Tevbe Sûresi-31
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
أَلَمْ يَأْتِهِمْ نَبَأُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَ وَقَوْمِ إِبْرَاهِيمَ وَأَصْحَابِ مَدْيَنَ وَالْمُؤْتَفِكَاتِ أَتَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ فَمَا كَانَ اللَّهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلَكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (70)
***
أَلَمْ يَأْتِهِمْ نَبَأُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ قَوْمِ نُوحٍ وَعَادٍ وَثَمُودَ وَقَوْمِ إِبْرَاهِيمَ وَأَصْحَابِ مَدْيَنَ وَالْمُؤْتَفِكَاتِ أَتَتْهُمْ رُسُلُهُمْ بِالْبَيِّنَاتِ
(Ea LaM YaETiHiM NaBaEu elLaÜIyNa MiN QaBLiHiM QaVMi NUvXın Va GAvDin Va ÇaMUvDa Va QaVMi EiBRAHIyMa Va EaÖXABu MaDYaNa Va eLMuETaFiKAvTi EaTaTHuM RuSuLuHuM BieLBayYıNAvTı)
“Onlara kendilerinden min kabl Nuh, Ad ve Semud kavminin, İbrahim kavminin ve Mutefikat ashabının nebei ety etmedi mi? Resuller beyyinat ile gelmişlerdi.”
Bu sûre ilk sekiz sûrenin sonuncusudur. Enfal Sûresi savaştan bahsetmekte, bu sûre (Tevbe Sûresi) daha çok savaştan sonra düzenlenecek barış düzeninin hükümlerini getirmektedir. İnsanları barış düzenine olan ilişkilere göre tasnif etmektedir. Herkese derece derece hak tanımaktadır. Hakem kararlarını kabul etmeyen müşriklerle olan ilişkiler üzerinde durmakta, başkanla ilişkiler ve halkla olan ilişkileri düzenlenmektedir. Sonra da münafıklar üzerinde hükümler getirilmektedir.
Bu sûrede peygamberler kıssasından burada bu âyet beyanda bulunmakta, daha sonra bir âyette yine Hz. İbrahim peygamberin müşrik olan babası hakkındaki duadan bahsetmektedir. Sonuç olarak bu sûrede yalnız ilk uygarlık olan Mezopotamya uygarlığından, Hz. Nuh ve Hz. İbrahim uygarlığından bahsetmektedir.
İnsanlık Hz. Âdem aleyhisselâm ile başlar. İnsan olarak bugünkü insandan hiçbir farkı yoktur. Aynı zekâ seviyesinin sahibidir. Konuşmayı da bilmektedir. Sahip olduğu genetik yapı bugün sahip olduğumuz genetik yapıdır. Çıplak olmuşlardır. Diğer hayvanlarda mevcut olmayan utanma melekesi bunlarda başlamıştır.
Yazı yazmayı bilmiyorlardı. Yönetim kişi yönetimi idi. Aşiret şeklinde yaşar ve aşiretlerinin büyüğü aşireti yönetirdi. Kurallar aşiret reisi tarafından konan ve sonra gelenler tarafından atalarının koyduğu kurallara uyma şeklinde devam ederdi. Toplayıcılık döneminden avcılık dönemine geçince kadınlar ve çocuklar avlanmaya çıkamadıkları için kabile içinde işbölümü doğmaya başladı. Gençlere avlanmayı öğretmek için mağaralarda hayvanların resimlerini çizdiler ve ders vermeye başladılar. Kur’an’da bu döneme Hz. İdris peygamberle işaret edilir. Avcılık döneminden sonra çobanlık ve tarım dönemine geçilmiştir. Topluluklar yine küçük çapta topluluklardır. Yönetim olarak kişi yönetimi vardır.
Bu arada kuzeyde avcılık ve çobanlık dönemlerini yaşayan Sümerler, Fırat ve Dicle’nin aktığı bugünkü Irak’a inmişlerdir. Buradaki halkın sulama ziraatı yaptıklarını görmüşlerdir. Kendileri çardaklarına su getirmek için akan ırmaklara baraj kurmayı biliyorlardı. Sümerler Fırat ve Dicle üzerinde barajlar inşa etmeye başladılar. Arazinin müsait olması sebebiyle geniş göller oluştu. Kurak aylarda da tarım yapma imkânı doğdu. Ayrıca çok geniş araziler sulanabildi.
Burada elde edilen mahsul yüz kat kadar arttı. Civardaki halk buraya gelip çalışmaya başladı. Böylece ilk defa kent hayatı doğdu. Daha önce de tarım kentleri vardı. Ne var ki orada herkes kendi tarlasını ekiyor ve biçiyordu. Kentler savunma amacı ile oluşuyordu. Kentler vardı ama tarım kentleri vardı. Mezopotamya’da ise ticari kentler doğmuştu. Yani artık halk kendi ürettiğini tüketmiyor, ürettiğini satıyor, kendisi ise başkasının ürettiklerini tüketiyordu. Birbirini tanımayan insanlar bir araya gelmişlerdi.
Kabile yönetimine yer olmamıştı. Bunun yerine yazılı yönetim ortaya çıktı. Kurallar yazılıyordu ve herkes o kurallara uymaya başlamıştı. Kurallara uymayanlar muhakeme ediliyor ve mahkûm ediliyordu. Böylece bugün “devlet” dediğimiz ilk oluşmalar Mezopotamya’da başlamıştır.
Yazılı hukuka alışmamış olan buradaki halk bir türlü şeriat düzenine uyamıyordu. Nuh Tufanı oldu ve yazılı hukuka uyacak bir topluluk oluştu. Zamanla bu topluluk gelişecek ve son şeklini Kur’an’la alacaktır. Bu sebepledir ki bu sûre yalnız Mezopotamya uygarlığından söz etmektedir. Hz. İbrahim aleyhisselâm üzerinde vurgu yapmaktadır. Kur’an uygarlığı Mezopotamya uygarlığının kemale ermiş şeklidir. Hz. Nuh yerel olarak Mezopotamya uygarlığını kurmuş, Hz. İbrahim ise bu Mezopotamya uygarlığını beşerileştirmiştir.
Bu sûre o gün temeli atılan uygarlığın son şeklini bize öğretmektedir. Kur’an Hazreti Muhammed aleyhisselâm zamanında nâzil olmuş, lafzı ile tamamlanmış, ilk uygulaması da Hazreti Muhammed aleyhisselâm tarafından yapılmıştır. Ama Kur’an’ın beyanı ise daha sonra gelen müçtehitler tarafından yapılmıştır. Beyan ilmi sonra doğmuştur. Kur’an bunu bildirmektedir. Kur’an’ın getirdiği hükümler Kur’an’ın indiği asırda uygulanamazdı. Uygulanabilmesi için bugün ulaştığımız imkânlara ulaşmamız gerekmiş; haberleşme, ulaşım, aydınlanma ve motorize olma gerekmiştir.
Kur’an, az olsun çok olsun üşenmeden her şeyi yazın diyordu. Kur’an, tüm insanlık bir ümmettir diyordu. Bugünkü imkânlar olmasa insanlık tek ümmet olamazdı. Bugünkü teknolojik imkânlar olmasa her şeyin hesabı tutulamazdı. Bugün cihazlarla ve gizli kameralarla kişilerin konuşmaları ve hareketleri kaydediliyor. Bunun yerine insanın üzerinde taşıdığı bir araçla tüm hayatını kayıt altına alabilir, sonra da kendisini her zaman savunabilir.
