TEVBE SÛRESİ TEFSİRİ(9.SURE)
Süleyman Karagülle
2240 Okunma
100 VE 101.AYETLER

Tevbe Sûresi-42

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

***

 

وَالسَّابِقُونَ الْأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالْأَنْصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُمْ بِإِحْسَانٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ وَأَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي تَحْتَهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (100) وَمِمَّنْ حَوْلَكُمْ مِنَ الْأَعْرَابِ مُنَافِقُونَ وَمِنْ أَهْلِ الْمَدِينَةِ مَرَدُوا عَلَى النِّفَاقِ لَا تَعْلَمُهُمْ نَحْنُ نَعْلَمُهُمْ سَنُعَذِّبُهُمْ مَرَّتَيْنِ ثُمَّ يُرَدُّونَ إِلَى عَذَابٍ عَظِيمٍ (101)

 

وَالسَّابِقُونَ الْأَوَّلُونَ مِنَ الْمُهَاجِرِينَ وَالْأَنْصَارِ وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُمْ بِإِحْسَانٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ وَرَضُوا عَنْهُ وَأَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي تَحْتَهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (100)  

(Va elSAvBıQUvNa elEavVaLuvNa MiNa eLMuHAvCıRIyNa Va eLEaNÖARı Va elLaÜIyNa itTaBaGUv HuM BiEıXSAvNın RaWıYa elLAvHu GaNHuM Va RaWUv GaNHu Va EaGadDa LaHuM CanNAvTin TaCRIy MıN TaXTıHay eLEaNHAvRu PAvLiDIyNa FIyHAv EaBaDan ÜAvLıKa eLFaVZu eLGaJIyMu)

“Ve muhacirlerden ve ensardan evveller olan sabik olanlar ve onlara ihsan ile tabi olanlar, Allah onlardan razı olmuştur ve onlar da O’ndan razı olmuşlardır ve onlara ebediyen halid olarak tahtından nehirler akan cennâtı i’dad etmiştir. Fevzi azim budur.”

Bundan önce A’rabdan iman edenlerden bahsedilmişti. Onların infak ettiklerini kurubat ittihaz ettiklerini beyan etmiştir. Onların hicretlerinden ve cihatlarından bahsetmiştir. Buna göre A’rab müslimler olmalıdır. Buradaki sabıklar ise müminlerdir.

Devlet kurulmadan önce müslimler ile müminler arasında fark yoktur, hepsi müslimdirler ama mümin derecesinde müslimdirler. Cihad yapmaktadırlar. Devletleri yoktur ki cizye alsınlar. Dolayısıyla Mekke döneminde müslimlik söz konusu değildir.

A’rab da Allah ve âhirete iman etmişlerdir ama asker olmamışlar ve cizye de vermemektedirler. Badiyede yaşayanlardan cizye de alınmamaktadır. Onların yargı kararlarını kabul edip suç işlememeleri yeterli görülmüştür.

Cizye ancak savaşla fethedilen kent halkından alınacaktır. Badiyede yaşayan ve savaşla fethedilmeyen yerlerin güvenliğini devlet sağlamakla mükellef değildir. Dolayısıyla buralarda yaşayanlar ve çalışanlar müslim statüsündedirler ama cizye vermezler. Biz onların güvenliğini sağlamayı tekeffül etmeyiz ama kente girdikleri zaman onlardan mümin olanlar diğer müslimler gibi haklara sahiptirler.

Muhacir veya ensar olma yahut onlara tabi olma demek kentli olma demektir. İllere temlik edilmeyen ve merkez illerin de toprakları olmayan alanlarda güvenliği koruma illere ait değildir, devlete de ait değildir. Orada yaşayanlar kendi güvenliklerini kendileri korurlar veya çölde olduğu gibi oranın seyyididir, burası benden sorulur der ve kimseyi uğratmaz. Uğrayanlardan haraç alabilir. Denizlerin hükmü de böyledir. Denizlerin güvenliğini devlet sağlamadığı gibi insanlığın oraları savunan bir ordusu da yoktur.

Avlanma bahsinde hükümleri geçmişti. Buralarda avlananların vergileri oraların güvenliğini sağlayana aittir. İnsanlığın tek ümmet olması ve yeryüzünün tek yargı sistemi içinde bulunması hedef olarak seçilmiştir. İnsanlık devamlı ona yaklaşacaktır. Ama her yerin güvenliğini kesin olarak sağlamak mümkün olamayacaktır. Eskiden sadece kentlerin güvenliği sağlanmıştır. Köylerde yaşayanlar a’rab idi ve onların güvenliğini devlet tekeffül etmiyordu. Orada yaşayanlar çok azdı. Oranın güvenliğini sağlamak çok pahalıdır.

Uygarlık geliştikçe karaların her tarafı devletler arasında bölüşüldü ve devlet ülkenin tamamında güvenliği sağlamayı yüklendi. Bu güvenlik henüz tam olarak sağlanmamıştır. Karalarda güvenlik sağlansa bu sefer denizler yine güvensiz yerlere sahip olacak. O zaman denizlerde yaşayanlar a’rab olurlar. Denizlere de hâkim olduğumuz zaman insanlar uzaya açılmış ve orada kentler kurmuş olacaklardır. Bu sefer uzayda her yer muhacir ve ensardan onlara tabi olanlardan oluşmayacaktır. Sabikunun evvel sıfatı ve harfi tarifle gelmesi bütün bunları anlatmaktadır.

Bugün 100 katlı binalar yapılmaktadır. Önce temel atılır, sonra birer birer katlar çıkar. Temel bütün katların yükünü taşır. Her kat üst katların yükünü taşır. Temel kaç katlık yapılmışsa o binanın yüksekliği de o kadar olur.

Uygarlıklar da böyledir. Birileri çıkar ve yeni uygarlığın temelini atarlar. Onun üzerine katlar oluşur. Daha önce gelip uygarlığın oluşmasında hizmet verenler sabikundurlar. Temeli atanlar ise hem sabikun hem de evvelundurlar.

İnsan Hazreti Âdem ile var edildi. Kişiler olarak onların çocuklarıyız. Hazreti Âdem en bozulmamış genleri taşımaktadır. Ondan sonra gelenler hep onun genleri ile var olmaktadırlar. Bizden önceki insanlar biyolojik olarak bizden daha güçlüdürler, sosyolojik ve bilgi bakımından biz onlardan üstünüz. Bizden sonra gelenler de daha sosyal olacaklar, daha bilgili olacaklar.

Hazreti Nuh Peygamber ilk uygarlık temelini atmıştır. Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti Davut ve Hazreti Muhammed bu uygarlığın katlarını çıktılar. Kur’an’dan sonra insanlık, Hazreti Nuh’tan sonra ikinci defa yeni bir yapıya geçti.

Bu yapı peygambersiz uygarlıklar oluşturma yapısıdır. Bu yeni yapının sabikunu Mekke Muhacirleri ve Medine Ensarıdır. İlk Kur’an uygarlığının temellerini bunlar attılar. İlk Kur’an Medeniyeti Hazreti Peygamber ve ashabının uygulamasıdır. Biz şimdi peygamber olmaksızın âlimlerin ortaya koyup uygulayacağı bir medeniyeti kuruyoruz. Onlar bizim sabikunumuzdur. Onlar evvelundur.

Biz de peygambersiz bir uygarlığı kurmada evvelunuz. Allah böylece sahabelerden sonra ikinci derecede evvelun rütbesini tevcih etmiştir. Yerimiz yücedir ama sorumluluğumuz da o kadar çoktur. Allah bize nusret edecek, biz de çalışacağız ve bu ağır görevi yerine getirmiş olacağız.

