Tevbe Sûresi-25
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
قُلْ أَنْفِقُوا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا لَنْ يُتَقَبَّلَ مِنْكُمْ إِنَّكُمْ كُنْتُمْ قَوْمًا فَاسِقِينَ (53) وَمَا مَنَعَهُمْ أَنْ تُقْبَلَ مِنْهُمْ نَفَقَاتُهُمْ إِلَّا أَنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللَّهِ وَبِرَسُولِهِ وَلَا يَأْتُونَ الصَّلَاةَ إِلَّا وَهُمْ كُسَالَى وَلَا يُنْفِقُونَ إِلَّا وَهُمْ كَارِهُونَ (54) فَلَا تُعْجِبْكَ أَمْوَالُهُمْ وَلَا أَوْلَادُهُمْ إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ بِهَا فِي الْحَيَاةِ
الدُّنْيَا وَتَزْهَقَ أَنْفُسُهُمْ وَهُمْ كَافِرُونَ (55)
قُلْ أَنْفِقُوا طَوْعًا أَوْ كَرْهًا لَنْ يُتَقَبَّلَ مِنْكُمْ إِنَّكُمْ كُنْتُمْ قَوْمًا فَاسِقِينَ (53),
(QuL EaNFıQUv OaVGan EaV KaRHaN LaN YuTaQabBaLa MiNKuM EinNaKuM KuNTuM QaVMan FaSıQIyNa)
“Kavl et: Tav’an veya kerhen infak ediniz sizden kabul olunmayacaktır. Siz fasık bir kavim idiniz.”
Tevbe Sûresi’nde sekiz defa “Kul” geçmektedir. Bunun üç tanesi burada peş peşe bu âyetlerde geçmektedir. Aralarında “ve” harfi yoktur. Allah’ın yazdığından fazla bir şey isabet etmez de. Bizim için iki hasenenin birinden başka bir şey mi bekliyorsunuz de ve tav’an veya kerhen infak edin sizden kabul olunmaz deniyor. İlk iki “Kul” aynı konunun tekidi şeklindedir. Onun için “Kul” gelmiş ve “Ve” harfi ile atfedilmemiştir. Kemali ittisal vardır. Burada ise “Kul” iade edilmiştir. Bundan önceki “Kul”ler onların bizim hakkımızdaki düşüncelerini anlatıyordu. Konu söz bazında idi. Burada kavlî değil de fiilî durum gösterilmektedir.
İslâmiyet’te zorla vergi alma yoktur, aksine verginin kabul edilmemesi söz konusudur. Önce vergi kişinin kendi beyanına bağlıdır. Siz beyan edersiniz, ne isterseniz onu verirsiniz. Beyan edilen vergi borçtur. Onu yargı yoluyla talep etmek kamunun hakkıdır. Ne var ki kişi eğer aciz duruma düşmüşse yani ödeyemiyorsa üstüne gidilmez. Bunun için iflas kararı verilemez. Vergi iflaslardan çıkarma aracıdır, iflasın sebebi olamaz.
Şu soru sorulur: Devlet beyana göre alacaktır. Cebri icra zaten yoktur. Hiçbir alacaklı borçlunun üzerine gidip malına veya parasına el koyduramaz. Borçluya uygulanacak yaptırım borçlanma ehliyetini almaktır. Kamu der ki; bu adama borç vermeyin. Ben tahsil etmem. Hâlbuki halk için verin ben tahsil ederim diyor.
İslâmiyet’te yani İslâm düzeninde verginin o kadar çok faydaları vardır ki kimse vergi kaçırmaz, fazlasını vermek ister, daha fazla onun imkânlarından yararlanabilmek için vergi vermek ister.
Bu faydalar nelerdir?
1) Yardımcı Madde Miktarları: Kaynakları sınırlı dört girdi vardır; su, elektrik, yakıt ve ilaç ile gübre benzeri bazı maddeler, para ile satılmaz, işletmelere ödedikleri vergi nisbetinde bölüştürülür. Örnek olarak bir tarlaya sulama suyu para ile satılmaz, geçmiş senelerde ödediği öşür nisbetinde bölüştürülür.
2) Kredi Miktarı: Bir işletmenin işletilmesi için kişi ürettiği malı ortak ambara koyar ve karşılığında kredi alır. Bir malı üretmeyi taahhüt eder, karşılığında kredi alır. Kredi faizsiz ve icrasızdır. Sattığın malın borcunu kapatırsın. Bu kredinin miktarı taahhüt edilen malın veya ambara konan malın beyanı gereğidir. Burada vergi zaten tahsil edilmektedir.
3) Malların Sigortalanması: Bir malın para ile sigortalanması İslâmiyet’te yoktur. Vergisi ödenen mal aynı zamanda sigortalıdır. Beklenmedik bir afet esnasında kamuca tazmin edilir. Örnek olarak bir kamyon devrildi ve mallar zayi oldu. Eğer bu malların vergisi ödenmişse bunlar sigortalıdır demektir. Dayanışma içinde o miktar ödenir. Soyulsa da ödenir. Vergisi olmayan mallar sigortalı değildir.
4) Taşınmazların Değeri: Her gelir getirmez taşınmazın bir kıyam değeri vardır. Herhangi bir sebeple elinden kıyam mülkiyeti alınırsa kendisine o değer ödenir. Örnek olarak fabrikanın kayyumu yeter miktarda üretim yapmadığı için kendisinden kıyam mülkiyeti alınacaktır. Buna ödenecek istimlâk bedeli onun daha önce ödediği vergiler ile tesbit edilir.
Görülüyor ki; İslâm düzeninde vergi mükelleflere yük getirmekte ama ona karşılık birçok imkânlar sağlanmakta, elde ettiği yararlar verdiğinden fazla olmaktadır.
Biz tarladan alınan buğdaydan onda bir alırız. Satın aldığı buğdayı getirip verse onu kabul etmeyiz. İşte verginin kabul olunmamasının manası budur. Kişi tarla ekmiş ama buğdayı kötü, çürümüş, onu kabul etmeyiz.
Bir kıyam mülkiyetini koruyabilmek için o müesseselerde üretim yapmak gerekmektedir. Üretim yaptığını belirleyen de verilen vergidir. Aynı vasıfta tesisler vardır. Mesela dükkân vardır. O dükkânın kıyam mülkiyetini elinde tutabilmek için dükkânda belli sermayenin bulundurulması gerekir. Komşu dükkânlarının bulundurdukları sermayenin yarısından aşağıya düştüğü zaman sizden kıyam mülkiyeti alınır. İşte bu mülkiyeti korumak için de zekâtı her sene tam vermen gerekmektedir.
Bize şöyle sorulabilir; siz bu hükümleri nereden istidlal ediyorsunuz?