Nuh kavmi ile başlayan uygarlaşma bugün kemale ermiştir. İnsanlık yeni uygarlığa geçmektedir. Bugün Ay’a giden insanla rahatlıkla konuşabiliriz. Güneş’te olan birine mesaj göndersek sekiz dakikada ulaşabiliriz. Eskiden İstanbul’dan Ankara’ya gidilecek zamandan daha kısa zamanda Ay’a gidebiliriz. Bu imkânlarla biz şimdi yeni bir uygarlığın içine doğru adım atıyoruz. Bu imkânlara Kur’an sayesinde ulaşmış bulunuyoruz. Yani bugünkü Avrupa uygarlığı Kur’an’ın hazırladığı uygarlıktır. Evet, haberleşme, ulaşım, elektrik ve bilgisayarın oluşması Kur’an ve İslâm uygarlığı sayesinde olmuştur.
İslâmî ilimleri bilmeyenler, İslâm tarihini okumayanlar, Batı’nın bugünkü uygarlığı nasıl yakaladığını bilmeyenler bu sözlerimizi hamasi birtakım iddialar olarak görürler. Oysa Batı uygarlığı Hakka dayalı birinci Kur’an uygarlığının kuvvet uygarlığına dönüşmüş şeklidir. Mısır uygarlığı Mezopotamya uygarlığının kuvvet uygarlığına dönüşmüş şeklidir. Yunan uygarlığı İbrani uygarlığının kuvvet uygarlığına dönüşmüş şeklidir. Bizans zaten Hıristiyan uygarlığıdır. Bugünkü Avrupa uygarlığı da birinci Kur’an uygarlığının kuvvet uygarlığına dönüşmüş şeklidir.
Yani Kur’an gelmiş, uygar bir düzen öğretmiş ama bunun uygulamasını 1400 sene sonraya ertelemiş, önce insanlığa bu uygarlığı yaşatacak imkânları Avrupa uygarlığı olarak ortaya koymuştur.
“Onlara haber gelmedi mi?” diye soruyor Kur’an.
Bu sûreyi 1400 sene önceki Medine’de okuyalım. Onlara, “size Nuh kavminin haberi gelmedi mi” diye sorun, size ne diyecekler? Biz bunları bilmiyoruz diyecekler. Bugün Avrupalılara sorun; “size gelmedi mi” deyin. “Elbette geldi” diyeceklerdir.
Tevrat’ta Akad ve Sümer olarak bahsedilen kavim vardı. Kur’an’da Ad ve Semud olarak zikrediliyordu. Bunların aynı kimseler olduğu dahi bilinmiyordu. Bunların yerleri hakkında da hiçbir bilgi yoktu, bunlar uydurma hikâyeler olarak kabul olunuyordu. Ondokuzuncu asrın sonlarında bir İngiliz subayı Irak’ta tabletlere rastladı. Ondan sonra yapılan kazılarda onbinlerce tablet çıkarıldı. Çivi yazısı ile tuğla üzerinde yazılan bu tabletlere sonra başka yerlerde de rastlandı. Anadolu’da da gönderilen mektuplar vardır.
Sonunda bu yazı okundu ve büyük bir uygarlık ortaya çıktı. Tevrat’ta bahsedilen şehirler bir bir bulundu. Şimdi ise Kur’an onlara söylüyor; “size onların nebei gelmedi mi?”
Onlara geldi çünkü onlar buldular, onlar okudular. İslâm ülkelerinde bulundu ama bulanlar onlardır. Şimdi âyet onlara söylüyor; siz buldunuz ya, size bu haberler geldi ya.
Tabletlerin çoğu henüz okunmuş değildir. Okuyabiliyoruz, dillerini bilebiliyoruz ama henüz onlar tercüme edilmiş ve kütüphanelerimize girmiş değildir. Arşiv hâlindedir.
“Min Kablihim” diyerek daha önceki “Min Kabl” kelimelerine atıf yapmıştır. Muhatapların aynı kimseler olduğuna işaret etmiştir. Mezopotamya uygarlığını üç grupta toplamıştır; Nuh kavmi, İbrahim kavmi ve Medyen ashabı.
Nuh kavmini tabletlerden çok iyi biliyoruz; Akadlar ve Sümerler. Önce Sümerler hâkim olur. Sonra Akadlar gelir. Sonra tekrar Sümerler gelir. Sonra tekrar Akadlar gelir. Yani Mezopotamya’da iki defa uygarlık el değiştirmiştir. Sümerler kuzeyden gelen Türk ırkından olan kimselerdir. Sümerce Türkçeye çok yakındır. Akadlar ise yerli halktır, Sami kökenlidir. Dilleri Arapçaya çok yakındır. Yazı dili olarak Sümerce hâkim olmuştur.
İbrahim aleyhisselâmın kıssası Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da çok açık bir şekilde anlatılmıştır. O hususta da bilgimiz açıktır.
Medyen halkı kimdir? Şimdi burada Medyen’e Mü’tefikât eklenmiştir. Bu hususta Tevrat, İncil ve Kur’an’dan daha fazla bilgi almak için daha çok çalışma gerekecektir.
Dr. Mete Firidin’e göre Medyen Hicaz’dadır. Hazreti Musa Peygamber oraya gitmiştir. Burada yalnız Mezopotamya peygamberlerinden bahsettiğine göre Medyen Mezopotamya’dadır. Mezopotamya tarihini incelediğimiz zaman İbrahim kadar Ad ve Sümer kabileleri vardır. Ondan sonra Babilliler, Asurlular ve Medler gelmektedir.
Mezopotamya tarihini ikiye ayırabiliriz; Babil’den önce ve Babil’den sonra, Hazreti İbrahim’den önce ve Hazreti İbrahim’den sonra. Babil kenti Hazreti İbrahim’den sonra kurulmuştur. Değişik siyasi güçlerin eline geçmiş ama her zaman uygarlıktaki yerini korumuştur. Hazreti Lut’tan sonra Mezopotamya’ya Hazreti Şuayb gelmiştir. Ninova’ya Hazreti Yunus gelmiştir. Burada bir de Medler yaşamışlardır.
Yorumcular “Mü’tefikât”ı Lut şehri olarak zikretmektedirler. Altı üstüne gelmiş anlamındadır. Burada çoğul olarak getirmektedir. Marife getirilmiştir. Medyen halkı ile beraber zikredilmiştir. “Mü’tefike” marife geldiği için belli kentleri ifade eder. “Mü’tefike” diye bir kent yoktur. Kelime olarak aldığınızda iftial bâbındadır. Kendi kendisini yıkmış anlamındadır. Bununla beraber “Mü’tefike”yi ihva etmiştir demekte ve örten örtmüştür demektedir. Demek ki kendi kendine helâk etmiş, Allah onları helâk etmiş, Allah onları kendi suçları sebebiyle helâk etmiştir.
Peygambersiz ilk uygarlığı biz oluşturuyoruz. Eski uygarlıklar kitap ve sünnet uygarlığıdır. III. binyıl uygarlığı yalnız Kur’an uygarlığıdır. Biz Kur’an’ı yorumlayacak ve uygarlığımızı ortaya koyacağız. Peygamberlerin yerini ilim ve âlimler almıştır.
Bu âyet Batılılara doğrudan hitap ederek, size Mezopotamya uygarlığı gelmedi mi diyor. Gelecekte daha çok buluşlar ortaya çıkacak ve bu size gelmedi mi sorusu daha da açık olarak onlara hitap edecektir.
