir, Mekke bucağı mıdır, yoksa Mescid-i Haram’ın kendisi midir? Böylece onlara yasaklanan bölgeyi tesbit edeceğiz.
4) “Ba’de haze’l-âmi” denmiyor da “ba’de âmihim hazâ” diyor. Seneyi kendilerine tahsis ediyor. Senemiz ortaktır. Benim senem, senin senen yoktur. “Âmları” denmiş olması neye dayanmaktadır?
Görülüyor ki tefsir dile dayanır ama sadece dilden ibaret değildir. Dil topluluk tarafından oluşturulur ve geliştirilir, sonra kişiler onu kullanarak meramlarını anlatırlar. Kişi meramını anlatırken kastettiği manaya ibare manası denir. Oysa dil ibare manasından çok daha fazla manalar ifade eder. Bunlara işaret manası, delalet manası, iktiza manası denir.
İşaret manası, dilde mevcut lügat manasıdır. Söyleyen onu söylemek istememiştir ama ibare manasını açıklayabilmek için onun da söylenmesi gerekmiş olabilir. “Ben dün Ankara’dan geldim”de ibari mana Ankara’dan gelmedir. İşaret manası ise dün gelmiş olmaktır. “Ankara’dan dün geldim” dersen, “dün” ibare manası olur, “Ankara’dan” işaret manası olur. “Dün Ankara’dan geldim” dediğiniz zaman daha önce Ankara’da olduğunuz da anlaşılır, basit mantıkla bunu bilebilirsiniz. Buna delalet mantığı denir. “Dün Ankara’dan geldim” dediğiniz zaman Ankara’nın uzak olduğunu bilenler bunu söyleyen dün araca binmiştir diyebilecektir.
İşte, tefsir, bir ifadeden elde edilecek söylenmesi istenmemiş manaları da ifade eder. Allah her şeyi bilen olduğu için bütün bu manaların hepsini söylemiştir. Onun için ibari manalardır. Ne kadar yorum yaparsak yapalım hata bulamayız. Oysa bizim ifadelerde böyle derinlemesine gidersek artık doğruluğunu sona erer.
Bu durum sünnetler için de böyledir. Fıkıhçılar onları da âyet gibi kabul ederek sözleri derinlemesine yorumlamaya çalışmışlar, onların zamanında bu fazla hatalı olmamıştır. Bugün ise sünnetleri bu şekilde açıklamak hatalı sonuçlara götürür. Sünnet ile âyet arasındaki fark, Allah ile insan arasındaki fark kadardır.
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAv EayYuHav elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar.”
Topluluklar aşiretten başlar. Aşiret ona yakın aileden ibarettir. Nüfusu 30 ile 100 kişi arasındadır. Aşiret birlikte yaşayan insanların oluşturduğu en küçük topluluktur. Bunların bir başkanı vardır. Bunlar aşiretlerinde bekçilik nöbetlerini tutarlar. Kadınlar gündüz, erkekler gece nöbet tutacaklar. İsteyenler nöbet tutmaz bedel verebilir. Nöbet tutanlara mümin denir. Bu organizasyonda “ey iman edenler” olarak muhatap olur.
İkinci kademede ise kabile halkı, bucak halkı topluluk oluşturur. Bunlar bin hane kadardır. Bunların merkez aşiretleri vardır. Merkez aşiretlerinin başkanı bucak başkanıdır. Bunlar koruma nöbetleri tutarlar. Nöbet tutmayanlar bedel verirler. Bucakta nöbet tutanlar bucağın müminleridir. Kadınlar bucaklarda normal zamanda nöbet tutmazlar ama kocaları nöbette iken onlar da evlerde nöbettedirler. Kocalarının işlerini onlar yaparlar. Kadın evin nafakasını temin amacıyla çalışma durumunda değildir ama erkekler askerlik yaparken onların işlerini evdeki kadınlar yaparlar.
Yüz civarında bucak bir araya gelerek bir merkez bucak seçerler. O bucağın halkı taşra bucaktan gelen temsilcilikleri oluştururlar. Bu merkez bucağında da il halkı ayrıca nöbet tutar. Nöbetliler ilin müminleridir. Nöbet tutmayanlar bedel verirler. Yüze yakın il birleşir ve bir merkez il yaparlar. Buranın merkez ilinin merkez bucağı devletin merkezidir. Burada nöbet tutanlar devletin müminleridir.
İnsanlığın merkezinde Mekke’de bucak vardır. Buralara yeryüzündeki âlimlerden temsilciler gelir. Bu merkez bucağını bunlar oluşturur. İnsanlıkta nöbet tutulmaz.
Yeryüzünün güvenliği devletlerin teminatındadır. Askeri birlik Mekke’de değil Medine’de oluşmuştur. Oysa merkez Mekke olmuştur. O halde “ey iman edenler” diye devlet merkezlerine hitap etmektedir. Mekke’nin hukukunu insanlık koruyacaktır.
إِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ
(EinNaMav eLMuŞriKUvNa)
“Sadece müşrikler.”
Buradaki hasrı mübtedaya yapıyoruz, sadece müşrikler diyoruz. Dolayısıyla Mescid-i Haram’dan uzaklaştırılacak kimseler yalnız ve yalnız müşriklerdir. Diğer kimseler ise suçlarından dolayı cezalandırılabilirler ama topluluktan kovulamazlar.
Bir devletten başka devlete sürme başka bir şeydir, Mescid-i Haram’a yaklaşmama başka bir şeydir. Biz sadece Mescid-i Haram’dan uzaklaştırıyoruz, dışarıda ne yaptıklarına karışmıyoruz.
“Müşrikler” kelimesi kurallı çoğul gelmiştir. O halde bunlar topluluktur. Marifeli gelmiştir. O halde bunların tanımlanması gerekmektedir. Kur’an müşrikler şunlardır demediğine göre onları bizim tanımlamamız gerekmektedir. Biz müşrikleri yargı kararlarını tanımayan kimseler olarak tanımlıyoruz ve bütün fıkhımızı bu tanım üzerine oturtuyoruz.
Biz bu yorumlarımızda sizlere usul anlatmaya çalışıyoruz. Hükümler her zaman değişir. Kur’an konuşma diliyle nâzil olmuştur. Aramızda konuştuğumuz zaman nasıl anlıyorsak Kur’an da öyledir. Mantık diliyle inmemiştir. Tanımları yapılmamış ve usul kuralları konmamıştır.
Kur’an ayrıca beyan ilmini de öğretmiştir. “Alleme’l-kur’an haleka’l-insan allemehu’l-beyan” (الرَّحْمَنُ (1) عَلَّمَ الْقُرْآنَ (2) خَلَقَ الْإِنْسَانَ (3) عَلَّمَهُ الْبَيَانَ (4)) denmiştir. Kur’an’dan başka Kur’an’ın beyanını öğretmiştir. O beyan Kur’an’ın konuşma dilini mantık diline çevirmekle olur.
