Tevbe Sûresi-21
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
***
إِلَّا تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللَّهُ إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لَا تَحْزَنْ إِنَّ اللَّهَ مَعَنَا فَأَنْزَلَ اللَّهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (40) انْفِرُوا خِفَافًا وَثِقَالًا وَجَاهِدُوا بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنْفُسِكُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ (41)
***
إِلَّا تَنْصُرُوهُ فَقَدْ نَصَرَهُ اللَّهُ
(EilLAv TaNÖuRUvHu FaQaD NaÖaRaHu elLAvHu)
“Siz yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmişti.”
Bundan önceki âyette “Size cihada katılın dendiği halde siz neden katılmıyorsunuz? Böyle yaparsanız sizi başka kavimle tebdil eder.” denmişti.
Burada da “Siz yardım etmezseniz, Allah ona yardım etmişti.” denmektedir. Buradaki “Hu” zamiri, O hidayeti ve dini hak ile resulünü irsal etti”deki “resul”e gitmektedir. O resul Hazreti Muhammed aleyhisselâmdır. Burada da anlatılan Hazreti Muhammed’dir. Muhatap olan da sahabelerdir.
Allah Hazreti Musa’yı anlattığı gibi Hazreti Muhammed ve arkadaşlarını da anlatmaktadır. Burada işaret edilen husus, Kur’an’ın nüzulü sırasında olan kesin zafer ifadesidir. Kur’an bir defa yeryüzüne nüzul ediyordu. Bunun başarılı olması takdir edilmişti. Çünkü başka alternatifi yoktu.
Bundan sonra da Kur’an okunacak, yorumlanacak ve yeni uygarlıklar kurulacaktır. Bu tek değil çoktur. Akevler’dekiler başarıya ulaşmazlarsa, başka yerler başarıya ulaşırlar. Dolayısıyla Sahabeler ve Son Nebi tektir ve alternatifi yoktur.
Biz de peygambersiz ilk uygarlığı kuruyoruz.
Biz onlar gibi değiliz.
Bir defa bizim elimizde Kur’an cümleten vahideten olarak mevcuttur, tamamlanmıştır. Beyanı da yapılmıştır. Hâlbuki Kur’an onlara peyderpey iniyordu. Açıklaması ise bir-iki asır sonra mümkün olmuştur.
Bizim ikinci farkımız da, biz tek peygamberin emrinde değiliz. Biz âlimler olarak yetişiriz. Değişik yerlerde değişik çalışmalar vardır. Biz dünyadaki çalışmalardan haberdar değiliz. Ama Türkiye’de çalışmalar devam etmektedir. Herkes Kur’an’la meşguldür. Risale-i Nur şakirtleri, Süleyman Tunahan müritleri, İslâmoğlu cemaati, bizi ziyaret eden Bahattin Sağlam ve Nurettin Yıldız gibi kimseler çalışmaktadırlar. Bizim bilmediğimiz pek çok kimse Kur’an’la ilgilenmektedir. Biz görevimizi yapmazsak onlar görevlerini yaparlar. Ama Sahabelerin durumu öyle değildir, Kur’an nâzil olduğunda başka topluluk yoktur.
Bununla beraber Allah’ın görevlendirdiği kimseler olabilir. Allah onlara yardım etmiş olur. Biz birinci Akevler uygulamasında böyle yardımlarla karşılaştık. Allah bizim görmediğimiz ve bilmediğimiz yerlerde yardım etmiş ve korumuştur. Bunu bize örnek olarak anlatmaktadır. Son Nebi’ye yardım takdiri ilâhi olarak kesindi. Çünkü ona vahiy geliyor, isabet ediyordu. Biz ise içtihatla amel ediyoruz. İsabet edersek yardım gelir, etmezsek gelmez. O halde bizim cehdimiz isabette olmalıdır. Yoksa Allah’ın yardımı hazırdır. Başarısızlığa uğruyorsak, kesin olarak bilelim ki bu bizdeki eksiklikten ve hatadan ileri gelmektedir. Kur’an’ın nüzulünden sonra artık vahiy gelmeyecek, başarı hata etmediğimizi gösterecektir.