أَلَمْ يَأْتِهِمْ
(Ea LaM YaETiHiM)
“Onlara ety etmedi mi?”
Kimlerdir bunlar? Buradaki “HiM” zamiri kimlere gidiyor?
Biz adlarını saymayalım. “Onlar Adil Düzen’e karşı olanlardır” diyoruz. Batı’nın kuvvet uygarlığına karşı oluşmakta olan ikinci Kur’an uygarlığına karşı olanlardır.
Kim “Ben Adil Düzene karşıyım” diyorsa, işte buradaki zamirin raci olduğu kimse odur, onlar onlardır. “Ben İslâmiyet’e karşı değilim ama Adil Düzen’e karşıyım” diyenlerdir. Çünkü bunlar münafıktır. ‘Ben İslâm düzenine karşı değilim’ derken yalan söylüyorlar. “Adil Düzen”e karşı olanlar İslâm düzenine karşıdırlar.
Diyorlar ki; “Adil Düzen sizin uydurduğunuz şeydir, biz size karşıyız ama İslâmiyet’e karşı değiliz.” Böyle diyenlere Kur’an’ın cevabı; “siz bize karşı olun, biz sizden bir şey istemiyoruz ama sözlerimiz doğru ise ona karşı olmayın. Bir şeyi biz söyledik diye o söz doğru olmaz ama bir şeyi biz söyledik diye sözümüz yanlış da olmaz.”
Dikkat eder misiniz? “Adil Düzen”in kırk yıllık ömrü vardır. Onu susturmak, onu ortaya çıkarmamak için pek çok gayretler harcanmıştır. Partiler kapatılmıştır. İmkânlarına el konmuştur. Basın yayın yoluyla hakaret edilmiştir. Ama bir tek kelime kritik edilmemiştir. Kimse sorunları ve maddeleri teker teker tartışmamıştır. Çünkü “Adil Düzen” bizim düzenimiz değil, O’nun düzenidir; O’na saldıramayınca bize saldırıyorlar. Biz kendimizi savunmuyoruz. Biz hata etmiş olabiliriz. Biz beceriksiz olabiliriz. Hatamız varsa hatamızı düzeltmeye yardım ediniz. Yanlışımızı gösteriniz. Daha iyisini gösteriniz. Biz kabul etmezsek o zaman saldırınız. Ama öyle yapmıyorsunuz, bizim söylediklerimizi duymuyorsunuz, sonra bize saldırıyorsunuz.
Bizi kritik etmek üzere beş vakit namaz kılan akademisyen kardeşlerimizden 14 kişilik heyet oluşturdular. Sonunda “Erbakan Adil Düzen’i derhal bırakmalıdır” dediler. Ama bizimle bu konuları tartışamadılar. “Çalışmanız iyi ama eksik” dediler. Onlara göre eksikse bu terk edilecek, eksik olmayan Batı düzeni uygulanacaktır!
Bugün “Adil Düzen”i kabul etmeyenler kimlerdir?
Bunlar bugünkü Batı uygarlığını temsil etmektedirler.
Biz de Mezopotamya uygarlığının kemale ermiş şeklini ortaya koyuyoruz. İbrani, Hıristiyanlık ve birinci Kur’an uygarlığını atlıyoruz da neden Mezopotamya uygarlığına gidiyoruz? Çünkü ondan sonra gelen uygarlıklar kitap uygarlığı idi. Yalnız Nuh uygarlığı sünnet uygarlığıdır. Biz Kur’an’a dayanarak uygarlık kuracağız ama bu uygarlık Mezopotamya uygarlığına benzer uygarlık olacaktır. Yerinden yönetime dayanacak, siteler uygarlığı olacaktır. Devletler olacak ama devletler taşraya hükmetmeyecek, taşra kendi uygarlığını kendisi kuracaktır. Merkezi uygarlık olmayacak, ma’şeri uygarlık olacaktır. Her bucak, her il, her ülke kendi uygulamalarını ortaya koyacak, bunlar hayırda yarışacaklar, sonra kendiliğinden III. binyıl uygarlığı oluşacaktır.
نَبَأُ الَّذِينَ مِنْ قَبْلِهِمْ
(NaBaEu elLaÜIyNa MiN QaBLiHiM)
“Kendilerinden önce gelenlerin nebei”
Burada “kendilerinden öncekiler” tekrar edilmiştir. Daha önce kendilerinden öncekiler, bugünkü sermayenin temsilcilerinden önce olanlardan bahsedilmiştir. Ondan sonra gelen daha öncekiler ise Roma ve birinci Kur’an uygarlıkları söz konusu idi. Şimdi ise ilk uygarlık olan Mezopotamya uygarlığından bahsetmektedir. Bu sebeple “Ellezîne” ile gelmiştir. “Min” ile gelmiştir. Belli bir dönemde yaşayanlar anlamındadır.
İnsanlık Hazreti Âdem’den beri uygarlaşmaktadır. Ne var ki onların zamanında uygarlık insanın hafızası ile gelecek nesle aktarılıyordu, o sebeple uygarlaşma çok yavaş yürüyordu. Nuh uygarlığından sonra yazı bulunmuş, çok eski insanların uygarlığa katkıları sonrakilere ulaşmıştır. Buluşlar birbirine eklene eklene çok kısa zamanda bugünkü seviyeye gelmiştir. İnsanlık 60 000 yıldır vardı. Oysa Hazreti Nuh peygamber bundan 5000 sene önce yaşamıştır.
Burada “Nebe’” de marifedir, bu da Mezopotamya tabletleridir.
Marife olmaları onları belirlememizi gerektirir. Buna karşı söylenecek tek şey Tevrat ve İncil’dir. Eğer bugünkü Batılılar bunları kaynak kabul etselerdi, o zaman onlara işaret ettiğini söyleyebilirdik. Ama onlar onu kaynak kabul etmediğine göre onlara nebe’ (haber) olmaz. Oysa Mezopotamya tabletleri onların kaynak olarak kabul ettikleri belgelerdir.
Başlangıçta uygarlığın Yunanistan’da başladığı iddia edilmişti. Araştırmalar göstermiştir ki Yunanlılar uygarlığı Mısır’dan aldılar. Tabletlerin bulunması ile uygarlığın başlangıcının Mezopotamya olduğunda bugün ittifak vardır. Mezopotamya’dan sonra uygarlık Mısır’a sıçramıştır. Orada ova uygarlığı doğmuştur. Sonra aynı su kenarı uygarlığı Hint ve Çin’e uzanmıştır. Amerika’da benzer uygarlıklar oluşmuştur. Bunların hepsi Mezopotamya uygarlığından sonradır. Ayrıca bu uygarlıklarda Mezopotamya uygarlığının etkileri tesbit edilmektedir.
Uygarlık deniz kenarlarından yaylalara sıçramış, İran ve Türkiye de uygarlık merkezi olmaya başlamıştır. Bu uygarlıklar orta kuşak uygarlığıdır. Bugün bu orta kuşak uygarlığı hâkimdir. Bunlar yerleşik uygarlıklardır.
Kuzeyde de İskitlerin başlattığı göçebe uygarlığı vardır. Belli yerlerde oturma yerine hareket hâlinde olan devletler oluşmuştur. Bütün bu uygarlıkların hepsi Mezopotamya uygarlığından üremişlerdir.
