Tevbe Sûresi-45
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
أَفَمَنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلَى تَقْوَى مِنَ اللَّهِ وَرِضْوَانٍ خَيْرٌ أَمْ مَنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلَى شَفَا جُرُفٍ هَارٍ فَانْهَارَ بِهِ فِي نَارِ جَهَنَّمَ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ (109) لَا يَزَالُ بُنْيَانُهُمُ الَّذِي بَنَوْا رِيبَةً فِي قُلُوبِهِمْ إِلَّا أَنْ تَقَطَّعَ قُلُوبُهُمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ (110)
***
أَفَمَنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلَى تَقْوَى مِنَ اللَّهِ وَرِضْوَانٍ خَيْرٌ أَمْ مَنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ عَلَى شَفَا جُرُفٍ هَارٍ فَانْهَارَ بِهِ فِي نَارِ جَهَنَّمَ وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
(EaFaMaN EasSaSa BuNYAvNaHUv GLay TaQVAv MıNa elLAvHı Va RıWVAvNın PaYRun EamMaN EasSaSa BuNYaNaHUv GaLAv ŞaFAv CuRuFın HAvRın Fa eNHAvRa BıHıy FIy NAvRı CaHanNaMa Va elLAvHu LAv YaHDıy eLQaVMa elJAvLıMIyNa)
“Binalarını Allah’tan takva ve rıdvan üzerine tesis eden mi yoksa binalarını cürufun, uçurumun şafasında tesis eden ve ondan dolayı cehennem nârı içine inhar eden kimse mi daha hayırlıdır? Allah zalim olan kavme hidayet etmez.”
Bundan önceki âyette mescid-i dırar ile mescid-i evvel karşılaştırılmıştır.
Öncelik çok önemli bir kuraldır. Önceliğe riayet etmezsek hepimiz birbirimizi yeriz. Yeryüzü bütün insanlar için yaratılmıştır. Benim Paris’te de payım vardır, Londra’da da; oradakilerin de benim oturduğum İstanbul, Yenibosna, Zafer Mahallesi, Kaçkar Apartmanı, No 29, daire ikide, şimdi oturup yazı yazdığım sandalyede payı vardır yani sadece onların değil, 7 milyardan fazla insanın da payı vardır. Ama ben onlara ‘oraları bırakın bana verin’ diyemiyorum, onlardan da hiç kimse beni sandalyemden kaldırmıyor, kaldıramıyor. Çünkü orasını önce onlar işgal etti. Bu sandalyeyi de önce ben işgal ettim. Demek ki ilk işgal eden orasını kullanma hakkına sahiptir. Eğer ben sandalyeyi terk edersem, o zaman da işgali kaldırmış olduğum için önce kim gelirse o gelir ve oturur. Ne var ki eğer bu sandalyeleri ben inşa ettimse, ortak ağacı kullandım ama ben emek kattım. Ben kalksam da sandalyedeki emeğim işgal etmeye devam eder. Bu sebeple artık ben kalksam da benim emeğimi satın almadıkça başkası bu sandalyeye izinsiz oturamaz. Demek ki öncelik yalnız yararlanmanın değil aynı zamanda özel mülkiyetin temelidir.
Bu âyet bize aynı zamanda özel mülkiyetin hikmetini ve mesnedini anlatmaktadır.
Mescid-i dırar sadece bir bina değildir.
Tüm özel mülkiyete zarar veren şeyler mescid-i dırardır.
Kur’an bir şeyin asgarisini örnek olarak verir, sonra siz ona diğerlerini hep kıyas edersiniz. Böylece bir örnekle binlerce sorunlarınızı çözersiniz. Kur’an’daki örneklere kıyas edemeyeceğiniz hiçbir olay yoktur. Bu sebepledir ki kuru yaş ne varsa Kur’an’da mevcuttur.
Amel-i salih vardır, amel-i dırar vardır.
Amel-i salih demek, sen öyle iş yaparsın ki başkasının yaptığını bozmazsın, aksine onun yaptığını değerlendirirsin demektir. Bir kimsenin temel attığını kabul edin. Bu bir işe yaramaz. Siz de temel atacak ve yeni bina yapacaksınız. Onun temelini kullanır, zemin katını ona yapar, onun üstüne de sizin katınızı çıkarsınız. Siz zarar etmezsiniz. Çünkü siz yeni temel atsaydınız yine aynı masrafları yapacaktınız. Ama sizin sayenizde onun işe yaramayan temeli işe yarar hâle gelmiştir. İşte, salih amel budur. Siz öyle bir iş yapıyorsunuz ki siz zarar etmiyorsunuz ama karşı taraf kazanıyor. Bildiğinizi başkasına öğretme amel-i salihtir. Çünkü siz bir şey kaybetmediniz ama ona/onlara kazandırdınız.
Dırar ameli ise; sen bir şey yapıyorsun ama başkası zarar ediyor. Örnek olarak birisi gelmiş ve bir kuyu açmış, suyu çekip kullanıyor. Siz de gittiniz onun yakınında yeni kuyu açtınız, onun suyunu çektiniz, ona zarar verdiniz. Bu durumda siz de tam verimli su alamazsınız. İşte bu dırar ameldir.
Bu âyet bize dırar amel ile salih ameli misalle anlatmaktadır, misal temeli üzerine oturmaktadır. Bina ne kadar sağlam olursa olsun, eğer binanın temeli çürükse o bina yıkılır, uçurumun kenarında ise yıkılıp gider. O halde temeli sağlam atmak gerekir. Diğer yaptığınız iş de salih olmalıdır. Dırar olmamalıdır. Bu sayede hem siz yararlanırsınız hem de başkaları yararlanır. Dırar ameli ise siz başkasının zararına yaparsınız, onu yıkarsınız, ama bu arada siz de yıkılırsınız. Çünkü siz topluluk içinde varsınız, insanlık içinde varsınız. Onların işi bozulunca sizin de işiniz bozulur. İçinde yaşadığınız topluluk sağlam olursa siz sağlam temel üzerinde binanızı kurmuş olursunuz.
Kur’an’ın koyduğu kural şudur. Allah insanı yaratmış, onun gelişmesi için imkânlar sağlamıştır. Olgunluk çağına gelmiş ve görevler vermiştir. Görevleri yaparsa âhirette cennete götürecektir. Görevleri yapmadığı zaman cennete götürmeyecektir. Kötülükler yaparsa cehenneme götürecek ve cezasını verecektir.
Demek ki Allah ile insan arasında özel görev ve sorumluluk ilişkisi vardır.
Şu sorulur; acaba görev nedir?
Allah’ın kendisinin gücü yetmiyor mu ki bizi istihdam etmektedir?
Allah kâinatı yaratmış, sebep-sonuç ilişkileri içinde yaratmış, insanları birbirine muhtaç etmiştir. Anneler ve babalar çocukları büyütecek, görevleri budur. Kendileri de anne babaları tarafından büyütülmüşlerdir, borçlanmışlardır. Böylece insan kendi çıkarları için topluluğun çıkarlarına çalışmaktadır.