Kelimeleri tarif edersin, yorumlama kurallarını koyarsın; işte o zaman Kur’an bambaşka bir kitap olur. Bu değişmiş Kur’an yere ve zamana göre değildir. Konuşma diliyle nâzil olan Kur’an her asra ve her yere hitap ettiği halde, mantık diline çevrilmiş Kur’an yalnız o zamana ve yere hitap eder.
Sizler de kendi çevrenizde ve kendi zamanınızda farklı mantık Kur’an’ı oluşturacak ve onu uygulayacaksınız. Konuşma diline dokunamazsınız.
Biz kendimize göre “müşrik” ve “necis” tanımlıyoruz.
نَجَسٌ
(NaCiSun)
“Necistir”
Kur’an’da benzer manalarda ve benzer ifadelerle “Ricz, Rics ve Necs” geçmektedir. “Ricz” 10 defa, “Rics” 10 defa ve “Necs” ise 1 defa geçmektedir. Onu çift yapan “Necd” kelimesi vardır, o da 1 defa geçmektedir. Onunla bir mana ilişkisi olmalıdır.
“Necd” yüksek yer demektir. Arazide yüksek olan yerler yağmurla yıkanır, temiz olur.
“Necs” ise alçak yer demektir. Yüksek yerlerde yıkanan pislikler ve kirler aşağıya düz yere iner ve orada kirlilik yapar. Ona da “Rics” denir. Ricz ve rics’in necs’den farkı; onlarda gerçekten pislik olmasıdır, hastalık olmasıdır. Neciste ise kirlilik vardır. Kendileri pis olmasalar da pislikleri vardır, bulaşıcıdırlar. Bulaşıcı hastalıklar vardır.
“Ricz” semadan gelen kötülüklerdir. “Rics” ise amel-i şeytandır. “Ricz” tabii pisliktir. “Rics” ise insanların ürettikleri pisliklerdir.
İnsan vücudunda mikroplar vardır. Vücut bunlara karşı muafiyet geliştirmiştir. Mikroplar bu sayede etkisiz halde kalırlar. Vücudun tanımadığı müşrikler topluluğa katıldığında bu mikropları bulaştırırlar. Yıkanma bu mikropları azaltma demektir, bulaşmayı tehlikesiz hâle getirme demektir. Müşrikler bu sebeple uzak tutulduğu gibi onlarda ahlâkî hastalığı bulaştırma da vardır. O halde bunlar necistir.
فَلَا يَقْرَبُوا
(FaLAv YaQRaBuv)
“Kurbet etmesinler.”
“Yaklaşmasınlar” demek yaklaştırmayın demektir.
Mescid-i Haram’a girmenin ötesinde bunlar Mescid-i Haram’a yaklaşmayacaklar bile.
Bir şeyin sınırı vardır. Bir de civarı vardır. Civarına girme yaklaşmadır.
Bir yerin semtine girmek aşirete yaklaşmadır. Bir bucağın ilçesine girmek o bucağa yaklaşmadır. Bir bölgeye girmek o ile yaklaşmadır. Bir kıtaya girmek o devlete yaklaşmadır.
Kur’an’ı mantık diline tercüme etmek, o kelimelerin tanımlarını yapıp sınırlarını çizmektir.
Hayatta hep böyle sorularla karşılaşırsınız.
Burada nehy edilen bizim onlara yaklaşmamız değildir. Onların Mescid-i Haram’a girmeleri yasaktır. Mikrop taşıyan hastalar bi’l-kuvve hastadırlar. Kişilerin kendilerini hasta etmez ama başka zayıf vücudu hasta edebilir. Bir toplulukta ise zayıf kimsenin bulunması çok fazla muhtemeldir. O zayıf kimse hasta olur. Bilfiil hasta olanlardan ise güçlü olan hasta olur. Kişisel ilişkilerde dikkatli olursun, hasta olursan hemen tedavi olursun. Bu sebeple onlarla ilişki kurmak yasaklanmamış, onların topluluğa katılmaları yasaklanmıştır.
الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ
(eLMaSCiDa eLXaRAvMa)
“Haram Mescide”
Kur’an toplantı yerleri olarak dört yer saymaktadır.
a) Derslerin yapıldığı ve ilmin okunduğu savamı’.
b) Tesbihlerin ve duaların yapıldığı salâvat.
c) Alışverişin yapıldığı pazar yerleri biye’.
d) Ve siyasi toplantıların yapıldığı mesacid.
Demek ki Mekke siyasi toplantıların yapıldığı yerdir, merkezi de Mescid-i Haram’dır. Sonra Bekke’nin kendisidir. Sonra Mekke’dir.
Müşriklere özel yerler ayrılır, oralarda istedikleri gibi yaşarlar. Hac yollarında, kıta merkezlerinde ve Mekke’de yaşayamazlar, bulunamazlar. Bu emri esas aldığımızda pasaport konusu ortaya çıkar.
Gelen kişinin müşrik olup olmadığını nasıl bileceğiz?
Ehl-i kitap olmak demek, bir topluluğa katılmak demektir. Yargı kararlarını kabul edip o topluluğun ferdi hâline gelmek demektir. Her bucağın muhasebesi vardır. İlçelerde tutulur. Bir kişi bir bucağın sakinidir, orada kaydedilir. O bucak yargı kararlarını kabul eden bucaktır.
Kişinin fotoğrafı çekilir, DNA’sı alınır, parmak izi tesbit edilir. Bir kapıdan geçerken, hareme giderken kişiye ad sorulur. Yahut bilgisayara fotoğraf okutulur yahut herkese bir kod nişanı verilir. Bu suretle tanınan herkes Mekke’ye girer. Ona göre izin verilir veya verilmez. Yahut kart bulunur. Girerek kartı okutup geçer.
Demek ki bu âyetin uygulanması ancak bugün mümkündür. Yoksa herkesten pasaport ve vize istersin. “Men dehale kâne amina” olmaz.
بَعْدَ عَامِهِمْ هَذَا
(BaGDa GAVMıHıM HAvÜAv)
“Bu âmlarından sonra.”
“Sene” tarihi yıllardır. Miladi olarak sayılmaktadır. “Âm” ise ömürleri demektir. Bu yaşadıkları yıllarından sonra anlamına gelir. Herkesin âmı farklıdır. Sene ise herkes için ayrıdır.
Eskiden devlet başkanları hükümdar olunca âmlarını o tarihten saymaya başlarlardı. Her devletin de kendi âmları vardır yani yaşları vardır. Seneler birbirine eşittir ama toplulukların âmları birbirine eşit değildir.
Devletler veya uygarlıklar biner senelik ömre sahip olurlar. Osmanlılar 600 sene yaşamışlardır. Selçuklularla birlikte düşünürsek bin senelik ömürleri olmuştur.
Hâzâ, bu yıllarından sonra...