İskender İran’a geldiğinde burada Yunan uygarlığından daha gelişmiş bir uygarlığı bulmuştur. İki uygarlığın sentezi ile beşeri uygarlığın doğmasına sebep olmuştur.
Kur’an’dan sonra ilk uygarlık Irak’ta doğup büyümüştür. Doğu uygarlıkları ile Batı uygarlıkları burada sentez edilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu birinci Kur’an uygarlığının son yarım binlik oluşumudur.
Bugünkü Avrupa uygarlığını Osmanlılar Avrupa’ya götürmüşlerdir, dolayısıyla Batı uygarlığının oluşmasında Osmanlılar en büyük etken olmuşlardır.
Bugün de biz Avrupa uygarlığı ile İslâm uygarlığını sentez edeceğiz. Onları muhatap alıp bize Mezopotamya uygarlığına işaret etmesi buna işarettir. “Adil Düzen Medeniyeti” Doğu’ya dayandığı kadar Batı’ya da dayanacaktır. Demek ki Mezopotamya tabletlerinin ortaya çıkması da takdiri ilâhidir.
Tarihte her şey Allah’ın takdirine göre oluşmaktadır. Biz o takdire göre görev alıyor ve yazılmış senaryoyu oynuyoruz; iyi oynuyoruz veya kötü oynuyoruz ama biz yeniden tarih yazmıyoruz.
قَوْمِ نُوحٍ
(QaVMa NUvXın)
“Nuh’un kavmi”
“Ellezîne Min Kablihim”de “Ellezîne” izafetle hükmen mecrurdur. “Kavm” de ona atfedildiği için lafzen mecrur olmuştur. Nuh kavminin nebei manasındadır. “Nuh kavmi” bedeldir. Yani “Ellezîne Min Kablihim” olanların kimler olduğunu anlatmaktadır.
“Kavm” kelimesine izafe etmektedir.
Genel kanaat Nuh Tufanı’nın bütün dünyayı kapladığı şeklindedir. Böyle bir tufan Nuh tufanı değildir. Nuh Tufanı yalnız Nuh kavminin tufanıdır. Bu kavim Mezopotamya’daki Sümer ve Akadlardır. Bunlar Sami ve Türk ırkının karışımıdır. Bugünkü kazılar kesin olarak göstermiştir ki Mezopotamya’daki kavim iki ırktan oluşmaktadır; Sümerler ve Akatlar. Dilleri farklıdır. Irkları da farklıdır. Ama birbirlerinin dillerini bilmektedirler. Bazen Sümerce, bazen Akadca resmi dil olmuştur. Yazı ise çivi yazısıdır, Sümer yazısıdır.
O halde “kavim” olmak için aynı ırktan olmak gerekmemektedir. Değişik ırktan da olsalar ortak kavim olmaktadır. Bu kavmin ortak adı bir peygamberin adı olmaktadır, Nuh kavmi olmaktadır. Bu kavme Ad ve Semud olarak eklenmektedir. Yani burada Ad ve Semud kavimleri Nuh’a eklenmektedir. Yani iki şekilde düşünebiliriz. Kavmi Ad, kavmi Semud ve kavmi Nuh yahut Nuh kavmi ayrı kavimdir, Semud ayrı kavimdir, Ad ayrı kavimdir.
Eğer “Ve” harfi Hazreti Nuh’a atfediyorsa bunların üçü ayrı kavimdir. Eğer kavme atfediyorsa üçü bir kavimdir. Başka yerlere bakarak bu hususu çözmeye çalışalım. 11/80’de kavme Nuh, kavme Hud ve kavme Salih diyerek bunları ayrı kavim olarak zikretmektedir. Buna göre atıf kavmedir, Nuh’a değildir. 14/9’da ise sizden öncekiler kavmi Nuh, Ad ve Semud denmektedir ve ondan sonra gelmiş olanlar denmektedir. Burada aynı “Ellezîne”de toplayarak bir grup olduğunu ifade etmiştir. Nuh kavmi resulleri tekzib etmişlerdir ve o sebeple boğulmuşlardır. Demek ki Hazreti Nuh’tan başka da resuller vardır. Bu âyetlere dayanarak buradaki atfın Hazreti Nuh’a değil de kavme olduğunu söyleyebiliriz.
Kur’an hep önce Ad, sonra Semud’dan bahsetmektedir. Demek ki birinci Ad ile ikinci Semud’dan bahsetmektedir. Nuh’un kavmi birinci Sümer kavmi olmaktadır. Semud kavmidir.
Demek ki Nuh tufanı tüm dünyada değil sadece Mezopotamya’da olmuştur. Ne var ki o zaman yeryüzünde uygarlık yalnız orada vardı. Diğer halklar hâlâ tarih öncesi dönemi yaşıyorlardı. Ondan sonra yeni uygarlık kurulmuştur.
Bizim birinci Akevler çalışmamızın sonucu da öyle olmuştur. Birden büyümüş ve “Adil Düzen” hazmedilmemiştir. Bu sebepledir ki biz Akevler’in dışında, Risale-i Nur şakirtleri dışında, Millî Görüş ve AK Parti dışında, yeniden birkaç kişiden oluşmuş bir site oluşturuyoruz. Nuh’un Gemisi gibi bir gemi halkı ile yeni uygarlığı kuracağız.
Bizi bekleyen bir tehlike yine vardır, o tehlike de “Adil Düzen” sistemini kurmadan büyümemizdir. O zaman “Adil Düzen” başka bahara kaldı demektir.
وَعَادٍ
(Va GAvDin)
“Ve Ad”
“Ad” Tevrat’ta Akad olarak geçmiştir. “Ad” geri çevirme, iade etme demektir. Ne sebeple bunlar bu adı almışlardır? Akadlar Sümer uygarlığını benimsemişlerdir. Yazılarını ve kültür dilini sürdürdüler. Ne var ki Sami dilini de korudular.
Hazreti Nuh’un üç oğlu vardır; Ham, Sam, Yafes. İnsanlık bunlardan doğan çocuklardan oluşmamıştır, ancak bu üç oğul uygarlığı dünyaya yaymışlardır.
Sümerce Türk dilidir, Arapça dil olarak sonra gelişmiştir. Bu sebepledir ki Arapça daha uygar dildir. Sümerce kök dildir. Son ekleri vardır. Harfi tarif yoktur, erkeklik ve dişilik yoktur. Arapça dilinde ise bu özellikler ortaya çıkmıştır. Arapça ile Sümerce dili arasında başka bir fark da sıralamada görülür. Arapçada önemli olan öne alınır, sonra ikinci olan gelir; önce fiil, sonra fail, sonra meful gelir. Önce mevsuf, sonra sıfat gelir. Önce tamlanan sonra tamlayan gelir. Türkçede bunun tamamen tersidir.
Türkçede kök vardır. Bu kök genellikle bir hecedir. Sonra buna ikinci üçüncü heceler eklenir. Arapça ise harf dilidir. Üç harflik kökü vardır. Kalıbı değiştirerek yeni çekimler oluşur. Bu iki dil dünyaya hâkimdir. Çince Türkçe dil gruplarındandır. Üçüncü dil olarak Hint Avrupa dilleri vardır. Bunlar karma dildir yani Türkçe ile Arapçanın karmasıdır, Arapça ve Türkçedeki incelikler bulunmaz, bazı yerlerde Türkçeye bazı yerlerde Arapçaya benzer. Son ekler gibi ön ekler de alırlar. Fail önce, fiil sonra, mef’ul sonra gelir.
