Tevbe Sûresi-14
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
لَقَدْ نَصَرَكُمُ اللَّهُ فِي مَوَاطِنَ كَثِيرَةٍ وَيَوْمَ حُنَيْنٍإِذْ أَعْجَبَتْكُمْ كَثْرَتُكُمْ فَلَمْ تُغْنِ عَنْكُمْ شَيْئًا وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الْأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ ثُمَّ وَلَّيْتُمْ مُدْبِرِينَ (25) ثُمَّ أَنْزَلَ اللَّهُ سَكِينَتَهُ عَلَى رَسُولِهِ وَعَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَأَنْزَلَ جُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا وَعَذَّبَ الَّذِينَ كَفَرُوا وَذَلِكَ جَزَاءُ الْكَافِرِينَ (26) ثُمَّ يَتُوبُ اللَّهُ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ عَلَى مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (27)
***
لَقَدْ نَصَرَكُمُ اللَّهُ فِي مَوَاطِنَ كَثِيرَةٍ وَيَوْمَ حُنَيْنٍ إِذْ أَعْجَبَتْكُمْ كَثْرَتُكُمْ
(LaQaD NaÖaRaKuMu elLAHu FIy MaVAOıNa KaÇIyRaTin Va YaVMa XuNaYNın EiÜ EaGCaBaTKuM KaÇRaTuKuM)
“Allah size birçok mevatında nusret etti, Huneyn Günü’nde de. Hani kesretiniz sizi i’cab etmişti...”
“Hanne” yavrulu deve demektir. “Hanne” bağırarak yavrusunu çağırması demektir. Ananın yavrusuna duyduğu hislere benzer hisler duymaya “hane” denir.
“Huneyn” Mekke ile Medine arasında bir-bir buçuk saatte yaya gidilebilecek mesafedeki bir vadinin adıdır. Vadinin içinde Mekkelilerin kutsadıkları ağaç vardı. Onu ziyaret eder, ona taparlardı. Bu sebeple “Huneyn” adını almıştır. Rahat dinlenme alanı olduğu için de bu adı almış olabilir.
Mekke fethedildikten sonra Nebi 15 gün daha Mekke’de kalmıştır. Medineli Ensar Resul’ün artık Medine’ye dönmeyeceği endişesine kapıldılar. Bunun üzerine onlara hayatım hayatınızla, ölümüm ölümünüzle olacaktır demiştir. Bu arada Resul Mekke’nin çevresine de birlikleri göndererek Mekkelilerin teslim olmalarını sağlamıştır.
Hevzan ve Sekef halkının Mekke’ye doğru yürüdükleri ve Huneyn’de konakladıkları haberi geldi. Bunlar Mekke’nin fethedildiğini duyunca Mekke’yi kurtarmak için harekete geçmişlerdir. Medine’den gelenler 10 000 kişi idi, Mekke’nin yeni Müslümanlarından da 10 000 kişi katılmıştı. Kâfirler ise 4000 kişi idiler.
O arada Mekkeliler kutsal saydıkları yeşil ağacın yanına uğradılar, Resul’den onu kutsamaları için izin istediler. Resul; Musa’nın kavmi gibi yapıyorsunuz, onlar da buzağıya tapmak istemişlerdi dedi. Müslümanlar saldırmadan evvel kâfirler saldırdı. Müslümanlar kaçışmaya başladı. Hazreti Peygamber’in yanında ona yakın kimse kalmıştı, sebat ediyorlardı. Bu esnada kâfirlerin kalbine Allah korku düşürdü. Galipken kaçıştılar ve Taif’e sığındılar. Bunun üzerine Taif de fethedildi.
Tevbe Sûresi’nde fetihten sonra müşriklerin durumu anlatılmış, sonra müminlerin cihadından bahsedilmiştir. Burada zafer kazanıldıktan sonra müminlerdeki rahatlama ve gevşemeyi anlatmaktadır. Çetin savaşlardan sonra galip gelinince insanlar rahatlar ve yağmalamaya başlar, bu da onların tekrar helâki şeklinde görülür. Mekke’nin fethinden sonra Müslümanlar Arabistan’ın en büyük ordusuna sahip olmuşlardı. Arabistan çöl bir yer olduğu için oraya uygar devletler gelip savaşmıyor ve fethetmiyordu. Şimdiye kadar müslimler hep kendilerinin birkaç misli orduları yenmişlerdi. Bundan sonra ise işleri artık kolaydı. Nasılsa kimse karşılarına çıkamazdı. Yani genel bir gevşeme oluşmuştu.
Benzer gevşeme İstiklâl Savaşı’nda olmuştur. Çetin muharebeleri kazandıktan sonra rahatlamış ve işimizin kolay olacağını sanmıştık. İnkılâplarla karşı karşıya kaldık. Çanakkale zaferini kazandık ama İstanbul’umuz işgal edildi. Demokrat Parti iktidar oldu ama 1960 darbesi geldi. AK Parti anayasa ekseriyeti ile iktidar oldu ama zina çoğaldı, faiz ve sömürü çoğaldı, rüşvet arttı, anarşi büyüdü…
Cihad âyetinden sonra bu âyetlerin gelmesinin manası budur. Müminler için dünyada rahatlık yoktur. Onlar dünyada değil âhirette rahat edeceklerdir.
İzmir Akevler çok çetin mücadelelerden geçti. Devletin laikliğe aykırı iddiası ile her gün mahkemelerde sürünen Akevler Yönetim Kurulu, gasp edilen imkânları sebebiyle borçlu iflas günlerini geçirmiştir. Allah’a hamd olsun ki kurduğumuz son parti anayasa ekseriyeti ile iktidar oldu. Hiçbir davamız kalmadığı gibi hiçbir borcumuz da yoktur. Gerek nakit gerekse mülk olarak elimizde imkânlar mevcuttur ama Mekke fethindeki gibi bir gevşeme sürüp gitmiştir. Şimdi uyanma zamanıdır.
AK Parti de çetin günler geçirmiş ama şimdi rahatlamış ve gevşemiş durumdadır...
Cihada her zaman hazır olmalıyız. Çokluğumuz ve zaferimiz bizi yanıltmamalıdır. Allah bize yardım edecek ve bu gevşemeler de geçecektir.
Bu AK Parti’ye bir müjdedir.
Bu Akevler’e bir müjdedir.
لَقَدْ نَصَرَكُمُ اللَّهُ
(LaQaD NaÖaRaKuMu elLAvHu)
“Allah size yardım etti.”
“Nasaraküm” size yardım etti anlamındadır.
“Qad Nasaraküm” size yardım etti ve hâlâ yardıma devam ediyor demek olur.
“Lekad” dediğinizde tekidi ifade eder.
İnsanlar zannediyor ki Allah müminlere sadece o zaman yani Kur’an nâzil olduğu zaman yardım etti ve şimdi etmiyor. Oysa Allah o zaman yardım etti ve o yardım kıyamete kadar devam edecektir. İslâm âlemi yenilmiş, dünya ateist Batı’ya teslim olmuş durumda. Hâlâ soykırımına uğrayacaklarına inananlar var. Sovyetlerin yıkılması ile İslâm âleminin yeniden başlayan canlanması Allah’ın yardımı ile olmuştur. Allah bir düzen kurmuştur. Bu düzen yarışmalı ve çatışmalı düzendir. Bu yolla ileri gidilmektedir. Yarışı kazananlar ileri gitmekte, kaybedenler devre dışı olmaktadırlar.