Bu yıl istisna edilmiştir. Yılbaşı Hac ayından sonra gelen aydır. Hac mevsiminde yıl sona ermektedir. Bu yılki hac döneminden sonra anlamına gelir. Böylece Muharrem ayının şer’an da yılbaşı olduğunu öğreniyoruz. Çünkü baştan dört ay dendiğinde hac haram ayları kastedilmiştir.
وَإِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْنِيكُمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ إِنْ شَاءَ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (28)
(Va EiN PiFTuM GaYLaTan, FaSaVFa YuĞNiYKuMu elLAHu MiN FaWLiHIy EiN ŞAvEa EinNa elLAvHa GaLIyMun XaKIyMun)
“Ve ayleten havf ederseniz, meşiet ederse fadlından ileride sizi iğna eder. Allah alimdir hakimdir.”
İnsanlık uygarlaşacak şekilde yaratılmıştır.
İnsanlık meyve toplayıcılığından avcılığa, avcılıktan çobanlığa, çobanlıktan tarımcılığa geçmiştir.
Devlet aşamasından önceki dönemi yaşarken, Hazreti Nuh aleyhisselâmla “devlet aşamasına” ulaşmış ve ondan sonra “mübadele dönemine” geçmiştir. “Pazar mübadelesinden” sonra “tüccar mübadelesi” ve ondan sonra da “emek mübadelesi” dönemine geçilmiştir.
Şimdi yani yaşamakta olduğumuz bu çağda da “ortaklık dönemine” geçilmektedir.
İnsanlık bu aşamaları atlarken inkılâpçılar ortaya çıkmış, ileri uygarlığı getirmek istemişlerdir. Ezilen zayıf halk sınıfı yenilik istemiş; ezen zenginler sınıfı ise mevcut durumu savunmuşlar, değişmek istememişlerdir. Daha kötüsü, ezilen zayıf taraf da ezilse bile ezenler sayesinde yaşadığı için onlar da inkılâplar ve inkılâpçılar aleyhine olmuşlardır.
Herkesin “Adil Düzen”e ve “Adil Ekonomik Düzen”e karşı çıkması işte bu sebepten ileri gelmiştir. Evet, faizci sömürü sermayesi bizi eziyordu ama borçla da olsa yaşıyorduk. Sonra aç kalabilirdik. 28 Şubat müdahaleleri ve benzerleri de hep bu sebeple yapılmıştır.
Kur’an müşriklerin Mescid-i Haram’a yaklaştırılmamasını emretmektedir.
Şimdi bugün müşrik kimdir, ehl-i kitap kimdir?
Bugün bütün insanlar devlet aşamasına gelmişlerdir. Dolayısıyla müşrik yoktur. Diğer taraftan daha hakemlik sistemi gelmemiş, adil yargı sistemi kurulmamıştır. Ekseriyet kararları ile güçlü olanlar insanlığı idare ediyor.
Bugün Türkiye’de yaşayan muhafazakâr Müslümanlar ‘faizsiz, rüşvetsiz, vergi kaçırmadan, hileli mal üretmeden yaşamak mümkün değildir’ kanaatindedirler. Buna o derece kanidirler ki kimse bunları artık günah saymamakta, herkes işine geldiği zaman bunların hepsini icra etmektedir. Bu sebeple de topluluk bir taraftan refaha doğru giderken diğer taraftan uçuruma doğru gitmektedir.
Bu kanaatleri ve söyledikleri doğrudur. Bu faizci zalim düzende faizsiz iş yapılmaz, rüşvetsiz iş olmaz, vergi kaçırmadan nefes alamazsınız. Mutlaka maldan çalacaksınız ki piyasadaki rakiplerinizle rekabet edesiniz, çünkü onlar çalıyorlar.
Ne var ki bu düzenin değişmesi, “Adil Düzen”in, “Adil Ekonomik Düzen”in gelmesi çok basit ve kolaydır. Önce “inanmak”, sonra da inancın dürtüsüyle “bilmek” yeterlidir.
Allah fadlından zengin etmesini şartlara bağlı olarak vaat ediyor. “FeSevfe” diyerek yakında değil ilerde demek suretiyle bir ara sıkıntı çekileceğini bildirmektedir. Diğer taraftan da “İnŞae” diyerek şarta bağlamıştır. Eğer biz O’nun dediklerini yaparsak O da vaadinde duracaktır, dediklerini yapmazsak O da vaadini yerine getirmeyecektir demektir.
وَإِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً
(Va EiN PiFTuM GaYLaTan)
“Ve ayleten havf ederseniz”
Müşrikler necistir, onları Mescid-i Haram’a yaklaştırmayın. Müşrikler Mescid-i Haram’a gelmezlerse alışveriş yapamayız, bizim geçimimiz ticarettedir deyip korkmayınız. Onlar sizden almasalar bile sizden alanlardan alacaklardır. Dolayısıyla geçinme korkusu ile sosyal ve siyasi düzenlemeler yapılmaz. İnsanlar cephede ve birbirlerini öldürürken bile birbirleriyle alışverişe kaçak da olsa devam ederler.
“GYL” kökünden gelen kelimeler Kur’an’da iki defa geçmektedir. Biri “ayleten” olarak burada geçmektedir. Bir de “ailen” olarak Duha Sûresi’nde geçmektedir. Karşılığında “iğna” kelimesi kullanılmaktadır.
“Ğanem” koyun demektir. Bolca bulunan ve az emekle elde edilecek mallara “ganimet” denmektedir. “Aylet” de bunun tersi az bulunun ve zorla elde edilen demektir. Türkçede “kıt” kelimesi buna karşılık getirilmektedir. Bizim “aile” dediğimiz ev halkına Kur’an “ehl-i beyt” demektedir.
“Ayle” aslında yalpalayarak yürüyen bir hayvandır. Yürürken böbürlene böbürlene yürümeye mecaz olmuştur. Kalabalık sürü anlamındadır.
“Kıtlıktan, krizden havf ederseniz” denmektedir.
Ekonomi insanın kan dolaşımına benzer, damarlardan biri tıkanırsa kan dolaşımı aksar ve hayat durabilir. Müşriklerin gelmemesi ile tıkanıklık meydana gelecek, kriz olacaktır sanılabilir. Oysa Mekke’ye müşrikler gelmeyecek ama tüm insanlık gelecektir, bu sayede çok daha fazla bolluk ve bereket olacaktır.
فَسَوْفَ يُغْنِيكُمُ اللَّهُ
(FaSaVFa YuĞNiYKuMu elLAHu)
“Allah ileride sizi iğna edecektir.”
“İn” şartından sonra “Fe” harfi gelmiştir. Her kıtlık korkusundan sonra Allah’ın iğna edeceği bildirilmektedir. “Fe” harfi kuralı genelleştirmek için getirilir. ‘Gelirsen ikram ederim’ dersen bir geliş için söylemiş olursun. “Fe ukrimüke” dersen, ne zaman gelirsen ikram ederim demektir. Demek ki gelecekte de ikram edecektir. Kıyas yoluyla haramları işlememekten korkmamalıyız. Allah daha fazlasını verecektir.