Bundan önce peygambersiz ilk iman temelli hamleyi Bediüzzaman ve arkadaşları atmışlar, onlar sabikun olmuşlardır. İkinci hamle Akevler’de başlamış, Erbakan siyasette, Gülen dinde ilk uygulamaları yapmışlardır. Akevler’de ilmi çalışmalar yapılmakta, başarı ile ilerlemeler kaydedilmektedir. Bunlar sizin için sabikundurlar, evvelun da sayılırlar. Siz şimdi onların tabileri olarak III. binyıl uygarlığını oluşturacaksınız.

Bu çalışmalar 20. yüzyılın başlarında başlamıştır. İlk 33 yılda dinsizliğe karşı savunma durumunda olunmuştur. İkinci 33 yılda duraklama dönemi geçirilmiştir. Bediüzzaman bu dönemin sabikunudur. Son 33 yılda da hamle yapılmıştır. Bu hamleleri Millî Görüşçüler ve Cemaat yapmıştır.

Bu hamleler mevcut düzen içinde çözümler olarak ortaya çıkmış, Akevler dışında İslâm düzeni uygulama girişiminde kimse bulunmamıştır. Erbakan “Adil Düzen”i, “Adil Ekonomik Düzen”i anlattı, insanlığa Mekke dönemindeki gibi bir tebliği ulaştırdı.

Şimdi bugünkü “Adil Düzen” çalışanlarının görevi ihsan ile onlara tâbi olmadır. Bizim sabıklarımız olan iki ümmet vardır. Biri, birinci Kur’an uygarlığını kuran Muhacir, Ensar ve onlara tabi olanlardır. Muhacir ve Ensar ilk dört halife devridir. Onlara tâbi olanlar da içtihat devridir, Emeviler ve Abbasiler devridir. Birinci Kur’an uygarlığını onlar hazırladılar, Türkler ve Persler de uyguladılar. Bunlar bizim sabikunlarımızdır. Bir de üçüncü binyıl uygarlığını kurarken de bu sefer Bediüzzaman, İzmir Akevler, Erbakan ile Millî Görüş, Gülen Cemaati ve AK Partililer. Bunlar sabikunumuzdurlar. İkinci Akevler hamlesi ise müçtehitler devridir, “Müçtehit Yetişme Merkezi” bu amaçla kurulmuştur.

Allah birinci Kuran medeniyetini kuranlardan razı olmuştur. Onlar da O’ndan razı oldular. Burada önemli bir husus vardır. Biz durumdan razı isek Allah da bizden razıdır demektir. Akevler’in kendi içinde bir şikâyeti yoktur. Durumdan razıdırlar. Millî Görüşçüler için bunu söylemek zordur. O halde onlar da eksikliklerini kendilerinde aramalıdırlar.

Bütün bunlar âhiret içindir, asıl kazanç âhiretteki kazançtır.

وَالسَّابِقُونَ

(Va elSAvBıQUvNa)

“Ve sabikûn olanlar”

Müsabaka yarış meydanı demektir. Yarışı kazananlara verilen ödül anlamı da kazanmıştır. Mastar olarak yarışmak demektir. Herkes aynı tarafa koşuyor. Siz de arkasından gidiyorsunuz. Ona tabi değilsiniz. Siz kendi hedefinize doğru koşuyorsunuz, hedefiniz bir ama onu geçmek istiyorsunuz. Uygarlıkta sonra gelenler kendilerinden öncekilerin peşine gitmezler, onların yaptıklarını yapmazlar. Tam tersine onlardan daha ileri giderler.

Evet, apartmanı yaparken siz alt katın üzerine kendi katınızı kurarsınız ama siz yeni kat yaparsınız. O katı söküp üst kata taşımazsınız. Üst katı yeni malzeme ile yaparsınız. Biz de geçmiştekilere dayanırız, onların yaptıklarını tamamlarız ama onlardan daha iyisini ve yenisini yaparız. Bunun için “sabikûn” kelimesi getirilmiştir, “tabiûn” kelimesi getirilmemiştir. Sahabelerden sonra gelenler Sahabelere tabi olmadılar, onlardan aldıkları dört çift delili kullanarak yeniden fıkıh oluşturdular ve onları geçtiler.

Buradaki “ve” harfi “ve mine’l-a’rabi men”deki “men”e atfedilmiştir. Yani bunlar da onlar gibi iman ettiler ama onlardan önce iman ettiler. Önce a'rabdan bahsetmiş, sonra sabikûn olanları atfetmiştir.

Bugünkü devlet yönetiminin mantığına göre önce devlet vardır, halk devlet için vardır. Oysa Kur’an’a göre halk vardır, devlet halk içindir. Yani hedef kitle a'rabdır. Onların işlerini görmek için topluluk vardır. Kapitalistler devleti halk için kabul ederler. Sosyalistler halkı devlet için kabul ederler. İslâmiyet’te dünyada devlet asıldır. Devlet yaşayacak ki insanlar varlıklarını sürdürsünler. İnsanlar ölümlüdür, devletler süreklidir, insanlık süreklidir. Bu sebepledir ki vatandaşlar vatanları için ölürler. Ama âhiret için fert asıldır. Çünkü âhirette devletler dirilmeyecek kişiler dirilecektir. Buna işaret etmek üzere burada Muhacir ve Ensarı yani Medine ehlini köylüye atfetti. Köylü milletin efendisidir sözü bu manayı ifade eder.

الْأَوَّلُونَ

(elEavVaLuvNa)

“Evveller”

Buradaki evvelûn sabikûnun sıfatıdır. Binanın temeli evvel sabıktır. Birinci kat evvel sabıktır. Sonra gelenler daha üst katlar için sabıktır ama evvel değildir. Burada işaret edilen kimseler sabık oldukları gibi evvel olanlardır.

Kur’an İslâmın sabıklarını hicretten önce Müslüman olanlar olarak ifade eder. Bunlar Mekkeliler ve Medinelilerdir. Bunlar evvelûn sabıktırlar. Hicretten sonra Müslüman olanlar vardır, bunlar tabilerdir. Bir de Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olanlar vardır, fevc fevc Müslüman olmuşlardır. Onlar da sabıktırlar ama evvelûn değildirler. Hicretten sonra Mekke’nin fethine kadar Müslüman olanlar da onlara tabi olanlardır. Bunlar sabıktırlar.

İlk dönemlerde halife olmak zor bir görevi yüklenmek demekti. Hazreti Ebubekir halife olurken sadece göreve talip olmuştur, makama değil. Dört halifenin durumu budur. Bu sebepledir ki Muaviye galip gelmiştir. Onlar makam ihtirası ile talip değillerdir.

İstiklâl Savaşı’nı yapan komutanların durumu da budur. Kim bu işi başaracaksa onun etrafında toplandılar, onu sevmeseler de ona tabi oldular. Kişiye değil makama yani yaptığı işe tabi oldular.

Kurulacak Adil Düzen Partisi’nde de bu husus unutulmamalıdır. Parti kurma kabiliyetinde olan biri çıkar, parti başkanı olacak birini seçer ve ona biat eder. Biri başkan olur, biri de kurucu olur. Parti kurmak başka, partiyi yönetmek başkadır. Parti kurucusu başkan olmaya kalkışmamalıdır.

Bu durum yalnız partide değil bütün işlerde böyledir. Ben Akevler’i kurmak istediğimde Ahmet Tahir Satoğlu’nu başkan seçtim. Ben başkan olsaydım Akevler kurulmazdı. Ben parti kurmayı istediğimde Necmettin Erbakan’ı başkan seçtim. Ben başkan olmaya kalkışsaydım parti kurulmazdı. Ben Risale-i Nurları organize etmek istediğimde başkan olarak F. Gülen’i seçtim. Ben başkan olmaya kalkışsaydım Cemaat olmazdı. Ben bunlara biat edince çevredekiler de biat ettiler ve bugünkü Türkiye oluştu.