فِي مَوَاطِنَ كَثِيرَةٍ
(FIy MaVAOıNa KaÇIyRaTin)
“Kesir mevtenlerde”
“Vatan” hayvanların kalacakları yer ve otlayacakları alandır. Onların vatanı orasıdır. İnsanın vatanı da alış veriş yaptığı çevresidir. Bucak vatan olduğu gibi il de vatandır, ülke de vatandır. İnsanlığın vatanı yeryüzüdür. Yarın Güneş sistemi vatan olacaktır.
“Mevatın” çoğuldur. Nekredir.
Savaşların çoğu bir yerin fethedilmesi veya savunulması amacıyla olur. Galip gelen o yerin sahibi olur. Allah yeryüzündeki dengeyi koruması için her kavme bir vatan vermiştir. Kimi bir yere hâkim kılacaksa ona yardım eder.
İnsanlık tarihinde pek çok savaşlar olmuştur ama savaşlar tarihin akışını değiştirmemiştir. Müminlere olan Allah’ın yardımı böylece cereyan etmektedir.
Bir gün İzmir’deyim. Arkadaşlar anlatıyorlar. Beşir Atalay; biz demokratik devrim yaptık demiş. Onun Kırıkkale’den çalışma arkadaşı onun için; o zaman “ben muhafazakârım” diyordu. Şimdi de biz muhafazakârız diyor! Dünkü konuşmada da biz demokratik devrim yaptık demiş. Devrimci mi, muhafazakâr mı, hangisi; tutarlı değil dedi. Ben ne devrimciyim ne de muhafazakârım, ben evrimciyim dedi. Onayladık!
İşte, Allah evrimci olanlara yardım etmektedir.
Tutucu olanları veya devrimci olanları ise mağlup etmektedir.
Mustafa Kemal’in milliyetçilik ile inkılâpçılık kelimelerinin terkibi de budur.
İyi olan geçmişimize sahip çıkarız, günü geçmiş veya kötü olan geçmişimizi daha iyisi ile değiştiririz. Biz devirmeyiz, inkılâp ederiz.
Burada kastedilen “mevatın” bu amaçla yapılan savaşların yeridir.
وَيَوْمَ حُنَيْنٍ
(Va YaVMa XuNaYNin)
“Ve Huneyn yevminde”
Burada “Ve” harfi gelmiştir. Zaman zarfı ile mekân zarfı arasında “ve” gelmez. Ama eğer fiilin geçtiği yer ile zaman aynı değilse o zaman ikisi arasında atıf harfi gelebilir.
‘Dün ben Ankara’da idim’ derseniz, ‘dün ben Ankara’da da idim’ demeniz sahih değildir. Başka yerde olduğunuz gibi Ankara’da idiyseniz o zaman arada “ve” manasına gelen “da” harfini kullanabilirsiniz.
O halde size birçok mevatında yardım etti, Huneyn gününde de yardım etti denmiş olur.
Burada başka bir incelik vardır. Mevatın savaşları başka, Huneyn savaşları başkadır. Mevatın savaşları bir yerin alınması veya bir yerin savunulması için olur. Alanlarla savunanlar arasında cereyan eder. Oysa Huneyn savaşı Mekke’yi alanlarla Mekke dışındaki savunanlar arasındadır. Onlar yeri değil dini savunmuşlardır. Bu sebeple “vav” ile atıfta yüksek belagat vardır.
Huneyn nekredir. İsmi tasgirdir. Munsariftir. Her ne kadar Huneyn Mekke’den dört mil uzaklık olarak zikrediliyorsa da bu düşmanla karşılaşılan yerdir, yerin kendisi değildir. Bugün de böyle bir yer olmadığı gibi tarihte de nerede olduğu bilinmemektedir. Mevatın savaşları dışında yapılan savaşlara hanan savaşları diyebiliriz. Yani ideolojik savaşlardır. Çıkar savaşları değildir. Mekke’yi fethedenler Mekke’de kalmadılar. Çıkıp Medine’ye gidiyorlardı. Dolayısıyla bu mevatın savaşı değildir. Huneyn’deki düşmanlar da bir mevatın savaşı yapmıyorlardı. Savaş ideolojikti. Bu sebepledir ki “Ve Huneynin” denmemiş de “Ve Yevme Huneynin” denmiştir.
إِذْ أَعْجَبَتْكُمْ كَثْرَتُكُمْ
(EiÜ EaGCaBaTKuM KaÇRaTuKuM)
“Kesretiniz sizi i’câb ettiği zaman.”
Kâinatta tabii yasa vardır. Küçükken iç düzen kolay sağlandığı halde büyüdükçe iç düzen bozulur. Savunma ise tersinedir, küçükler kendilerini zor savundukları halde büyük olanlar küçükleri yenmektedir. Belli büyüklükte en verimli duruma gelinmiştir.
Mekke’nin fethi ile en uygun büyüklüğe erişilmiştir. Çünkü artık Arabistan’ın merkezi alınmış ve ulusal devlet kurulmuştu. İşte o tarihten itibaren de büyüklüğün verdiği iç düzen bozulmaya başlamıştır. Bu bütün oluşlarda böyledir. Orada da yine Allah’ın yardımı gelmektedir. O yardım da ona gelen bir beladır. “Şımarma, senden büyük O var” demektedir.
AK Parti yüzde 50’den yukarı oy almıştır. Bazı yöneticilerde ucbe hâsıl olmuştur. Şimdi yüzde 60 alabilir, ucbesi artabilir. Ama Allah eğer onun oyunu yüzde 40’lardan aşağı düşürürse onu ucbeden kurtarmış olur.
İşte Huneyn bunun için Allah’ın rahmeti olmuştur. Ondan sonra müminler bu ucbeden kurtulmuş, bu tedavi raşid halifelerin sonuna kadar devam etmiştir.
Aynı ucbeler Emevilerde, Abbasilerde ve Osmanlılarda hâsıl olmuştur. Viyana bozgunu bu ucbenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
“Acem” yabancı, dil bilmeyen demektir. “Me” “Be”ye dönüşerek tuhaf şey, anlaşılmaz şey anlamlarına gelir. Bir şeyin olmasını yadırgarsınız; nasıl olur, tuhaf şey niye oldu, bu acayiptir! Bir şeyden hoşlanır, beklenmedik bir sevince ulaşırsınız, o da acayiptir.
Burada if’al babında getirilmiştir. Sizi acayipleştirdi anlamındadır. Kesretiniz sizi acayip hâle getirdi, tuhaf hâle getirdi. Kendinizi beğenmeye başladınız. Allah’ın lütfünü kendinizin yaptığınız sandınız.
İnsan düşündüğü zaman hiçbir şeyi kendisinin yapmadığını, olayların onları yapmaya sürüklediğini görür. Geriye bakar da yaptıklarını görürse, kendisi birtakım zincir halkaları sayesinde bu yere gelmiştir ama zanneder ki ben kendim geldim.
فَلَمْ تُغْنِ عَنْكُمْ شَيْئًا وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الْأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ ثُمَّ وَلَّيْتُمْ مُدْبِرِين
(FaLaM TuĞNi GanKuM ŞaYEan Va WaQaT GaLaYKuMu eLEARWu BiMAv RaXuBaT ÇümMa ValLAYTuM MüDBiRIyNa)
“Sizden bir şeyi iğna etmedi. Rahbetten dolayı arz size dıyk etti. Sonra idbar ederek tevelli ettiniz.”