İnsanın hesabı âhirette görülecektir. Kendisine zerre kadar zulmedilmeyecektir. Yaptığı iyiliklere karşılık on misli verilecektir. Bu dünyada ise bazen haksızlıklara uğrayıp acılar çekebilir. Âhirette bunlar teker teker hesaplanacak ve karşılığı verilecektir.
Bu dünyada dırar ameli yapmayıp salih ameller yapanlar hem bu dünyalarını hem de âhiretlerini kazanmış olurlar. Dırar amel edenlerin bu dünyada yapıları yıkılır ve üstlerine çöker, âhirette de cehenneme yollanırlar.
“Allah zulmeden kavme hidayet etmez” diyor. Dırar amelleri yapanlar zalimdirler.
Kazanç nedir?
Başkasının faydasına iş yapma demektir. Birinin tarlası, diğerinin de ameli yani emeği olsa; bunları birleştirdikleri zaman ortak ürün elde ederler. Eğer bu birleşme olmasaydı ürün elde edilmezdi. İşte bu salih ameldir. Birisinden borç alıyorsunuz, onun bir kazancı olmadığı halde siz kazanıyorsunuz, o zarar ediyor. Bu dırar ameldir.
Bir kimse bir iş yaptığı zaman işin salih mi yoksa dırar mı olduğuna bakılmalıdır. Salih amel yapanlar amellerini sağlam temellere oturtmuşlardır. Dırar iş yapanlar işlerini uçurum kenarındaki curuf üzerine kurmuşlardır. Yağmur yağdığı veya zelzele olduğu zaman toprak kayar ve bina da yuvarlanır. Düz bir yerde ise yan yatarak yerinde kalır. Ama eğer bu bina uçurum kenarında ise ve aşağıda da ateş varsa, işte oraya gider.
Zulüm kelimesi adl kelimesi karşıtıdır. Adl denklik demektir. At ve develere yük yükledikleri zaman iki denk yaparlar ve sırtın iki tarafına sarkıtırlar. Anormal durumda hayvan yükü atarak kendisi kurtulur.
Zulüm adaletin karşılığıdır. Dengeli yük yerine dengesiz yük yüklenirse, gittikçe bir tarafı sarkar ve sonunda devrilip gider.
Zulmetmek demek dengeyi bozmak demektir.
Çıkar paralelliği yerine çıkar çatışmasını koyarsanız denge bozulur.
İnsanlar arasında yarış olacaktır. Bu insanlığın gelişmesi için şarttır. Savaş dışı yarışma usullerini koymazsanız savaş kaçınılmaz olur. Savaş dışı yarışmayı sağlamak da toplulukların ayrı yerlerde kümeleşmeleri ile mümkündür. Savaşta askerlik ne ise barışta kümeleşme de odur. İlişkilerin hukuk düzeni içinde olması dışında bir fark yoktur.
Yarışı kazanmak için başlıca şart yeter sayıya sahip olmaktır. Ocak diğer ocakla yarışırken aralarında sayıca büyük fark olmamalıdır. Biz bunu üçte bir olarak kabul ediyoruz. Bir ocağın nüfusu 30 kişiden aşağıya düşerse başka ocağa katılmalıdır, 100 kişiden yukarı çıkarsa ayrılıp iki ocak olmalıdırlar diyoruz.
Başarının ikinci şartı ise birlikte hareket etmedir. Bunu sağlayanlar ocak başkanlarıdır. Eğer ocak için birden fazla başkan varsa o ocak artık iş göremez ve yaşayamaz. Arı kovanlarında yedek arı yumurtaları vardır. Bazen yumurta yavrulaşır, ikinci anaç ortaya çıkar ama işçi arılar hemen onun üzerine saldırır ve onu öldürürler.
Bir topluluğun iki başkanı olmaz. Ayrı iki topluluk oluşturabilirsiniz. Buna “hicret” denir. Bu meşrudur ve istenen bir şeydir. Ama bir ocakta iki başkana, bir bucakta iki başkana asla müsade edilemez.
Başkanlar da başkanlıklarını kendi alanlarında yaparlar. Kendileri merkezde oturur, halk oraya gelip gider, oradaki başkandan gerekeni alırlar ve ona verirler. Yani ikinci başkan ittihaz etmek dırardır. İkinci yer ittihaz etme de dırardır.
أَفَمَنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ
(EaFaMaN EasSaSa BuNYAvNaHUv)
“Binalarını tesis eden kimse mi?”
Buradaki “Fa” ondan önceki cümleyi açıklama mahiyetinde atıftır. Buna tafsil “Fa”sı diyorlar, biz beyan “Fası diyoruz. Bir misal ile anlatmaktadır.
Dırar mescidi edinenler mescitlerini curuf üzerinde ve uçurumun kenarında yapmışlardır. Kur’an bu yolla bize böyle yerde binaların yapılmamasını da öğretmektedir. Soru ile başlamaktadır. Buna inkâr hemzesi denir. Soru sorarak karşı tarafa aksini kabul ettirme anlamındadır. Onun da tasdik ettiği bir soruyu sorarak hatasını ortaya koyarsınız. Bunun usulüne de kavlin mucibi ile itiraz denmektedir. Soru hemzesi atıf harfinden önce gelir, atıfla beraber soruluyor hükmündedir.
“Fa” harfi ile beyan edildiğinde kural genel olur, şümülüne kural nass olarak delalet eder, illet aramaya gerek yoktur. “Ve” ile gelirse kıyas yapılır denmektedir. İstisna ile gelirse kıyas yapılmaz anlamındadır. Buradaki gibi “Fa” ile geldiğinde, her çürük yerde atılan temelde hayır olmadığı ifade edilmektedir. Hiçbir zaman bir toplulukta o yönetime karşı gelinmeyecek, oradan hicret edilecek. Eğer bir alacağınız kalmışsa hakem kararları ile onu istersiniz, vermezse savaşırsınız, isyan edemezsiniz. Fitne savaştan daha kötüdür.
Tesis etme, inşa etme, bina etme, imar etme kelimeleri vardır. Burada “tesis etme” kelimesi kullanılmaktadır. Temel karşılığı ise takva kelimesini kullanmaktadır. Binayı temeline oturtma anlamındadır.
Yapılardaki sakatlıklar temelden gelir. Yapı sağlam temel üzerinde yapılırsa zelzele gibi etkiler onu sallar ama yıkamaz. Bu sebeple tesis edilirse yani oturtulursa denmiştir.
Bir binanın projesini yaparsınız. Malzemeyi siz seçersiniz ve hesapları siz yaparsınız. Mühendislikte bu kolaydır. Mühendislikte en zor sorun bağlantıyı kurmadır. Elektriğin sayacı ve anahtarı en önemli sorundur. İnşaatta temel için bu söylenir.
Bidat, bir şeyi yeniden bir şeye dayanmadan ortaya çıkarma demektir. Fıtrat, parçaları üretme demektir, parçalara birlik içinde yer alacak özellikleri vermek demektir. Hilkat, bir bütünü oluşturma demektir.
“İnşa etme” bireylerden yeni şey oluşturma, yeni bir şey inşa etme demektir.
“Tesis etme” bir şeyin başlangıcını ortaya çıkarma demektir.
“Bina etme” üst üste bindirme demektir.