Kazım Karabekir Mustafa Kemal’e biat edince Cumhuriyet kuruldu.

Bunları niçin anlattım?

“Adil Düzen”i kurmak isteyenler asla başkan olmaya talip olmamalıdırlar. Kendileri bir başkan seçip onu başkan yapmalıdırlar. Onlar çalışır, isim o seçilende olur.

Burada resulden bahsetmeyip diğerlerinden bahsetmesi ve onlar için “evvelûn” demiş olması bu hikmete dayanır. Resulü resul yapan ilk biat edenlerdir. Bununla elbette başkanın yeri ve değeri azalmaz. Teklif eden de teklifi kabul eden de aynı yere sahiptir. Hak ve görevler eşittir. Başkan tektir, diğerleri cemaattir.

Fatih Erbakan Adil Düzen Partisi’ni kurabilir. Belki de bunu yapmak ona farzdır. Ama o kendisi başkan olmayacaktır. O gençliğini ve baba mirasını kullanacak, halkın kabul edeceği “Adil Düzen”i bilen bir kimseyi başkan yapacaktır. Yahut birileri çıkacak ve Adil Düzen Partisi’ni kuracak, başkan olarak Fatih Erbakan’ı başa koyacaklardır.

Burada denge meselesi son derece zordur. Partiyi A. Gül kuruyordu ama vazgeçti; R. T. Erdoğan’a kurdurdular. Sonra A. Gül cumhurbaşkanı oldu. Bugüne kadar falso vermeden yürüttüler, hep galip geldiler. Bu birlikteliği bozdukları anda parti yok olur.

مِنَ الْمُهَاجِرِينَ

(MiNa eLMuHAvCıRIyNa)

“Muhacirlerden”

Uygarlığın oluşması için hicret şarttır. Hicrete iki sebepten dolayı ihtiyaç vardır.

Bunlardan biri; hicret edemeyenler müslim olabilirler ama mümin olamazlar. Malını ve canını Allah için vakfedemeyen mümin olamaz. Bunun en önemli ayıracı hicrettir. Hicret edenler cihad ettiklerini ispat ederler.

Mekke Müslümanları çok ağır şartlar altında yaşıyorlardı. Birlik olup Medine’ye hicret ettiler. İsrail oğulları Mısır’da iyi kötü yaşıyorlardı. Birlik olup çöllere hicret ettiler. Bu muhacirlerin kurdukları uygarlıklar sürüp gitmektedir, kıyamete kadar da sürecektir.

“Adil Düzen”i kurmak isteyenler hicret edeceklerdir. Akevler bir hicret yeri olmuştur. Şimdi Yalova hicret yeri olarak görülmektedir. Önce dinlenme siteleri kurulacaktır. Sonra yüz dairelik lojmanlı işyeri apartmanları kurulacak, insanlar buralara hicret edeceklerdir. Yalova’da üniversite kurulacak ve orası “Adil Düzen Araştırma Merkezi” olacaktır. Yalova’da yüz dairelik lojmanlı işyeri apartmanlar kurulacaktır. Ayrıca Teşvikiye Köyü yaylalarında dinlenme siteleri olacaktır, asfalt yolla en çok bir saatlik mesafededir.

وَالْأَنْصَارِ

(Va eLEaNÖARı)

“Ve Ensardan”

Nusret daha çok siyasidir. Muhaceret sosyaldir, ekonomiktir. Ensar onlara sahip çıkanlardır, onları muhacir olarak kabul edenlerdir.

Ensar olmak muhacir olmaktan çok zordur. Kendi yerinizi ve yurdunuzu kendi isteğinizle başkalarına ortak edeceksiniz. Bu da yetmiyor, ayrıca onlar yönetici olacaklardır. Tarihte istila eden ordular halkı emirlerine alırlar ve yerlerini yağmalarlar. O bile uygarlıkların kaynağı olur. Oysa burada Medineliler kendi arzuları ile yabancıları kentlerine almışlar ve onların yönetimini kabul etmişlerdir. Yönetenler yönetmemiş, hizmet etmişlerdir. Hiçbir Mekkeli kendisini Medineliden daha büyük görmemiştir.

Bugünkü durumda Ensar yüz dairelik lojmanlı işyeri apartmanlarını finanse edecek insanlar olacak, Muhacir de bu apartmanlarda yerleşip “Adil Düzen” işletmelerini kuracak kimseler olacaktır.

Bugün yeryüzüne demokrasi hâkim olmaya başlamıştır. Yargı sistemi ve yerinden yönetim sistemi gelmiştir. Seçimler yapılmaktadır. Dolayısıyla “Adil Düzen” savaşla gelmeyecek, hattâ savaş olmayacak, hicret demokrasisi ile gerçekleşecektir.

İkinci Kur’an uygarlığını yani üçüncü binyıl uygarlığını yüz dairelik lojmanlı işyeri apartmanlarla oluşturacağız. Biz yapmazsak başkaları yapacaktır.

وَالَّذِينَ اتَّبَعُوهُمْ

(Va elLaÜIyNa itTaBaGUvHuM)

“Ve onlara tabi olanlar”

Tabi olmak, itaat etmek demek değildir, onun yaptığını yapmaktır. O seni görmez bile.

İmam kıbleye dönüktür. O rükûa gider, sen de rükûa gidersin. Ona tabisin.

Sabıklara tabi olunacaktır demek, onların emrine girilecektir demek değildir. Onların yaptıklarını yapacak, onların başlattıklarını tamamlayacaksın. Böylece hep beraber daha ileri adımlar atılacaktır.

Burada “Ellezîne” ile marife gelmiştir. Hicret etmeden önce Müslim olanlara sonradan katılanlar kastedilmektedir. Bununla beraber hicretten sonra Müslim olup Medine’ye gelenler çok azdır. Medine’de sonradan Müslim olanlar da Ensardırlar.

“Tabi olanlar” Hulefa-i Raşidin, Emeviler, Abbasiler zamanında tabi olanlar anlamına gelir. Daha geniş düşünürsek, ilk Arap müslimleri Muhacir ve Ensar idi; tabi olanlar sonra müslim olan Persler, Türkler, Güneydoğu Asyalılar ve Afrikalılardır. Bu şekilde anladığımız zaman 1900’lara kadar gelmiş Müslümanlar sabikûn ve onlara tabi olanlardır.

بِإِحْسَانٍ

(BiEıXSAvNın)

“İhsan ile”

Bu “ihsan” kaydı ile anıyoruz ki onlar körü körüne tabi olma yerine onların yaptıklarını hasen gördükleri için tabi oldular yahut onların başlattıklarını tamamladıkları için tabi oldular, ihsan ettiler.

Kime ihsan ettiler?

Bize ihsan ettiler, çünkü onlar sabikûn ve evvelûnun başladıklarını tamamladılar, bugün bize bu büyük uygarlığı bıraktılar.

Bu ihsan kaydı babalarının yaptıklarını yapanları ayırmak içindir. Yani onlar körü körüne tabi olmadılar, babaları öyle yaptığı için onlara uymadılar. Onların yaptıklarını doğru buldular ve o sebeple onların başlattıkları işleri tamamladılar.

Siz de sizden önceki nesle körü körüne tabi olmayacaksınız, o/onlar yaptı ben/biz de yapayım/yapalım demeyeceksiniz. İhsanen tabi olacaksınız. Bizim başladığımız işleri siz tamamlayacaksınız. İyi işleri tamamlayacak, kötü işleri atacaksınız.