“İğna”daki fail kesretinizdir. Kesretinize güvenip acayipleştiniz. Kendinizi bir şey sandınız. Oysa bu size bir yarar sağlamadı.
Ra'b (Ayn ile) taşmakta olan dolu kap demektir.
Rhb (Ha ile) dolu ama taşmayacak kadar boşluğu olan kap demektir.
Kur’an’da “RaXB” kelimesi iki defa Tevbe Sûresi’nde geçmektedir. Biri burada Huneyn Vakası’nda, biri de savaşa katılmayan üç kimsenin tecrit edilmesi durumunda geçmiştir. Diğer ikisi merhaba şeklinde geçmektedir. “Merhaba” demek buyurun sizin de yeriniz vardır, biz kendi yerimizi size bilerek veririz demektir. Yer verme anlamında merhabadır. Cehennemliklerin cennette merhabaları yoktur denmektedir.
Burada iki zıt sebep sonuç vardır; genişlik sebebiyle daralmak, genişleme ve daralma. “Bi” zarf ise genişlik içinde yer dar oldu anlamındadır. Dolu olmasından dolayı sıkıntıya girdiniz anlamı taşırsınız. Bir kimseyi hapsedersiniz. Yaşamını çok rahat bir şeklinde sürdürebilirsiniz. Ama sınırlı hareket edebildiğiniz için sıkıntıya girersiniz.
Huneyn Savaşı’nda alan dolu olduğu için sıkıntıya girilmiştir. Dört bine karşı 12 bin kişi vardı. Askerlikte bir kural vardır. Bir alanda ancak belli sayıda savaşçı yerleştirebilirsiniz. Daha fazla savaşçı yerleştirmeniz sizin aleyhinize olur. Örnek olarak bir tümeni 10 kilometre uzunluğundaki cephede daha küçük alanda yerleştiremezsiniz. Sonra saldırıya bile uğramadan kaçarsınız.
Bir albay yedek subay okuluna girmiş ve bir öğrenciye demiş ki; ‘Sen parmağını benim ağzıma koyacaksın, ben de benim parmağımı senin ağzına koyacağım... Sonra dişlerimizle sıkalım bakalım… Kim evvel bırakırsa o kaybedecek!..’ Denileni uygulamışlar.. Biraz sonra öğrenci ağzını açmış... Komutan; ‘İşte, savaşı ben kazandım!’ demiş...
Savaşı kim kazanır?
Sabreden kazanır.
Sabır da tamamen ruhi bir olaydır. Beynimizdeki elektronik devrelerin bir kristaline etki ederek sizin moralinizi yüksek tutar veya panik yaparsınız, savaşı kazanır veya kaybedersiniz.
Şimdi İstanbul/Yenibosna’da çalışıyoruz. Birbirimize dayanırsak başarırız. Yoksa içimiz sıkılır ve bırakıp gideriz. Nitekim birileri geldiler-gittiler. Bu arada biz bırakmıyoruz. Bırakıp gidenler vardır diye biz de bırakırsak sırtımızı çevirmiş oluruz. Biri gider, diğeri gider, üçüncü kişi gider, beşinci gider ama bir gün sabredenler gelir; işte o zaman başarırız.
Bu âyet bize şunu öğretiyor. Başarı bedenî değil ruhidir. Kurallara uyacaksınız. Olaylara sabredeceksiniz. Böyle olunca başarı sizin için kesindir.
فَلَمْ تُغْنِ عَنْكُمْ شَيْئًا
(FaLaM TuĞNi GaNKuM ŞaYEan)
“Sizden bir şeyi iğna etmedi.”
Kesretiniz i’cab ettiğinde kesretiniz sizden bir şey iğna etmedi.
“Gani yapmak” demek, ihtiyacı giderme, fayda vermedir. Nekre menfi umumiliği ifade eder. “Ma cae min recülin” dersen, hiçbir erkek gelmedi/gelmemiş demiş olursun. Kesretiniz bir işe yaramadı denmiş olmaktadır.
Kesretiniz sizi i’cab ettiği zaman kesretiniz sizden bir şeyi iğna etmemiştir. O zaman önceki cümle iğna etmediğinin zarfı olur. Yahut “İz” zarfı size nusret ettiğinin zarfı olur. İki türlü kıraatle her iki mana doğru olmuş olur. إِذْ كُنْتُمْ أَعْدَاءً فَأَلَّفَ بَيْنَ قُلُوبِكُمْâyetinde olduğu gibi “İz” şart cümlesi imiş gibi “Fa” harfi ile cevap gelmektedir. O halde burada da “Fa” harfi cevap “Fa”sı olabildiği gibi atıf “Fa”sı da olabilir. “Kesretüküm” “iğna”nın faili olarak alındığında izmardan çok hazf fasih olur. Çünkü daha önceki kesret has, buradaki ise âmdır. Yani izhar edilmesi gerekirdi.
وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الْأَرْضُ
(Va WaQaT GaLaYKuMu eLEARWu)
“Ve ard üzerinize dıyk etti.”
“İğna” kelimesine atfedilmiştir. İğna etmedi ile arzın dıyk olması ayrı ayrı şeylerdir. İşe yaramadı ve arz dıyk etti. Yani kesretiniz zarar verdi. Çünkü kalabalık olduğunuz için hareket etme imkânını kaybettiniz.
Her işte durum böyledir.
En iyi verim alınabilecek bir sıkılık vardır. Kalabalıklaşma iyidir. İnsanlar birbirine yaklaşırlar, yaşama kolaylaşır. Sonra sıklık yani sıkışıklık başlar. Bir odada bir kişi bir lambayı yakar ve çalışır, beş kişi de aynı lambadan yararlanır. Dolayısıyla bir arada olma kârlıdır. Ama eğer odadaki kişi sayısı yirmi olursa o zaman çokluk zararlı olmaya başlar.
Kur’an sıklık kanununu ifade ediyor.
بِمَا رَحُبَتْ
(BiMAv RaXuBaT)
“Rahubet sebebiyle”
Doluluk sebebiyle denmiş olmaktadır.
Gereğinden daha fazla kişi bulundurunca tehlike belirir.
Bir kutuya bir maddeyi yerleştirdiğiniz zaman az olursa boşluk içindekiler sallanır durur ve birbirlerini yerler, fazla yaparsanız sıkışır ve kutuyu patlatırlar.
Bu fizik kanunudur.
Sosyal kanun da böyledir.
Bir cepheye az asker gönderirseniz düşman çok olduğu için mağlup olursunuz, çok gönderirseniz bu sefer de darlık sebebiyle mağlup olursunuz. Bu kanundan yararlanarak kalabalık düşmanı yenebilirsiniz. Bir işletmeye kalabalık işçi alırsanız zarar edersiniz, az işçi alırsanız yine zarar edersiniz.
Aldığınız ilaç az olursa mikropları harekete geçirir, tedbir alır ve güçlendirirsiniz; çok ilaç alırsanız bu sefer de ilaç mikropları öldüreceği yerde vücudunuza zarar vermeye başlar.
Kur’an bu aşırı kullanmalara “furut” demektedir.