“Tesis” kelimesi Kur’an’da yalnız bu sûrede buralarda geçmektedir. Üçü de tefil bâbında fiil olarak geçmektedir.
Tesis etme, arsa temin etme, proje yapma, temelini kazıma ve sağlam yere oturtmakla olmaktadır. Burada her iki tesis eden “Men” ile getirilmiştir. Faili nekredir ama tesis marifedir. Müfret veya cem olabilir. “Bünyan” kelimesi “Ma”ya izafe edilmiştir. Zamir müfrettir ama “Ma” cem olabilir.
Bu âyetlerde işaret edilen husus inşaatın sağlam temel üzerinde oturtulması gerektiğidir; curuf üzerinde oturtulmamalıdır.
Yine burada işaret edilen başka bir husus, sosyal yapıların da doğa yapılarına benzediği yani o kanunlara tâbi olduğudur. Bina topluluk içinde yapılır. O halde topluluk içinde sağlam temel bulunmalıdır.
Mescid-i dırarı anlatmakta, sonra da çürük yerde inşa edildiğini ifade etmektedir.
Mülkiyette öncelik olduğu gibi sosyal yapılaşmada da öncelik vardır.
CHP’nin yapacağını yapmak isteyenler ayrı parti kurmazlar, MHP’nin yaptığını yapacak olanlar ayrı parti kurmazlar. Sermaye hep benzer teşkilatı başkalarına kurdurtmak istemiş ama başaramamıştır. Adil Düzen Çalışanları da eğer bu partiler gibi bir parti kuracaklarsa boşuna uğraşmasınlar, kuramazlar.
Bediüzzaman yenilik yaptığı için başarmıştır.
Erbakan yenilik yaptığı için başarmıştır.
عَلَى تَقْوَى
(GLay TaQVAv)
“Takva üzerine”
“et-Takva” kelimesi Kur’an’da marife olarak 16 defa geçmekte, nekre olarak bir defa geçmektedir. “Takven” nekre olarak gelmiştir. Munsarif olması gerekirken gayri munsarif yani tenvinsiz gelmiştir. Bir kelimenin munsarif olmaması için sekiz illetten biri bulunmalıdır.
Bunlar şunlardır.
1) Marife olmalıdır. Mesela, “yevm” kelimesinden bugünü kastederseniz “el-yevm” dersiniz, geçmişte veya gelecekte bir günü kastedecekseniz “yevme” dersiniz, herhangi bir günü kastedecekseniz o zaman da “yevmen” dersiniz. Özel isimler marifedir.
2) Udul etmesi gerekir. Örnek olarak “adil” kalıbından “udul” kalıbına dönüşmelidir.
3) Sıfat olmasıdır. Ahmer (kırmızı) böyledir.
4) Cem olmasıdır. Evliya (veliler) kelimesi böyledir.
5) Tenis (dişil) olmasıdır. Meryem böyledir.
6) Yabancı kelime olmalıdır. İlyas böyledir.
7) Terkib birleşik kelime olmalıdır. İhda aşera (on bir) böyledir.
8) Başka vezinde olmalıdır. Bu fiil vezni olabilir, Ahmede böyledir. Yahut çoğul vezni olabilir, Süleyman böyledir.
O halde “takva” kelimesinin gayri munsarif olması için iki illet bulmamız gerekir. Udul yoktur. Sıfat değildir. Çoğul değildir. Tenis değildir. Yabancı değildir. Terkib değildir. İki şey kalır, marifelik ve fiil vezninde olmasıdır. İsimleşmiş sıfat da olabilir. Fiil vezni üzere olması, tefalu olur. “T” muhatap “ta”sı olur. Ona benzemiş olur. Bu takdirde bunun kökü “vakaya” değil de “kavaya” veya “kava” olur. Yani kavi/dayanıklı olur. Tenha kelimesi takva vezni üzeredir. Nihayette demektir. Taf'ala vezni üzeredir. Takva demek kavi yer demektir. Taşlı ve sağlam topraklı yer anlamındadır. Burada fiil vezni vardır. Takvada marifelik vardır. Bu da parselasyonu yapılmış, zemin araştırılması yapılmış, belirli hâle gelmiş demektir. Yani bizim arsa olarak kullandığımız yerin adıdır.
مِنَ اللَّهِ
(MıNa elLAvHı)
“Allah’tan”
Yani topluluk tarafından parsellenmiş, zemin araştırması yapılmış, belirli arsa üzerinde binasını yapma demektir.
Burada şu hükümler çıkmaktadır. Parselasyon yapma topluluğa aittir. Planda o arsa üzerinde nasıl bina yapılacağı belirlenmiştir. İsteyen onun üzerinde bina kuracaktır. Arsayı seçen inşaatını yapacaktır. “Bünyan” kelimesinin çokluğu yapının çok katlı olmasını ifade etmektedir. Tek kat değil, üst üste katlar anlamındadır. Buradaki “Minellahi” kelimesinin manasını açıklamamız bunu teyit etmektedir.
“Takva” kelimesinin gayri munsarif gelmesini anlamada zorlandım. Müteşabihtir diyerek geçecektim. Allah birden görüşümü açtı ve bu manaları verdim; hamd olsun.
وَرِضْوَانٍ
(Va RıWVAvNın)
“Ve rıdvan”
“Rıdvan” üzerinde bina etmedir. “Minellahi” kaydını burada da alabilirsiniz; topluluğun rızası, ruhsatı var demektir. Yani arsayı topluluk hazırlayacak. Üzerinde yapılacak binanın şeklini gösterecektir. Topluluk arsa üzerindeki inşaattan hoşlanacak ve razı olacak, topluluğun projesine uygun inşaat yapılacaktır. Burada plan ve proje yapma görevi topluluğa ait olduğu gibi yapılan binaların kamu plan ve projelerine uygun olacağı da ifade edilmiştir. Anayasada yer alan bu hükümlerin dayanağı olarak burada Kur’an’dan delil gelmiş oluyor.
“Rıdvan” razı olarak demektir. İnşaat yapanı da sen bunu yapacaksın diye zorlayamazsınız. O zaman rıza olmaz. Planları kamu yapar, arsalar üretir. İnşaat yapmak isteyen istediği arsayı kendi rızası ile seçer ve inşaatını yapar. Plana göre yapıldığı için topluluğun rızası vardır. Kişi yapacağı yeri kendisi seçtiği için de onun da rızası vardır.
Bu düzene karşı olanlara acımaktan başka söyleyecek sözümüz olmaz; zavallılar!
خَيْرٌ
(PaYRun)
“Hayırdır”
“Hayl” at sürüsü demektir. “Hayr” servet demektir. Nisaptan fazla mal veya gelir getiren mal anlamındadır. “Hayr” kelime olarak şerre karşılık tercih edilen şey anlamında da kullanılmıştır.
“Hayr” sürekli ve tedrici bir şekilde oluşan dengeli hareket demektir.
“Şer” ise şerareye kıyasla aniden oluşan, sonra sönüp giden şeyler demektir.