Akevler uygulaması başarıya ulaşmış mıdır?
Kısmen başarıya ulaşmıştır. Bizi ezenleri yok etmişiz.
Ama kısmen başarıya ulaşamamışız. Çünkü zulüm yönetimi değişmiştir ama zulüm devam etmektedir. Bunlar zalim değildirler ama zulüm devam etmektedir. Yarayı kaşıyanın rahat ettiği gibi rahatlamışızdır ama yara azmaktadır. Bunun günahını başkalarında değil kendimizde bulmalı, bizdeki eksiklikleri tesbit edip gidermeliyiz.
إِلَّا تَنْصُرُوهُ
(EinLAv TaNÖuRUvHu)
“Siz ona yardım etmezseniz”
Buradaki “siz” Hazreti Muhammed’in arkadaşları sahabelerdir.
“Hu” zamiri de Hazreti Muhammed aleyhisselâmdır.
Bizim şimdi iki görevimiz vardır.
Birinci görev; Hazreti Muhammed aleyhisselâmın getirdiği ve sahabelerin tesbit ettiği Kur’an’ı insanlara ulaştırmak. Bu görev Mekke’deki sonradan Muhacir olan müminlerle başlamış, daha sonra Medinelilere intikal etmişti. Sonra dört halife onları istişare yoluyla uygulayarak insanlığa ulaştırmıştı. Müçtehitler yorumunu yaptılar. Devlet olarak da Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar tüm dünyaya ulaştırdılar.
Ne var ki etki bakımından bu ulaşım eksiktir. Birinci dönemde yorumlanan Kur’an hükümleri sayesinde insanlık sanayi dönemine ulaştı. Uygarlıkta tarihin en büyük inkılâbı olmuştur. Bu Kur’an’ın getirdiği uygarlıktır. Batı uygarlığı İslâm uygarlığının kuvvete dönüşmüş devamıdır. İnsanlık tarihinde bir anda ve bir dönemde bu kadar büyük inkılâp olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır.
Kur’an’ın öğrettiği kıyas yoluyla Müslümanlar “dil ve hukukta” müsbet ilmi getirdiler, Batılılar ise “sanat ve teknikte” inkılâplar yaptılar; bugünkü uygarlık böyle oluştu.
Bugün sanayide meydana gelen büyük inkılâba bin sene önce oluşturulmuş “fıkıh” dar geliyor. Batı da hukukta hiçbir şey yapamamıştır. O halde bugün eksik olan III. binyıl sorunlarını Kur’an’la çözmedir. Bu bizim için de ihtiyaçtır. Bunsuz İslâmiyet’i yaşayamayız. Ama diğerinin yanında bunu da insanlığa ulaştırmak bizim görevimizdir.
İşte bu da ikinci görevimizdir.
Evet, “Adil Düzen”i insanlığa ulaştırmak, Kur’an’ın Hazreti Muhammed’e verdiği görevdir. O görevi şimdi biz devralmışızdır, Sahabelerin yerini biz almışızdır. Dolayısıyla buradaki “siz” ifadesi Sahabelerden bugüne kadar gelen Kur’an ehlini kapsar. “Hu” zamiri ise yalnız Hazreti Muhammed’i ifade eder.
Bir kimsenin başlattığı bir işi devam ettirirseniz, o ölse bile ona yardım etmiş olursunuz. Türkiye Cumhuriyeti’ni yaşatma ve muasır medeniyetin üstüne çıkarma, Mustafa Kemal ve arkadaşlarına yardımdır.
فَقَدْ نَصَرَهُ اللَّهُ
(FaQaD NaÖaRaHu elLAvHu)
“Allah ona yardım etmişti.”
Hazreti Muhammed’in annesi Medineli, babası Mekkeli idi; dolayısıyla o Arabistan’ın iki merkezinin de çocuğu idi. İleride bu iki kenti bir devlet olarak birleştirecekti.
Hazreti Muhammed sütannesi tarafından büyütülmüştü ve onun yanında “Fasih Kureyş Arapçasını” öğrenmişti.