وَثَمُودَ
(Va ÇaMUvDa)
“Ve Semud”
“Semed” yağmur sularının toplanması için topraktan oluşturulan çukurdur. Çok büyük de olabilir. Suyu kışın toplarlar, yazın içerler. Buna sarnıç denmektedir. Mardin’in evlerinin altında böyle su mahzenleri vardır. Mezopotamya’ya baraj yapıp su depolama tekniğini getirdikleri için Sümerlere Semud denmektedir. Simit kelimesi de buradan gelmiş olabilir.
Kuzeyden gelen ve Türkçe konuşan bir kavimdir. Göçebe bir topluluktur. Hayvanları otlatırken sulamak için akan pınarların önünde gölcük oluştururlar. Hayvanlar oraya gelince içerler. Yahut akarsuları yatağından alıp bir çukurda toplarlar. Böylece hem kendileri hem de hayvanlar su içerler. Nehirlerde bu şekilde dallardan baraj oluşturan hayvanlar vardır. Kunduzlar böyle hayvanlardır. İnsanlar bunlardan görmüş ve öğrenmiş olabilirler.
Sıcak yerlerde tarımla meşgul olan halk zenginleşir, aynı yerde oturdukları için birikim olur. Kolay yaşama imkânı ortaya çıkar. Refah olunca savaşma kabiliyetini kaybederler. Çobanlık ve avcılıkla geçinenler zor hayata alışıktırlar, daha savaşçıdırlar. Bunlar güneye iner ve oradaki zenginlikleri yağma ederlerdi. Sümerler buraya gelince bunlara hâkim oldular ama onlara teknoloji getirerek birbirlerine dayanan topluluk olmuşlar, barış içinde uygarlığı kurmuşlardır.
Anadolu’ya gelen Yörükler de Anadolu yerlileriyle aynı uyumu sağlayarak Anadolu uygarlığını oluşturdular.
Bunlar buraya baraj teknolojisini getirdikleri için bunlara “Semud” denmiştir.
Yabancılar bir ülkeyi işgal ettiğinde yerliler oradan hicret ederler; sonra uygarlık oluşunca geri dönerler. Nitekim Yunanistan’da da böyle olmuştur. Dorlar gelince önce Atina’dan kaçmışlar, Roma’ya, Batı Anadolu’ya ve İtalya’ya gitmişlerdir. Sonra geri dönmüşler ve Yunan uygarlığını geliştirmişlerdir. Akadlar da böyle olmuştur. Önce Sümerlerden kaçmışlar, sonra geri dönmüşler. Çölde güçlenince gevşeyen Sümerleri yenmiş ve Akad uyarlığını kurmuşlardır.
وَقَوْمِ إِبْرَاهِيمَ
(Va QaVMa EiBRAHIyMa)
“Ve İbrahim kavmi”
Peygamberler ülkesi olan Mezopotamya’da sürekli olarak iman ile şirk çatışmış ve bu çekişmenin sonucu olarak uygarlık gelişmiştir. Hazreti İbrahim’e kadar bu cidal devam etmiştir. Daha önceki peygamberler mucizeler göstererek kavimlerini uyarmışlar, dinlemeyince de helâk olmuşlardı. Hazreti İbrahim’e verilen görev savaş değil barıştır. Tüm insanları barış içine getirmedir. Savaşın yerini hicret almıştır. Önce kendisi Mezopotamya’da silahla değil, mucize ile değil, akılla ve ilimle cihad etmiştir. Onları sahip oldukları müsbet ilmin verileri içinde uyarmıştır. Yıldızı, Ay’ı ve Güneş’i göstererek bunlara tapılamayacağını anlatmıştır. Krala Güneş’i batıdan doğurması için öneride bulunmuştur. Hz. Lut aleyhisselâma gelen elçilere helâk etmemeleri talebinde bulunmuştur. Kendisi bir oğlunu alarak boş bir yere götürmüş ve orada yeni site kurmasını tavsiye etmiştir.
Bizim size önerdiğimiz de budur. Bir dinlenme sitesini kuralım, dinlenme sitesinde kendi uygarlığımızı deneyelim. Biz yüz dairelik lojmanlı işyeri apartmanı yapalım ve burada “Adil Düzen” işletmesini kuralım. Bizim projemiz buna dayanmaktadır.
Hazreti İbrahim tüm insanlığı tek uygarlıkta birleştirme ile görevlendirilmiştir. Oğlu İsmail’i Mekke’de bıraktı. Oğlu İshak’ı Filistin’de yerleştirdi. Diğer eşi Katura’dan olan dört oğlunu da Doğuya gönderdi. Bugünkü dört büyük dinin kurucuları Hazreti İbrahim’in çocuklarıdır; Hıristiyanlar, Müslümanlar, Hindular ve Budistler.
Hazreti İbrahim’in tarihi kalıntıları bulunamamıştır ama bu dört uygarlık bugün bilinmektedir. Hazreti İbrahim’i bunların birliğinde görebiliriz. İlerde Hindistan’da ve İran’da yapılacak kazılarda Brahmanizm ve Budizm hakkında kanıtlar bulunacaktır. Bugüne kadar dolaylı gelmiştir. Gelecekte doğrudan gelecektir.
“İbrahim” kelimesine değişik manalar verilmektedir. İbranicedeki manası başka olabilir. Arapçada ona başka mana kazandırılabilir. Dillerde böyle özellik vardır. Halk yabancı kelimeyi onu başka kökten düşünerek kabul eder. Bana göre Kur’an’da kullanılan yabancı asıllı kelimeler de böyledir. “İbrahim”in kökü “BRH”dir. “Burhan” kelimesinden oluşmuş bir kelimedir. Hazreti İbrahim delillerle insanları çağırdığı ve mantığı öğrettiği için adı “İbrahim” olmuştur. “İsmail” de işiten, duyan, dinleyen anlamındadır. İnsanlar arasındaki savaşı sona erdirip barış üzerinde oturmalarını sağlamakla görevlendirilmiştir.
“Adil Düzen” budur. Barış düzeni demektir. Birbirimizle savaşmayacak, barış içinde yaşayacağız. Erbakan D-8’ler için bunu hedeflemiştir. D-8, D-60 ve D-160’lar bu proje idi.
Bizim gayemiz insanları bize benzetmek değildir. Gayemiz insanlar kendilerine benzesinler, bizi de kendilerine benzetmesinler. Barış içinde birlikte yaşayalım. Hazreti İbrahim evleri ateşe vermedi, onlar Hazreti İbrahim’i ateşe attılar.
وَأَصْحَابِ مَدْيَنَ
(Va EaÖXABi MaDYaNa)
“Ve Medyen ashabı”
“Kavm, eshab, ehl” kelimeleri gelmektedir.
“Kavm” kelimesi yalnız kişiye izafe edilmiştir. “Kavme Semud” iki yerde geçmektedir. “Eshab ve ehl” kelimeleri ise insana ve eşyaya izafe edilmiştir. “Ehl” kelimesi devamlılığı ifade eder. “Ehl-i karye” dediğimiz zaman yalnız oranın sakinlerini ifade eder, oraya gelmiş konukları içermez, onlar oranın ehli değildirler. “Eshab” ise orada bulunan kimseleri içerir, geçicileri de içine alır.