Plan ve projeye uygun inşaat hayırdır. Her şeyden önce sağlamdır. İkincisi ise ondan çevre de yararlanmaktadır. Başkasına zarar değil yarar verilmektedir. Projeye göre yapılmış inşaatlara bugün kredi veriyorlar. Projesiz inşaat bugün bile kredi alamıyor.
Siz ayrı topluluk kuracaksanız kurarsınız ama boş arsaya kurarsınız; müşteri bulursanız kurarsınız, bulamazsanız kuramazsınız. Müteahhide bir yüz dairelik arsa ve kredi veriyoruz. Bitirir, yerleştirir ve faaliyete geçirirse, hisse senetlerini müşterileri alırsa, o zaman ona ikinci arsayı veriyoruz. Oysa arsa üzerinde inşaat yapmamışsa biz ona kredi vermiyoruz.
أَمْ مَنْ أَسَّسَ بُنْيَانَهُ
(EamMaN EasSaSa BuNYANaHu)
“Yoksa binalarını tesis eden kimse mi?”
Burada “men”, “tesis” ve “Bünyan” tekrar edilmiştir. Zamir gönderilmemiş, bünyan tekrar edilmiştir, çünkü tesis eden başkasıdır. Başka tesisi yapmıştır ve tesis edilen bina başkadır. Her ikisinde “ellezî” değil de “men” getirilmiştir. Çünkü tesis edenler kim olursa olsun aynı hükme tabidir.
Bu âyette Kuba Mescidi’ne dair doğrudan özel bir hüküm yoktur.
Bünyan çok, izafe edilen kişi ise tektir. Çok katlı inşaat yapanlardan bahsetmektedir. Toplulukta yeni cemaat oluşturacak olanlar da böyle yeni inşaat yapmalıdır.
Ayrı ocak kurabilirsiniz, ayrı bucak kurabilirsiniz, ayrı il ve ayrı devlet kurabilirsiniz. Ne var ki bunu sağlam temel üzerinde oturtmanız gerekmektedir. Önce bir ocak kurarsınız. Başarılı ocakların olduğu yerde başarılı semt olur. Yani yüz dairelik apartman yaparsınız. O yaptığınız o kadar başarılı olur ki diğer semtler de size benzer duruma dönüşürler. Kendileri dönüşürler. Böylece çevreniz Adil Düzen apartmanlarına dönüşür. Nüfusunuz belli sayılara ulaşınca bucak olursunuz. Yani bucak ocaklara oturur. Sonra iller bucaklara oturur. Devlet de “Adil Düzen” illerinin üzerinde oturur.
Böylece analiz yoluyla değil de sentez yoluyla insanlığa doğru gidilir.
Peygamberler hep bu yolu seçmiş ve başarmışlardır. Onlar bugün dört büyük din olarak yeryüzünü kaplamışlardır. Merkezden oluşturulan sosyalizm ise yetmiş sene içinde çökmüştür. Kapitalizm zamanla oluştuğu için şimdilik varlığını sürdürmektedir ama bin sene sonra kapitalizmin sadece tarihî hatırası olacaktır. Budizm ise varlığını sürdürecektir.
İnşaat yapmakla topluluk oluşturmak aynı kurallara tâbi tutulmuştur. Bu sebeple biz diyoruz ki; III. binyıl uygarlığı “Yüz Daireli Lojmanlı İşyeri Apartman İşletmeleri” sayesinde oluşacaktır. İnsanlığa ne yapmaları gerektiğini açıkça göstermiş oluyoruz.
Bundan 40-50 sene evvel içtihattan bahsederken, Necip Fazıl dâhil herkes bize saldırıyordu. Hayrettin Karaman ancak “Telfik” diye bir kitap (İctihat Taklid ve Telfik Üzerine Dört Risale, İz Yayınları)yazabildi. Bugün ise “İçtihad Konferansları” yapılıyor. Yarın herkesin ağzında olmak üzere “Yüz Daireli Lojmanlı İşyeri Apartman İşletmeleri” üzerinde tartışmalar yapılacaktır. Birileri örnek verirse, ondan sonra topluluğun konusu olur. “Bünyanehu” kelimesi bu yapılardan bahsetmektedir.
عَلَى شَفَا جُرُفٍ
(GaLA ŞaFAv CuRuFın)
“Curufun şafasında”
Kur’an’da “şefa” ve “şifa” geçmektedir. “Şefa” kenar demektir. İki kenar dudak anlamındadır. Curufun kenarında denmektedir.
“Curuf” yığma topraktır. Sel getirip yığar, fabrika artıkları ile yığılır. Sağlam olmayan, takva olmayan topraktır. “Hâr” ise uçurum demektir, yarık demektir. Her ikisi “şefa”nın sıfatı olabildiği gibi “curuf” isim ve “hâr” da onun sıfatı olabilir.
Burada tasvir edilen fay hattıdır. Yeryüzü kavi kayalıklardan oluşan kıta parçalarından ibarettir. Dünya döndüğü için ekvatordakiler hızlı, kutuptakiler yavaş dönmektedir. Ekvatordakiler geri kalmak ister, kutuptakiler onları sürükler. Aralarında gerilmeler olur, kaymalar olur. Zelzele böyle meydana gelir. Zelzeledeki kayma yerlerine fay denir. Burada kayalar topraklaşmış ve yumuşak toprak oluşmuştur. Bu yerler curufla dolmuş kanallardır. Zelzelede en tehlikeli yerler buralardır. Bugün bunlara “fay hattı” denmektedir. Curufla dolu uçurum demektir. Görünürde doludur ama gerçekte ise uçurumdur. Bunun üzerine kurulmuş olan yapılar çökerler. Bu yarıklardan mağma tabakasından sıcak lavlar da gelebilir.
Cehennem ateşini mağma tabakasının lavlarına benzetmektedir. Burası sıcaktır. Buranın sıcaklığını sağlayan ağır elementlerin parçalanmasıdır. Yani Güneş’te hidrojen atomu birleşir, sıcaklık oluşur. Yerin merkezinde ise uranyum parçalanır, sıcaklık oluşur. Bundan dolayıdır ki Güneş’in enerjisi gazdan ibaret olduğu halde yerin enerjisi katılardan oluşur. Yakıtı taş olan ateş denmesinin manâsı budur.
هَارٍ فَانْهَارَ بِهِ
(HAvRın Fa eNHAvRa BIHIy)
“Hâr olan ki onunla inhar etmiştir”
“Hâr” uçurum demektir.
“İnhâr etmek” demek uçurumdan yuvarlanmak anlamındadır.
Fay hattında kurulmuş binalar sarsıntıda çöker ve bina da çukura düşer. Akarsular toprağı aşındırarak dere yatağını uçurum hâline getirir. Sonra karaların çökmesi sebebiyle dere tarafından curufla doldurulur. Düzgün bir vadi oluşur. İnsanlar yerleşir ve binalar yaparlar. Zelzelede burası çöker. 1999 zelzelesinde böyle olmuştu.
III. binyıl uygarlaşmasında “Yüz Daireli Lojmanlı İşyeri Apartmanlar” inşa ederken binalar fay hatlarında kurulmayacaktır. Tarım arazisi olarak kullanılan ovalarda evler yapılmayacak, oranın yüksek tepelerinde sağlam yapılar üzerine binalar yapılacaktır.