Kullanma dilinde ifrat ve tefrit denmektedir.
وَالَّذِينَ إِذَا أَنْفَقُوا لَمْ يُسْرِفُوا وَلَمْ يَقْتُرُوا وَكَانَ بَيْنَ ذَلِكَ قَوَامًا (67) âyetinde, infak ettiklerinde israf etmezler, eksik de yapmazlar, ikisi arasında kavam olur denmektedir.
İlim bu kavam noktasını aramaktır.
ثُمَّ وَلَّيْتُمْ
(ÇümMa ValLAYTuM)
“Sonra tevliye ettiniz.”
Burada “sonra” kelimesi kullanılarak zamanla bu durumun hâsıl olacağını bildirmektedir. Çok masraf yapıp çok beklerken daha azaldıklarında bu sefer o işi terk ederler. Demek ki gereksiz israf sonunda terke sebep olur.
Bizim “Müçtehit Yetişme Merkezi”nin uğradığı akıbet de bu olmaktadır. Kendi imkânlarımızın dışında daha büyük hayaller kuruyoruz ve başlatıyoruz; muvaffak olamayınca da bırakıyoruz. Akevler küçük ve basit iş yaparken birden büyüdü, onun için şimdi bir iş yapamıyor. Millî Görüş’teki durum budur. AK Parti’deki durum da budur.
BAŞARIYA ULAŞMANIN KURALLARI VARDIR.
1- İŞE KÜÇÜKTEN BAŞLAYACAKSINIZ, BİRDEN BÜYÜK İŞE GİRİŞMEYECEKSİNİZ. Başarılı iş kendisini büyütür. Başarısız iş ise büyük iken küçülür.
2- BİR İŞE BAŞLADINIZ MI O İŞTE SEBAT EDECEKSİNİZ. İşyerinizi değiştirmeyeceksiniz. İşiniz zarar etse de devam edeceksiniz. Her iş başlar ve gider. Her işin zorlukları vardır. İşinizi değiştirirseniz edindiğiniz deneyimler boşa gider.
3- BAŞKALARININ BİLGİSİNDEN YARARLANACAKSINIZ AMA SEBEBİNİ BİLMEDİĞİNİZ BİR ŞEYİ BENİMSEMEYECEKSİNİZ. Herkese kulak verecek ama siz bildiğinizi yapacaksınız. Yani sorunları kendi içtihadınızla ve kendi aklınızla çözeceksiniz.
4- HER İŞTE ÇIKAR PARALELLİĞİNİ BULACAKSINIZ. Birinin zararına iş yapıyorsanız, o iş sonunda sizin de zararınızadır.
Burada “Sümme” kelimesi getirilmiştir.
Savaşta iki durum vardır.
Biri; bir durumla karşılaşınca hemen karşılık verirsiniz. Ya yenersiniz ya yenilirsiniz. Taarruz savaşları böyledir.
Bir de savunma savaşları vardır. Bir kaleyi muhasara edersiniz. Onlar bekler, siz de beklersiniz. Bir gün gelir bir tarafın gücü tükenir ve diğer tarafa teslim olur.
Taarruzda ne kadar erken davranılırsa başarı şansı o kadardır.
Savunmada ise ne kadar geç davranırsanız başarı şansınız o kadar fazladır.
Huneyn Savaşı’nda taarruz savaşı değil savunma savaşına geçilmiş ama müminler savaşı terk edip kaçmışlardır.
Buradaki “Sümme” bu savaşın taarruz savaşı şeklinde değil de savunma savaşı olarak geçtiğini ifade etmiştir.
مُدْبِرِين
(MüDBiRIyNa)
“İdbar ederek”
“Dübür” arka demektir. İdbar arkasını çevirme demektir. “Tedbir” sonunu düşünmektir.
Bir iş yapar, sonucunu düşünür, tedbir alır ona göre önlem alırsınız.
“Müdbir olarak tevliye etme” demek işe son verme demektir.
İleride tekrar geri dönmek için sırtınızı çevirebilirsiniz ama birden hepten vazgeçme müdbir olarak tevliye etmedir.
Bir işe başladığınız zaman zorluklarla karşılaşabilirsiniz, bu sebeple ara verirsiniz, sonra fırsat bekler ve imkânlar ortaya çıktıkça tekrar ona dönersiniz. Bu müdbir olarak dönme değildir. Sizden önce başlamış işler vardır. Girişimciler ölmüş olabilir. Siz onu alıp geliştireceksiniz. O girişimleri tamamlayacaksınız. Yani kendi girişiminizi harcamayacaksınız. Bunu beceremedik diye bırakmayacaksınız.
Akevler İstanbul Kooperatifi’nin girişimlerinde;
a) Bakkal işletmesi,
b) Ayakkabılık işletmesi,
c) Ahşap evler işletmesi işlerine başlamış bulunuyoruz.
Bunları benden sonra da bırakmamalısınız.
Diğer taraftan;
a) Ruhu’l-Kur’an çalışmaları,
b) Muhasebe çalışmaları,
c) Ekonomi çalışmaları,
e) Müçtehit Yetişme Merkezi çalışmalarımız vardır.
Benden sonra da bunlara devam edeceksiniz; zorluklar dolayısıyla ara verebilirsiniz ama terk edemezsiniz, devam edeceksiniz...
İdbar olarak tevliye haram kılınmıştır.
ثُمَّ أَنْزَلَ اللَّهُ سَكِينَتَهُ عَلَى رَسُولِهِ وَعَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَأَنْزَلَ جُنُودًا لَمْ تَرَوْهَا
(ÇumMa EaNÜaLa elLAvHu SaKIyNataHUv GaLAy RaSUvLiHIy Va GaLay eLMuEMiMIyNa Va EaNZaLa CuNUvDan LaM TaRaVHAv)
“Sonra Allah sekinesini resulünün üzerine ve müminlerin üzerine indirdi ve sizin görmediğiniz ordular indirdi.”
Müminler üç misli daha güçlü askerlerle düşmanı karşıladıkları halde, beklenmedik bir durumla karşılaşmış ve uzun zaman savunmaya geçemeyerek geri çekilmişlerdir. Kaçmışlar, resulü ve birkaç arkadaşı yalnız bırakmışlardır. Müminlerin çokluğu bir işe yaramamıştır.
Devletlerin oluşması savaşla olmaktadır. Bugün sermayenin atadığı hükümetlerle yönetilen ülkeler vardır ama onlar hiçbir zaman devlet değildir. Türkiye Cumhuriyeti devlettir, çünkü İstiklâl Savaşı’nı kazanmıştır. İran devlettir, çünkü sekiz yıllık savaşta Irak’ı ve onun arkasındaki güçleri yenmiştir.
“Sonra” diye başlıyor. Allah müminlere ders vermek ve onların ‘biz çoğuz, kim bizi yener’ demeleri üzerine onlara ders verir.