İhsan adlin yanında getirilmektedir. Bir kimsenin hakkını vermek adldir, fazlasını vermek ihsandır. Babalarının yaptıklarını tamamlamak adldir, daha iyisini yapmak ihsandır.

Yeni nesil daima babalarının yaptığından daha fazlasını yapmalıdır. Cumhuriyeti kuranlar Meşrutiyetçilerden daha iyi işler yaptılar. Demokrat Parti CHP’nin yaptığından daha iyi işler yaptı. DYP ve ANAP da DP’den daha iyi işler yaptı. AK Parti onlardan daha iyi işler yapıyor. Birinin yaptığını diğeri yıkmayacak, tamamlayacak, daha iyisini yapacak. Adil Düzen Partisi de bunların başlattıklarını tamamlayacak ama daha iyisini yapacaktır.

İhsan ile tabi olmanın ne kadar derin manasının olduğunu bir de siz teemmül ediniz.

Sabikunlara ihsan kaydı koymadı, çünkü orada taklit yoktur.

رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمْ

(RaWıYa elLAvHu GaNHuM)

“Allah onlardan razı olmuştur”

“Redaa” süt emme demektir.

Süt emen çocuğun duyduğu süruru duyan kimseye “razı olma” denmektedir.

Evet, o nesil görevini yerine getirdi ve insanlığı bugünkü uygarlığa ulaştırdı.

Tarihte medeniyetleri peygamberler kurmuşlar, adil hukuk düzeni getirmişlerdir. Bundan yararlanan feylesoflar teknikte ileri uygarlığı oluşturmuşlardır. Nasıl baba ile oğul bir arada yaşarlarsa, kuvvet medeniyeti ile hak medeniyeti de birlikte yaşar. Batı medeniyetleri ile doğu medeniyetleri de böyledir. Ne var ki Hakka dayalı medeniyeti doğu başlatır, Batı onun üzerine kuvvet uygarlığını kurar. Bugünkü Batı uygarlığı, birinci Kur’an uygarlığının kuvvet uygarlığına dönüşmüş şeklidir. Basit tarihi bilgilerle bunları görmek mümkündür.

İnsanlık bugün ikinci Kur’an uygarlığını kuracak seviyeye gelmiştir. İnsanlığın başlıca dört temel buluşu vardır. 1) Ulaşım, 2) Haberleşme, 3) Aydınlatma, 4) Bilgisayar. Bunlar olmadan bir tek kitap ile insanlık yaşayamaz, insanlık tek ümmet olamaz. Demek ki Allah sabikûn ve evvelûndan razı olmuştur ki bugünkü beşeriyete bu imkânları bahşetti.

وَرَضُوا عَنْهُ

(Va RaWUv GaNHu)

“Ve onlar da O’ndan razı olmuşlardır”

İnsanlık bu ihsana karşı şükredeceğine, küfür etmeye başlamış, Tanrı’yı inkâr etmiş, dindar insanlara zulüm yapmıştır. Ama şimdi yeniden dine dönüş başlamıştır. “Adil Düzen” geldiğinde tüm insanlar saadet içinde, huzur içinde razı olacaklardır.

Cumhuriyet dönemi böyle bir razı olma dönemi değildir. Sovyet (sosyalizm) dönemi böyle bir razı olma dönemi değildir. Kapitalizm dönemi böyle bir razı olma dönemi değildir.

Geçmiştekiler razı oldular. Şimdi ise gece dönemini yaşamaktayız. Gerçi elli senedir insanlar razı olacakları düzene doğru gidiyorlar ama henüz varamadılar.

Bütün bunlar dünyadaki nimetlerdir ve “Adil Düzen”in geleceğine dair müjdelerdir.

وَأَعَدَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ

(Va EaGadDa LaHuM CanNAvTin)

“Ve onlara cennâtı i’dad etmiştir”

Ve” harfi ile atfedilmiştir. Razı olmaları bu dünyadadır. Bunlara âhirette de ihsan olunacaktır. Yani İslâm uygarlığı kuranlar bu dünyada saadete erecekler, ayrıca âhirette de mesut olacaklardır.

Cennât” kelimesi dişi kurallı çoğul olarak gelmiştir. Âhirette bir cennet değil, birbirini tamamlayan cennetler olacaktır. Değişik kimseler değişik cennetlerde yaşayacaklar, bir kimse değişik zamanda değişik cennetlerde yaşayacaktır.

“Hazırlayacaktır” denmemektedir, “hazırlamıştır” denmektedir. Hamile kalan bir kadının çocuğuna hazırlık yapılır.  Anne adayları bu hazırlığa çocukken başlarlar, bebek oyuncaklarla oynarlar. Erkek çocuklar ise bebek oyuncaklarla ilgilenmezler. Anneler ise kızlık zamanında da hazırlık yaparlar. Allah da insanları yaratmayı takdir ettikten sonra onlar için dünya hayatı ile birlikte cenneti de var etti. Şimdi hâlen mevcut olup bizim oraya gitmemizi beklemektedir. Dört boyutlu uzayda mevcuttur. Uzayımızın sonunda uzayımız ikiye ayrılmaktadır. Cehennem ateş içinde olan hayatı, cennet de bahçeler içindeki hayatı içermektedir. İstanbul’dan Ankara’ya kara yoluyla giden yolcu için Ankara’ya gitmesi 6 saat sonra olacaktır. Cennete giden yolcular için de oraya varış kıyamette olacaktır ama orası Ankara gibi mevcuttur.

Buradaki “Hum” zamiri sabıklara değil a’raba rücu edebilir. Cenneti yalnız sabıklara hazırlamadı, hepsine hazırlamıştır.

تَجْرِي تَحْتَهَا الْأَنْهَارُ

(TaCRIy MıN TaXTıHay eLEaNHAvRu)

“Tahtından/altından nehirler akar”

Borular döşenmiştir ve sudan, baldan, sütten, hamrdan oluşmuş şebekeler vardır. Borular toprağa gömülüdür. Kur’an’da 36 yerde bu tabir geçmektedir. 35’inde “Min” ile geçer, yalnız burada “Tahteha” ile geçer. “Min” hazf olunur. “Min” getirilerek kesirle okunanı da vardır. “Tahtıha Min” ile okunması hâlinde tamamı içinde nehirlerin aktığını ifade eder.

Toprağın altında kumlu tabakalar vardır. O tabakalarda sular akmaktadır. Akan nehirler batar, sonra başka yerde yine yeryüzüne çıkar. Suların madenleri içermesi için bu kumlu tabakalardan geçmesi gerekir. Burada ona işaret etmektedir. “Min Tahtiha” dendiğinde borular içinden geçen anlamındadır. “Tahteha” dendiği zaman kumlu topraklar demektir.

خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا

(PAvLiDIyNa FIyHAv EaBaDan)

“Ebediyen içinde halid olarak”

“Ebediyen halid olma” tabiri ebediyen kalıcı olma demektir. “Huld” parçalanmayan sert kaya demektir. “Huld” yağmurun ve karın yıpratıp parçalayamadığı kayalardır. Ölümsüz olmak için kullanılmaya başlanmıştır.

“Ebed        uzaklığından dolayı görünmeyen, sonu olmayan demektir. Sonsuz zaman için kullanılır. “Halidine” demek sürekli sonsuz olmak demektir. Dünyada halid değiliz. Bu ifade âhirette uykunun olmadığına delalet eder. Ara ara var olup yok olan olmayacaktır.

ذَلِكَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ (100)

(ÜAvLıKa eLFaVZu eLGaJIyMu)

“Fevzi azim budur.”

Burada işaret edilen nedir?

Cennet değildir. Çünkü cennet müennestir. Yukarıda anlatılanlardır.