İstanbul’daki Avcılar ilçesi böyle bir yerdir, Yalova böyle bir yerdir ama buralarda hâlâ yapılar yapılmaya devam ediyor. Oysa buraların biraz ilerisinde sağlam dağlar vardır, yerleşme yerleri oralar olmalıdır.
Sosyal oluşumlarda hâlâ merkezi oluşum devam ediyor. Merkezde planlar yapılıyor. Merkezde kanunlar yapılıyor. Oysa anayasalar merkezde yani insanlık merkezinde yapılmalı, yasalar ise bucaklarda yapılmalıdır. Merkez bucaklarının yaptığı yasalar taşralarda geçerli olmamalıdır. Özel hükümler genel hükümleri atıl eder. Bucak yasaları il yasalarını o bucakta nesh eder.
فِي نَارِ جَهَنَّمَ
(FIy NAvRı CaHanNaMa)
“Cehennem nârında”
“Nâr” maddenin değişmesi ile üretilen enerjidir.
Güneş’te hidrojenler helyuma dönüşür, ışık enerjisi çıkar, dünyaya gelir ve bu enerji karbon bileşiklerinde depolanır. Sonra oksijenle yakılarak mekanik veya elektrik enerjisine dönüşür ve biz onu kullanırız.
Bunun yanında ikinci enerji kaynağı ağır madenlerdir. Bunlar parçalanarak kurşuna dönüşmektedirler. Demire kadar inebilirler. Buradan çıkan enerjiye atom enerjisi diyoruz.
İşte, cehennem nârı bu enerjiden oluşan bir nârdır.
Kâinatta iki olay olmaktadır. Biri hidrojenle birleşerek ağır elementler olmaktadır. Demire varıncaya kadar bu birleşmeler hep enerji üretir. Bugün hidrojen yanmakta ve ışık üretilmektedir. Yarın helyum yanarak bor oluşabilir, o ışığın kaynağı olabilir. Diğer enerji kaynağı olarak ise uranyum gibi maddeler parçalanır, kurşuna dönüşürler. Atom enerjisi budur. Yarın bakır da parçalanabilir. Sonunda onlar da demire kadar parçalanıp enerji verebilirler. En dipte ne sentezlenebilir ne de parçalanabilir. Demir en düşük enerjili maddedir, diptedir. Bu sebeple Kur’an bize demiri alçalttık demektedir, sağlamlığı da buradan gelir.
Şimdi şu soru sorulabilir: Güneş’te cinlerin olduğunu kabul ediyoruz. Güneş enerjisini tahlil ederek böyle bir hayatın oralarda mevcut olabileceğini söylüyoruz. Acaba Yer’in içinde de böyle bir hayat mevcut mudur? Bu dünyada yani çekirdekte de atom enerjisinden yararlanarak yaşayan varlıklar var mıdır? Bu hususta daha bir delile rastlamış değiliz. Ama bundan sonra yorumlar yaparken bu sorunun da cevabını arayabiliriz.
وَاللَّهُ لَا يَهْدِي
(Va elLAHu LAv YaHDıy)
“Ve Allah hidayet etmez”
“Hidayet” doğru yolu göstermek demektir. Bir yere giderken rehberlik yapmak demektir. Götürmek de hidayettir, göstermek de hidayettir.
“İhtida” gösterilen yola uyma demektir.
İnsanda bir meleke vardır, bu meleke ile doğruyu yanlıştan ayırır. Kendi başına doğru yolu bulamaz ama kendisine doğru yol gösterildiği zaman onun doğru yol olup olmadığını anlar. Birçok matematik problemi binlerce sene çözülememiştir ama bir gün biri çözmüştür ve ondan sonra bütün matematikçiler o çözümü onaylamışlardır.
Bugün biz Kur’an’ın yorumlarında pek çok meseleleri çözüyoruz. Dinleyip kulak verseler kimse itiraz etmeyecektir. Ama kulaklarını tıkayıp kendi fikirlerini savunuyorlar. Yani ihtida etmiyorlar.
İhtida demek körü körüne uymak demek değildir. Kulak vermek ve söyleyenin ne söylediğini anlamaya çalışmak gerekir. Emredilen budur. Yoksa anladığını kabul edeceksin anlamında değildir. Allah zalimlere hidayet etmeyeceğini beyan etmekle onların zulüm yapmakta başarılı olamayacaklarını ifade etmiş olabilir. Yahut onların zulüm yapma çabalarına mâni olunmayacağı anlamı da çıkar.
Dırar mescidi yapanlar iyi iş yaparak kötülük yapmak istemektedirler. Mutlak iyi diye bir şey yoktur. Mutlak kötü diye bir şey de yoktur. Yerinde yapılan her iş iyidir, yerinde yapılmayan her iş kötüdür. Yıkılmakta olan bir mescidi yıkıp sağlam yere taşımak iyidir. Dırar mescidi yapmak kötüdür. Zalimlerin zulümlerinde başarıya ulaşmaları mümkün olamayacaktır. Dırar mescitleri başarıya ulaşamayacaktır.
Burada şu itiraz yapılabilir. AK Parti bir dırar mescididir, F. Gülen Cemaati bir dırar mescididir ama başarıya ulaşmışlardır. Önce varsayımlar tespit edilir. Bunların dırar mescidi olduğu söylenemez. İkincisi, mescid-i takva varsa mescid-i dırar dırarına devam edemeyecektir. O halde eğer bunlar dırar hâlinde iseler biz takva hâlinde değiliz demektir. Biz gidip onların dırar camisinde namaz kılıyoruz demektir. Takva mescidini yani “Adil Düzen”i inşa etmediğimiz müddetçe dırarcılar açıkta da olsa zararlarını vermeye devam edeceklerdir.
الْقَوْمَ الظَّالِمِينَ
(eLQaVMa elJAvLıMIyNa)
“Zalim kavme hidayet etmez”
“el-Kavm” marife tekildir, “Zalimler” ise marife çoğuldur.
“Kavim” topluluğun adıdır. Kurallı çoğulla vasıflanabilir. Kişiler ayrı ayrı kastedilmemektedir. Tüzel kişiliğin zulmünden bahsedilmektedir.
Bir toplulukta “kötü düzen” varsa, “bozuk düzen” varsa, “zalim düzen” varsa, oradaki insanlar çok iyi kimseler de olsalar topluluk zalim olur. Topluluğun düzeni iyi ise oradaki insanlar ne kadar kötü olursa olsun topluluk iyi olur. Kötü düzende iyilikler yapılamaz. İyi düzende de kötülükler yapılamaz. Sonuçta ya kötüler iyileşir ve düzen devam eder ya da düzen kötüleşir ve kötüler kötülüklerine devam ederler.
Manisa’nın Soma ilçesinde büyük bir facia olmuştur. Hemen suçlu bulunmuştur; Başbakan Recep Tayyip Erdoğan. Ona saldıranlara şunu sormamız gerekir; siz olsaydınız ne tedbir alırdınız? Bu kötü/bozuk/zalim düzende başbakansınız… Soma Kömür İşletmeleri çalışmaya devam ediyor... Devlete yük iken özelleştirdik... Dokuz senedir düzgün gidiyor…
Siz olsaydınız ne yapabilirdiniz?!.