İşte burada “verdiğimiz verginiz kabul edilmez” ifadesi bize bunları anlatmaktadır.
“Tav’an veya kerhen” ifadesi ile kişinin vergi öderken isteyerek veya istemeyerek ödemesini anlattığı gibi vergi tarhının beyana tabi olması gibi bir kimsenin çalıştırdığı işçi sayısı nisbetinde üretim yapma zorunluluğu vardır. İşçi çalıştırdığı zaman ücreti kamu ödemekte ve işveren borçlandırılmaktadır. Hammadde aldığı zaman bedeli banka ödemektedir. Faizsiz olan bu kredilere karşılık üretimden pay verilmekte yani vergi ödemektedir. İşte burada ambara mal koyma zorunludur. Kerhen infak budur. Mal konamazsa bu alacak olduğu için iflas hükümleri uygulanır.
Başka şekilde açıklayacak olursak, kredi almadan üreten kimse beyan eder, vergi öder. Kredi alarak üretim yapan kredide taahhüt edilen üretilecek malı üretmezse ve bedelini ödeyemezse iflas hükümleri uygulanır.
Âyet devam ediyor, “Siz fasık bir kavimsiniz” deniyor. Muhatap olarak “kişi” değil de “topluluk” alınmaktadır. Vergi kişilerden alınmaz, mallardan ve işletmeden alınır. Vergi sorumluluğu ortaktır. Yani işletmede vergi ödenmediği zaman topluluk sorumlu tutulmaktadır. Şöyle açıklayalım. Bir çimento fabrikası vardır, çimento üretmektedir. Çevredeki benzer fabrikaların üretim kapasitesi haftada 10 000 torbadır. Bu fabrikanın üretimi 5000 torbadan aşağıya düştüğü zaman kıyam mülkiyetine sahip olanın elinden bu fabrika alınır, yenisine verilir yahut kıyam mülkiyeti satılarak el değiştirir.
Şimdi sorun şudur.
Eski ortak işçiler ortak olarak mı kalacaklar yoksa yeni sahibi ile yeniden anlaşma durumunda mıdır?
Burada sorumlu olarak kavmi gösterdiğine göre demek ki sorumlu ortak gittiği zaman oradaki çalışanların hepsi gitmiş olur. Yeni sorumlu ile yeniden anlaşma yapmak gerekmektedir.
Dikkat edecek olursak;
Âyeti derinlemesine okuduğumuz zaman aklımıza gelmeyen hükümleri içermektedir.
قُلْ
(QuL)
“Kavl et”
“Kavl et” bir emirdir. Söylemeyi emretmektedir. Bucak başkanına emretmektedir. Bucak halkına söylemektir.
Bundan önceki “Kul”ların muhatabı münafıklardı. Onlar fiilî bir zarar vermiyor, sadece öyle olması temennisinde bulunuyorlardı.
Burada ise kalblerinde marazı olanlar da dâhildir. Muhatap değiştiği için “Kul” tekrar edilmiştir. Yani zekâtın kabul edilmemiş olması fasık kavim olma şartına bağlanmıştır. Yani maddî bir durum olacak, fiile dayanacaktır. Sadece kötü niyetli olmaları zekâtlarının kabul edilmemesi için yeterli değildir.
أَنْفِقُوا
(EaNFıQUv)
“İnfak ediniz”
“Nafaka” alınıp satılan demektir, harcama demektir.
Üretim yapıyorsunuz, kendiniz harcıyorsunuz yahut başkasına satıyorsunuz. Sonra da onunla siz başka şey alıyor ve onu harcıyorsunuz.
Burada “infak etmeyi” vergi verme şeklinde anlamak mümkün olabilir yahut iş yapmak demektir, ambara malı getirip teslim etmek demektir.
Eğer bir mal meşru yoldan elde edilmemişse, o mal ambara alınıp ona vergi belgesi verilmez. Benzer şekilde mal bozuksa ona da belge verilmez.
Ortak olarak üretilen mallar ayrı ayrı kabul olunmaz. Çalışanlar çalışma saatlerini yazarlar ve muhasibe verirler. Mal üretimi bittikten sonra ambara teslim olunur. Mal kabul olunduktan sonra çalışma saat derecelerine göre üretenlere bölüştürülür ve ellerine o şartlarla belge verilir.
Buradaki “infak ediniz” emir sigasıdır ama emir değildir. İster böyle yapmış olun ister şöyle yapmış olun demektir. “Küntüm münfıkune tav’an ev kerhen” demektir. Vergi olarak düşünüldüğünde de yine infakla ilgilidir. Çünkü vergi infak edilenlerden bir pay olarak alınır.
طَوْعًا
(OaVGan)
“Tav’an”
Tav’an: itaat ederek. İtaatte zorlama yoktur. Üst yetkili emreder. Sen kabul edersin veya etmezsin. Emreden seni zorlayamaz, muhakeme edemez, ceza veremez.
İtaat etmediğinden bir gadr söz konusu ise buna ancak yargı karar verir.
Bir mal bozuk olursa, ister kasten bozuk olsun ister kasten bozuk olmasın, o mal kabul olunmaz. Kabul olmayan malın da zekâtı alınmaz. Bu sebepledir ki haram malların zekâtı olmaz. Tütünün, içkinin, domuz sürülerinin zekâtı olmaz.
أَوْ كَرْهًا
(EaV KaRHan)
“Veya kerhen”
Zorunlu çalışma yerleri vardır.
İslâmiyet’te hapishane yoktur, onun yerine diyet vardır.
Hata ile işlenenlerin diyetleri dayanışma ortaklarınca ödenir, işleyenden alınmaz.
Kasten işlenenlerin de yine dayanışma ortaklıklarından tahsil edilir, sonra onlara rücu edilir. Ödeyemezlerse, zorunlu çalışma yerlerine alınırlar, buralarda da zorunlu çalışma yerleri vardır. Bunların da mallarının kabul olunması için malların uygun olması gerekmektedir.
لَنْ يُتَقَبَّلَ مِنْكُمْ
(LaN YuTaQabBaLa MiNKuM)
“Sizden takabbul olunmaz”
“Kabul olunmaz” denmemiş de “takabbul olunmaz” denmiş.
“Kabul etmek” demek karşılığını vermek demektir, mukabele etmek demektir. “Kubul” ön taraftır. Karşılaşmak demektir. “Bikabulin hasenin” denmektedir. Tefe’ül babı, iftial babına benzer. Ancak kesret manasını da içerir. İftial kendine iş yaptı demektir, tefeele kendine tedrici şekilde iş yaptı demektir. Birisi bir işi yapamamışsa, bozuk yapmışsa, onun elinden ehliyeti alınır, onun bir daha onu yapmasına izin verilmez.