Burada “Sevfe” kelimesi getirilmiştir, ilerde anlamındadır.
Kur’an nâzil olurken Arabistan fethedilmişti. Zaten hiçbir şeyi olmayan Arap halkından alınan humus veya öşür devletin giderlerine yetmiyordu. Hayber’in fethinden sonra müminlerin karınları doymaya başladı. Asıl zenginlik uygar ülkeler fethedilince oraların gelirlerinden sağlandı.
Ortaçağın bir özelliği vardır. İnsanlar kendileri üretip kendileri tüketme sisteminden mübadele dönemine geçiliyordu. Bu mübadele yakın yerlerden ziyade uzak yerlerle yapılan yolculukla sağlanıyordu. Bunun için büyük imparatorlukların oluşması gerekmekteydi. Bunu da İslâm şeriatı sağlamış, insanlık zenginleşmiştir ama ileride zenginleşmiştir.
“Adil Düzen Çalışanları” da ileride zenginleşeceklerdir.
1960’lara göre çok zenginiz ama bu zenginlik zahiridir. Asıl zenginlik “Adil Düzen”le gelecektir. Buradaki “Sevfe” kelimesi şunu ifade eder; Mekke’de savaşanlardan ziyade onların çocukları zengin olacaktır. Millî Görüşçüler çalıştılar, AK Partililer meyvesini topluyorlar. Takdir-i İlâhi budur. İlk çalışanlar evvelundur, sabikundur, mukarrebundur.
مِنْ فَضْلِهِ
(MiN FaWLiHIy)
“Fazlından”
Emek verirsiniz, üretim yaparsınız, geçinirsiniz. Emek verirsiniz, geçinecek kadar aldıktan sonra çok daha fazlasını alırsınız, bu da “fadl” olur. Allah insanlara öyle imkân hazırlamıştır ki daima verimli çalışırlar. Bir anne baba hayatında çalışır, öleceği zaman dört beş çocuğu hayata bırakır. Onlara işyeri hazırlar. İşte bu onlara verilen fadldır.
Bir erkek çalışır ve 5 kişiyi geçindirir. Zamanı artar ve büyüyen çocuklara ev hazırlar, işyeri hazırlar yahut topluluk hazırlar.
Ekonomide kural vardır. Bir kimse ne kadar tek tür iş yaparsa o kadar çok üretim yapar. Bu malları değiştirmekle fazladan üretim yapmış olurlar. Bir malı ne kadar çok insan bölüşürse o malın faydası o kadar çok olur. Ekonomide buna azalan verim kanunu diyorlar. Aslında artan değer kanunudur.
Mekke’ye müşrikleri sokmamakla müşrik olmayanların girmesi sağlanmaktadır. Müşriklik ortadan kalkmaktadır. Dolayısıyla mübadele çoğalmaktadır. Fazlından iğna olmaktadır.
PKK’nın ortadan kalkması en çok Doğu Anadolu’yu zengin edecektir. Çünkü asıl onlar oranın halkını eziyorlardı, bizim ise birkaç erimiz şehit oluyordu, onların ise ekonomileri batmaktadır. Durmadan yatırım yapıyoruz, halk yine İstanbul’a geliyor.
إِنْ شَاءَ
(EiN ŞAvEa)
“Meşiet ederse”
Allah isterse.
Sadece zengin edecektir demiyor, çünkü bizim davranmamıza dayanarak bizi zengin edecektir. Korkmazsak zengin edecektir.
Bazen biz sözümüzde durmazsak da yine bizi zengin edebilir.
Mesela AK Parti kadrosu sözünde durmadı ama Allah yine de onları zengin etti.
Buradaki “in şae” bazı istisnai durumların olacağını ifade eder. “İnşaellah” dediğimiz zaman o istisnai durumları hesaba katarız. Biz plan yaparız ama zamanını Allah’ın meşietine bağlarız.
إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ
(EinNa elLAvHa GaLIyMun)
“Allah alimdir”
“Allah” sözü izhar edilmiştir. Bizim zenginliğimiz yürütme içinde olacaktır. Adil yürütücülerle zengin olacağız. Buna mukabil adil şeriat içinde, “Adil Düzen” içinde zengin olacağız. Birinci Allah devletin kendisidir. Toprağıyla, halkıyla, yönetimiyle birlikte iğna edilecek. Burada ise ilimle yani meclisle, hükümle yani yönetimle iğna edilecektir.
حَكِيمٌ (28)
(XaKIyMun)
“Hakimdir.”
İlim içtihattır, fıkıhtır, plandır, projedir. Yasalar da kararlardır. Hüküm ise bu projelerin, bu kararların uygulanmasıdır.
Kâbe’nin yani Mekke’nin fethi ile tamamlanan İslâm devletinin kurulmasından sonra şeriat gelecek ve şeriat sayesinde insanlık zenginleşecektir.
Bugünkü uygarlık Kur’an’ın öğrettikleri ile oluşmuştur. ‘İnsan Hakları’ kavramı Batı’ya İslâmiyet’ten geçmiştir. Onlar hâlâ bunu kavrayamamışlar, Kur’an’ın “Hak” dediğine onlar ‘İnsan Hakları’ diyorlar. Oysa her hak insan hakkıdır, başka hak sahibi yoktur.
قَاتِلُوا الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَلَا بِالْيَوْمِ الْآخِرِ وَلَا يُحَرِّمُونَ مَا حَرَّمَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَلَا يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ حَتَّى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ عَنْ يَدٍ وَهُمْ صَاغِرُونَ (29)
QAvTiLUv elLaÜIyNa LAv YuEMiNUvNa Bi elLAvHi Va LAv Bi eLYaVMi elAPiRi Va LAy YuXaRiMUvNa MAv XarRaMa elLAvHu Va RaSULaHUv Va LAv YaDIyNUvNa DIyNa eLXaqQı MıNa elLaÜIyNa EUvTUv eLKiTAvBa XatTAy YuGOuv eLCiZYaTa GaN YaDin Va HuM ÖAvĞıRUvNa)
“Kitap verilenlerden ne Allah’a ne ahir yevme iman eden ne Allah ve resulünün haram ettiğini haram etmeyen ne de hak dini din edinmeyenlerle sağir olarak yeden cizyeyi i’ta edene kadar savaşın”
Müşriklerin Haram Mescid’e yaklaştırılmaması yani toplantılara alınmamasını emrettikten sonra mümin olmayan kimselere geçilmiştir. Mümin olmayan kimseler de kâfirlerdir. Kitap ehli olup hakem kararlarını kabul etmeyenlerdir. Bunların özelliklerini saymaktadır.
1) Allah’a iman etmezler.
2) Âhiret yevmine iman etmezler.
3) Allah ve resulünün yani yargının haram ettiklerini haram etmezler, yargı kararlarına uymazlar, Hak din ile tedeyyün etmezler.