Kimse bu merkezi/bozuk/zalim düzende ben şunu yapardım diyemez. Soma benzeri Türkiye’de onbinlere varacak işletmeler vardır. Her gün birisine gitseniz, 30 senede dolaşamazsınız. Bir işletmeye sadece bir gün gitmekle sorunun çözülmeyeceği de aşikârdır.
O halde sorun “merkezi yönetim sistemi”dir.
Yerinden yönetimde suçlu başbakan değil oranın belediye başkanı olur. Yargıya gider, beraat eder veya mahkûm olur. Şarlatan basının da söyleyeceği bir şey kalmaz.
Zalim düzende işlerin düzgün gitmesi mümkün değildir.
Sosyal yapıların fay hattında bina inşa edenlerin sonu uçuruma yuvarlanmadır.
Biz kimseye bizim dediklerimizi yapın demiyoruz; çözümleri arayınız diyoruz, bu arada çözümleri ararken bizi de dinleyiniz diyoruz. Mutlaka gerçeği bulacak ve yeni düzen kuracaksınız. Bize kulak vermekle ne gibi bir zararınız olur; biz sizden ücret de istemiyoruz.
Recep Tayyip Erdoğan’a İstanbul Belediye Başkanlığı’nı verdik. Ondan bir şey istemedik. O Erbakan’ın anlattıklarını gerçek anlamda dinleyip bu nimete nasıl erdiğini bilip şükretseydi, yani yapılması gerekenleri yapsaydı, Soma’daki olay onun başına yıkılmazdı.
Her şeye karışan, her şeye bulaşan başbakan her şeyden sorumlu olur. Bakanlar, valiler, belediye başkanları birer trafik memurundan ötede iş yapmıyorlar. Bu düzen, bu merkezi zalim düzen çıkmazdadır. Bu düzeni getiren Erdoğan değildir ama bu düzenin değişmesini istemediğini ilân etmesi onu zalimler arasına yerleştirmiştir. Yanlış mı söylüyorum? Biri çıksın da bana yanlışlarımı göstersin. Suçlu T. Erdoğan mıdır? Peki, kimdir? Patron mu? 3000 veya binlerce kişinin çalıştığı yerde patron kimin ne yaptığını nasıl kontrol edecek, etse bile ne yaptığını nasıl bilecek? Her gün birisiyle görüşse üç sene gerekir.
“Allah zalim kavme hidayet etmez” (Tevbe,109) deyip marifeli kavimden zikretmesi ahd için alınabilir. Bugünkü devletimiz kastedilmiş olabilir. Bu devletin halkı zalim değildir, devletin düzeni zalimdir. Bu devletin düzeni yeni anayasa ile düzelecektir. O halde Soma Faciası yeni anayasa yapılmasını hızlandırmalıdır ve Akevler’e yani Allah’ın bildirdiklerine kulak verilmelidir. Herkes bilmelidir ki Soma Faciası “Adil Düzen”i reddeden ve mevcut merkezi zalim düzeni devam ettiren Türkiye Devleti yönetiminin eseridir. Suçlu yönetenler değil, yönetim sistemidir. Paralel devlet diye bir şey yoktur.
لَا يَزَالُ بُنْيَانُهُمُ الَّذِي بَنَوْا رِيبَةً فِي قُلُوبِهِمْ إِلَّا أَنْ تَقَطَّعَ قُلُوبُهُمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
(LAv YaZAvLu BuNYAvNaHuMu elLaÜIy BaNaV BaNaV RIyBaTan FIy QuLUvBiHıM EilLAv EaN TaQaoOaGa QuLUvBuHuM Va elLAHu GaLIyMun XaKIyMun)
“Kalblerinde riybe üzerinde bina ettikleri kalbleri takattu’ edinceye kadar zail olmaz. Allah alimdir, hakîmdir.”
Âyette hemen görünürde gramer aykırılıkları vardır. “Lâ Yezalu” değil “Lâ Tezalu” olması gerekir. “Ellezî” değil “Elletî” olması gerekir. İkinci “kulubuhum” yerine “En takattaa hiye” olması gerekir.
“Bünyan” çoğuldur ama apartman anlamında tekildir. Onun için “Tezalu” değil “Yezalu” gelmiştir. Onun için “Elletî” değil “Ellezî” gelmiştir. Çoğul sigası olarak tekile isim konmuştur. Mesela siz çocuğunuza büyüklerin ismini verirsiniz. Sigası ile çoğuldur ama manasıyla tekildir. Mesela işletmeler kooperatifi dediğimiz zaman kooperatif tekildir. İşletmeler burada sadece özellik hâlindedir. Daha önce iki defa “bunyanehu” geçmişti. Burada ise çoğul gelmiştir. Burada kastedilen topluluktur, kavimdir. Dolayısıyla çoğul sigası ile onu vurgulamıştır. Önceki “Hum” zamiri inşaatçıya gitmektedir. Şimdiki “Hum” zamiri inşaatta oturanlara gitmektedir. İnşaatı yapan bir sorumlu olacaktır. İnşaatta oturan ise birçok kimse olacaktır. Bu âyetlerin indiği yerde katlı çok daireli binalar yoktu. Kralların sarayları iki üç kat olsa da sadece birisine aitti. Şimdi ise tek olan binaların daireleri çok kimselere bölüştürülmüştür. Yüksek katlı binalar yirminci asırda yapılmaya başlandı.
Âyetin manasını tam kavrayabilmek için “ribe” kelimesi üzerinde durmamız gerekmektedir. Kalplerden kastedilenleri de ortaya çıkarmamız gerekir. İnsanın beyni bilgisayardır. Oradaki ribe elektronik devrelerdeki bozukluklardır. Beyindeki bozulma sebebiyle düşüncelerde bozulma meydana gelir. İkinci kalpler yeryüzündeki merkezlerdir, mescitlerdir. Göğüsteki kalb kanı toplar ve dağıtır. Beyindeki kalb elektrik sinyallerini alıp dağıtır. Mescitler de halkı toplarlar ve dağıtırlar. İşte o da kalbdir. Burada mescitlere sosyal kalpler denmektedir.
Beyinlerinde ribe üzerinde yaptıkları binalar merkezleri parçalanmadıkça sürüp gider. Yani onların merkezlerini dağıtır.
Mescitler merkez olarak adlandırılmış, maddi merkezlerle beyindeki merkezler arasında bağlantılar oluşturulmuştur. Dırar olarak yaptıkları mescid sonunda onların beyinlerini de parçalar.
Biri beyni diğeri ise mescidi ifade ettiği için kalbleri kelimesi tekrar edilmiştir. Mescidin parçalanması binaların parçalanması anlamında değildir. Binanın merkez olma vasfını kaybetmesi topluluğun parçalanmasıdır. Birinci kalbler mescid-i dırarın kalbleridir. İkinci kalbler ise iki mescidin yapıldığı kentin kendisidir veya halklardır. Yani mescid-i dırar halkları parçalar yahut topluluğu parçalar.