Burada bir taraftan “Len” getirilmiş, asla kabul edilmez anlamında söylenmiştir. Bir taraftan da “Len Yukbele” denmemiş, “Len Yutakabbele” denmiştir. Yani başkaları da kabul edilmez demektir. Ehliyeti iptal edilir demektir. Yalnız böyle ehliyetin alınmış olması için fasık kavim tarafından bu fiilin işlenmesi gerekir. Yani fiil örgütçe işlenmelidir. İşbölümü ve dayanışma içinde işlenmesi gerekir.
إِنَّكُمْ كُنْتُمْ قَوْمًا
(EinNaKuM KuNTuM QaVMan)
“Bir kavim oldunuz”
“Kavm” kelimesi 30 milyonla 100 milyon arasındaki topluluğun adıdır. Kendine has dili vardır. Ayrıca kavim kelimesi genel olarak örgüt anlamında kullanılır.
“Örgüt” demek bir başkanları vardır, işbölümü yapmışlardır, aralarında sözleşme oluşmuştur. Örgütte iş yapmayanlara özel müeyyide uygulanmaktadır. Ortak iş yapma örgüt değildir, o fiile iştiraktir. Geçici olarak reflekslerle iş yapılır. Planlanmış, iş bölümü yapılmış ve bir başkanca yönetilmiş olması gerekmektedir.
Fıkhı bilmeyen savcılar ve yargıçlar müştereken yapılmış fiillere örgüt demektedirler. İşte böyle örgüt olan topluluklara da kavim denmektedir. Bunların tüzel kişilikleri oluşmuş olur. Ayrıca bir tescile gerek olmaksızın kişilik kazanmıştır, ona göre hükümlere tabi olur.
فَاسِقِينَ (53)
(FaSıQIyNa)
“Fasık bir kavim oldunuz.”
Kendilerinden infaklarının kabul olunmaması için fiili örgüt olarak işlemiş olmaları gerekir. Diğer taraftan yaptıkları fısk olacaktır. Malın bozuk olması yetmez, malın hileli olması gerekir.
Burada yeni fıkhi kurala ulaşmış oluyoruz.
Bilerek hile yapma ve bozuk mal imal etmenin cezası ehliyetin elinden alınmasıdır. Diyelim ki ekmek imal eden kimse bozuk mal üretti. Ekmeğe etiketinde yazılmayan maddeleri kattı ve hileli mal üretti. Onun cezası ondan ekmek yapma ehliyetinin alınmasıdır. Bir daha ekmek fırınının kıyam mülkiyetine sahip olamaz. Bir daha onun ürettiği ekmek kontrolörler tarafından kabul olunmaz, onun ürettiği ekmeğe kredi verilmez.
Şimdi “Kul” kelimesinin harfi atıfsız neden tekrar edildiğini daha iyi anlıyoruz.
Savaşa katılmayan kimselerden sonra hile yapanlar ele alınmıştır. Hile yapmak da münafıklık gibidir. Fıkıhta suç olarak kabul edilen gizli yapılandır. Hırsızın kolunu kesiyoruz da gasp edene sadece ödetiyoruz. Hile yapan için de durum budur. Hile yapan ve halkı kandıran malın kalitesini gizlediği için suçludur. Ne var ki bunun cezası ehliyetinin elinden alınmasıdır. Bu âyetlere baktığınızda bunun affı da yoktur, başka iş yapar.
وَمَا مَنَعَهُمْ أَنْ تُقْبَلَ مِنْهُمْ نَفَقَاتُهُمْ إِلَّا أَنَّهُمْ كَفَرُوا بِاللَّهِ وَبِرَسُولِهِ وَلَا يَأْتُونَ الصَّلَاةَ إِلَّا وَهُمْ كُسَالَى وَلَا يُنْفِقُونَ إِلَّا وَهُمْ كَارِهُونَ (54)
(Va MAv MaNaGaHuM EaN TuQBaLa MiNHuM NaFaQaTuHuM EilLAv EanNaHuM KaFaRUv Bi elLAHi ve Bi RaSUvLiHIy Va LAv YaETUvNa elÖaLAvTa EilLAv Va HuM KuSAvLAv Va LAv YuNFıQUvNa EilLAv Va HuM KAvRiHUvNa)
“Onlara, onlardan nafakalarının kabul edilmesine yalnızca Allah’a ve resule küfretmeleri mani oldu ve namazı yalnızca küsala olarak gelirler ve ancak istemeyerek infak ederler. ”
“Ve” harfi ile atfederek onları men etti demektedir. Men etme başka kabul edilme başkadır. Yoksa aralarında “Ve” harfi gelmezdi. Kabul olunmama, getirdiğin bir malın bozuk olması demektir. O mal ister iyi niyetle ister kötü niyetle imal edilsin, o mal kabul olunmaz.
Ambara bir mal teslim edildiği zaman iki şekilde teslim edilir. Mal standart değilse verilen malın kendisi alınacaktır. Yahut mal misliyattandır. Kendisi değil benzeri alınacaktır. Misliyattan olan malın tamamen sözleşmesinde yazılan vasıfları taşıması gerekir. Kontrolör buna uymayanı kabul etmez. Böyle bir malı kabul ettiği zaman o malın sorumluluğu o malı kabul eden kontrolörün dayanışmasına ait olur. Dayanışması o sorumlunun ehliyetini alamaz ama dayanışması olmayan sorumlu mesleğini icra edemez.
Eğer dayanışma ortaklığı sistemli olarak hileli malları kabul eden kontrolörlere göz yumuyorsa o da kavm-i fasık olur, dayanışma ortaklıkları geçersiz olur.
Burada nafakalarının kabul edilmesinden bahsedilmektedir. Emek veriyorlar. Malları kabul olununca nafakaları yani harcamaları da kabul edilmiş olur. Reddedilince nafakaları da kabul edilmemiş olur.
Bu âyet ehliyetin alınmasından bahsetmektedir. Bundan önceki âyet malların kabul edilmemesinden bahsediyordu. Onun için “ve” harfi ile atfetti.
Burada Allah’tan ve resulünden bahsetmektedir. “Bi” harfini tekrar etmiştir. Çünkü kastedilen hakemlerden oluşmuş yargı değildir. Ayrı ayrı “Allah” ve “resul”dür. “Allah” topluluğu, şeriatı ifade eder. “Resul” yönetimi ifade eder.
Kurallara uymadılar, yönetime uymadılar. Kastedilen küfür etmeleridir, namazlara gelmemeleridir, toplantılara katılmamalarıdır.