4) Bunlar kendilerine kitap verilenlerdir.
Kişi başına cizye vereceklerdir ve bunlar aşağı tabaka oluşturacaklardır.
Müşriklere kişilik verilmektedir. Onlar Mescid-i Haram’a alınmamaktadır. Ehli kitaptan hakem kararlarını kabul edip cizye verenler müslimdirler. Onların diğer müslimlerin olan hakları kadar hakları vardır.
Ehli kitap olup kendilerine kitap verilen ve yargı kararlarını kabul etmeyen kimselerin aslında müşrikler gibi yaşama hakları yoktur. Ancak bunlar hakem kararlarını kabul etmemekle beraber cizye verirlerse onların güvenliğini sağlarız, onlarla kıtal etmeyiz.
İman edinceye kadar, Hak din ile “din”leninceye kadar denmektedir. Bütün ehli kitap olanlara denmemektedir. Sadece ehli kitaptan böyle olanları yine yerlerinde bırakın denmektedir. Onlara özel bir hüküm koymaktadır.
Biz şimdiye kadar Mümin, Müslim, Kâfir ve Müşrik diye ayırıyorduk.
Bunları tasnif ederek; müminleri askerlik yapanlar, müslimleri cizye verenler, kâfirleri yargı kararlarını kabul edenler, müşrikleri yargı kararlarını kabul etmeyenler diyorduk.
Bu tasnifimiz doğrudur.
Bu âyet bize bir eksiğimizin olduğunu bildirmektedir. O da yargı kararlarını kabul etmedikleri halde cizye veren kitap verilenlerdir. Bunlarla beraber dört grup değil beş gruptur.
Aslında bunlar da müşriktir. Babalarının mümin olmasından dolayı Allah ikram etmiş, onlara bir ayrıcalık tanınmıştır.
Burada bir sorunu daha çözmüş oluyoruz. Hazreti İsa’yı tanrılaştıranlar şirk içinde oldukları halde biz onları müşrik olarak kabul etmiyoruz. O halde kendilerine kitap verilenler cüzi şirke düşmüş olsalar da külli olarak iman içindedirler.
Burada bir kural daha ortaya çıkmaktadır. Hüküm cüze değil külledir. Bir adamın kolu kopsa o insanın kişiliğinde bir eksiklik meydana gelmez, o kişiyi öldüren daha az diyet ödemez.
Başka bir bilgiye daha ihtiyaç vardır. Ehli kitap ile kitap verilenler farklıdır. Ehli kitap yasaları olan her topluluktur. Sosyalistler de ehli kitaptır. Kitap verilenler ise bugün beş tanedir; Yahudiler, Hıristiyanlar, Müslümanlar, Hindular ve Budistler. Bunlara Allah tarafından peygamber gönderilmiş ve kitaplar indirilmiştir. Bugün yeryüzünde bu uygarlıklar mevcuttur ve insanların kahır ekseriyeti bu dinler içindedir.
Biz kimsenin kalbini yarıp da sen bundansın, sen şundansın diyemeyiz. Ben Yahudi’yim diyen Yahudi’dir. Ben Hıristiyan’ım diyen Hıristiyan’dır. Ben Müslüman’ım diyen Müslüman’dır. Ben Hindu’yum diyen Hindu’dur. Ben Budist’im diyen Budist’tir.
Tarihteki İslâm fukahasının yanıldığı husus, bütün kitap verilenleri bu âyette zikredilenler gibi kabul etmeleridir. Buradaki koskocaman “MiN”i görememişlerdir. Bu sınıfa girebilmeleri için Allah’a inanmayacaklar, âhirete inanmayacaklar, hak dinde olmayacaklar, mahkeme kararlarını kabul etmeyecekler. “Ev” değil de “Ve” getirilmiş olmasından dolayı bunlardan birini yapan bu sınıfa girmez. Müslim sınıfına girer. Çünkü diğerlerini yapmadan biri yapılamaz. Âhirete inanmadan Allah’a inanılamaz. Allah’a âhirete inanmakla inanılır. Âhiretsiz bir anlayış Allah anlayışı değildir. Bu din Hak dindir. Bütün bunlar ancak yargı kararlarına uyarsa bir mana ifade eder. “Ve” ile sayılmasının hikmeti onların bir olarak görülmesidir.
‘Atı ve eyerini getirmezsen üzerine binmem’ dediğin zaman ikisini birden getirtmek zorundasın. Sadece eyer veya sadece at işe yaramaz. ‘Veya’ denseydi birinin getirilmesi yeterli olurdu.
Bir taraftan onlara ayrıcalık tanınmış, müşrik oldukları halde cizye vermek şartı ile aranızda yaşamalarına imkân verilmiştir. Diğer taraftan onların cizyesiz yaşamalarına imkân bırakılmamıştır. Müşrikler ve kâfirler cizye vermedikleri halde yaşamalarına imkân verilmiş, kitap verilenlere ise böyle bir hak tanınmamıştır.
Her nimetin bir külfeti vardır. Bu hüküm de genel irtidat hükmüdür. On beş yaşına gelen bir genç mümin veya müslim olur. Ama mümin olduktan sonra artık müslim olamaz? Olursa o ülkeyi terk etmek zorundadır. Kendilerine kitap verilen topluluklar artık bir daha şirke ve küfre dönmezler. Dönerlerse yeryüzünü terk etmeleri gerekir. Yahut onlara kapalı alanlar ayırırız, oradan dışarı çıkamazlar. Bununla beraber, bunlar müminlerin sahip olduğu siyasi haklara sahip değildirler. Bunlar silah taşıyamazlar, seçme ve seçilme hakları bunlara verilemez. Bunlar aşağı tabakadırlar.
İnsanlar insan olarak her zaman eşittirler. Çünkü her zaman mümin veya müslim olabilirler. Eğer onların kişiliklerini küçümseseydik, onlar için Hindistan’da olduğu gibi kastlar oluştururduk. Hayır, biz diyoruz ki; ‘ben müminim’ dediğin anda sen müminsin, ‘ben müslimim’ dediğin halde müslimsin. Çünkü sen insansın. Her insanın her zaman mümin veya müslim olma hakkı vardır, köleler de mümin veya müslim olmaktadırlar.
قَاتِلُوا
(QAvTiLUv)
“Kıtal ediniz.”
“Ve” harfi getirmeden emir verdi. Yukarıdakinin izahı değildir. O halde tamamen ayrı bir konudur. Herhangi bir şarta bağlanmamıştır.
Müminlerin nasıl müslim olma hakları yoksa müslimlerin de kâfir veya müşrik olma hakları yoktur. Müminin mürtedi ancak ülkeyi terk etmekle kurtulursa, müslimin mürtedi de ülkeyi terk etmekle kurtulur.