Bugün AK Parti yüzde elliden fazla oya sahiptir. Onun arkasından gelen parti onun yarısı kadar oya sahip değildir. Bugünkü görünümde AK Parti oyunu artırmıştır. Bana karşı galip gelecek kim vardır diye düşünüyor. Yıllarca önce kendilerine ‘anayasayı değiştirin’ dediğimizde kulak bile vermediler. Şimdi anayasayı değiştirmek istiyorlar ama bir şartları var; “Adil Düzen” olmamalıdır. Sayın Cemil Çiçek’in şartıdır bu şart. Mevcut düzen onları iktidarda tutuyor. Onlar da rahattırlar. Ama bir gün gelir ani bir sadme ile karşı karşıya kalırlar ve cepheyi terk edip giderler. Bununla beraber bu onların yıkılışı olmayacak, sadece onlara verilen ders olacaktır. Allah başkana ve müminlere sekinesini indirecek ve “Adil Düzen” yolunda ilerlemeye devam edilecektir.
Mağlup olanların galip gelmesini sağlayan iki konu vardır.
Biri; mağlup taraftakilerin morallerini bozmamaları, sabırla kurtuluşu beklemeleridir.
Türk Milleti I. Cihan Savaşı’nda mağlup olmuş ama moralini yitirmemişti. İstiklâl Savaşı’nı kazandı ama asıl büyük darbeyi sonra yedi. Malını canını verdiği imanına saldırıldı, dinsizleştirilmek istendi. Türk milleti sabretti, sonraki fırsatlarda Millî Görüş partilerini iktidar etmeyi başardı. Türk milletinin bu macerası ve imtihanı hâlâ bitmemiştir. Allah’tan dileğimiz milletimizin moralini bozmamasıdır.
Moralin savaşı kazanmada büyük pay sahibi olduğunu bugünkü askerler bilmektedirler. Kur’an’ın onlardan ayrıldığı husus; bu moralin Allah tarafından insanlara bahşedildiğine askerler inanmıyor. Oysan Kur’an bu morali Allah’ın verdiğini ifade ediyor. Moral iradî değildir. Sizin elinizde değildir. Demek ki bunu Allah inzal etmektedir. Bugünkü askerlerin kabul etmediği bir şey daha vardır; o da göremediğimiz ordulardır. Allah bunu beyan etmektedir. Savaşların görünmeyen ordularla kazanıldığı ifade edilmiştir.
“Ve” harfi ile atfettiğine göre sekine bu ordularla verilmemiştir. Gelen beyinden başka yerlere etki eden ordular mıdır, yoksa onlar da müminlere gelen sekine şeklinde midir?
Melekler müminlerin beyinlerine sekine vermekte, düşmanların beynine ise ru’bu yani korkuyu salmaktadırlar. “Göremediğiniz askerler” dediğine göre biz onları görmüyoruz. O halde onların yaptıklarını da görmüyoruz demektir. O halde bu da sekine gibi icra edilmiştir. “Ve” ile atfedilmiş olması, bunun karşı tarafa icra edilmesi ve cesaretlendirme yerine korkutma şeklinde olmasıdır.
Buzdolabını açarsınız. Tabakta üzüm görürsünüz. Bunun bilgisi beyne gelinceye kadar beyindeki oluşma maddidir. Elektronların hareketinden ibarettir. Bunun ötesinde böyle bir üzümün olduğundan haberdar olduğumuzdur. Materyalistler bu haberdar olmanın da elektronların özelliği olduğunu iddia etmektedirler. Yani bilinç dediğimiz olayın elektronların hareketinden ibaret olduğunu iddia etmektedirler. Nitekim bilgisayarda satranç oynuyoruz. Çoğu zaman bizi yeniyor. O halde benim beynim ile bilgisayar beyni arasında bir fark yoktur. Oysa biz diyoruz ki; elektronun kütlesi var, yükü var, başka bir özelliği yoktur. Bilincimi bir tek elektron yapıyorsa, onda çok özelliğin olması gerekir. Çünkü değişik şeyleri biliyorum. Bilincimi birçok elektron yapıyorsa, o zaman da bilincimde birlik sağlayamam. Demek ki elektrondan başka bir şey benim bilmemi sağlamaktadır. Buna “ruh” diyoruz. Bundan sonra elime emir veriyorum; uzanıyor, alıyor, ağzıma getiriyor ve yiyorum. Ben emir verdikten sonra onun hareketi mekaniktir ama emir veren benim ruhumdur.
Yani ruh beyne, beyin de ruha karşılıklı etki yapmaktadır. Şimdi benim ruhum benim beynimde etkileşmeyi sağlamaktadır. Başka ruhlar sağlayamamaktadır. Çünkü beynim şifrelidir. Ancak o şifre sahibi ruhum beyinle etkileşim sağlamaktadır.
Bazen bu şifre kırılır, melekler veya cinler insan beynine girer ve onlar da ruhum gibi beynime etki etmeye başlarlar. Bu durum hasta olan beyinlerde daha çok görülebilir. Beyne etki etmeye başlayan cin beyni bozmaktadır. Hastalıktan yararlanarak beyinle etkileşen cin sonra hasatlığı artırmaktadır. Bunun gibi, melekler de beynimizin şifresini kırarak girebilmektedir. Bu daha çok savaşın kızıştığı zaman olmaktadır. Bu esnada müminleri cesaretlendirmekte, kâfirleri ise korkutmaktadır.
‘Cin ve melekleri görmüyorum, o halde yoklar’ diyen materyalistler vardır. Hattâ onlar ruhu bile inkâr etmektedirler. Müsbet ilimde kural vardır. Hiçbir şey yoktan var olmaz ve vardan yok olmaz. Her şey bozulur ve düşük maddeye iner. Kendiliğinden hiçbir şey düzelmez ve yüksek madde veya enerji olmaz.
Görüyoruz ki, bundan 13.7 milyar yıl önce zaman yoktu, mekân yoktu. Bugün madde ve enerjisiyle var. O halde bunu var eden bir varlık vardır. Bu varlığın varlığı kesin olarak sabit olmaktadır. Bunu inkâr etmek, sebep-sonuç ilişkilerini inkâr etmek olur.
Diğer taraftan bitkiler topraktan oluşurlar. Toprak düşük maddedir. Bitki ise yüksek maddedir. Demek ki bitkileri oluşturan varlıklar da vardır. Biz bunlara “melek” diyoruz. Siz ona başka ad koyabilirsiniz ama varlığını inkâr edemezsiniz.
Kur’an burada hem Tanrı’yı hem de melekleri bize bildirmektedir.
İnsanlara yapılan etkinin benzeri hayvanlarda da yapılabilecektir.
Allah müminlere ders verdikten sonra tekrar onları eski durumlarına getirmiştir.
Bu âyet gösteriyor ki sahabelerin büyüklükleri kendilerinin büyük kimseler oluşundan değil, Allah’ın onlara büyük görevler vermiş olmasından ileri gelmektedir.
Biz Adil Düzen Çalışanlarının durumu da tamamen böyledir. Allah bize büyük görev vermiş ama bizde bir üstünlük yoktur. Üstün görmeye başladığımız an bizde ucbe oluşur.
ثُمَّ أَنْزَلَ اللَّهُ
(ÇumMa EaNÜaLa elLAvHu)
“Sonra Allah inzâl etti.”
Bir işe başladığınız zaman o iş eğer sonuç vermiyorsa artık onu bırakacaksınız, ona ara vereceksiniz, başka işlerle meşgul olacaksınız.
Beynimizde bilinçaltı yani bizim farkına varmadığımız alanlar vardır. Siz onu bıraktığınız zaman o oraya çekilir ve orada kendi kendine çalışmaya başlar; Allah çalıştırır veya melekler çalıştırır. Beyin o sorunu bilinçaltında çözer ve sonra bilince getirir.