Hazreti Muhammed kendisinden on beş yaş büyük bilgili ve zengin Hazreti Hatice ile evlenmişti; peygamberliğinin ilk yıllarında onun en büyük dayanağı oydu.
Hazreti Muhammed’in dedesi ve amcası Mekke’nin önde gelen yönetici kabilelerinden biri olan Haşimilerin reisleri idi. Peygamber olunca bu iki kabileyi hayırda birleştirmişti. Emeviler ve Abbasiler bu iki kabileyi temsil ediyorlardı. Araplar bu sayede ikiye bölünmemiştir.
Bunlar Allah’ın Hazreti Muhammed’e peygamber olmadan önce olan yardımlarıdır.
Vahiy alınmaya başladığı zaman da önce eşi, kölesi ve yanında bulunan amcasının çocuk olan oğlu onun peygamberliğini kabul etmişlerdir.
Sonra Hazreti Ebubekir onun peygamberliğini kabul edince Mekke’nin tanınmış kimseleri de Müslüman olmuşlardı; Hazreti Osman bunlardan biridir.
Hazreti Ömer’in Müslüman olması ile artık siyasi güç olmaya başlamışlardı.
Medineliler O’nu davet ettiler ve Ensar oldular.
Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te ve Huneyn’de Allah O’na hep yardım etmiştir.
Öldükten sora da dört halife ile O’na yardım etmiştir.
Emeviler O’na yardım ettiler, Abbasiler O’na yardım ettiler, Selçuklular ve Osmanlılar O’na yardım ettiler.
Şimdi de O’na yardım etme sırası bize gelmiştir.
O’nun getirdiği Kur’an’ı yeniden bugün yorumlayacak, uygulayacak ve tüm insanlığa ulaştıracağız. Bin Dil Üniversitesi’ni kuracağız, dünyadaki herkes bu proje sayesinde Kur’an’ı ve Kur’an nizamını yani “Adil Düzen”i okuyup anlayacak ve uygulayacak.
إِذْ أَخْرَجَهُ الَّذِينَ كَفَرُوا ثَانِيَ اثْنَيْنِ إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ لَا تَحْزَنْ إِنَّ اللَّهَ مَعَنَا
(EiÜ EaPRaCaHu elLaÜIyNa KaFaRUv ÇaNiYa iÇNaYNı EiÜHuMAv Fıy eLĞAvRı Eiz YaQUvLu LiÖAvXıBıHIy LAv TaPZaN EinNa elLAvHa MaGaNAv)
“Hani onu küfretmiş olanlar ikinin ikincisi olarak ihraç etmişlerdi. İkisi mağarada idiler. Sahibin, mahzun olma Allah bizimledir diye kavl etmişti.”
Türkçede geçmişin hikâyesinde iki siga vardır. Biri mişli geçmiş hikâye sigasıdır. Gelmiş imiş, gelecek imiş, geliyor imiş, gelir imiş. Bir de dili geçmiş hikâye sigası vardır. Geldiydi, geliyordu, gelecekti, gelirdi, gelmişti.
İşte Arapçada bu “İz” ile ifade edilir. Arapçada mişli mazi yoktur, iki zaman vardır, mazi ve muzari. Geçmiş hikâye “İz” ile ifade edilir. Baştaki ihraç ile mağarada olma aynı zamanda olmadığı için “İz” kelimesi iade edilmiştir. Çünkü Hazreti Peygamberi onlar ihraç etmediler, Hazreti Peygamber kendisi huruç etti. Ne var ki onlar yaptıkları ile O’nu huruç etmeye zorladılar. Burada ona işaret ederek “İz” kelimesini tekrar etti. Yani bu ihraç zamanında değil başka zamanda oldu. Sonra, arkadaşına “Üzülme, Allah bizimledir” deme zamanı ile mağarada olma zamanı aynı değildir. Mağarada uzun zaman kaldılar. Hâlbuki Resul bu sözü kâfirler mağaranın ağzına geldikleri zaman söylemişti. Bunu da belirtmek için “İz” kullanmıştır. Bununla beraber birinci “İz” diğer iki “İz”i de kapsamaktadır. İkinci “İz” ise üçüncü “İz”i de kapsamaktadır. Eğer harfi atıflarla yapsaydı bu kapsama olmazdı.