Yine hatırlamamız gerekir ki, karalar devletlerarası bölüşülmüştür. Bir kısmı ise insanlığındır. Yeryüzünde boş yer yoktur. Bununla beraber insanlığın ordusu yoktur. Tüm devletlerin orduları onun ordularıdır. Mahkeme kararı ile savaşma meşru hal alır. Bununla beraber diğer müşriklere tanınan imkânlar evleviyetle bunlara da tanınır. Çünkü müşrikler en şerir kimselerdir.
Burada emredilenler kimlerdir?
Devletlerdir.
Her devlet kendi ülkesinde yaşayan kimseleri cizye ödemeye mecbur edebilir. Cizye vermeyenleri de ülke içinde bırakmaz. Kâfirlere de sizin düzeniniz sizin, benim düzenim benim dediğine göre onların ayrı düzenleri olacaktır. Düzen ocak, bucak, il ve ülke olabilir.
İnsanlığın merkezi olan Mekke’de hakemler bir devletle kıtal edilebileceğine hükmedebilirler. O takdirde emrolunan veya izin verilen tüm insanlıktır.
الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ
(elLaÜIyNa LAv YuEMiNUvNa)
“İman etmeyen kimselerle”
Cizye vermeye zorlanan kimseler kimlerdir?
Âyetin sonunda bunların kendilerine kitap verilenlerden bir grup olduğu ifade edilmiştir. Burada da “iman etmeyenler” olarak başlamıştır. Yani kitapları var ama kitaplara iman etmemektedirler. “Ellezîne lem yü’minu” denmemiş de “lâ yü’minûne” denmiştir. “Lâ” nefyi istikbal içindir. Yani şimdi iman etmedikleri gibi gelecekte de iman etmek istemeyenlerdir.
Eğer ‘bize delil getirin, bize kanıtlayın, biz iman ederiz’ diyorlarsa, bunlarla kıtal yapmayız. İman etme ihtimali varsa o zaman kıtal meşru değildir. Bunun alameti de bize saldırmamalarıdır.
O halde burada da saldırma şartı yine mevcuttur. “Lem yü’minû” denmemiştir. Burada kimlerin iman etmedikleri bellidir. Kendilerine kitap verilen beş dine mensup olanlardır. İman etmeme de bellidir. Kendilerine verilen kitabın muhtevasına iman etmemedir.
بِاللَّهِ
(Bi elLAvHi)
“Allah’a”
Kâinat yaratılmıştır. Kâinat düzen içindedir. Biz o düzen sayesinde varlığımızı sürdürüyoruz. Sebepsiz sonuç olmayacağına göre bu kâinatı ve bizi bu düzen için var eden kimse vardır ve biz O’nun varlığını kabul ediyoruz. Biz ancak O’nun abdi/kulu olduğumuz müddetçe yaşayabiliriz. Yoksa varlığımız devam etmez. Bağımsız işler yapmamız da O’nun izniyle olmaktadır. O’nsuz yaşıyoruz gibi görünsek de O’nsuz yaşamamız mümkün değildir. İşte bu Allah’a imandır. Başka bir ifade ile Allah ile kendimizi güvene almadır.
Başka bir yorum ise; Allah bizi topluluk içinde yaşayacak şekilde var etmiştir. Topluluk dışına çıkarak yaşamamız mümkün değildir. Kendimizi toplulukla emniyete alırız. Bu da bizim topluluğun kurallarına uymamızla olur yani şeriat içinde yaşamakla olur. Topluluk dediğimizde ocak, bucak, il ve ülke, kademe kademe insanlık içinde topluluktur. Tüm insanlık bir bütündür. Tanrı tektir. Yani insanlık birlik içindedir.
وَلَا بِالْيَوْمِ الْآخِرِ
(Va LAv Bi eLYaVMi elAPiRi)
“Ve Ahir Yevme de”
“Son Gün”, akşam olmayacak son gün.
Demek ki âhirette akşam ve sabah olmayacaktır. Gece bize gelmeyecek, biz geceye gideceğiz. Dört boyutlu uzayda seyahat edeceğimize göre uzak mesafeleri kat etmeden ışık alanından çıkıp karanlık moduna geçeceğiz. Orada dinlenecek sonra tekrar ışık moduna geçeceğiz. Belki de orada dinlenme uyku şeklinde değil de dinlenme şeklinde olacaktır. Bedenimiz yine dünya beden kodunda kalacağı için âhirette uyku olmasa bile uykunun yerini alacağı başka bir şey vardır.
Burada “Ve-Lâ-Bi” harfleri tekrar edilmiştir.
Âhiret hayatı kabul edilmedikten sonra Allah’a imanın bir manası yoktur. Bununla beraber âhirete inanma başka bir şeydir. İşlerini ve geleceğini emniyete almak demektir.
Biz çalışırken yalnız kendimizi düşünmeyiz, çocuklarımızı da düşünür ve onlara gelecek hazırlarız. Bu âhireti düşünmedir. Yaşadığımız topluluğun geleceğini düşünür, ona göre ülkemizi imar ederiz ve düzenimizi ayarlarız. Bu da âhirete imandır. Sonunda öldükten sonra bu dünyada yaptıklarımızdan hesaba çekileceğimizi biliriz. Oradaki ebedi hayatı düşünürüz. Ona göre hareket ederiz.
Oysa öyle kimseler vardır ki bunları hesaba katmazlar.
İşte bunlar Allah’ı inkâr ettikleri gibi âhirete de inanmak istemezler.
Bu âyetler bugünkü insanı tasvir etmektedir.
Kur’an nâzil olduğu zaman böyle ateistler, böyle âhireti inkâr edenler yoktu. Bu âyet asrımızı anlatan bir âyettir. Tarihte arayın tarayın bakalım, böyle putlara bile inanmayan, âhirete inanmayan bir halk bulabilir misiniz? Son iki üç asırdır moda olan bu inkâr furyası 20. yüzyılın sonunda zirveye ulaşmış, Gorbaçov’un yaptığı inkılâpla son bulmaya başlamıştır.
İman etmek demek, o hususta çaba göstermek demektir, gerekirse onun uğruna canını vermek demektir. Onun için ölümü göze aldığın şeye inanıyorsun demektir.
Kendilerine kitap verilenler inanmak durumundadırlar. Hiç olmazsa ilerde inanmak için çaba sarf edecekler demektir. Müslim olmak iman etmek istediğini göstermektir. Bunun için her şeyden önce müminlerin toplantılarına katılacak ve namazları kılacaklardır.
Müminlerin ortak fonu zekâta katılacak ve birlikte şeriat içinde yaşamaya başlayacak... Müminlerle oruç tutacak ve kendi nefislerini terbiye edecek... Hacca gidecek ve tüm insanların nasıl bir ümmet olarak yaratıldığını görecek...
Bir gün gelecek beynine iman girecektir.
وَلَا يُحَرِّمُونَ
(Va LAy YuXarRiMUvNa)
“Ve haram etmezler.”
Burada da geçmişte yaptıkları değil gelecekte yapacakları önemlidir. Tevbe eden kimselere ‘sen geçmişte böyle idin böyle yaptın’ demeyiz, ‘bundan sonra şunu yapma bunu yapma’ deriz.