Fevz gölgeliktir. Gölgeye girmek anlamında “kurtulmak”, mezara girmek anlamında “ölmek” demektir.

Kur’an’da “fevz” köklü kelimeler 29 defa geçmektedir. Demek ki onu kırka tamamlayan başka bir kök vardır. “FV” köklerine baktığımızda “dat” harfli “favd” kökünü bulursunuz. Sayısına bakarsanız bir defa geçmektedir.

“Faizun” 4 defa, “el-Favz” 16 defa, “Favz” 3 defa, “Faze” 2 defa, “Efuzu” 1 defa, “Mefaze” 3 defa geçmektedir, “Favd” bir defa olmak üzere toplam 30 etmektedir.

“Favz” kelimesi marife olarak geçmektedir. 14 yerde “el-Azim” ile geçer, bir yerde “el-Mübin” bir yerde de “el-Kebir” olarak geçer. Nekre olarak “Fevzen” üç yerde geçer. Üçünde “Azim” ile geçer.

Türkçede “fayda” kelimesi vardır, “zarar” kelimesine karşılık olarak geçmektedir. Kur’an’da bu anlamda değildir. Gerek “dad”la gerek “dal”la kazanç ve kâr anlamındadır. Türkçeye kazanç olarak tercüme edebiliriz. 17 defa “azim” olarak geçmektedir. Bir defa da “kebir” olarak geçmektedir, “kesir” olarak geçmemektedir. “Azim” hacimde büyük demektir. “Kebir” ise yaşça büyük demektir. “Kesir” ise sayıca büyük demektir.

“Mübin Fevz / açık kazanç” ne demektir?

Dolaylı kazançlar vardır. Yoksulların çocukları çalışkan olurlar. O halde yoksulluk zımni kazançtır ama çalışkanın kazancı açık kazançtır.

Âhiretteki kazançtan bahsederken harfi tarifle bahsetmektedir. Demek ki âhiret kazancı malum bir kazançtır, büyük bir kazançtır.

وَمِمَّنْ حَوْلَكُمْ مِنَ الْأَعْرَابِ مُنَافِقُونَ وَمِنْ أَهْلِ الْمَدِينَةِ مَرَدُوا عَلَى النِّفَاقِ لَا تَعْلَمُهُمْ نَحْنُ نَعْلَمُهُمْ سَنُعَذِّبُهُمْ مَرَّتَيْنِ ثُمَّ يُرَدُّونَ إِلَى عَذَابٍ عَظِيمٍ (101)

(Va MınMaN XaVLaKuM MıNa elEaGRABı MuNAvFıQUvNa Va MıN EaHLı eLMaDIyNaTı MaRaDUv GaLay elNıFAQı LAv TaGLaMuHuM NaXNu NaGLaMuHUM SaNuGaüÜıBuHuM MarRaTaYNı ÇumMa YuRadDUvNa EiLAy GaÜABin GaJIyMın)

“Havlinizde olan a’rabdan ve Medine ehlinden münafık olanlar vardır. Nifaka merd etmişlerdir. Onları sen ilmetmiyorsun, biz ilmediyoruz. Onları yakında iki defa tazib edeceğiz. Sonra azim azaba reddolunacaklardır.”

Daha önce mümin a’rab ve sabikun olanlardan bahsetmişti. Şimdi de onların münafık olanlarından bahsetmektedir. Yani ister kentli ister köylü olsun, onlardan iyi olanlar vardır kötü olanlar vardır. Her ikisinde önce köylülerden, sonra medinelilerden bahsetmekte, köylülüğün asıl olduğuna işaret etmektedir.

“A’rab” Kur’an’da iki yerde “Havlehum” ve “Havlekum” olarak geçmektedir.

Köylüler iki gruba ayrılmaktadır. Kentin civarında olan köylüler ve kentten uzak köylüler. Kente yakın köylüler kentlilerle ikili ilişkiler kurmuşlardır. Köylerine döndükleri zaman şehirlileri nasıl soyacaklarını planlarlar. Onun için bir topluluk oluştururlar. Kentte olanlar ise topluluk oluşturamazlar, sadece teker teker nifak yaparlar.

Topluluklar ve topluluk içinde yaşayan fertler çevreye uyum sağlarlar. Bu sebeple çok farklı olurlar. Bu sayede insanlık bir taraftan tek topluluk hâline gelir, diğer taraftan her küçük topluluk bağımsız birer varlık olur. Bu farklılıklar bu sûrenin ana konusudur. Bu sûre değişik tür toplulukları anlatmaktadır.

Bu farklılıkların sebepleri şunlardır.

a) Üretim biçimleri onları farklı yapar. Tarım sitelerindeki hayat sanayi sitelerindeki hayattan farklıdır.

b) Tüketim biçimleri. Soğuk yerlerde yaşayan insanların yaşayışları sıcak yerlerde yaşayan insanların yaşayışlarından farklıdır.

c) Topluluğun sayısı. Küçük toplulukların yapısı büyük toplulukların yapısından farklıdır. Yerinden yönetim bunun için gerekmektedir.

d) İrsi yapılar. Topluluk daha önceki toplulukların devamıdır. Ya bir topluluktan ayrılmıştır ya da değişik topluluklar birleşmişlerdir. Her topluluk ayrı yapı taşımaktadır. Onların çocukları o toplulukların özelliklerinden etkilenirler.

Bu toplulukların hepsinde iyi insanlar da bulunur, kötü insanlar da bulunur, bunlar farklı şekilde ortaya çıkarlar.

Medine halkının nifakı ile medine çevresinde oturan köylülerin nifakı farklıdır. Bugün sanayileşme dönemine geçilmektedir. Büyük göç ve mevsim mevsim taşınma hareketleri vardır. Henüz kentler ve köyler belirlenmemiştir.

Gelecek dünya nasıl oluşacaktır?

a) Gelecek dünyada insanların yarısı kentlerde sanayi ile geçinecekler, diğer yarısı da köylerde tarım ile geçineceklerdir.

b) Gerek köyde gerek kentte yaşayanlar yüzer daireli lojmanlı işyeri apartmanlarında yaşayacaklar. Zemin katları işyerleri olacak ve orada çalışacaklardır. Kentlerde apartmanlar komşu olacak, onların arasını sadece yollar ve yeşil alanlar ayıracaktır. Her apartmana beş dönümlük bir yer ayrılacaktır. Köylerde yaşayanların ortalama onar dönümlük arazileri olacak, apartmanlar birbirinden uzak olacaktır.

c) Apartmanlarda onar dairelik katlar olacak ve her kat ayrı aşireti barındıracaktır.  Böylece topluluk yapılaşması kesin olacak, Kur’an’ın anlattığı içtimai yapılar daha belirgin hâle gelecektir.

d) On kadar apartman sakinleri birleşecek ve “tarım siteleri” oluşturacak veya “sanayi siteleri” oluşturacaklardır. İşte bunlar arasında da sosyal yapı farklı olacaktır.

Bugün bu yapılaşmaya doğru gidilmektedir. Bu topluluklar henüz oluşmadığı için Kur’an’da anlatılan sosyal gruplar net olarak görülememektedir.

Âyette geçen “Siz bilmezsiniz biz biliriz” ifadesindeki “biz” kimdir?

Kâinatı var eden Allah olmalıdır. “Ben bilirim” demeyip “Biz biliriz” demesiyle meleklerle biliriz anlamı çıkar. O halde melekler de bizim işlere karışmaktadırlar. Onları yakından takip edip durumlarını tesbit etmektedirler. Eğer buradaki “Nahnu” topluluk olarak anlaşılacak olursa, topluluğun, münafıkları gizli servisle tesbit etmeleri ama bunu açıklamamaları gerekir.