Burada geçmiş bir olayı anlatmak istiyorum. Süleyman Gök anlatıyor.
“Biz Türkiye’den bir Gürcü profesörü Batum’a götürdük ve teslim ettik. Geriye dönüyorduk. Ormanda kesilmiş bir ağacın altına sığınmıştık. Dalları duruyordu. Bizi tanıyan saldatlar (askerler) takip etmiş ve vadiden ilerlemişti. İki saldat bize doğru geldi. Kesilmiş ağacın kopuk dalına tutunarak bizim bulunduğumuz yere çıkmak istediler. Dal kendisine doğru gidince çıkamadı. Bir daha da geriye gelip denemedi, arkadaşlarının yanına indi. Bundan sonra devam etseydiler daha ileride izimizi bulamayacak ve bize geleceklerdi. O esnada birden bir bulut çıktı, yağmur yağdı ve izimizi sildi. Onlar da geriye döndüler.”
Bunu anlatan kişi ittika ile tanınmış kişi değildi.
Görülüyor ki sünnetullah değişmiyor. Allah her yerde insanlara yardım etmektedir. Asıl sorun Allah’ın yardımına bizim layık olup olmadığımız sorunudur.
Mekkeliler müminlere çok baskı yapıyorlardı. Müminler Hz. Resul’den silahla karşı çıkmalarına izin vermesini istiyorlar, Hz. Resul de bunlara asla izin vermiyordu. Bir ara Habeşistan’a göç etmeye karar verdiler. Bazıları göç ettiler, sonra Medine’ye geri döndüler.
Bu arada Medinelilerle görüşüyorlardı; onlar İslâmiyet’i Medine Yahudilerinden duymuşlardı. Yahudiler İsrail oğullarından olmayanları dinlerine kabul etmedikleri için Araplar müşrik olarak kalmışlardı. Böyle bir peygamberin gelmiş olması onları ilgilendirdi, O’nu Medine’ye davet ettiler.
Demek ki Mekke ve Medine’nin oluşması hep Kur’an’ın nüzulüne yer ayarlamak içindir. İslâm tarihi bu gözle okunacaktır. Allah Muhacir için Ensar oluşturmuştu. Hazreti Musa bunun için gelmişti. Yahudiler bunun için Medine’ye tehcir edilmişti. Medine o zaman Yahudilerin merkezi idi. Dr. Mete Firidin’in araştırmasına göre Medyen buralardır.
Şimdi bazı tarikat ehli yer ve göklerin Hazreti Muhammed için yaratıldığını söylemektedirler. Bu görüş hatalıdır. Doğru olan şudur. Yer ve gök insan için yaratıldı. İnsan da Kur’an düzenini aralarında uygulamaları için yaratıldı. Yani Allah Kur’an’ı irade etti. Bu kitapta olanları uygulayacak kimseleri insan olarak halk etti. Her şeyi Hazreti Muhammed için yaptı demek şirktir. Ama her şeyi Kur’an için ve Kur’an’ın hayata geçmesi için yaptı dediğimiz zaman gerçeği söylemiş oluruz.
Son Nebi önce arkadaşlarını Medine’ye gönderdi. Sonunda Hazreti Ali’yi emanetleri sahiplerine vermek için Mekke’deki kendi evinde bıraktı. Gece yarısında evden çıktı ve Hazreti Ebubekir ile bir mağarada saklandı.
İşte burada marife olarak geçen Mağara bu mağaradır. Mekke kâfirleri onu yakalamak için yola çıkmışlar ve Mağaraya yaklaşmışlardı. Mağara girişinde güvercin yuva yapmış, örümcek ağ örmüştü. Böylece burada kimse olamaz diye geri dönmüşlerdi. İşte o zaman Allah ona yardım etmiştir. Müşrikler mağaranın önüne kadar geldikleri halde geri dönmüşlerdir.