Geçmişin hesabı elbette sorulacak, borç ve alacak tasfiye edilecek. Ödeme gücü varsa alınır, ödeme gücü yoksa beklenir.
Haram ile münha anh (yasak) farklıdır. Haramın dünyevi cezası yoktur, yasağın ise dünyevi cezası vardır. Haram etmek demek haramı yapmamak anlamında değildir, haramı haram olarak görmek demektir. Bu dünyada cezası olmayabilir. Ama o bucak bir şeyin yapılmamasını istediği zaman halk ona uyar. Hükümler bucak içinde konur. Bazı haramlar il içinde icma ile sabit olur. Bazı haramlar da ülke içinde icma ile sabit olur. İnsanlığın icması değişmez.
مَا حَرَّمَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ
(MAv XarRaMa elLAvHu Va RaSULuHUv)
“Allah ve resulünün haram ettiği”
“Allah ve resulü” dediğimizde tarafların seçtiği iki hakem ile hakemlerin seçtiği başhakem demektir. Bu bütün kuruluşlardan üstündür. Parlamentoyu bile mahkûm edebilir. Devlet başkanının da üstündedir, onu da azledebilir. Hakemlerin kararları bozulamaz ama hakemlerin verdikleri yanlış kararları hakemlerin dayanışması tazmin eder.
Kur’an düzeninde ekseriyet kararı yoktur. Hukuk düzeninde üstün kararı da yoktur. Kararlar içtihatla, sözleşmelerle, ortak vekille ve hakemlerce alınır. Şeriat böyle ortaya çıkar.
Siz bir kimse ile sözleşme yaparsınız. O hükümler artık tarafları bağlar. Taraflar için o şeriattır. Sözleşmelerde açık kalan yerler hakemler tarafından tamamlanır. Hakemlerin kararları sözleşme yapanların kararları mahiyetindedir. Uygulamada ortak vekil uygulaması yapılır.
Bir konuda anlaşamadık, onu nasıl çözeceğiz?
Geçici olarak ortak vekil (yani başkan) uygulama kararını verir veya erteleyebilir. Herkes ona uyar. Başkanın kararına karşı hakeme gitme yetkisi vardır. Hakem kararı kesindir.
Biz istihsanla bu hükmü daha önce anlatmıştık.
Burada âyetle isabetimiz teyit edildi.
Bizim basılmış iki fıkıh kitabımız vardır.
Biri; “Alternatif Faizsiz Banka / Selem ve Kredileşme”.
Diğeri ise; İlhan Arsel’in kitabına reddiye olarak yazdığımız “İslâm Düzeni”.
1990’dan önce kaleme alınan bu eserler okunduğunda değişiklik yoktur. O zaman ne söylemişsek şimdi de onu söylüyoruz. Çok az düzeltmeler ve yeni hükümler vardır.
Şimdi yaptığımız şey; o zaman istihsanla söylediklerimize şimdi nasstan delil arıyoruz, bu arada yanlışlarımız varsa onları da düzeltiyoruz.
İstihsandaki isabetlerimiz takip ettiğimiz metotlardan ileri gelir.
a) Her söze kulak vermek, dinlemek, baştan bir şeyi reddetmemek.
b) Müsbet ilimlerin kesin verilerini aynen kabul etmek, reddetmemek.
c) Fıkhın icma ile sabit olan verilerini Kur’an üzere iseler aynen kabul etmek.
d) Diğer hususlarda varsayımları ortaya koyup ona göre içtihatlarda tercih yapmak veya yeni içtihat yapmak.
Bundan kırk seneden daha öncesinde varsayımlarımızı koyduk. Onların üzerine fıkhı ve yorumu inşa ettik. Varsayımlarda isabet etmişiz ki bizi dinleyen kimselerden kabul edenler oldu ve başarıya ulaştılar. Necmettin Erbakan ve Fethullah Gülen bunlardandır. Aramızda hemen hemen görüş ayrılığımız yoktur. Bu varsayımlar tesbit edilirken Bediüzzaman’ın görüşlerinden de yararlanılmıştır. Demek ki icmaa doğru gidiyoruz.
وَلَا يَدِينُونَ دِينَ الْحَقِّ
(Va LAv YaDIyNUvNa DIyNa eLXaqQı)
“Ve Hak dini din etmezler.”
Hak düzenini de düzen olarak kabul etmezler.
Hak düzen ne demektir, Kur’an’da kaç yerde Hak dini/düzeni geçmektedir?
“Hak din” iki defa bu sûrede geçmektedir İki defa da Fetih ve Saff sûrelerinde geçmektedir. Başka bir yerde de “Allah’ın indinde din islâmdır” denmektedir. Bu âyetler Hak dinin bütün dinlere galip geleceğine işaret etmektedir. Demek ki Hak din barış dinidir. Sonunda insanlığa barış düzeni hâkim olacaktır. Tüm insanlık “Adil Düzen”e ulaşacaktır. Hak din ile “din”lenmeyenler de ikinci sınıf insan olarak cizye vererek yaşayacaklardır.
Varsayımlarımızda Hak dinin hakem kararlarını kabul etme dini/düzeni olduğunu kabul ettik ve otuz seneden fazladır aynı varsayımla hükümler ortaya koyduk, Kur’an’ı tefsir ettik. Bu sayede insanlık barışına doğru adımlar atmaya başlanıldı.
Evet, çok açık bir şekilde varsayımımızı tekrar edelim.
İnsanlar yarışma ve çatışma içinde yaratılmışlardır.
İsteyen çatışmaya girer ve savaşır. Bunlar müşriklerdir.
İsteyen yarışmaya girer ve barışır. Sorunlarını hakemlerden oluşan yargı aracılığıyla çözer. Hakem kararına gönül rızası ile uyar. Ölüme bile gider.
Âyetler bu varsayımları teyit etmektedir.
Bu aynı zamanda fukahanın içtihat ve icmalarının ne derece hak olduğunu gösterir. Bugün ortalıkta İslâm adına dolaşan rivayetlerin nasıl sonradan uydurulan hurafe olduğunu anlatıyor. Vahye dayanmayan görüşlerin butlanını ifade ediyor.
Zeki Altuboğa anlatıyor. İstiklâl Savaşı’nda bir imama sordular; “Ermenileri öldürmemiz caiz midir?” İmam soru sorana “Fatiha’yı oku” dedi. Soran okudu.
“Bismillâhirrahmanirrahîm. Elhamdülillâhirabbilâlemîn…” dedi.
“Dur, daha ileri gitme! Burada ne diyor? ‘Âlemlerin Rabbine hamd’ diyor; ‘Müslimlerin Rabbine’ demiyor. O yalnız sizin Rabbiniz değil, onların da Rabbidir.” dedi.