Buna “Allah inzâl etti” demektedir.
“İnzâl etti” demekle kendisi doğrudan devrelere müdahale etmekte, bir etkinin kurallarını koymakta, beyin o kurallarla sorunu çözmektedir. “Nezele” deseydi kendi indi olacaktı, “Enzele” demekle inzâl oldu, Allah inzâl etmiştir demektedir.
Savaş insanlık hayatında en önemli olaylardan bir olaydır. Kitle hâlinde ya galip gelecek ve bundan sonra sizin nesliniz hükümferma olacaktır yahut mağlup olacaksınız ve artık siz olmayacaksınız. Tarihte böyle ölüm-kalım savaşları olmuştur. Bedir ve Hendek savaşları böyledir. 751 Talas Savaşı böyledir. Müslümanlar bu savaşı kaybetseydi bugün oralar Budist olacaktı. 1071 Malazgirt Savaşı böyledir. Müslümanlar kaybetseydi İslâmiyet bölgede kaybolup gidecekti. Sakarya Savaşı da böyledir.
Allah bir kader çizmiş, o kaderin yürümesi için ne gerekiyorsa Allah onu yapmaktadır. Allah müminlere sekinetini kendisi indirmiş, karşı tarafa ise melekleri göndermiştir.
سَكِينَتَهُ
(SaKIyNaTaHUv)
“Sekinetini”
“Sikkin” bıçak demektir.
“Sekene” kesilen hayvanın hareketsiz kalması demektir.
“Miskin” bu anlamda yoksul demektir.
Savunma savaşında en önemli nokta sabırdır. Kim sabrederse o kazanır. Çünkü herkes ölümlüdür. Hiç kimse kendi siyasetini öldükten sonra devam ettiremez. O halde eğer sabrederseniz mutlaka sonuç alırsınız.
Burada “sekineti indirdi” demiyor da “sekinetini inzâl etti” diyor.
O halde Allah’ın kendisine ayırdığı sekineler var. Bunları her yerde harcamaz, özel durumlarda kullanır. Bunları da meleklerle göndermiş olabilir ama özel durumdur. Bu savaşları kaybetme veya kazanma artık bizim elimizde değildir. Takdir-i İlâhi’dir. Kazanmamız takdir edilmişse hiç kimse bunu durduramaz, hiç kimse bunu engelleyemez.
Bugün nerdeyiz?
Birinci Kur’an uygarlığı son bulmuş, ikinci Kur’an uygarlığı başlayacak, Kur’an’ın nuru tamamlanacaktır...
Biz istediğimiz kadar Avrupa Birliği’ne gireceğiz diye yırtınalım... Kader insanlığa “Adil Düzen”in gerçekleşmesini yazmıştır... Avrupa eğer Kur’an’a teslim olup “Adil Düzen”i kabul ederse biz de orada olabiliriz ama bugün ‘Avrupa müktesebatı’ deyip dünyayı yönetmek isteyen sakat zihniyete Türkiye’nin teslim olup eriyeceğini sanmak, Kader-i İlâhi’yi bilmemektir, anlamamaktır ve en önemlisi inanmamaktır...
Biz şimdi sekinetteyiz. Avrupa Birliği’ne girme çırpınışlarının boş olduğunu biliyoruz. Korkumuz yok, endişemiz yoktur. “Adil Düzen”i öğrendiğimizde dünya onu kabul etmek zorundadır. Çünkü uygarlaşmış toplulukların bu şartlar içinde yaşamaları mümkün değildir.
عَلَى رَسُولِهِ
(GaLAy RaSUvLiHIy)
“Resulün üzerine”
İnsanlar başkanlarının etrafında toplanırlar ve ona güç verirler. Güçlenince de onu merkezde görüp onu insanüstü yaparlar. O artık topluluğu temsil etmektedir. Topluluğun fertleri hep onu düşünür ve onunla muhatap olur.
İnsan beyni elektromanyetik dalgalar neşretmektedir. Karşılıklı dalgalar birbirini kuvvetlendirmektedir. Birden aklınıza aynı şey gelir. Demek ki başka bir kuvvet sizi o düşünceye götürmüştür. Eğer birçok insan birinin beyni ile etkileşime geçerse o beyin güçlenir, o topluluğun beyni gibi olmaya başlar. Onun moralinin bozulması tüm ordunun moralini bozar. Arkadaşın üzüldüğü zaman sen de üzülürsün.
İşte, Allah başta başkana sekinet indirmektedir.
Başkana indirilen sekinet sonra orduya intikal etmektedir.
Çift başkan bu birliği bozmaktadır. Halkın bir kısmı bir başkana bir kısmı başka başkana yönelmektedir. İkili sistem ortaya çıkmaktadır. Bu sebepledir ki tek başkan sistemi olduğu gibi, iktidar-muhalefet sistemi de yoktur. Partiler vardır. Sayıları on civarındadır. Herkes kendi partisine bağlıdır. Hepsi birden başkana bağlıdır.
Bugün bu birlik sağlanamamaktadır. Devlet başkanından yetkiler alınmakta ve başbakana verilmektedir. Başbakan olacaktır ama başbakan başkan adına her işi yapacaktır. Çilesi başbakanın, şerefi ise başkanın olmalıdır. Durum bakanlar için de böyledir. Başbakan bakanların amiri değil sadece koordinatörü olacaktır. Son söz başkanın olacaktır. İlmî, ahlâkî, meslekî ve siyasî şuralar olacaktır. Hepsinin başkanı başkan olacaktır. Meclisin başkanı da başkan olacaktır.
“Alâ” harfini iade ederek “müminler üzerine” denmiştir. Başkanın sekineti zordur. Dayandığı kimse yoktur. Kendisi de savaşta yalnız bırakılmıştır, etrafından kaçmışlardır. Ona rağmen resulde sekinet meydana gelmiş, ölmeyi bile göze almıştır.
Resul şöyle düşünmektedir: ‘Ben Allah’ın resulüyüm. Görevim var. Ben görevimi tamamlamadan ölmem. Eğer ölümüme izin verirse, demek ki benden başka benden daha iyi bu işi yapacak birini getirecektir. Eğer peygamber değilsem, yanılmışsam, ben kaçıp kurtulsam da artık kimse bana inanmaz, ben de kendime inanmam.’
İşte bu düşüncelerle resule sekinet gelmiştir.
Ölümü göze aldıktan sonra artık sizin için korku kalmaz.
Sabrederseniz galip gelirsiniz.
وَعَلَى الْمُؤْمِنِينَ
(Va GaLay eLMuEMiMIyNa)
“Ve müminler üzerine”
Resulün sekineti kendisinin başkan olduğuna inanması ve ölümü göze almasıdır.
Suriye Başkanı Beşşar Esat şimdi bunu yapıyor, ben ya başkan kalırım yahut ölürüm diyor. Başka türlü yaşamayı istememektedir. Bu sebeple orada durmaktadır.
Müminler ise başkana bakarlar. Herkes başkanla etkileşmektedir. Ya onu sevmekte ya da ondan korkmaktadır. Bu durum sayesinde topluluk bir başkanın çevresinde toplanmakta ve topluluk oluşmaktadır.