Allah alimdir, hakimdir denmektedir. Yani yapılan bir işin dırar olup olmadığına, yargı karar verecektir demektir. Yani önce soruşturma yapacak, sonra şahitlerin şehadeti ile hükmedilecektir.
Demek ki her iddia mescid-i dırar değildir. Örnek olarak, Saadet Partililer, AK Parti’nin mescid-i dırar olup olmadığı hususunda hakemlere gitmelidir. Hakemlerden birini Saadet Partisi, diğerini de AK Parti seçecek, dırar partisi olup olmadığına hakemler karar verecek. İnanmış insan bu kararlara uymalıdır. Eğer hakemlikleri kabul etmiyorlarsa, bunların her ikisi mescid-i dırar hükmündedirler. Bunlar Hakka inanmıyorlar demektir, mümin değildirler demektir.
Bu sözlerim ağır gelebilir ama ben söylemiyorum Kur’an söylüyor.
Müşrikler ile kâfirleri hakem kararlarını kabul edip etmemelerine göre ayırıyoruz. Müslimlerden hakem kararlarını kabul etmeyeni düşünmek bile abestir. Devlet yargılamaz, devlet yargıların kararlarını icra eder. Yargılamayı hakemlerden oluşan yargı yapar. Hakemleri kabul etmeyenlerin yargılamasını hakimler yapar.
لَا يَزَالُ بُنْيَانُهُمُ
(LAv YaZAvLu BuNYAvNuHuMu)
“Binaları zail olmaz”
“Zeval” öğle vaktinde güneşin en yüksekte olduğu yer, “zail” olmak çökmeye başlamak, gücünü kaybetmek, “tezeyyül” etmek dağılmak demektir.
“Mâ Zâle” veya “Lâ Yezâlu” devamlı kendisiyle beraber olması için deyimdir. Evleri zail olmaz. Evleri kurtulmaz anlamındadır. Hep onunla beraber olur demektir. Meful almazsa kendisi zail olmaz. Varlığını sürdürür demektir. Burada her iki mana verilebilir. Kalbler parçalanmaz, bina kalblerinden gitmez veya kalblerinde ribe gitmez anlamında olur. Yani müteaddi ise ribe veya kalbleri mefuldür.
Bundan önce “bunyanehu” diye geçtiği halde burada “bunyanehum” geçmektedir. Apartmanı müteahhit bir olarak inşa etmekte, içinde ise herkes kendi dairesinde oturmaktadır. Demek bu yalnız bir mescit değildir. Mescitle beraber kat kat inşa edilen binadır. Bir bucak içinde bucaktan bağımsız bina inşa etmek de dırar mescididir. İl içinde bucaklar bağımsızdır. Bir bucak içinde ocaklar bağımsızdır. Oysa bir ocak içinde aileler ocaklarına bağlıdırlar. Bir bucak içinde de ocaklar bağımsızdır. İller ülkeleri içinde bağımsızdır. Ülkeler insanlık içinde bağımsızdır. Aileler ocaklarına, semtler bucaklarına, ilçeler illerine, bölgeler ülkelerine ve kıta merkezleri insanlığa bağlıdır. Bunların bağımsız yönetimi istemeleri ve merkezi dinlememeleri de dırardır. Bu âyet bunu anlatmaktadır. Bu sebepledir ki burada çoğul olarak izafe edilmiştir.
الَّذِي بَنَوْا
(elLaÜIy BaNaV)
“Bina ettikleri”
Burada “Hu” zamiri mahzuftur. Bina ettikleri binalar şeklinde ifade edilmiştir. “Elletî” gelmesi gerekirken “Ellezî” gelmiştir. Buradaki binalardan kasıt dairelerdir. Tek yapı oluşturdukları için “Hu” zamiri gelmiştir.
İnsanlığın teşkilâtlanmasını göz önüne getirirseniz bu âyetlerdeki bu durumlarını daha kolay anlayabiliriz. İnsanlık, ülke il, bucak, ocak ve kişi bağımsızdır. Kişiliği vardır. Buralarda mescitler vardır. Ocakta beş vakit, diğerlerinde ise cuma mescitleri vardır.
İnsanlık kıta merkezlerine, ülkeler bölgelere, iller ilçelere, bucaklar semtlere, ocaklar ailelere ayrılır. Aile ve semt dışında cuma mescitleri vardır. Kazalarda da cuma namazı kılınır; kaymakam kıldırır ama kendi adına değil vali adına kıldırır. Onun için ona “kaimun makamehu” denmiştir. Bucakların herhangi birisinde ikinci cuma mescidi yapma mescid-i dırardır. Ocaklardan herhangi birinde beş vakit için iki mescid yapma mescid-i dırardır.
Bu binalar ribeden kurtulamaz anlamındadır, hattâ ortadan kalkamaz anlamındadır.
رِيبَةً
“RIyBaTan”
“Riybeten”
Karışıklık demektir. İnsanları birbirine düşürme demektir. Birliği bozma demektir. Bu “LâYezalu”nun mefulüdür. Karışıklık sona ermez anlamındadır. Yahut “Benev”in mefulüdür. O zaman da ribe olsun, karışıklık olsun diye inşa ettiler anlamına gelir. Yani ribe ya mescidin vasfıdır ya da inşa edenin mefulüdür.
Bir toplulukta değişik kanunlar geçerli olmaz. Olursa, o zaman halkın neye uyacağı bilinmez. Bu sebepledir ki her bucağın kamu hukuku vardır, bu hukuk özgürlük sağlamaktadır. Her bucakta yalnız tek şeriat vardır, bu da birliği sağlamaktadır.
Bir bucakta iki mevzuat yürürlüğe girerse yahut iki yetkili olursa o bucağa ribe girer, düzen bulanır. Halk hangi düzene uyacaklarını bilmez, kimi dinleyeceklerini bilmez. Buna ribe denmektedir.
İnşa edenlerin kastı budur anlamı verilebildiği gibi böyle iki mescit olduğu zaman karışıklık meydana geldiği zaman ribe olur.
“Reyb” suyun bulanıklık hâlidir, şeffaflığı kaybolur.
فِي قُلُوبِهِمْ
(FIy QuLUvBiHıM)
“Kalblerinde”
“Riybe” “Benev”in mefulü ise “Kulubihim” “Lâ Yezalu”nun mefulüdür.
“Riybe” “Lâ Yezalu”nun mefulü ise “Fî Kulubihim” “Ribe”nin zarfıdır.
“Kalblerinde ribe zail olmaz” anlamındadır.
Her iki halde de buradaki kalb bina edenlerin kalbidir. Ya kendileri meful olmuştur ya da mefulün vasfı olarak meful olmuştur.
“Riybe” kelimesi Kur’an’da bir yerde burada geçmektedir. “Reyb”den farkı ne olabilir diye düşünmemiz gerekir. “Reyb” fa’l veznindedir, “Riybeten” ise fi’leten vezni üzeredir. Üstün esreden daha baskındır. Demek ki reyb daha çoktur, riybe daha az olmaktadır. “T” harfi masdar tesi olabilir. O zaman riybetün riybe masdarı nevdir. Yani özel bir ribeden zail olmaz demektir.