İki defa tazibden bahsetmektedir. Allah’ın öyle sosyal kanunları vardır yahut görevlileri vardır ki bunlar gerekli azabı verirler.

Kooperatifin haklı bir alacağı vardı. Belgelerle kanıtlayamıyorduk. Mahkeme yemin etmeme karar verdi. Sahte belge üzerinde yemin ettim. Sonra korkunç bir kaza geçirdik ve kurtulduk. İkinci bir defa daha yemin etmedim. Benzer şekilde köylüden bir tarla aldım, 8000 TL verdim. Sonra yeri sattığını inkâr etti, aldığı paramızı vermedi. Yemin ettirdim. Yalandan yemin etti. Sonra o yerin yanında bir araba ona çarptı ve paramparça oldu.

Demek ki zulmedenlerin cezası dünyada verilmektedir.

Bu cezaları kim vermektedir?

Allah’ın görevli melekleri vardır, onlar plan yapıp uygulamaktadırlar.

Siyasette de bu kadar oyunlar oynanıyor ama oynayanlar değil saf olanlar galip geliyor. Tarih bu şekilde hareket edenleri yok etmektedir.

Gerçi bugünkü materyalist âlimler bunlara inanmıyorlar.

Bir zelzele olur ve halk helak olur. Bunun o topluluğun günahı ile bir ilişkisi yok derler. Kur’an ise bu konuda ısrar etmektedir.

Rüya da böyledir. Rüyaya ilmen inanılmamaktadır. Bunlar peşin hükümlerle reddetmedir. Ne yapılmalıdır? Bunlar ilmen araştırılmalıdır. Mesela internette rüya dosyaları bulunmalıdır. Yazılacak ve birileri yorumlayacak. Olaylardaki mutabakat aranacak. Olaylarla yorumlar arasında ilişki kurulacak. Örnek olarak cumhurbaşkanı kim olacak rüyaları yorumlanacaktır. İsabet derecesine göre rüyanın hakikat olup olmadığı ilmen tesbit edilecektir. Bunun gibi doğa âfetlerinin olduğu kentlerin sosyal yapıları incelenecek, orada da bir ilişki olup olmadığı ilmen ispatlanacaktır.

Diyebilirsiniz ki bugün fay hatları belli, zelzelelerin olacağı da belli. Bunu nasıl halkın günahına bağlarsınız. Helak olacak halk oralara taşınır, oralarda yerleşirler. Kendileri iyi olur ama cihad etmezler. Kur’an bunları anlatmaktadır.

İlk baktığınızda bunlar esatir gibi gelir ama ilmî çalışma Kur’an’ın dediğini doğrular. Kur’an’da var diye bir şey ilmen ispat edilmemişse onun olduğunu iddia etmeyiz. Kur’an bize ilmen sabit olmayana inanmamızı veya amel etmemizi değil de, Kur’an bize bu hususta araştırma yapın ve ispatlayın da Kur’an’ın ilahi söz olduğunu ortaya koyun demektedir. İspat edemediğimizde biz bilmiyor ve anlamıyoruz deyip iddialarda bulunmayacağız.

İki defa azabın manası ise şudur. Allah yanlış yolda olunduğu zaman birinci uyarıyı yapar, sonra onu kaldırır, sonra ikinci uyarıyı yapar onu kaldırır. Düzelmelerini ister. Düzelmezlerse helâk eder. Âhirette de azab eder. Bu tarihi uyarıları hep görmemiz gerekir.

وَمِمَّنْ حَوْلَكُمْ

(Va MınMaN XaVLaKuM)

“Ve havlinde olan”

Bin hanelik tarım ve kent bucaklarının yanında, merkez bucakları vardır. İlçe merkez bucakları vardır, buna “belde” denmektedir. Bölge merkez bucakları vardır, bunlara “medine” denmektedir. Bir de insanlık merkez bucakları vardır, bunlara “mısr” denmektedir.

Belde merkez bucakları taşra bucaklarının merkezidir. Medinenin çevresinde tarım kentleri bulunur. Bunlar köylerde otururlar, kentlerde de çalışırlar. Bunlar yarı köylerdir.

Bunlar medinenin havlinde bulunan a'rabdır.

Bunların içinde örgütlenmiş münafıklar vardır.

“Hâle” Güneş çevresindeki beyazlıktır. Güneşteki gaz tabakasıdır. Bir yerin çevresindeki duvara “hait” denir. Çevredeki yakın alana “havl” denir. “Havl” ayrıca sene için kullanılmaktadır. Güneş yılı Ay yılını içerdiği için havl denmektedir. Sene ise ortak addır.

مِنَ الْأَعْرَابِ

(MıNa elEaURABı)

“A’rabdan”

Köylülerden veya Yörüklerden anlamındadır.

İnsanlar başlangıçta meyve toplayarak geçiniyorlardı. Sonra avcılığa ve çobanlığa başladılar, gezgin oldular. Sonra çiftçiliğe başladılar, köyler oluşturdular. Köyler birbirlerini tanıyan topluluklardır. Sonra beldeler oluştu. Beldede oturanlar birbirlerini tanırlar ama çevreden gelenleri herkes tanımaz. Medine/şehir halkı ise birbirlerini tanımaz olurlar.

A’rab kelimesinden bugün köylü anlaşılacaktır. Avcılık ve çobanlıkla yaşayanlar çok azalmaktadır. Tarım hiçbir zaman sona ermeyecektir.

Buradaki marife “Min”dir. A’rab marifedir. Çoğuldur. Çoğul marifede yapılan “Min” maruf grubu ifade eder. Bu da medineye bağlı köyler demektir. Kentlilerin bunlarla ilişkileri fazladır. Süt gibi günlük tüketimleri kentliler buralardan temin ederler. Seralar buralarda bulunur. Ayrıca kentlerde yaşayanlar temiz hava almak için buralarda dinlenme evleri edinirler. Bu yönleri ile de kent halkının köy halkı ile ilişkileri olacaktır. Kentten uzak olan köylerde münafıklık zordur. Çünkü herkes herkesi yakından tanımaktadır. Birbirlerine karşı münafıklık yapmazlar. Bunun için “Havleküm” denmektedir.

مُنَافِقُونَ

(MuNAvFıQUvNa)

“Münafıklar vardır”

“Nafaka” harcama anlamındadır.

“Münafıklar” birbirini harcayanlar demektir.

Canlılar arasında iki çeşit ilişki vardır. Bir canlı başka canlıyı yiyerek yaşar. Canlılar birbirlerine dayanarak ve yardımlaşarak yaşarlar, çatışma veya dayanışma ile yaşarlar. Aynı tür canlılar dayanışma içindedir, birbirlerinin etlerini yemezler.

İnsanlar da aynı tür varlık oldukları için birbirlerini yok ederek değil, birbirlerine dayanarak yaşamaları gerekir. Ama insan böyle yaratılmamıştır. Kimilerinin arasında çatışma vardır, savaş vardır. Böylece uygarlık doğmakta ve nüfus dengesi sağlanmaktadır. Kentlerdeki insanlar dayanışma ve yardımlaşma içinde yaşarlar. Tarım dönemine geçen köylerde de artık çatışma yerine dayanışma yer almıştır. Çatışma olsa bile alenidir. Kentlerin yakınında olan köylülerde ise çatışma düzeni hâkimdir ama bu gizlidir, münafıklık şeklindedir.

Kentlerin oluşması dönemlerinde köylerden gelen insanlar kentlerin kenarlarında oturmaya başlarlar ve kent için sorun olurlar. Köylerdeki sosyal baskı kalkmıştır. Kentlerdeki dayanışma ruhu da gelmemiştir. Varoş denilen bu yerler kentliler için sorun olmaya devam eder, gecekondular sorunu ortaya çıkar.