Savaşta resule sekinet geldiği gibi onlara da sekinet gelmiştir. Ne var ki onların sekineti daha çok başkanlarının sekinetidir. Topluluk hâlâ onun olağanüstü güçlere sahip olduğuna inanmaktadır. O ayakta durunca onlar da ayaktadırlar. Hattâ savaş kazanılır, barış olur ama onun savaştaki kahramanlığı sürüp gider, savaşı sanki o kazanmış gibi gösterilir.
Başkan kendi başına hareket eder, halk ise başkana bağlanarak hareket eder. Topluluk bu ruhi yapı ile oluşmaktadır. Sosyoloji ve psikoloji ilimleri bunları ortaya koyar. Bunlar deneylerle sağlanmalıdır. Bunlara birimler bulunup rakamlandırılmalıdır.
Burada “ellezîne âmenû” denmemiş de “müminler” denmiştir.
Bu hareket biat hareketidir, örgüt hareketi değildir. Müminlerin fertlerinde sekinet oluşmakta ve bu toplu sekinet olmaktadır. Müminler bellidir ama iman belli değildir. Demek ki savaşa değişik amaçlarla katılmış olabilirler ama hepsi savaşın kazanılmasını isterler. Bunlar için de durum öyledir. Hepsine sekinet gelmiştir.
Toplulukta bir olay vardır. Başlangıçta farklı görüş sahibi olunsa bile bir arada olan insanlar birbirlerinden etkileşerek ortak bir görüş ortaya çıkar. Bunu herkes düşünmeden kabul edip tekrar eder.
Genellikle bu görüşler başkanın görüşlerine aykırı olur. Başkan da onlara uyarsa o topluluk doğru yolu bulamaz. Başkan doğruda ısrar ederse, kısa zaman sonra halk ona inanmaya ve söylemeye başlar.
Bunun için başkan olmak da gerekmez. Bir topluluğa yeni bir şey getirdiğinizde önce herkes karşı çıkar. Siz de vazgeçersiniz. Eğer vazgeçmez de ısrar ederseniz, uzun zaman geçmeden o toplulukta sizin görüşleriniz hâkim olur. Hele öldükten sonra sizi adeta kutsallaştırırlar. Getirdiklerinizi değiştirirler ama sizin adınıza onları yayarlar.
Allah insanlardaki bu başkana uyma melekelerini kullanarak kendi kaderini çizmiştir.
وَأَنْزَلَ جُنُودًا
(Va EaNZaLa CuNUvDan)
“Ve cunud inzal etti.”
“Cünd” ordu demektir. Türkçede cunta kullanılmaktadır.
“Enzele”yi tekrar etti. Demek ki o inzal başka bu inzal başkadır. Yani müminlere ayrı melekler, kâfirlere ayrı melekler inzal etmiştir. Değişik zamanlarda inzal etmiştir.
Savaşta bir kural vardır. Düşmana saldırmadan önce düşmanın cephesini döversin, onu sindirirsin, ondan sonra saldırıya geçersin.
İşte bu dövme işini melekler yapmıştır. Kur’an’daki ifade sırasına uyacak olursak, önce müminlere sekinet vermiştir. Bunların durmasından onlar korkmaya başlamışlar. Melekler de bu korkuyu sıklaştırmışlar ve düşmanların geri çekilmelerine sebep olmuşlardır.
لَمْ تَرَوْهَا
(LaM TaRaVHAv)
“Onları görmüyordunuz.”
“Resule sekinetini indirdi ve müminlere” denmiştir. “Size” denmemiştir. Ama arkasından “onları göremiyordunuz” denmektedir. Hitaptan gayba geçmiş olması bu gönderilenlerin kâfirler üzerinde olduğunu gösterir. Yoksa “ve enzeleküm” derdi. Görünmemiş olması beyne etkilemiş olmalarından ileri gelmektedir. Burada zamir cunuda gitmiştir. Orduları göremiyordunuz denmektedir. “Hum” yerine “Ha” getirilmiştir. Her melek birinin beynine girmekte ve beyinde ayrı ayrı etkilemektedir. Biz havayı da göremiyoruz. Biz şeffaf cismi de göremiyoruz. Biz kendi ruhlarımızı da göremiyoruz. Demek ki onların yapıları bizim ışık kuantumunun çarpıp yansıdığı türden değildir.
Bir küre yüzeyini alıp bir yerine vurursanız dalga meydana gelir ve dalga yayılır, küre yüzeyine kadar yayılır. Sonra toparlanmaya başlar ve küçülür. Tam sizin vurduğunuz yerin karşısında merkez olur. Küre yüzeyinin öbür kutbunda melekler ve ruhlar yaşamaktadır. Onların dalgaları bize gelmektedir. Bizim dalgalarımız da onlara gitmektedir. Biz onların dalgalarını göremiyoruz.
Böyle dalga var mıdır?
Bu dalgaları bir yerde yakalıyoruz. Atomların etrafında dolaşan elektronlara dalga denklemini uyguladığımız zaman bütün özellikleri ortaya çıkmaktadır. Hattâ cisimlerde de gerçekleşmektedir. İşte bu dalganın hızı ışık hızından büyüktür. Çıkan maddenin hızı ile onun hızını çarparsanız ışık hızının karesi elde edilir.
Demek ki bizim göremediğimiz varlıklar vardır. Kur’an bunu ifade etmektedir.
وَعَذَّبَ الَّذِينَ كَفَرُوا وَذَلِكَ جَزَاءُ الْكَافِرِينَ
(Va GaüÜaBa elLaÜĞIyNa KaFaRUv Va ÜAvLiKa CaZAvEu elLKAvFiRIYNa)
“Ve küfretmiş olanlara ta’zîb etti. Ve bu kâfirlerin cezasıdır.”
Huneyn Savaşı’na gelenler ölüm-kalım savaşı diye gelmişlerdi. Hanımları ve çocukları da almışlar, ya kazanacağız ya da öleceğiz demişlerdi. Savaşı kaybettiler.
Müminler onları asıp kesmediler, çocuklarını esir bile etmediler.
Bu mağlubiyet onları fazlasıyla üzmüştür. Ne var ki sonra yeni dünyaya alışmışlar ve belki de sonra İslâmiyet için savaşmışlardır.
Topluluklardaki bu sosyal baskı çok açık bir şekilde görülür. Teslim olmadan evvel herkes canla başla savaşırken, teslim olduktan sonra yeni hayata herkes kolayca uyum sağlar.
وَعَذَّبَ الَّذِينَ كَفَرُوا
(Va GaüÜaBa elLaÜIyNa KaFaRUv)
“Küfretmiş olan kimselere ta’zîb etti.”
“Azap” kelimesi üzme ve sıkıntı verme anlamındadır, yaralama ve öldürme anlamında değildir. Helâk etmemiştir. Sadece onlar yenilmiş ve yenilginin verdiği azabı çekmişlerdir.
Küfretmiş kimseler Huneyn Savaşı’na katılanlardır.
Resule ve müminlere sekine vermiş, ordular göndererek düşmanları korkutmuştur ve onlara azab etmiştir. Görülmeyen ordular yalnız kâfirleri korkutmamış, müminlere sekineyi de onlar getirmiştir. Bundan dolayı orada kime inzal edildiği belirtilmemiştir. Onlardan bir kısmının azab edilen küfretmiş olanlar oldukları belirtilmiştir.
Mekke fethedilmiş, Kureyşliler teslim olmuşlardır. Diğer Araplar bu fethi sindirememişlerdir. Harekete geçilmiş ama sonunda başarısızlığa ulaşmışlardır.