Bu kimselerde oluşan reyb bir tür reybdir. Reyb kelimesi şüphe içinde olmak, kanaat getirmemektir. Bunların reybi ise hased reybidir. Bilgisizlikten doğan bir reyb değil hasedden doğan bir reybdir. Gerçekleri bir türlü hazmedememeleri demektir.
Bunları izah edemezler ama gönülleri bir türlü yatmaz, içleri ısınmaz. Sürekli izah edemedikleri bir nefret duygusunu taşırlar.
1970’lere kadar Türkiye’de en tehlikeli kuruluş Risaleler idi. İstihbaratta yalnız onlar takip ediliyor, diğer Müslümanlar aleyhine de Nurculuk isnadı ile saldırıyorlardı. Ben Devlet Güvenlik Mahkemesinde (DGM) Nurculuktan soruşturmaya tâbi tutuldum. Biz Millî Görüş olarak ortaya çıkınca onların dosyalarını 1970’lerde dondurdular ve bizimle uğraşmaya başladılar, onlar bizim sayemizde rahat ettiler. 1980’lerde Millî Görüşü devre dışı bırakmak amacıyla onları serbest bıraktılar. Benim şahitliğime başvurdular. O sayededir ki bugün onlar yeryüzünde yayılmışlardır. Ben onları hep savundum. Erbakan onları hep korudu. Erbakan’a, ‘onunla/onlarla görüşüyor musunuz’ diye sorduklarında; ‘günde beş defa görüşüyoruz’ dedi. Böyle olmasına rağmen Fethullah Gülen diyor ki; ‘AK Parti gömlek çıkardığı için destekledim!’ Yani Akevler’i ve Millî Görüşü beğenmiyor ama düşmanın düşmanını dost biliyor. İşte bu riybedir. İzah edemezsiniz. Ama baştan öyle oluştuğu, öyle oluşması istendiği için bu durum ve bu anlayış zail olmuyor.
إِلَّا أَنْ تَقَطَّعَ
(EilLAv EaN TAQoOaGa)
“Takattu’ edinceye kadar”
“Kat’ etmek” kesmek, koparmak demektir. Hırsızların kolunu kesin deniyor.
“Takattu’ etme” demek kendi kendine parçalanma demektir. Başkaları değil bizzat parçalayanlar parçalanır. Bu fiilin faili “gulubuhum”dur. Yani kalbleri parçalanacaktır.
AK Partililer “Adil Düzen”e karşı dırar olmak üzere kuruldular. Gülenciler “Millî Görüş”e karşı dırar olarak büyütüldüler. Oluşan yapılar artık düzelmez. O anlamı bilinmeyen muhalefet hissi devam ediyor. Akevler’e her iki taraf uzaktır.
قُلُوبُهُمْ
(QuLUvBuHuM)
“Onların kalbleri”
Buradaki “kalbleri” merkezleri demektir.
Risale-i Nurlar büyük bir hizmettir. Gülen bu hizmeti daha da büyüterek verdi. Allah’a ne kadar hamd etsek azdır. Millî Görüş büyük bir hizmettir. Erdoğan bunu çok büyüttü ve genişletti. Yine Allah’a hamd etmeliyiz. Ne var ki her iki tarafın merkezine ajanlar yerleşti. İki taraf da tahrif edildi. Bediüzzaman da zengin birinin çocuğu idi, isteseydi saraylarda yaşayabilirdi, ama o bir lokma bir hırka ile geçindi, böyle yaşamayı seçti.
Şimdi her iki cemaat da varlıklar içinde boğuluyor ama hâlâ İslâm düzeni için bir tek adımcık atmıyorlar. Çünkü bunlar dırar üzerine oluşturuldu. Kendilerinin niyeti dırar olmamaktadır ama onları destekleyenler dırar olurlar diye desteklediler; nitekim dırar oldular da. Buradaki “kalbleri” onların merkezdeki yöneticileridir. Birincideki kalbleri onların beyinleridir. O sebeple burada “kalbleri” kelimesini iade etti, zamir göndermedi.
Demek ki neymiş, yapılacak iş neymiş?
Her ikisinin merkez yönetimini değiştirmesi gerekir. Gülen ve Erdoğan eğer dırar olmaktan çıkamıyorlarsa, yanlarındaki danışmanlarını değiştirmeleri gerekir. Zaman Gazetesi’ni, Samanyolu’nu, Bank Asya yönetimlerini yeni yöneticilere vermelidirler. Recep Tayyip Erdoğan da böyle yapmalıdır, yeni kadroya durum anlatılmalıdır.
Bu arada samimi hizmet verenler de gitmiş olabilir. Ama onlar üzülmez, sevinir, dua ederler. Çünkü bu sayede zalimlerin şerrinden kurtulmuş oluruz.
Kur’an’ın her sözü bir mucizedir. İstihsanla anayasada yazdığımız bir kural vardı. Devlet içinde bir kurum bozulduğu zaman yönetici kadroyu başkan yeniler, eskilerini tamamen uzaklaştırır. Varsayalım ki orduda orgeneral seviyesinde bozulma olmuştur -ki öyle olduğu iddia ediliyor- bu durum yargılama yolu ile çözülmez. Devlet başkanı tüm orgeneralleri emekli edip yönetimi korgenerallere teslim eder. Ancak ondan sonra düzelebilir.
“Takattaa kulubuhum” sözü buradaki bu yenilenmenin onların cezalandırılmaları şeklinde değil, kuruluşun yenilenmesi için yapılmakta olduğunu gösterir ve onlar da bundan razı olmaktadır. Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay da kendisini böyle yenileyebilir.
Demek ki anayasada istihsanen yazdığımız kural burada delillenmiş bulunmaktadır.
وَاللَّهُ
(Va elLAHu)
“Ve Allah”
Burada fiil cümlesinden sonra “Ve” harfi ile isim cümlesi gelmiştir. Bu hâldir.
Yenileme yapılacak demek, suçluların suçları takip edilmeyecek demek değildir. Kurum yenilenir. Sağlam yargı sistemi kurulduktan sonra yargılama yapılacaktır.
Ordu bozuksa adil yargı olamaz. Çünkü yargı orduya karşı çıkamaz. Yargı bozuksa yine adil yargı olamaz. Önce bozuk olan kurumlar düzeltilecek, sonra kişiler muhakeme edilecektir. Kurumlar bozuk iken kişileri muhakeme edip cezalandırmak hiçbir şey ifade etmez. Çünkü yargıda suç sistemi olur. Suçlular dışarı çıkar, suçsuzlar oraya girerler. Bu sebeple devlet başkanlarına kurumları yenileme yetkisi verilmiştir. Bugünkü anayasa da devlet başkanına kurumları düzeltmek için ne isterse yapacağını bildirmiş ve suçlu saymamıştır.
عَلِيمٌ حَكِيمٌ
(GaLIyMun XaKIyMun)
“Alimdir hakimdir.”
“Alimdir” demek, sağlıklı soruşturmacıları olacak ve olaylar doğru tesbit edilecek demektir.
“Hakimdir” demek, olaylara adil hüküm verilecektir demektir.
Demek ki kurumu yenilemek cezaları ortadan kaldırmaz, soruşturmaları durdurmaz.