“Medyen” neresidir? Hazreti Şuayb’ın şehridir. Kendisi Hazreti Musa’dan önce, Hazreti Lut’tan sonradır. Buna 22/44 delalet etmektedir.
Medyen şehrinin Lut şehri olduğunu söylemek hatalıdır. Medyen Mezopotamya şehirlerindendir. İkinci Semud’dan sonra gelen kavimdir. Hazreti Musa aleyhisselâm Medyen’e gitmiştir. Medyen’in Hicaz’da olması uzak ihtimaldir.
وَالْمُؤْتَفِكَاتِ
(Va eLMuETaFiKAvTi)
“Ve mü’tefikat”
“Mü’tefikat” ashaba değil Medyen’e atıftır. “Eshab” topluluktur. “Mü’tefike” ise topluluk değil yer adı olmalıdır.
“Fek” alt veya üst çene demektir. Kapanarak yakalayan tuzaklara “ifk” denmektedir. Tuzak anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Alt ve üst çenenin birleştiği yerdir. Mastar olarak ters çevirmek manasını almıştır.
Tuzak kurmak, oltaya solucanı koyup balığı yakalamak ifktir. Fiil olarak ifk etmek, bir tuzak kurarak sorumluluktan kurtulmaktır. Öyle bir düzen kurarsınız ki karşı taraf sizi suçlayamaz, cezanızı veremez. İftial babından gelmektedir.
“İtifak” demek kendi kendisini kandırmak demektir. Topluluk bir yalana inanır. Hepsi yalan olduğunu bilir ama onu gerçek yapıp birbirlerini kandırmaya çalışırlar.
Türkiye’deki Atatürkçülük böyledir. Kimse Mustafa Kemal’e inanmıyor, onun yaptığını hoş görmüyor ama herkes onu kutsallaştırıyor, adeta tapıyor. Resimleri ve heykelleri ile her taraf donatılıyor. İşte mü’tefike budur.
Mustafa Kemal Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu başkanıdır, kurucu odur. Türkiye Cumhuriyeti’ni din adamları kurmaya karar verdiler. Türk esnafına başvurdular, esnaf onları destekledi. Onlar yani din adamları Kuvva-yı Milliye’yi oluşturdular, savunma böyle başladı. Çeteler onların emrine girdi. Sonra Kazım Karabekir halkı organize etmeye başladı, Mustafa Kemal’i lider yaptı; Mareşal Fevzi Çakmak da onu destekledi. İsmet İnönü Anadolu’ya gelip emrine girdi. Mustafa Kemal’in özel yaşantısı İslâmî değildi, onun için Batılılar ona yardım ettiler. Bunu bildikleri için askerler onu başkan yaptılar.
Mustafa Kemal belki iyi komutan değildir ama iyi devlet kurucusudur, İslâmiyet’i iyi bilmektedir, Türkiye Cumhuriyeti’ni bir İslâm modeli içinde kurmuştur. Ben belki kırk sene evvel bu görüşte idim, bugün de aynı görüşteyim Hâkimiyet-i Milliye, Kuvva-yı Milliye, Vahdet-i Kuvva ve Müsbet İlim ilkeleri benim de ilkelerimdir. Cumhuriyetçi ve lâikim, devletçi ve halkçıyım, milliyetçi ve inkılâpçıyım. Dün öyleydim, bugün de öyleyim. Demek ki Mustafa Kemal’e en yakın olan benim. Ama ben ona Atatürk demem, çünkü Türk milleti nevzuhur bir millet değildir, onu putlaştırmam.
Herkes Mustafa Kemal’e karşı olduğu halde herkes onun izinde olduğunu söylemekte ve ona tapmaktadır. İşte böyle inanmadıkları halde inanmış görünerek takiyye yapan topluluk mü’tefike olmuş bir topluluktur. Halktan çok sistem onun üzerinde oturmaktadır.
وَجَاءَ فِرْعَوْنُ وَمَنْ قَبْلَهُ وَالْمُؤْتَفِكَاتُ بِالْخَاطِئَةِ فَعَصَوْا رَسُولَ رَبِّهِمْ فَأَخَذَهُمْ أَخْذَةً رَابِيَةً
69/9-10: Bu âyette, “Firavun ve öncekiler ve mü’tefikât hata ile geldi. Rablerinin resulüne isyan ettiler. Rabiye bir ahza ile onları ahzetti” diyor.
“Mü’tefikât” burada Firavuna atfedilmiştir. Eshab olarak da ele alınmamıştır. Buna göre Mü’tefikât bir yerin adı değil de bir halkın adı olmaktadır. Kurallı dişi çoğul kullanılmaktadır. Topluluk olarak değil de örgütlenmiş halk olarak anlayabiliriz. Önemli olan husus, “resule isyan ettiler” denmektedir. Buradaki resul Hazreti Musa’dır. “Ahzeten” diyerek birden helâke uğratıldığı söylenmektedir. Buradaki “Mü’tefikât” ise Mısır bürokrasisidir. Firavun ve daha öncekiler ise hata edendir.
Mü’tefikat eshaba atfedilmiştir. Medyen’deki Mü’tefikâttır. Bugünün bürokrasidir.
İnsanlığın çözmesi gereken en önemli sorun bürokrasidir. Bunlar devleti koruyacaklarını iddia ederek halkın üzerine gitmektedirler. Görevli vatandaşı hain kabul ederek ona saldırmayı vatana hizmet olarak görmektedirler.
“Mü’tefikat” burada marife getirilmiştir. Kavm, ashab ve doğal olarak oluşmuş bir anlayış.
Kur’an’da sadece bir yerde bunun müfredi geçmektedir. Orada da çoğul kıraat vardır. Hangi kıraatin eshah olduğuna karar vermek için harf sayısına bakalım.
[E:2 (K:1 H:1)] [V:2 (M:1 F:1)] [T:2 (L:1 A:1)]
Dudak, arka ve orta harfler dörderdir.
Ve (M:2 L:1 A:1) (F:2 H:1 K:1) (V:2 E:2)
Yarı sürekli, Sert yumuşak.
Eğer Mü’tefikât olsaydı 12 değil 13 olurdu. Demek ki müfret kıraat doğrudur.
Müennes “t” erkeklerden oluşan bir örgüt, Mü’tefikât ise kadın ve erkeklerin dâhil olduğu bir örgüt olarak anlaşılmaktadır.
أَتَتْهُمْ رُسُلُهُمْ
(EaTaTHuM RuSuLuHuM)
“Resulleri onlara ety etti”
“Resuller” burada çoğul getirilmiştir. Herkese kendi resulleri gelmiştir. Bunun anlamı Kur’an’dan sonra da resuller gelecektir demektir. Yoksa geçmiş kıssalarda anlatılanlar sadece hikâye olmaktadır.
Kur’an’dan evvel âfetler doğa âfetleri olarak gelirdi. Kur’an’dan sonra teknoloji ilerleyecek, doğa âfetlerine karşı çareler bulunacaktır. Ne var ki doğa âfetlerinden sonra sosyal âfetler gelmektedir. Galibi ve mağlubu belli olmayan bitmeyen savaşlar, sokaklara kadar inmiş anarşik hareketler, seller, zelzeleler, yangınlar, ekonomik krizler “sosyal âfetler” olarak ortaya çıkmaktadır.
Çağımızda resuller gelecek midir?
Evet, her topluluğa her çağda uyarıcı âlimler gelmekte ama onlara kulak veren olmamaktadır.