Hazreti Resul’ün ölümünden iki sene önce Mekke fethedilmişti. İki sene içinde tüm Araplar teslim olmuştur. Resulün ölümünden sonra baş kaldıran kimseler olmuş, Hazreti Ebu Bekir’in dirayetli kararı ile Arabistan’da cahiliye döneminden iz kalmamıştır.
Cahiliye dönemi demek devlet aşaması öncesi dönem demektir. Mezopotamya’da devlet aşaması Milattan Önce 4000 yıllarında başladığı halde, Arabistan hâlâ devlet aşaması öncesi hayatı yaşıyordu. Cahiliye dönemi özgürlük dönemidir. Uygarlaşma demek özgürlüğü kaybetme demektir. Araplar bu özgürlüklerini kaybetmek istemiyorlardı.
İlkel topluluklar devletin güvenlik sağlamasından hoşlanmazlar. Ben kendi haklarımı koruyamıyorum ki devlet korusun derler. Dolayısıyla hâlâ bir köylünün hakkını devlet kapısında araması ayıp olarak görülür.
Mekke’nin fethi ile tüm insanlar yönetime başlarını eğme durumunda kalmışlardır.
وَذَلِكَ جَزَاءُ الْكَافِرِينَ
(Va ÜAvLiKa CaZAvEu elLKAvFiRIYNa)
“Ve bu kâfirlerin cezasıdır.”
“Ceza” karşılık demektir.
İyinin karşılığı iyiliktir, kötünün karşılığı kötülüktür.
Yukarıda “küfretmiş olanlar” dediği halde burada “kâfirler” demiştir. “Ellezîne keferû” daha çok marifedir. “Kâfirler” ise daha geniş marifedir. Nekreye kayar. Böylece hükmü genişletmektedir.
Yani yalnız oradaki küfretmiş olanlar değil, tüm küfretmiş olanların sonucu budur.
Mikropların canlılarla yaptığı mücadele benzeri kâfirler de müminlerle mücadele ederler ama daima yenilirler. Sağlıklı hücreler daha gürleşerek ve canlanarak var olmaya devam ederler. Böyle olmasaydı canlılar tüm yeryüzünü kaplamazdı, insanlar da hep çoğalmaya devam etmezlerdi.
ثُمَّ يَتُوبُ اللَّهُ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ عَلَى مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ (27)
(ÇümMa YaTUvBu elLAvHu MiN BaGDi ÜAvLiKa GaLay MaN YaŞAyEu Va elLAHu ĞaFUvRun RaXIyMun)
“Sonra bunun arkasından istediğinin tevbesini kabul eder. Allah gafurdur, rahimdir.”
“Sonra tevbeyi kabul etti” demiyor. “Sonra kabul eder” diyor.
Önce savaş kazanılır. Sonra affedilir.
Sömürü sermayesi savaş ama öldürme diyor! Polisin silahı olacak ama kullanmayacak! Karşı taraf öldürse bile katile kısas uygulanmayacak, idam edilmeyecek! Sermayenin ortaya koyduğu bu fitne kurallarına insanlık beyinsiz bir hayvan gibi uymaktadır!
Savaşın kuralı vardır. Taraflar birbirine saldırır ve iki taraftan biri savaşı kazanır. Artık savaş biter. Savaş esnasında ölesiye öldürme vardır. Zaferden sonra artık “barış” başlar. Savaşlar yıllarca sürmez.
Sömürü sermayesi savaşları sürekli yaparak toplulukların ekonomik gelişmelerini önlemektedir. Silah satmaktadır. Düşmanlığı sürdürerek insanlığı yönetmektedir.
İslâmiyet bu tür savaşları kabul etmez. Savaş ölesiye yapılır. Galip ile mağlup belli olur ve ondan sonra ona göre “barış düzeni” kurulur.
Evet, barış savaştaki zaferden sonra kurulur. Teslim olduktan sonra tevbeleri kabul edilir ve affedilirler. Kendilerine yaşama imkânları verilir.
ثُمَّ يَتُوبُ اللَّهُ
(ÇümMa YaTUvBu elLAvHu)
“Sonra Allah tevbe eder.”
Savaş yenme ve yenilme savaşıdır. İslâmiyet’te teslim savaşıdır. Karşı tarafı yok etme veya esir etme savaşı değildir.
Biz birlikte yaşamak zorundayız. Hukuk kuralları içinde bir teşkilat kuramıyoruz. Kuvvet denemesine girişiyoruz. Biz teslim olamayız. Ölürüz teslim olmayız. Ama karşı taraf teslim olursa öldürmeyiz. Bizim düzenimiz içinde onlara yer veririz, yaşarlar.
İşte bu tevbedir; Allah’ın onların üzerinde tevbesidir.
Bundan önce geçen “Allah” kelimesi âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Melekleri O göndermiştir. Burada geçen “Allah” kelimesi ise topluluktur, yönetimdir. Yani savaşanlara uygulanacak hükümleri koymaktadır.
مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ
(MiN BaGDi ÜAvLiKa)
“Bundan sonra”
Evet, savaş kazanıldıktan sonra barış yapılır.
Savaşta savaş bırakılabilir mi?
Bırakılabilir ama bu savaş hükümlerini sona erdirmek demektir. Zaferin hükümleri elde edilmez.
PKK ile anlaşmamız savaşı kazanmamız anlamında değildir, uzlaşma anlamındadır. Hakemlere gideriz ve hakemlerin kararlarını uygularız. Bizimle uzlaşıyor demek, hakem kararlarını kabul ediyor demektir yahut ülkeyi terk ediyor demektir.
عَلَى مَنْ يَشَاءُ
(GaLay MaN YaŞAyEu)
“Kime isterse”
Demek ki yönetime affetme yetkisini vermiş, affetme zorunluluğunu getirmemiştir. Durumları hakkında galip devlet kararlarını verecektir.
Savaşmayan esirleri öldürmek caiz değildir. Ama esir alınabilir. Yani köleleştirilebilir.
Köleleştirme mi yapılacak, cizyeye mi tabi tutulacak, nefy mi edilecek, azat mı edilecek? Bu husustaki kararlar sonra verilir.
وَاللَّهُ غَفُورٌ
(Va elLAHu ĞaFUvRun)
“Ve Allah gafurdur”
Burada “Allah” kelimesi tekrar edilmiştir. Gafur nekre getirilmiştir. O halde bu da topluluktur.
Demek ki topluluk iki gruptur.
Biri silahlı gücün temsil ettiği kimselerdir.
Diğeri de hukuk düzeni içinde yaşayanlardır.
Bu âyetlerin birincisinde silahlı güçtür. Savaş bittiği zaman cephe komutanı esirlerin durumunu belirler. Bunun kararlarına yargı müdahale etmez. Esirlerin durumu tesbit edilip ganimet taksim edildikten sonra savaş biter ve ondan sonra durumları ortaya çıkar. İşte bundan sonra artık hukuk düzeni doğar. Kurallara göre hükmedilir. Yargı devreye girer.
رَحِيمٌ (27)
(RaXIyMun)
“Rahimdir.”
Suçları affetmek, diyetlere katılmak yetmez. Aynı zamanda onlara iş kurmamız ve topluluk içinde yaşamalarını sağlamamız gerekmektedir.