Hepimiz hayatımızda bu tür ilâhi yardımlarla karşılaşırız. Kur’an’ın burada beyan ettiği husus, takdir-i ilâhinin önüne kimsenin geçemeyeceğidir. Biz yardım etmesek de Allah ona yardım edecek ve Kur’an nuru tamamlanacaktır. İkinci Kur’an uygarlığı birinci Kur’an uygarlığından farklı olmayacak, birinci Kur’an uygarlığının devamı olacaktır. Dolayısıyla biz yeni peygambere değil, biz son peygamberin ümmeti olarak ona yardım edeceğiz.
Bunu daha iyi anlayabilmemiz yani yeni fidan yetiştirmemiz için iki yol vardır. Tohumu ekersin ve yeniden armut ağacı yetiştirirsin veya kökünden filiz alırsın, o da yeni armut ağacıdır. Ne var ki DNA’ları farklıdır.
Hıristiyanlık, Budizm, Hinduizm ve Yahudilik de İslâm dinidir. Ne var ki o dinlerin DNA’ları farklıdır. Biz ikinci Kur’an uygarlığını kurarken birinci Kur’an uygarlığının tohumunu değil filizini alacağız. Dolayısıyla Hazreti Muhammed bizim de resulümüzdür. Tüm insanlığın resulü de Hazreti İbrahim’dir. İnsan DNA’sı İslâm DNA’sı olmaktadır.
Hazreti Ebubekir ve Hazreti Muhammed iki arkadaştı. Hazreti Ebubekir ilk müminlerdendir, Resul’e inanmıştır, Allah’ın yardım edeceğinden şüphesi yoktur. Çünkü o vahye dayalı hareket ediyordu. Sadece mağara olayı ve Hazreti Muhammed’in “Mahzun olma, Allah bizimle beraberdir” demesi ve sonra da gerçekten Medine’ye sağ salim ulaşmaları, Hazreti Muhammed aleyhisselâmın resul olduğuna delildir.
إِذْ أَخْرَجَهُ
(EiÜ EaPRaCaHu)
“Onu ihraç etmişlerdi”
“İz” bir fiilin muteallakı olur. Burada “ona yardım etmişti” fiilinin zarfıdır.
O, zaman zaman yardım etmişti. Genel yardıma değil de sadece bir saatlik, hattâ bir anlık yardıma işaret etmektedir. O da (önceki anlatılan olayda) ağacın dalına tutunup çıkmak istediği anda çıkamayınca burada yoktur diye vazgeçmesi anıdır. İşte o anda onun aldığı karar ve arkadaşlarının bu karara uymaları, kaderin akışına yön veren andır.
Çanakkale’de Mustafa Kemal’e kurşun rastlamış ama saatine rastlamıştır. Turgut Özal’a silah attılar ama kurşun mikrofona rastladı. İhtimaliyat hesaplarına göre bunun olması çok düşüktür ama kadere etkisi çok büyüktür. Mustafa Kemal’in saati olmasaydı orada ölecek, ondan sonra bugün hâlâ onun büyük etkisi altında bulunan Türkiye başka türlü olacaktı. Türkiye gene olurdu ama başka türlü bir Türkiye olurdu. Turgut Özal o gün ölebilirdi, çünkü kurşun tam yüzüne geliyordu; böylece o sonra cumhurbaşkanı olamayacak, Türkiye’nin sivil cumhurbaşkanlarıyla yönetilmesi başlamayacaktı.
Burada ihraç edenler kâfirlerdir. Çünkü ona beklenmedik saldırılarla saldırdılar. Biri Kur’an okumuş; ne olacak okusun dursun, bu okumalarla Mekke’nin kaderi mi değişecek. Bir şiir topluluğu değiştirmez. Topluluk şairleri çıkarır. Kendi düzenini tanıtır ve savunur. Kur’an ise yeni düzen getiriyordu. Mekke’de yeni bir düzen olduğu bile belli değildir. O sadece Kur’an okuyor ve insanları kendi etrafında topluyordu.
Şimdi biz de bir gün “Ahşap Evler İşletmesini” kuracak ve büyük firma olmaya başlayacağız. Çevremizdekiler hemen rahatsız olacak ve bize karşı cephe alacaklardır. Çünkü bu imkânları elde ettikten sonra parti kuracağız. AK Parti’ye ve diğerlerine rakip çıkacağız. Başta onlar saldıracaklardır. Onlarla sömürü sermayesi de birleşecektir; çünkü “Adil Düzen”e göre bir işletme kurmak demek onların düzenini çöpe atmak demektir. Büyük devletler rahatsız olacak; çünkü saltanatları yıkılacak, uluslar eşit devletlere sahip olacaklardır. İnsanlık gerçek demokrasi içinde oluşacak ve yargının denetiminde olacak.