Burada namaz kılmamaktan değil namaza gelmemekten bahsetmektedir. Namazın evde kılınan ibadet olmadığı burada da bellidir. Ezan ve kamette namazı kılın denmemektedir, salata gelin denmektedir. Her şey bu kadar açık iken namazı sadece belli hareketlerden ibaret saymaları nasıl mümkün olmaktadır.
Onların içinde kârih olarak infak edenler vardır.
İnsanlar bir işi zevkle yapmalıdırlar, derslere de zevkle çalışmalıdırlar. Bunun için de herkes severek yapacağı işi seçmelidir, bunun için bir kimse severek çalışabileceği ilmi seçmelidir. Böyle olmayıp da istemeye istemeye bir iş yapılacaksa, istemeye istemeye ders yapılacaksa orada kerihlik vardır, tembellik vardır.
Bu âyet (Tevbe 54) bize önemli bir hususu hatırlatmaktadır.
İşçilik sistemi bunun için meşru değildir. Çünkü bu sistemde insanlar başkalarının verdiği işleri yapmaktadırlar. Bugünkü tedris sistemi bunun için meşru değildir. Çünkü insanlar zoraki şeyleri öğrenmektedirler.
Önce işçilik sistemi yerine “ortaklık sistemi” getirilecektir. İsteyen istediği işi yapmalıdır. Biz krediyi işverene değil işçiye vermeliyiz. İşçi hangi işi yapmak istiyorsa o işe ortak olmalıdır. Sevdiği işi yaptığından dolayı zevk alacaktır.
Kişi öğretmenini kendisi seçmeli, istediği dersi almalıdır. İmtihanlar hocası değil kurul tarafından yapılmalı ve ona her ders için icazet verilmelidir. Sen şu dersi bitir, sen bu dersi bitir denmemelidir. Ehliyet verirken de şundan sınıfı geçmiş veya geçmemiş olarak değil de, o işi yapıp yapamayacağına göre ehliyet vermelidirler. Ehliyet verenler aynı zamanda kefil olmalıdırlar, o yapamazsa biz öderiz demelidirler.
Bir iş yaparken bulunduğun topluluğun kurallarına ve yönetimine saygılı olacaksın. Kuralların dışında hareket etmeyeceksin, yönetimin yetkilerini bozacak davranışlarda bulunmayacaksın. Demek ki bile bile kurallara uymamak küfürdür. Hele gizli gizli işler yapmak tamamen -kelimenin delaleti ile- küfürdür. Yönetimin yetkileri içindeki kararlarına uymama da küfürdür. Bunun dışında toplantılara katılacaksın. Öyle bir topluluğu seçeceksin ki onlarla beraber olmak sana zevk verecektir. Bu da “hicret demokrasisi” ile mümkündür. Nihayet öyle bir iş yapacaksın ki sen ondan zevk alacaksın.
Bu düzenin oluşması kişilerin elinde değildir. Ancak “düzen” böyle olursa o takdirde bu gerçekleşir. O halde bu âyet mevcut düzende kötü olanları muhatap almamaktadır. Bu âyet kötü düzenin savunucularına hitap etmektedir; “işçilik sisteminiz” ve “ekseriyet demokrasiniz” işte böylesine kötü bir düzendir demektedir.
“Hicret Demokrasisi” ve “Ortaklık Sistemi” insanlara bulundukları toplulukları sevdirir. Boş kaldıkları zaman seve seve toplantılara katılırlar. Ortaklık sisteminde herkes zevk aldığı işleri yapar, çalışmak onun için zevk olur.
Bugün Türkiye’de bütçenin üçte birini yutan Millî Eğitim vardır. Milyarlarca liralara sahip olmuş ESAM vardır.
Bir de birkaç kişiden ibaret imkânsızlıklar içinde çalışan Akevler Adil Düzen Çalışanları Ekibi vardır. Risale-i Nur şakirtleri vardır, tarikatlar vardır.
Bunların başarılarına bakın, bir de resmi olanlara bakın.
Çünkü onlar küsâlâ çalışmaktadırlar. Bunlar ise inanarak çalıştılar.
Bediüzzaman yazılarını sürgünlerde ve hapishanelerde mum ışığında yazdı, bugün o yazdıkları çağımız dünyasını aydınlatmaktadır.
O günkü medreseler kapandı, üniversitelerini de biz kapatacağız.
Şimdi bizler Adil Düzen nur medreselerini yani günümüzün üniversitelerini açacağız; küfrün değil imanın medreselerini açacağız...
Eşlere isyanı değil sevgiyi öğreteceğiz...
Çocukları ailelerine düşman değil ailelerine bağlı yetiştireceğiz...
Çocuk ve insan haklarından değil, çocuk ve insan ahlâkından bahsedeceğiz...
وَمَا مَنَعَهُمْ
(Va MAv MaNaGaHuM)
“Ve onları men etmedi”
Men etmek yapmasına izin vermemektir. Kontrolörlere onların ürettikleri malları kabul etmemeleri emri verilir. Malların etiketleri üzerinde iki kayıt bulunur. Biri; imal edenlerin adı yazılıdır. Bu firmanın adıdır. Diğeri kontrol edenin adıdır. Kontrolün kabul etmediği bir mal misliyattan olmaz, nakledilemez, ambarda saklanamaz, kredi verilemez, hasara uğradığı zaman tazmin edilemez.
Burada men eden fail hazf edilmiştir. Men eden Allah’tır. Şeriattır. Yargıdır.
Müfessirler “şey’ün” kelimesini takdir etmişlerdir. Allah da olabilir demişlerdir.
Burada hazf var, o da kontrol müessesesinin olmasıdır. Kontrolün dayanışmanın kefaletinde olmasıdır. Kontrolörleri kabulden men eden dayanışma ortaklığıdır. Dayanışma ortaklığı kontrolörleri onların nafakatını kabul etmekten nem etmedi denmiş olmaktadır. Burada “menea”nın failini zikretmekle bir müessesenin varlığını yani kontrol müessesesinin varlığını ifade etmiş olmaktadır. Faili arayacağız ve istihsanla bulacağız demektir.
أَنْ تُقْبَلَ مِنْهُمْ
(EaN TuQBaLa MiNHuM)
“Onlardan kabul olunmasına”
Kontrolörler ürünleri kabul ettikleri takdirde damgalarını vururlar. Üreticilerin artık sorumluluğu kalkar. Sorumluluk kontrolörlere geçmiş olur.
Bey’de satıcı sattığı maldan sorumludur, bozuk çıkarsa onu tazmin eder.
Selemde ise satıcı kontrolöre kabul ettirdikten sonra artık ondan sorumluluk kalkar.
Mal bozuk çıkarca satıcılardan değil de kabul eden kontrolörün dayanışmasından talep edebilir. Kabul ettikten sonra ret caiz olmadığı için kontrolör kabul edince artık üreticiye ve satıcıya rücu caiz değildir.