Çıkarı olduğu için Irak’a saldıran ABD’nin hak anlayışı ile bir semt imamının anlayışını karşılaştırınız, Allah’ın bizi ne yüce mertebelere ulaştırdığını biliniz ve ona göre hamd ediniz. Bir de Hıristiyanları toptan cehenneme sevk eden zavallılara bakınız ve onlar adına ağlayınız.
مِنَ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ
(MıNa elLaÜIyNa EUvTUv eLKiTAvBa)
“Kendilerine kitap verilenlerden.”
Bütün kitap verilenlerin böyle olmadığını, sadece içlerinde az kimsenin böyle yaptığını söylemektedir. Kur’an diğer âyetlerde; onlar bir değildir demekte, onların içinde çok iyi kimseler olduğunu bildirmektedir.
İnsanlık üç aşama/dönem geçirmiştir. Hazreti Nuh aleyhisselâmdan önce kişi yönetimi vardır. Kabile reisleri peygamber veya kendi “şifahi bilgileriyle” bey olarak halkı yönetirlerdi. Sonra vahye dayalı “kurallı dönem” gelmiştir. Kur’an’a göre adım adım bu dönem tamamlanmıştır. Birinci Kur’an uygarlığı da yine vahye dayanıyordu. Vahye dayanmayan kurallarla yönetilme durumu üçüncü binyılda ortaya çıkmıştır.
İnsanlık bugünkü uygarlık seviyesine Hazreti Nuh’tan Hazreti Muhammed’e kadar gelen peygamberler ve kitaplar sayesinde ulaşmıştır. Batı medeniyeti de Hıristiyanlık ve Müslümanlığa dayanmaktadır. Bu âyette zikredilen mürtetlerden oluşmaktadır. Bunlar kendilerine kitap verilenlerdir. Ehli kitap ise dini reddeden ama düzeni kabul eden kitleleri de içerisine almaktadır.
Hintliler ve Müslümanlar hiç ateist olmadılar. Hıristiyanlar ve Budistler resmen ateist oldular. Ne var ki bugün Hıristiyanlar ateizmden vazgeçtiler, Budistler de yumuşadılar.
حَتَّى يُعْطُوا الْجِزْيَةَ
(XatTAy YuGOuv eLCiZYaTa”
“Cizye i’ta edinceye kadar.”
Zekât için “ita” kelimesi kullanıldığı halde cizye için “i’ta” kelimesi kullanmaktadır. Bölüşmede birisine düşen pay demektir. Yahut bölenin kişilere verdiği parçalara denir. “A’tva” mastar olarak “doğrudan almak”, “i’ta” mastar olarak “doğrudan vermek”, “eta” mastar olarak “gelmek”, “îta” mastar olarak “vermek” demektir.
İ’ta kelimesinin kullanılması alınan cizyenin orduya ait gelirlerden olduğunu ifade eder.
Bölüşmede birisine düşen pay demektir. Yahut bölenin kişilere verdiği parçalara denir.
Cizye i’ta edilecektir.
“Cizye” güvenliklerini sağlamamız karşılığı bize ödedikleri bedeldir.
Kur’an yalnız hak dini kabul etmeyen kitap verilenlerden alınacak cizyeden bahsetmektedir. Müslimler mümin olmadıklarına göre o halde onlar da savaşa götürülemez. Çünkü Allah mallarını ve canlarını cennet karşılığı müminlerden almıştır. Müslimler askerliğe de zorlanamayacağına göre evleviyetle bedel alınacaktır.
“Hattâ” kelimesi kullanıldığı için cebren kendisinden mal haczedilemez. İsteyen ben nöbet tutacağım derse savaş dışında istihdam edilir.
Burada sorulacak sual şudur.
Bunlar askerlerden fazla zaman içinde mi çalıştırılırlar, yoksa askerlik kadar istihdam mı edilirler? Konan cizye de askerlikteki yevmiyeye mi denk olacaktır?
Genç baliğ olunca, isterse nöbetli isterse bedelli olur. Bedel o yıl belirlenen miktardır. Hayat boyunca değişmez. O gün tesbit edilen miktar nakit olarak değil de yevmiye olarak tesbit edilir. Güçlü-zayıf ayırmaksızın herkese eşit gün belirtilir. Ömür boyu ödenecek miktar o kadar yevmiye olacaktır. Her sene nakit bedeli yeniden tesbit edilir. İsteyen o nakdi öder, isteyen de savaş dışı hizmetlerde o kadar gün çalışır. Kararlara karşı hakemlere gitme yetkisi her zaman vardır.
عَنْ يَدٍ
“GaN YaDin)
“Yedinden.”
“An nefsin” demektir. Yani kişi başına anlamındadır. Ne var ki sadece çalışan erkekler için söz konusudur. Çalışmayan erkekler cizye vermedikleri gibi kadınlar da cizye vermezler. Askerlik yapmakla yükümlü değildirler. Sonra mal olarak değil de emekten vermek durumundadırlar. “Yed” emeği ifade eder.
Görülüyor ki fıkıhçıların sünnete dayalı olarak oluşturdukları fıkıh Kur’an âyetlerine tamamen uymaktadır. Demek ki Kur’an Allah’ın sözü olduğu gibi sünnet de Allah’ın öğrettikleridir. Biz sünnete iki bakımdan itiraz ediyoruz. Biri, sıhhati kesin değildir. İkincisi, o devrin sorunlarını çözmüştür. Tek çözüm yolu olan Kur’an’la karşılaştırırız, uyuyorsa kabul eder, uymuyorsa reddederiz. Mir’atü’l-Usul’de bu mealde hadis vardır. Yoksa sünnetin hak olduğunda şek ve şüphemiz yoktur. Biz Allah ve resulü birbirinden ayırmayız, O’nun elçisinin getirdiği O’nun getirdiğidir.
وَهُمْ صَاغِرُونَ (29)
(Va HuM ÖAvĞıRUvNa)
“Ve onlar sağir olarak i’ta edecektir.”
Kur’an müşrikleri lânetlemektedir, dışlamaktadır. Kendilerine kitap verilenlerden müşrik olanları ayırarak onların bedellerini kabul etmektedir. Ama onların siyasi hakları yoktur. Silah taşıyamazlar, hakem olamazlar, siyasi dayanışma içine giremezler. Dolayısıyla siyasette seçme ve seçilme hakları yoktur. Âlim olurlar, ilmî dayanışmaya girebilirler. Rahip olurlar. Meslekî dayanışmaya katılabilirler. Bunlar bu durumda iken asker olamazlar. Allah’a ve âhirete inanmayan, hak dini kabul etmeyen, hakemlerden oluşan yargı kararlarını kabul etmeyenler ne müslim ne de mümin olabilirler.
Demek ki müslim olmanın şartları vardır.
a) Allah’a inanacak (adı ne olursa olsun).
b) Âhirete de inanacak (adı ne olursa olsun).
c) Hak dini benimsediğini söz ile ifade edecek.
d) Hakemlerden oluşan yargı kararlarına uyacak.
Bu şartlara uyan kişi müslimdir.