İşte o zaman Hazreti Ebubekir gibi olanlar, ‘eyvah, düzenimiz başarıya ulaşmadı’ diye mahzun olacaklar. Ama mahzun olmamıza gerek yok. Milletimizin koruyucusu Resulümüzün ağzı ile doğrudan Kur’an bize diyor ki; “Üzülme, Allah bizimle beraber olacak.”
Sıkıldığınız zaman bu cümleyi tekrar edin; “Lâ tahzen innellahe meana.”
الَّذِينَ كَفَرُوا
(elLaÜIyNa KaFaRUv)
“Küfretmiş olanlar”
“Hu” zamiri tekil gelmiştir. Çıkanlar iki kişi olduğu halde kâfirler yalnız O’nu çıkarmışlardı. Diğerlerini O’na uydukları için çıkarmışlardı. Eğer O olmasa diğerlerine diyecekleri bir şey yoktu.
Necmettin Erbakan’a karşı cephe aldılar ve onu devre dışı bıraktılar, eski arkadaşlarını ise anayasa ekseriyeti ile iktidar ettiler. Burada bize yapılan bir itiraz vardır; bizi onlar değil Allah iktidar etti. Söyledikleri doğrudur, her şey Allah’ın takdiridir.
Hazreti Muhammed aleyhisselâm devleti Mekke’de değil Medine’de kurmalı idi. Çünkü Mekke insanlığın merkezi olacak, orada ulusal devlet bulunmayacak, bağımsız olarak insanlığın merkezi olacaktı. Bir de hicret insanları birbirlerinden ayırır. Hicret olmadan yeni düzen kurulamaz. Hazreti Musa onun için kavmini Mısır’dan çıkardı. Olanlar hep takdir-i ilâhidir ama Müslümanları oradan çıkaranlar Mekke kâfirleridir.
AK Parti’yi ordu ortaya çıkardı. Sermaye de onu destekledi. Ama bütün bunları yaptıran Allah’tır. AK Parti’ye bu yolla imkân tanınmıştır. AK Parti ‘beni buraya falanlar getirdi, filanlar getirdi’ der de onlara uyarsa, küfretmiş olur, şirk etmiş olur. Bunlar Allah’ın takdiridir, ben Allah’a uymalıyım derse, işte o zaman iman etmiş olur.
Ben, ‘Sermaye sizin çıkışınızı destekledi’ derken kötü bir şey oldu demek istemiyorum, Allah onlara desteklettirdi diyorum, bunu demek istiyorum.
Kur’an da burada çıkaran Allah olduğu halde kâfirler çıkardı demektedir. “Ellezîne Âmenû”ya karşı “Ellezîne Keferû” gelmekte, “Ellezîne Eşrekû” denmemektedir.
ثَانِيَ اثْنَيْنِ
(ÇaNiYa iÇNaYNı)
“İkinin ikincisi olarak”
Burada ikinci olmak aslında ikiden biri olmak demektir. Araplar onbeşten bir demezler de onbeşin onbeşincisi derler. Yani onunla on dört on beş olmuştur. Bunların iki kişi olduğunu belirtmek için bu ifadeyi getirmiştir. Bir de ikincisi de çıkarılanlar arasındadır. Dolayısıyla diğer bütün muhacirler arasındadır.
Allah onlara yardım etmiştir. Çünkü onlar onun getirdiği kitabı insanlığa ulaştıracaklardır. Öbürlerinin alternatifleri vardı ama Hazreti Muhammed’in alternatifi yoktu.
Bugün de öyledir. Kur’an’ı yorumlayan ve uygulayan birçok insan vardır ama Kur’an’ı yeniden getirecek kimse yoktur. ‘Ben resulüm, bana da vahiy geliyor’ diyenler bunun için hata ediyorlar. Biz de nebiyiz ama biz Melekten vahiy almıyoruz, biz Kur’an’dan içtihat ediyoruz. Bizde hata ihtimali var. Oysa onda hata etme ihtimali yoktur.