Biz bunları değişik yerlerde yazdık, ne var ki istihsanla yazdık. Burada âyetler bizim istihsanımızı teyid etti. Bu da Kur’an’daki hükümlerin ne derece makul ve birbirine uyumlu olduğunu göstermektedir.
نَفَقَاتُهُمْ
(NaFaQaTuHuM)
“Nafakalarını”
Bu âyetlerde “nafakatuhum” geçmekte, “sadakatuhum” geçmemektedir. Çünkü burada zikredilen vergi değil üretimdir, kamuca kabul edilen ve ambarlara alınan mallardır.
Kontrol müessesesi yanında burada ortak ambarlardan da bahsetmektedir.
Biz istihsanımıza delil aramıyoruz. Âyetlere mana verebilmemiz için istihsanları ve hükümleri arıyoruz. Neden “nefakatühüm” dendiğini sorduğunuzda istihsanınız çıkmaktadır. Siz de istihsanınızı çıkarın. İkisi de doğrudur.
Kur’an’ın manaları bitmez.
إِلَّا أَنَّهُمْ كَفَرُوا
(EilLAv EanNaHuM KaFaRUv)
“Yalnızca onların küfretmeleri”
“Küfretmek” demek kapatmak demektir. Tohumu toprağa kapatmak küfürdür. Bir şeyi bile bile inkâr etmek ve başkasını iddia etmek küfürdür. İnsanların iyiliğini görmeyip Allah’ın nimetini görmeyip hamd etmemek, dua etmemek küfürdür.
İstiklâl savaşımız Allah’ın bize ihsanıdır. “Bu Mustafa Kemal’in eseridir” deyip ona karşı çıkmak küfürdür.
Bugünkü AK Parti iktidarı Allah’ın bize ihsanıdır. “Bu Erdoğan’ın eseridir” deyip ona karşı çıkmak küfürdür. İki bakımdan küfürdür. “Bu nimetlerin” Erdoğan’ın eseri olduğunu kabul etmek şirktir. “Bu nimetleri” Erdoğan’ın eseridir diye görmemek, o da küfürdür.
Küfrün bu manası yanında, gizli yapılan, kapalı yapılan şeyler de küfürdür. Örtülmüştür ve kapatılmıştır.
Burada “onlar küfür ettiler” demek açık yapmadılar demektir, gizli yaptılar demektir. Hile yapmak demek, gizli yapılan ve alıcıyı aksine inandırma işidir. Yani hilenin bir adı da küfürdür. Küfrettiler demek hile yaptılar demektir.
بِاللَّهِ
(Bi elLAHi)
“Allah’a”
“Allah’a hile yaptılar” demek, topluluğu kandırdılar, mallarında olanları yok gösterdiler, olmayanları da var gösterdiler demektir, kurallara beyanlara uymadılar demektir.
Kur’an okundukça ve kelimelerin geçtiği yerlerdeki manalar üzerinde düşünüldüğünde müteşabih olanlar muhkeme dönüşmeye başlar.
Müteşabih demek, onunla amel edilecek kadar açık değildir demektir.
Muhkem demek, onunla amel edilebilecek açıklıktadır demektir.
Allaha küfretmek O’na nankörlük olduğu gibi O’nun kurallarına gizli gizli karşı çıkmaktır. Bir işin yürümesi için iki etmen vardır.
Biri projedir. Projeye göre iş yapmaz da projeye uygun yaptığınızı beyan ederseniz o küfürdür.
Diğer taraftan yetkililerin yetkileri içinde aldıkları kararlara uymadığınız halde uyduğunuzu beyan ederseniz ona küfretmiş olursunuz.
وَبِرَسُولِهِ
(Ve Bi RaSUvLiHIy
“Ve resulüne”
“Bi” harfinin iadesi buradaki Allah ve resulünün hakem kararları olmadığını gösterir. Kur’an’da Allah ve resulü harficerin iadesi ile veya iadesiz söylenmektedir. O halde bunlar arasında bir mana farkı olmalıdır. Bu mana farkını biz birini hakem kararları, diğerini ise şeriat ve yönetim olarak anlıyoruz. Bu anlayışımızı kabul etmeyenler kendileri başka bir mana vermelidirler, yargıya da başka bir ifade bulmalıdırlar.
وَلَا يَأْتُونَ الصَّلَاةَ
(Va LAv YaETUvNa elÖaLAvTa)
“Ve salata ety etmezler.”
“Salâtı salv etmek” atın dört ayak üzerine koşması demektir, “sılıy” ise pişmek demektir. Biri hareketi, diğeri ise eğitimi ifade eder. “Salâtı ikame etmek” toplanıp birlikte istişare yapmak ve hareketler yapmak demektir ama mutlaka toplanmak demektir. Toplanmadan veya toplanarak yapılan dua anlamındaki hareketlere tesbih denmektedir. Salâtın toplanma anlamında olduğu burada açıkça belirlenmektedir.
Burada “gelmezler” diyerek salâtın toplantıya vurgu yaptığını ifade eder.
“Salât” birlikte yapılan içtimai davranışlardır.
İnsanın iki varlığı vardır; biri bedeni varlıktır, diğeri ise mali varlıktır.
“Salât” bedeni varlığın topluluğa ayrılmış kısmıdır.
إِلَّا وَهُمْ كُسَالَى
(EilLAv Va HuM KuSAvLAv)
“Sadece keslanlar olarak”
“Kesl” gevşemiş yaydır, esnekliğini kaybetmiş direnmeyen esnek cisimdir.
“Tembellik” bir şeyi yapmayı istememektir, istemeye istemeye yapmaktır.
Kur’an’da bir defa geçen kelimelerdendir.
İşe zorunlu gitme, işten zevk almamadır. İnsan istemediği bir işi yaparsa ona karşı isteksizlik oluşur. Öğrenmek istemediği bir işi yaparsa isteksizlik oluşur. Oyun ve eğlence haram edilmiştir. İnsanın işine yaramayan ama onu oyalayan işler lehv ve laibdir. İnsanın lehv ve laibden yani oyun ve eğlenceden kurtulması için zevk aldığı ama yararlı olan işlerle uğraşması gerekmektedir. Zevk aldığı şeyleri öğrenmelidir ama onlar yararlı olmalıdır.
İnsanın tembellikten kurtulması için o işi yapan arkadaş veya arkadaşlarla çalışmalıdır. Dersi beraber yapmalıdırlar, işi birlikte yapmalıdırlar. İnsan zamanla o işi yapmaya alışır, o ilmi öğrenir, o zaman da tembelliği gider.
“Salâta tembel tembel gelirler” diyor.