Bu sorunların oluşmaması için planlı yerleştirme söz konusu olmalıdır. Fabrika kuran girişimciye fabrika ruhsatı verirken fabrikada çalışacak kişilerin kalacakları yerleri yani meskenleri de temin etmeleri talep edilir. Yani fabrikalar lojmanlı yapılır. Değişik yerlerden gelip fabrikada çalışanlar zamanla oranın kentlisi veya köylüsü olurlar.

İnsanları münafıklığa sevk eden hayat şartlarıdır. Normal yoldan hayatını temin edemeyenler münafıklıkla veya isyanla hayatlarını sürdürürler.

Şeriatın görevi normal yollarla insanların hayatlarını sürdürmelerini sağlamaktır. İlk yapılacak imandır/emndir, yani gerek siyasi gerek sosyal güvenliği sağlamaktır. Şeriat içinde yaşayanların hayatları güvence içinde olmalıdır. Bundan sonra yine de nifak veya fesat içinde olanların da yargı tarafından cezalandırılması gerekir. Eğer suçlular cezalanmazsa mikrop gibidirler, çoğalırlar ve bütün vücudu sararlar.

Bunların hedeflerinin gerçekleştirilmesi nasıl sağlanacaktır?

“Adil Düzen”de bunun için dört temel ilke getirilmiştir.

a) YERİNDEN YÖNETİM getirilerek halkın kendi sorunlarını kendilerinin bulundukları yerde çözmesi sağlanacaktır.

b) HAKEMLİK SİSTEMİ getirilerek ihtilaf edenler arasında adalet geciktirilmeden gerçekleştirilecek, o toplulukta adil bölüşüm sağlanacaktır.

c) ÇALIŞANA FAİZSİZ KREDİ SİSTEMİ getirilerek sömürü sermayesinin hâkimiyeti yerine çalışanların yani emek sahiplerinin hâkimiyeti sağlanacaktır.

d) KAMU PAYI OLARAK ALINAN VERGİLERLE altyapı, genel hizmet, kamu görevi yerine getirilecek ve yeryüzü kira payı olarak çalışamayanlara payları verilecektir.

وَمِنْ أَهْلِ الْمَدِينَةِ

(Va MıN EaHLı eLMaDIyNaTı)

“Ve Medine ehlinden de”

Bu âyet a’rabın köylülerden oluştuğunu çok açık şekilde ifade etmiştir.

“Medine” “dane”den yaklaşmış anlamındadır.

On dönüm yerde bir yüz dairelik apartman oluşmakta, sokaklar ile birbirlerinden ayrılmaktadır. Beş dönümünde apartman kurulmaktadır.

Tarım apartmanları bin dönümlük alan üzerinde kurulmaktadır. Apartmanlar arası boş olmaktadır. Burada yaşayanlar tarlalarda çalışmakta, artırdıkları zamanlarını ise apartmanlarda yani sanayi üretimi yapılan yerlerde değerlendirmektedirler.

Medine ehlinin yaşam şekli başka, köylülerin yaşam şekli başkadır. Her ikisinde münafıklar bulunmaktadır. Köylüler onlara münafıklık yapınca onlar da köylülere münafıklık yapmaktadırlar.

مَرَدُوا

(MaRaDUv)

“Merd etmişlerdir”

“Merd”üzerinde nebat bitmeyen yer veya yaprakları dökülmüş ağaç demektir. “Marid” kurutan demektir. PaRlatılmış cilalanmış anlamındadır. Bir şeyin dışını başka türlü göstermek “merd etmek” demektir. Nifak üzerine boyadılar.

Bunlar için “münafık” kelimesini kullanmayıp “nifak üzere merd ettiler” demesi bugünkü ambalaj yarışını ifade etmektedir. Ürettiği malları pazarlamak için mallar üzerinde içini göstermeyen sahte etiket yapıştırmak merddir.

Batıdan gelen keresteyi 5*10 diye alırsanız, 5,3*10,3 gibi ölçüleri vardır. Türk mallarını alırsanız, size 5*10 verir ama 4*8,5’tur. Tüm ölçüler ve akitler böyledir.

İşte bu merd etmektir. 

Tüm reklamlar merddir.

Demek ki köylüler kendi ürettiklerini farklı pazarlarlar, kenttekiler ise malları farklı pazarlarlar. Her ikisi de nifaktır. Bu sebepledir ki köylülerden bahsederken münafık denmektedir. Kentlilerden bahsederken ise nifak üzerine ambalajladılar diyor.

عَلَى النِّفَاقِ

(GaLay elNıFAQı)

“Nifak üzere”

“Nifak” nafakanın çoğulu olabilir yani eşya üzerine, satılan mallar üzerine sahte etiketler yapıştırdılar, ölçülerde ve tartılarda faklılıklar yaptılar demektir.

Köylüler kendilerini farklı gösterdiler, kentliler ürünlerini farklı gösterdiler.

Üretilen buğdayda değişiklik yapmazsınız. Dolayısıyla köylü mallar üzerinde nifak yapmaz. Oysa köylü alıp buğdayı fabrikada un hâline getirirken patates katabilir, sahte ürünü buğdaydır diye gösterebilir.

لَا تَعْلَمُهُمْ

(LAv TaGLaMuHuM)

“Sen onları bilmezsin”

Buradaki “sen” başkan olabildiği gibi kişilerden her biri de olabilir.

Öyle bir nifak yaparlar ki kişiler onu bilmezler. Yahut yönetim bilmez, başkan bilmez.

Başkanın bunları denetleme yetkisi yoktur. Kimseye sen münafıksın denemez. Kimseye senin malın sahtedir denemez. Öyle hukuk düzeni oluşturulmalıdır ki toplulukta o kendiliğinden ortaya çıkmalıdır.

نَحْنُ نَعْلَمُهُمْ

(NaXNu NaGLaMuHuM)

“Biz onları biliriz”

Yani ister köydeki münafıklar olsun, ister kentteki münafıklar olsun, onların mallarını veya kendilerini ortaya çıkartma işi yönetime ait değildir. Çünkü öyle olsa o zaman müdahaleci düzen ortaya çıkar, hukuk düzeni değil de askeri düzen gelir.

Onu bilmek topluluğa aittir.

Eğer buradaki “Nahnu” kelimesinden âlemlerin rabbi anlaşılırsa; meleklerimiz vardır, onlar takip ederler demektir. Her iki mana da doğrudur. Melekler vardır, insanların hizmetindedirler. Yahut devlet görevlileri vardır, onlar takip ederler.

Bizim geliştirdiğimiz sistemde üretilen mallar ambara gitmekte, vasıfsız mal belgesi verilmektedir. Belge satılıp alınmaktadır. Ambara giren mallar ilçe laboratuarlarında sorumlu kontrolörler tarafından kontrol edilmekte ve vasıflı mal belgesi verilmektedir. Vasıflı mal belgeleri satılmaktadır. Bölgelere gitmekte, fabrikalarda standart mallar hâline getirilmekte ve kontrolörler tarafından etiketlenmektedir. Dünya pazarlarında satılmakta ve halk satın almaktadır. Bozuk veya vasıfsız çıkan malların kontrol sonuçları hakemlerden oluşan yargıda hükme bağlanmaktadır. Böylece bunlar topluluk tarafından bilinmektedir.

Kişilerden münafık olanlara uygulanacak hükümler de bundan önce anlatılmıştır. Kendilerine kamu görevleri verilmez ve onlardan vergi kabul edilmez, bu hizmetleri verenlerin sahip olacakları haklardan yararlanamazlar.