Bediüzzaman gelmiş, insanlığı ve Türk halkını uyarmıştı. Süleyman Tunahan gelmiş, insanlığı ve Türk halkını uyarmıştı. Ne var ki bunlar çağın sorunlarını çözememişlerdir. Çağın sorunlarını İran’da Humeyni de çözememiştir. İhvanı Müslimin ve Mevdudi de çözümleri sunamamıştır. Çözümlerin nasıl üretileceğini Akevler ortaya koymuştur. Necmettin Erbakan “Adil Düzen” olarak bunu dünyaya anlatmıştır ama en yakın arkadaşları onu yalnız bırakmıştır, Akevler’i de o yalnız bıraktı.
Bugün Adil Düzen Çalışanları çözümlerin daha ileri seviyede olanlarını hazırlamaktadır. Yakında bunu da insanlığa duyuracak bir uyarıcı hadi ortaya çıkacaktır. Biri çıkacak ve Necmettin Erbakan gibi Adil Düzen Çalışanları ile işbirliği yapacaktır. AK Parti’nin ve benzeri partilerin sonu ancak öyle olacaktır.
بِالْبَيِّنَاتِ
(BieLBayYıNAvTı)
“Beyyinat ile”
“Beyyin” açıklama, çözüm bulma demektir. Bir sorun ortaya çıktığı zaman o sorunun çözümü ortaya konunca beyyinat olur. Kanıtlardan bahsetmektedir. Birbirine dayanan ve birbirini tamamlayan çözümler. Kısmi çözümler çözüm değildir. Genç yaşlardaki eksiklik geçici ilaçlarla çözülür ama eğer yaşlanmış ve sistem artık işe yaramaz hâle gelmişse beyyine yetmez, beyyinat gerekir.
Bu sebepledir ki Humeyni, Bediüzzaman, S. Tunahan, Mevdudi, Kutub çözümler getirememişlerdir. Dolayısıyla onları buradaki resullerden saymamız mümkün değildir. Olsa olsa bunlar nebi olabilir. Tek resul Erbakan olmuştur; teşhisi koyduğu gibi tedavi reçetesini de koymuştur ama reçeteyi hazırlayacak eczahane henüz oluşmamıştır.
Akevler Adil Düzen Çalışanları bir taraftan reçete hazırlamakla uğraşmakta, diğer taraftan reçeteleri yapacak eczaneleri kurmaya çalışmaktadır.
Fatih Erbakan’a S. Akdemir’le birlikte öneride bulunduk: “Babanız Akevler’siz bir şey yapmamıştır. Siz de onlarsız yapamazsınız. Birlikte çalışmamız gerekir.”
Biz bize düşeni yapıyoruz. Biz her zaman herkesle çalışmaya hazırız. Haydar Baş’ın partisine öneride bulunduk, Yaşar Nuri’ye bile öneride bulunduk. Bakalım Allah kimi görevli kılacaktır? Daha biz hazır değiliz. Belki de bu görevli Erdoğan olacaktır.
Resuller beyyinat ile gelmelidirler, iddialarını ispat etmelidirler.
فَمَا كَانَ اللَّهُ لِيَظْلِمَهُمْ وَلَكِنْ كَانُوا أَنْفُسَهُمْ يَظْلِمُونَ (70)
(FaMAv KAvNa elLAHu LiYaJLıMaHuM Va LAvKıN KAvNUv EaNFuSaHuM YaJLiMUvNa)
“Allah onlara zulmeder değildir velâkin onlar nefislerine zulmediyorlar.”
Allah’ın sıfatları vardır. Birdir, ebeddir, ezeldir, müriddir. Şu soru sorulabilir. Allah âdil midir yani Allah zulmeder mi? Zulmün tarifi nedir? İnsanın hasta olması ve acı çekmesi zulüm değil midir? O zaman Allah’ın insanları yaratması zulümdür diyebiliriz. Bizi yaratıp acılar içinde yaşatacağına, yaratmasaydı daha iyi olmaz mı idi?
Zulmü böyle anladığınızda Allah’ın halik olmasını zalimlik şeklinde anlarız. Allah haliktir, mahlûkatı yaratmıştır. Kendilerini savunsunlar diye acı vermiştir. Eğer hasta olan yerimiz acımazsa kendimizi asla tedavi etmeyiz. O halde acıma zulüm değil rahmettir. Acı çekmek demek olgunlaşmak demektir.
Bunu insanlar için düşündüğümüz gibi hayvanlar için de düşünebiliriz. Hayvanların ruhu var mıdır, yoksa birer robot mudurlar? Bitkilerin robot olduğunu biliyoruz. Hayvanları da öyle düşünebiliriz. O zaman sorun kalmaz. Ama eğer ruhları varsa o zaman hayvanın ölmesi ruhunun yok olması anlamına gelmez. Dünyadaki görevini yapmış ve geri dönmüştür.
Acı karşılığı ise mükâfatlandırılacaktır. Dünyadaki dengenin sağlanması için acı duyması gerekir ama bu acı karşılığı da mükâfatlandırılacaktır. Bundan yani bu mükâfattan hayvanların ruhu varsa onlar da yararlanacaklardır.
Buradaki “Lam” harfi Allah denen varlığın zulmeder birisi olmadığını ifade etmesidir. Yani Allah zulmetmez demek değildir, sadece zulmetmez de ortaya çıkar. Allah’ın varlığı zulmetme üzerine oturmaz. Haksızlığa uğrayan herkes er geç hakkını Allah’tan alacaktır.
Âhirete inanmayanlar için bu sözün manası yoktur. Allah’a inanan için âhirete de inanma zorunluluğu vardır. Yoksa bu dünyada adaletin sağlanamadığı bilinmektedir.
Nefislerine li harfi getirilmemiştir. Çünkü başında “Mâ” yoktur. “Leyse” ve “Leyse”ye müşabih “Mâ” ve “Lâ”dan sonra isim üzerine “Bi” harfi gelir. Eğer isim fiili muzari ise isimdeki “Bi” yerine fiilde “Li” gelir. Bu takdirde “Li”ye bir mana aramamız gerekmez. Bununla beraber cümle böyle ifade edildiği için benzer manayı verebiliriz.
Soru şudur. Allah zulüm etmez mi edemez mi? “Li” harfini talil için manalandırırsak edemez anlamına gelir. Her iki mana da doğru değildir. Allah her şeye kadir olduğuna göre zulme de kadirdir. Ama Allah zulmetmeyeceğine göre zulmetme gücü abes olmaktadır. Bu abesiyet insanlar için söz konusudur. Allah için etmez ile edemez arasında fark yoktur. Sıfatlar için de aynı şey söylenmektedir. Sıfatlar ne Allah’ın bir cüzüdür, ne de O’ndan ayrıdır. Allah parçalanamayacağı için cüzü olmaz, Allah tagayyür etmediği için ayrı da olmaz.
Allah’ın zatını düşünmemize idrakimiz yetmez.
Her eziyet zulme uğramak anlamında değildir. Ömrü dolan kimse ölecektir. Bu zulüm değildir. Günahsız insanlar da hastalanır, bunlar zulüm değildir. Zulüm, mutat olmayan bir şekilde eziyete uğramaktır.
Yine burada dikkat edeceğimiz şey “nefislerine zulmeder oldular” denmektedir. Bu teker teker kişinin zulmü değil, topluluğun kendi kendisine zulmetmesidir. Zulüm düzenini kaldırmadıkları için nefislerine zulmetmiş oluyorlar.