Beş vakit namaz budur. Günde beş defa bir araya gelip birlikte olunca onlar arasında bir birlik, bir dayanışma doğar. Eğer bu bir araya gelişte hayır üzerinde birleşirlerse sonra zevk alırlar. Ne var ki toplantılara katılıp da orada olmamak namazdan sehv etmektir. Bedenin oradadır ama kendin başka yerdesin. O tür toplantılar da insanı keslden kurtarmaz. Namazda olduğu gibi dışarıdan uzaklaşıp oraya gelmek gerekir.
Topluca bir konuda düşünmeye başladığınız veya söylediğiniz zaman birlik oluşur. Bir stadyumda binlerce insanın beraber top seyretmesi başka, tek başına televizyonda maçı seyretmek başkadır. Birlikte zikretme de budur. Beraberce ‘Allah... Allah…’ diye zikretmek insanların kalblerini yumuşatır. Bugün beyindeki elektrikî devreler ölçülmektedir. Bu tür araştırma ve denemelerle insanın nasıl etkilendiği ortaya çıkarılabilir.
وَلَا يُنْفِقُونَ
(Va LAv YuNFıQUvNa)
“Ve infak etmezler”
“Nafaka etmek” üretim işlerinde çalışmaktır. Üretimde harcanan emek ve mal infaktır, üretim yapmadır, birlikte üretim yapmadır. Satmak üzere ürettiğimiz mal için harcadıklarımız infaktır.
Birincisinde toplantılar yaptık.
Burada ise mal varlığı ile ilgili hükümler vardır.
İnsanın iki tür kişiliği vardır; bunlar topluluğun üyesi olarak kişiliği ve topluluktan ayrı olarak kendi kişiliğidir.
Bu âyette insanın topluluk içindeki kişiliğinden bahsetmektedir. Bunlar bedeni görevler ve mâli işlerden ibarettir. Birincisini tembellikle, ikincisini kerih olarak anmaktadır.
İşçilik sistemi insanı zevksiz hâle getirir. İşçilik sisteminde kişi işi sırf para kazanmak için yapmaya başlar. Herkes iş yapmadan zengin olmak istemektedir. Kişiler ne zaman emekli olayım yani çalışmayayım diye çabalarlar. Oysa biz bu dünyaya iş yapmak için geldik. Bir gün daha fazla üretim yaparsak çocuklarımıza daha fazla imkân bırakırız, âhirette de daha fazla kazanç temin ederiz.
Çalışırsınız ve para kazanırsınız. Elbette istenen budur ve bu iyidir. İş yapmazsanız para kazanamazsınız. Bu en kötüsüdür. Müminler çalışıp para kazanmamayı, çalışmayıp para kazanmaya tercih ederler. Çalışmadan para kazanmak haramdır. “İnsan için sadece sa’y vardır” âyeti bunun açık delilidir. Çalışmadan kazanmaya bâtıl kazanç denmektedir.
Siz hayatınızda önünüze gelen işi yapacaksınız. Ücretini ve parasını düşünmeyeceksiniz. Hangisi iyi ürün veriyorsa orada çalışacaksınız. Az para alsanız dahi işle meşgul olacaksınız. Ben hayatımda hiç para hesapları yapmadım.
Öyle düzen kurmalıyız ki, insanlar kazanmak için çalışmamalı, çalıştıkları için kazanmalıdır. Fakirlere ve yoksullara paylarını verirken onların tembel veya çalışkan olduklarına bakmayız, karınlarını doyururuz, kârih olarak iş yapmalarını istemeyiz.
إِلَّا وَهُمْ كَارِهُونَ
EilLAv Va HuM KAvRiHUvNa
“Yalnızca onlar karihler olarak”
“Kürh”, “Qarh” kelimesi ile akrabadır. “Qrh” irin demektir, kokan yaraya denir. İnsan da kokusundan hoşlanmaz. Hoşlanılmayan anlamına gelir. İf’al babında ikrah zorlamadır. İstemediği halde yaptırmak cebirden hafiftir. Bir işi istemeye istemeye yaparlar.
Namaz, zekât, oruç ve haccın; Kur’an’ı tilavetin, tesbihin ve zikrin hedefi insana iyi şeyleri sevdirmektir; çalışmayı sevdirmek, okumayı sevdirmek, araştırmayı sevdirmektir. Düzende herkes önce çalışmaya zorlanmamalıdır, aç kaldığı için çalışmak zorunda kalmamalıdır. Bunun için aşağıdaki tedbirler getirilmiştir.
1) Yol gibi haberleşme gibi birçok vakıflar vardır, onlar herkese bedavadır.
2) Bazı malların yarısı parasız verilir, yarısı iki misli fiyatla satılır.
3) Fakirlere, yoksullara, yetimlere ve kimsesiz yaşlılara ortak gelirden pay verilir.
4) 25 Genel Hizmet halka bedavadır. İşletmelerden alınan payların yarısı ortak fonda toplanır, halka hizmet verenlere bölüştürülür.
Ondan sonra da işçilere çalışma kredisi verilir. İstedikleri işverende çalışırlar, işvereni borçlandırırlar. Bundan başka işsizlik sigortası geliştirilir. Çalışanlardan kesilen yüzde 2,5 kadar paylar ile çalışmayanlara pay verilir. Ne işveren ne de işçi anlaşmaya zorlanmaz.
فَلَا تُعْجِبْكَ أَمْوَالُهُمْ وَلَا أَوْلَادُهُمْ إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ بِهَا فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا وَتَزْهَقَ أَنْفُسُهُمْ وَهُمْ كَافِرُونَ (55)
(Fa LAv TuGCiBKa EaMVAvLuHuM Va LAv EaVLADuHUM EinNaMAv YuRIyDu elLAvHu LiYuGaüÜıBaHuM BiHAv FıY elXaYAyTi elDuNYAv Va TaZHaQa EaNFuSuHuM Va HuM KAvFiRUvNa)
“Onların malları ve evlatları seni icab etmesin. Allah onlarla onları bu dünya hayatında nefisleri onlar kâfir iken zuhuk ederken tazib etmeyi irade etmektedir.”
Tarım döneminde en şerefli meslek çiftçilikti. Sonra inşaat gelir; inşaat ustaları din ve ilim adamlarından sonra en saygın kişiler olarak kabul edilmişti. Sonra da terzi ve ayakkabıcı gibi ustalar gelirdi. Ticaret ise en aşağı bir meslekti. Başka iş yapamayanlar ticaretle uğraşırlardı. İsrailoğullarının tarlaları yoktu, inşaat işleri onlar için zahmetli idi, elleri de zanaata yatkın değildi. Tek becerdikleri iş ticaret idi. Haçlı Seferleri’nden sonra Avrupa’da ticaret gelişmeye, kıyı kasabalarında Yahudi tüccarları zengin olmaya başladı. Zamanla sanayileşme başlayınca da tarım sektörü sıralamada geriledi ve sonlara düştü.