سَنُعَذِّبُهُمْ مَرَّتَيْنِ

(SaNuGaüÜıBuHuM MarRaTaYNı)

“Onları iki defa tazib edeceğiz”

Bir mal üretirsiniz, piyasaya sürersiniz. Mesela, 1000 tane ayakkabı sattınız. Bunlardan diyelim ki 10 adedi bozuk çıktı. Üretici veya kontrolör bunları öder, onlara hiçbir ceza verilmez, %1 hata olağan kabul edilir ama bu oran %11 olduğu zaman ondan üretme veya kontrol etme yetkisi alınır. Bir kimse bir defa hata yaparsa ceza verilmeyebilir, iki defa hata yaparsa ceza verilmeyebilir ama bu tekrar ettiğinde artık cezaya müstahak olur.

“Nahnu”yu âlemlerin rabbi olarak anlarsak, bu şekilde hareket edenlere önce ihtar mahiyetinde ceza verilir, sonra kaldırılır. Yeniden suç işlemeye izin verilir. İkinci defa da işlerse yine kaldırılabilir. Ama üçüncü olarak işlediğinde artık cezası kaldırılmaz. Yahut Allah cezalarını melekler aracılığı ile verir.

Kur’an’da anlatılan kıssalar hep bunları ifade eder. Uyarı yapılır ve beklenir. Uyarı yapılır ve beklenir. Bugünkü insanlığın durumu budur.

İnsanlık “Adil Düzen” tebliğini almış, bunun sonucu olarak büyük rahatlığa kavuşmuştur. Sovyetler yıkılmış, ABD’de sermayenin devlete hâkimiyeti sona ermiştir. Bundan dolayı bugün insanlık rahatlık içindedir.

Türkiye’de de dışa bağımlı sermaye ile ordunun birlikteliği ve onların halka zulmetmesi sona ermiştir. Birinci azap sona ermiştir. Bugün ikinci azabın çanları çalmaktadır. Bu da bir şekilde atlatılabilir. Ama insanlar bunlara rağmen hâlâ uslanmazlarsa, “SOSYAL TUFAN” gelip insanlığı III. binyıl uygarlığına hazırlar.

Türkiye’den ve insanlıktan neler istenmektedir.

1) Faizli sömürü düzeni kalkmalıdır. Karşılıksız faiz parası yerine “karşılıklı emek parası” çıkmalıdır. Tekelciliğe son verilmelidir.

2) Atanmış olanların yani hakimlerin yargılaması sistemi son bulup “hakemlerden oluşan yargı sistemi” doğmalı ve yargı üstünlüğü kabul edilmelidir.

3) Merkezi yönetim sistemi sona erdirilmeli ve “yerinden yönetim sistemi” getirilmeli, merkezler taşraya hükmetmemeli, onlara hizmet etmelidir.

4) Basın/medya ve benzeri genel hizmetlerde (25 Genel Hizmet) tekel sona erdirilmelidir...

ثُمَّ يُرَدُّونَ

(ÇumMa YuRadDUvNa)

“Sonra reddolunacaklardır”

Buradaki “Sümme” âhirette reddolunacaklarını ifade eder.

İlk defa azab dünyada olacak ve âhirette de azaba uğrayacaklardır.

Bununla beraber üçüncü suçtan sonra artık onlara büyük ceza verilir.

İslâm ceza hukukunda düzen suçun kesinlikle sübutudur. Şüphe ukubatı kaldırır. Ama suç sabit olup tekrar edince ceza ağırdır; kol kesmedir, göz çıkarmadır, idam yani öldürmedir; hırsızın kolu kesilir, göz çıkaranın gözü çıkarılır, öldüren öldürülür yani kısas uygulanır.

إِلَى عَذَابٍ عَظِيمٍ (101)

(EiLAy GaÜABin GaJIyMın)

“Azim azaba”

Kur’an’da “elim azab, azim azab” ifadeleri vardır. Âhiretteki azab ise cehennem azabıdır. Bu dünya azabı ise o suça verilecek en büyük cezadır.

İslâm ceza hukukunda hakemlere takdir hakkı verilmemiştir. Cezanın takdir ve tahfifi yasamaya bırakılmıştır. Suç soruşturmacıların şehadeti ile sabit olmaktadır. Suç sabit olunca, kesin delillerle sabit olunca ve kastın mevcut olduğu da sabit olunca, verilecek ceza en büyük cezadır.

Burada cezalar nekre gelmiştir; demek ki değişik suçların cezaları da değişiktir.

 

 

 


TEVBE SÛRESİ TEFSİRİ(9.SURE)
1-1 VE 2.AYETLER
2241 Okunma
2-3.AYET
1506 Okunma
3-4.AYET TEFSİRİ
1799 Okunma
4-5 VE 6.AYETLER
2049 Okunma
5-7 VE 8.AYETLER
1823 Okunma
6-9 VE 11.AYETLER
1650 Okunma
7-12 VE 13.AYETLER
1747 Okunma
8-14 VE 16.AYETLER
1766 Okunma
9-16.AYET-B
1593 Okunma
10-17 VE 18.AYETLER
1803 Okunma
11-19.AYET
2045 Okunma
12-20 VE 22.AYETLER
1547 Okunma
13-23 VE 24.AYETLER
1681 Okunma
14-25 VE 27.AYETLER
1656 Okunma
15-28 VE 29.AYETLER
6334 Okunma
16-30 VE 31.AYETLER
2629 Okunma
17-32 VE 33.AYETLER
2061 Okunma
18-34 VE 35.AYETLER
2759 Okunma
19-36 VE 37.AYETLER
1788 Okunma
20-38 VE 39.AYETLER
1762 Okunma
21-40 VE 41.AYETLER
1615 Okunma
22-42 VE 45.AYETLER
1594 Okunma
23-46 VE 49.AYETLER
1631 Okunma
24-50 VE 52.AYETLER
1684 Okunma
25-53 VE 55.AYETLER
1710 Okunma
26-56 VE 59.AYETLER
1649 Okunma
27-60.AYET
2114 Okunma
28-61 VE 63.AYETLER
1461 Okunma
29-64 VE 66.AYETLER
2153 Okunma
30-67 VE 69.AYETLER
1572 Okunma
31-70.AYET
1640 Okunma
32-71 VE 72.AYETLER
1752 Okunma
33-73 VE 74.AYETLER
1768 Okunma
34-75 VE 78.AYETLER
1604 Okunma
35-79 VE 80.AYETLER
1582 Okunma
36-81 VE 82.AYETLER
1845 Okunma
37-83 VE 85.AYETLER
1594 Okunma
38-86 VE 89.AYETLER
1632 Okunma
39-90 VE 93.AYETLER
1632 Okunma
40-94 VE 96.AYETLER
1540 Okunma
41-97 VE 99.AYETLER
2762 Okunma
42-100 VE 101.AYETLER
2240 Okunma
43-102 VE 104.AYETLER
1772 Okunma
44-105 VE 108.AYETLER
1544 Okunma
45-109 VE 110.AYETLER
1526 Okunma
46-111.AYET
2361 Okunma
47-112.AYET
3240 Okunma
48-113 VE 115.AYETLER
1504 Okunma
49-116 VE 117.AYETLER
1830 Okunma
50-118.AYET
2415 Okunma
51-119 VE 120.AYETLER
1630 Okunma
52-121 VE 122.AYETLER
1532 Okunma
53-123 VE 125.AYETLER
1812 Okunma
54-126 VE 127.AYETLER
1504 Okunma
55-128.AYET
2242 Okunma
56-129.AYET
1584 Okunma
57-128 VE 129.AYETLERDE MATEMATİK YAPI
1626 Okunma

© 2024 - Akevler