Adil Düzen Çalışanları bu “zulüm düzeni”nin kalkması ve yerine “Adil Düzen”in kurulması için çabalamaktadırlar ve bunu yaparken eziyete uğramaktadırlar ama bundan dolayı bire on sevap alacaklardır.
Buradan şunu öğreniyoruz ki ben bir kötülüğe uğrarsam, gördüğüm zulüm kadar sevap alacağım. Ama eğer bu zulmü Allah için yaptıklarımdan dolayı alırsam en az on misli sevap alacağım. Adil düzen Çalışanlarının bir hanesi en az on kadardır.
فَمَا كَانَ اللَّهُ
(FaMAv KAvNa elLAHu)
“Allah olmadı”
Buradaki “Fa” hükmün tamimidir. Yalnız bu konularda değil de bütün konularda ve her alanda Allah zulmeder olmadı denmektedir. Onlara bunların haberleri gelmedi mi sorusunu sormakta ve neler olduğundan bahsetmemektedir.
Biyolojide bir kural vardır. Hücrenin çevresi çapının karesiyle, hacmi ise küpüyle ile büyür. Önce besinler gereğinden fazla olur, hücre büyür. Belli büyüklüğe gelince giren çıkana eşit olur. Çıkan çoğalınca hücre yaşlanmaya başlar. Bölünmezse ömrü dolunca ölür.
İbni Haldun topluluklar için de bunu anlatmaktadır. Yani topluluk bir canlı gibi doğar, gelişir, yaşlanır ve ölür.
Hücreler bu ölümden kurtulmak için belli büyüklüğe gelince ikiye ayrılır ve iki hücre olurlar. Böylece ömürlerini daha çok uzatırlar.
Topluluklar da yaşlanınca yenilik yapmalıdırlar, yoksa çöküp giderler.
Türkiye Devleti yaşamak istiyorsa önce “Adil Düzen”e göre bir bucak kuracak, sonra bu bucak bölünerek yeni bucaklar oluşturacaktır, böylece kendisini yenileyip bin sene daha yaşayacaktır.
Tarihin bu öğrettiklerini belirlemeniz ve kendinizi düzenlemeniz gerekecektir.
Allah zulmetmeyi istememektedir. Ancak Allah gereğini yapmak durumundadır. Allah kimsenin hatırı için sünnetini değiştirmez.
لِيَظْلِمَهُمْ
(LiYaJLıMaHuM)
“Zulmeder değildir”
Olumsuz “Kâne”nin mazisinden sonra muzari fiil gelirse kural olarak “Li” harfi konur. Burada “En” mukadderdir dolaysıyla mensubdur. Burada zamir o geçmiş kimselerdir. Onların başından geçenler ilâhi kuraldır.
Acıkırsınız, açlık duyarsınız. Bu size acıktığınızı bildirir. Siz inat eder yemezseniz hastalanıp ölürsünüz. Kim zulmetti, Allah mı yoksa kendi nefsiniz mi?
“Adil Düzen”i yakaladınız, değişin, yeni ihtiyaçlarınızı yeni çözümlerle çözün diyoruz. Hayır, biz babalarımızın yolunda devam edeceğiz derseniz helâk olursunuz. Allah size zulmetmiş olmaz.
Allah eğer “Adil Düzen”i size öğretmeseydi, o zaman zalim olurdu.
Erbakan olmasaydı biz belki görevimizi yapamamış olacaktık. Ama Allah onu görevli kıldı ve o tüm dünyaya anlattı. Ama onlar sırtlarını çevirdiler. Hâlâ bize kulak veren yok.
Erbakan’a kulak vermeyen o zavallılar çırpınıp duruyorlar, debelenip duruyorlar...
وَلَكِنْ كَانُوا
(Va LAvKıN KAvNUv)
“Velâkin oldular”
Menfi bir fiilden sonra müsbet gelecekse ve tam aksi olacaksa “velâkin” getirilir. “Ve Le Kâne”den dönüşmedir. Araplar “lâkin”i atıf harfinden saysalar da atıf harfi değildir. “Ve” ile geldiği için atıf olmuş olur.
Allah zulmetmedi, siz kendi nefsinize zulmettiniz denmektedir.
“Allah zulmetmedi” dediğimizde başkaları zulmetmiş olabilir ama onu da kaldırıyor, kendi nefsinize zulmettiniz diyor. Başkaları da zulmetmedi, kendi kendinize zulmettiniz.
Demek ki bize sermaye zulmetmiyor, teröristler zulmetmiyor, askerler zulmetmiyor, hâkimler zulmetmiyor, cemaat zulmetmiyor; biz kendi nefsimize zulmediyoruz.
AK Partililer başlarına gelenleri kendi yaptıklarında aramalıdırlar. Akevler’in ortaya koyduğu “Adil Düzen”i bıraktılar, Batı’nın kanunlarını gece yarılarında Meclis’in onayından geçirerek başarılı olacaklarını zannettiler...
Fethullah Gülencilere de; biz kooperatif kuralım dedik, önce katıldılar, sonra ayrıldılar ve vakıf kurdular. Büyüdüler, büyüdüler ama şimdi hâkim değildirler. F. Gülen Samanyolu’na ve Zaman’a sözünü geçiremiyor...
Ajanlar iki tarafta yerleşmiş, müminlerin adına savaşıyorlar!
AK Partililerin ve Gülen Cemaatinin kusuru da budur. Baştan Akevler’den olan bu gruplar zenginleşince bizi unuttular ama onlar aslında Akevler’i unutmadılar, İslâm düzenini unuttular.
أَنْفُسَهُمْ
(EaNFuSaHuM)
“Kendi nefislerine”
Kendi kendilerine zulmettiler.
Eğer biz doğru yolda olursak içimizden şehit olanlar olur ama hiçbir zaman topluluğumuz, hizbimiz yenilmez. Ölürüz, öldürürüz ama galip geliriz.
Kur’an’dan önce müminler hata yapınca Cebrail gelir, hata yaptınız der, onlar da o hatalarını düzeltirlerdi. Kur’an’dan sonra vahiy yoktur. Allah hatamızı başarısızlığımızla bildirir. Başarısızlığa uğradık mı hatayı kendimizde aramamız gerekir. Ne hata yaptık da bu bela, bu musibet başımıza geldi diyeceğiz. O zaman başarısızlığımız nimet olur. Bu sayede bir daha o hataları yapmayız ve hakka doğru ilerlemiş oluruz.
يَظْلِمُونَ (70)
(YaJLiMUvNa)
“Zulm ediyorlardı.”
“Kânû”nun haberidir. Geçmişte şimdiki zamanın hikâyesidir. Kendilerine zulmediyorlardı şeklinde tercüme etmiş oluruz.
Bu âyetten çok açık bir şekilde anlıyoruz ki; kimsenin suçu başkasına atılamayacaktır. Savaşırken gılzda (sertlikte) bulunacaktır. Başka türlü savaş kazanılamaz. Savaş dışındaki olaylarda hep kendi eksiğimizi aramakla geçiririz. Bize yaptıklarından dolayı kimseye kin duymayız, onu cepheye koymayız, şeytanı koyarız. Oradaki insanların bizim cepheye gelmelerini isteriz. Münafıkça da olsalar biz onları kovmayız. Ben barışmak istiyorum diyeni reddetmeyiz.
Her türlü fesadın ilacı hakem kararlarına uymaktır.