Sermaye ile din ve siyaset arasında çatışma başladı. Bugüne kadar sermaye güçlenerek geldi. Bugün dünyada ABD Merkez Bankası (FED) onlarındır. Dolar dünya merkez bankalarında altın yerine geçmiştir. Parayı ona göre ayarlıyorlar. Böylece tüm dünyanın parası sermayenindir. Tüm dünyayı onunla yönetmektedir.
Buraya kadar insanlık için kötü bir şey yoktur, bugünkü refah seviyesine bu sistem sayesinde ulaşmış bulunuyoruz.
O halde bu sistemdeki kötülükler nerdedir ve nelerdir?
1) Dünyayı merkezi sistemle yönettiklerinden sorunları çözememektedirler, halk sefil ve perişan durumdadır.
2) Paraları ile insanlığın dinini, ilmini ve yönetimini ellerine geçirmiş bulunup kendi kararlarına göre ayarlanmaktadır. Bu sebepledir ki din dışlanmış, ilim sömürü aracı olmuş, siyaset ise zulüm mekanizması hâline gelmiştir.
3) Faizli sistemde sınıflaşma meydana gelmekte, sefalet ile sefahat yan yana yaşamaktadır. Açlıktan ölen insanlar ile zevk dünyasında içkiler arasında boğulan insanlar aynı yerküresinde yaşamaktadır.
4) Sömürü sermayesi bu hükümranlığını sürdürmek için insanlar arasında savaş çıkarmakta, isyan ve ihtilalleri tezgâhlamaktadır.
Bu sebepledir ki sömürü sermayesinin sonu gelmiştir.
Sanayileşmenin gerçekleşmesi için sermaye terakümü gerekli olduğundan belli bir süre Allah onlara izin vermiştir. Sanayi inkılâbı da olmuştur. Şimdi kâğıt para icat edilmiş, artık sermaye terakümüne gerek kalmamıştır. Devlet için para sonsuzdur, yeter ki onu uygun şekilde kullanalım.
Bu zenginlik onları rahat ettirmiyor. Tarih boyunca hep zulüm görmüşlerdir. İkinci Dünya Savaşı sonunda en büyük ıstırabı çekmişlerdir. Bugün her yerde tedirgin olarak yaşamaktadırlar. Krizler kendilerini de rahatsız ediyor, ahlâksızlık onları da ahlâksız yapıyor.
Bu durumda canlarını kâfir olarak vereceklerdir.
Mallar ve canlar onun için onlara verilmiştir.
“Zahuk” suyu çekilmiş kuyu demektir. Masdar olarak zuhuk, çekilip gitmek demek, yerin altına inmek demektir. Ölüm insana ait nefsin bedenden çekilip gitmesi demektir.
Onların kâfir olarak ölmeleri için malları ve canları çoğalmıştır.
“Evlatlarının çokluğu” demek çevrelerinin çokluğu demektir.
فَلَا تُعْجِبْكَ أَمْوَالُهُمْ
(Fa LAv TuGCiBKa EaMVAvLuHuM)
“Onların malları seni icab etmesin”
“Acem” yabancı, dil bilmeyen demektir. “Me” “Be”ye dönüşerek tuhaf şey, anlaşılmaz şey anlamlarına gelir.
“İcab etmek” şaşırtmak demektir. Başka manası da benim de olsa deyip onu istemektir. Burada her iki mana da doğrudur.
Bunlar bu kadar kötü kimselerdir ama bunlar ne kadar zengindirler, ne kadar çokturlar, dünya onların emrindedir diye düşünmeyin. ‘Benim de onlar gibi malım olsun deme’ diyor. ‘Onların sahip olduğu imkânlara ben de sahip olayım’ deme.
Bugün bazı Nur cemaatleri ve bazı Millî Görüş cemaatleri böyle bir yanılgı içindedir. Sermayenin sahip olduğu imkânlara sahip olmanın peşinde koşmaktadırlar. AK Parti yaptıklarını anarken hep bu mallarının ve oylarının çokluğuna dayanarak öğünmektedir.
Buradaki muhatap tüm Adil Düzen Çalışanlarıdır. Siz de onlar gibi kalabalığın oyunu almakla, onlar gibi servet sahibi olmakla uğraşmayın, böyle bir temenniniz olmasın.
Biz servetin peşinde değiliz. Biz siyasi gücün peşinde değiliz. Biz kendi aramızda “Adil Düzen”i nasıl uygularız, onun peşindeyiz. Başkaları bize saldırmadıkça onlara dokunmayız. Biz sadece savunma savaşını veririz.
Buradaki zamir nereye gitmektedir?
Malları ve canları çok olanlar kimlerdir?
Kimilerinin malları veya canları bizi icab etmesin. Başta “Fa” harfi getirerek bundan önceki ifadeleri açıklamıştır. “Fa” harfi daha önce söylenenleri genişleterek hükme bağlamaktadır.
Bugün bunlar kimlerdir?
Önce İsrailoğullarından zengin olan sermaye sahipleridir. ABD’de bunlar 200 ailedir ve ABD’ye bunlar hükmediyorlar. ABD Merkez Bankası (FED) bunların elindedir.
Ondan sonra ABD’de ve dünyada yaşayan zengin Yahudilerin bir kısmıdır.
İsrail’de toplanan Yahudiler gariban Yahudilerdir, malları ve canları ile çok olan kimseler değildir.
ABD’deki 200 ailenin dünyayı yönetmesi için dünyada masonlar şeklinde organize olanlardır. Bunlar İsrailoğlu değildir, dolayısıyla Yahudi de değildir. Bunlar sömürü sermayesinin işbirlikçileridir. Bu teşkilat mason teşkilatıdır. Buradaki zamir zengin Yahudileri ve onların işbirlikçisi olan dünya zenginlerini içermektedir.
Bundan sonra bunlar teşkilat olarak tüm insanlığın kurumlarına hâkim durumdadırlar. Din düşmanıdırlar. Dinler içine sızmış, dinleri bozmaktadırlar, din müntesiplerini birbirlerine düşürmektedirler. İlim tamamen onların elindedir. Siyaset onların elindedir. Zaten ekonominin sahibidirler. İşte burada işaret edilen “onlar” bunlardır. ‘Bunların niçin bu malları ve çevreleri vardır diye düşünmeyesin, onlar gibi olmayı istemeyesin’ denmektedir.
وَلَا أَوْلَادُهُمْ
(Va LAv EaVLADuHuM)
“Ne de evlatları”
“La” tekrar edilmiştir, “İcab” tekrar edilmemiştir. Mallar ile evlatlar farklıdır. Onlara oy verenler farklı, zengin olanlar farklı kimselerdir. Bu sebeple “La” harfi tekrar edilmiştir. Ama hepsi birlikte sömürdükleri için de “İcab” kelimesi tekrar edilmemiştir.
İnsanlar güç etrafından kümelenir, böylece geçimlerini temin ederler. İktidarın nimetlerinden yararlanamayanlar da birleşerek kendilerini savunma durumuna geçerler. İktidarlar büyümenin verdiği rehavetle gevşeyip bozulunca zayıf olanlar güçlenir ve onlar iktidar olurlar. Bu böyle devam eder.
Bu doğal döngüden yararlanan Adil Düzen Çalışanları zayıfların yanında yer alırlar ve onlarla işbirliği yapıp daha ileri bir düzeni getirirler. Solcular da bu döngüden yararlanıp yeni düzeni getirmeye çalışırlar. Ne var ki solcuların yeni düzenleri yoktur, eski düzenin patronlarını değiştirmek isterler. İşçileri hâkim kılacağız derken sermayeyi hâkim kılarlar. Siyaset yerine ekonomi etkin olmaya başlar. “Adil Düzen” taraftarları ise işe makrodan değil mikrodan başlarlar. Zorla ve silahla değil, inandırarak ve anlatarak bu işi yapmak isterler; kendilerinin halka hâkim olmasını değil, halkın kendi kendine hâkim olması için çalışırlar.
إِنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ
(EinNaMAv YuRIyDu elLAvHu)
“Allah sadece şunu murad etmektedir”
Bu zenginliklerin onlara Allah tarafından verildiğini, bir amaçla verildiğini ifade etmektedir. O halde bu gün eğer hâkim olan ve zulmeden birileri varsa, bu Allah’ın takdiri ve izni ile olmaktadır, insanlık için iyi olduğundan dolayı yapılmaktadır.
Dinler zamanla bozulmuş ve hurafeler karışmıştır. İlme aykırı iddialar ileri sürülmüş ve insanlar buna uymuşlardır. Din ile dünya işlerini ayırmışlar, ibadetleri âhiret için yapmışlardır. Yaşlanmadan doğan bu eksiklikleri düzeltmek için kuvveti üstün tutan düzenler gelmiş ve güç elde etmişlerdir. “Adil Düzen”e imkân sağlamak için de solculuk gelmiş ve eski kurumları yıkmıştır. “Adil Düzen”e yol açılmış ve imkânlar sağlanmıştır.
Hepsi takdir-i İlâhidir, tabii oluşun birer adımlarıdır.
لِيُعَذِّبَهُمْ بِهَا
(LiYuGaüÜıBaHuM BiHAv)
“Onları tazib etmeyi”
Önce onları imkân sahibi yapmakta, sonra da ellerinden alarak onlara azab etmektedir.
Mal ve evlat peşinde koşmayanların kaybettikleri bir şeyleri yoktur, ne oy ne de servet kaybederler. Mal ve oy peşinde koşanlar ise devamlı stres ve korku içindedirler. Servetlerini ve güçlerini korumak amacıyla ömürleri hep boğuşma içinde geçmektedir.
Adil Düzen Çalışanları başkalarını kötülemekle vakit geçirmezler. Eksiklikleri kendilerinde ararlar. Mal ve evlat peşinde koşmazlar. Huzur ve sükûn içindedirler.
فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا
(Fıy elXaYAyTi elDuNYAv)
“Dünya hayatında”
İnsanlar daima öldükten sonra hayatın devam ettiğine inanmışlardır. Ölüleri gömmüşler ve ölüleri anıları ile yaşatmışlardır.
Sosyalistler Allah ve âhiret inancına şiddetle düşman olmuşlar ama ölülerine tapmaya devam etmişlerdir. Lenin madem öldü, madem artık yok; onun için dikilen heykeller nedir?!
Onlar âhiret hayatına inanmadıkları için onları âhiretle yola getirmek mümkün değildir. Bu sebepledir ki kötüler görünürde varlıklıdırlar, saadettedirler ama gerçekte ise en büyük sıkıntıyı çekmektedirler. İmtihan onlarda daha çok görülmektedir.
“Dünya hayatı” burada marife olarak gelmiştir. Kastedilen ölmeden önceki hayattır. Nefsin zuhukuna kadar olan hayat dünya hayatıdır.
وَتَزْهَقَ أَنْفُسُهُمْ
(Va TaZHaQa EaNFuSuHuM)
“Ve nefisleri zuhuk etsin”
“Zuhuk etmek” çekilip gitmektir. İnsanın ölümü nefsin bedenden çıkıp gitmesidir. Ayrıca kişinin topluluktan ayrılmasıdır.
Nefis kişilik olarak anlaşılınca ölümle kişilik sona erer. Artık bir hakkı kalmaz. Bu âyet ona delalet eder. Mustafa Kemal ölmüştür, onun artık bir hukuku yoktur. Peygamberler ölmüştür, onlar bir daha emredemezler. Biz onlara uyarız çünkü onlar örnek insanlardır.
Fıkıhçılarda yaygın bir kanaat vardır. İnsan son nefeste imanla giderse, günahları da olsa, cehennem azabından arınarak sonunda yine cennete giderler. Ama son nefesinde kâfir olarak giderse cehenneme gider ve oradan asla çıkamaz.
Bu âyet bu anlayışa destek vermektedir. Son nefes önemli kabul edilmektedir.
وَهُمْ كَافِرُونَ (55)
(Va HuM KAvFiRUvNa)
“Ve onlar kâfir iken.”
İnsan dünyaya eğitilmek için getirilmiştir. Son durumu önemlidir. Tüm yaptıklarının hesabını verecektir ama sonunda son duruma bakılacak ve ona göre muamele edilecektir.
Burada Kur’an’ın ısrarla durduğu iki nokta vardır.
İnsan ne kadar iyilik etmiş olursa olsun, ne kadar günahsız olursa olsun, daima iyiliği artırmalı, günahlardan korunmalıdır. Çünkü her nefesin hesabını verecektir.
Diğer taraftan insan ne kadar kötülük yapmış olursa olsun mutlaka tevbe etmeli ve kötü işlerden vazgeçmeli, ümitsizliğe düşmemelidir.
Bu iki oluşu dengelemek için bir taraftan her amelin hesabı sorulacaktır ama asıl istenen son durumdur. Sonunda duruma göre cennet veya cehennem istihkak edilecektir. Bu dünyada sıkıştık mı nihayet öleceğiz deyip kurtuluruz ama âhirette ölüm olmadığı için azabı çekmeye devam ederiz.