“İkiden bir idi” derken o da sizlerden biri idi ama verdiğimiz görev dolayısıyla ona yardım ettik. Siz de görev icabı bir şey yaparsanız, mesela hastaneyi “Adil Düzen” için kurarsanız, Allah size yardım edecektir.
إِذْ هُمَا فِي الْغَارِ
(EiÜ HuMAv FIy eLĞAvRı)
“Onlar mağarada idiler”
Evet, ihraç ettikleri zaman ama bilhassa mağarada iken denmiş olmaktadır.
Bu “İz” birincisinin bedelidir. Bedel-i bazdir.
“Gar” bizim bugün de kullandığımız anlamıyla mağaradır. “Gayr” kelimesi “y” ile “ğvr” kelimesi “v” ile gelmektedir. Dışarıdan görünmeyen kapalı yer demektir.
İnsanlar başlangıçta ağaç kovuklarında kamışlardan yaptıkları, çalılardan yaptıkları kulübelerde yaşadılar. Avcılık döneminde ise mağaralara sığındılar. Mağaralar yağmur almaz. Birçoklarında kapı vardır, girilir ve içeride kalınır, dışarıdan bir şey görülmez.
Gidilen taraf, Mekke’den bir saatte yaya gidilir Medine tarafı olmalıdır. “Gar” kelimesi marife gelmiştir, bilinen bir mağaradır. Mekke kavmi bu takiplerinde kendilerine göre haklı idiler. Zaten onların bütün korkuları bu idi. Hazreti Muhammed Medine’ye giderse, oradan tüm Arabistan’ı Mekke’den soğutabilirdi. Oysa öyle olmadı. Medine ayrıca devlet merkezi oldu ama Mekke de sonraları çok daha fazla hacının gittiği yer hâline geldi.
Türkiye’de de Ankara merkez yapıldı. İstanbul gölgede kalacak, Roma ile rekabet edemeyecekti. Oysa İstanbul’un nüfusu bir milyondan onbeş milyona çıktı. Rakip sanılanlar aslında birbirini destekleyenler olmaktadır.
إِذْ يَقُولُ لِصَاحِبِهِ
(EiZ YaQUvLu LiÖAvXıBıHIy)
“Sahibine diyordu”
“Sahafe” üzerine yazı yazılmış veya şekil çizilmiş deri, tuğla ve kâğıt gibi şeylerdir. İlk mülkiyet araçlar üzerinde olmuştur. Taş ve sopa gibi. “F” “B”ye dönüşmüş ve sahip olunan veya sahip olan anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Sonra sohbet etmek, yazılı metinler üzerinde konuşmak ve daha sonra da arkadaş olmak anlamlarına gelmiştir. Bir memleketin halkına “eshab” dendiği gibi herhangi bir işte birlikte olanlara da “eshab” denir.
“Sahabe” kelimesi buradan gelmektedir.
“Sahabe” kelimesinin arkadaşlıktan öte manası vardır. Birbiriyle sohbet eden ama aynı zamanda birbirine sahip çıkan demektir. Birbirini koruyan, sıkıntıları gideren, saldırılara birlikte karşı koyan kimselerdir. Bizim sahabe olup olmadığımız buradan gelmektedir.
لَا تَحْزَنْ
(LAv TaPZaN)
“Mahzun olma”
“Huzal (hazel)” zayıf hayvan, semizin zıddı demektir.
İnsanı zayıflatan sıkıntıya “hüzün” denmektedir.
“Hüzn” korkudan farklıdır.
Aslında buraya gelenlerden korkmalı idiler. Gelenler Hazreti Muhammed’e saldıracaklar, Hazreti Ebubekir de onu koruyacak, bu sefer o da ölecekti. Ne var ki ne Resul ne de Hazreti Ebubekir korkmamakta idiler. Çünkü onlar âhirete inanmışlardı. Cennete gideceklerinden emin idiler. Onlar korkmadılar ama hüzün söz konusudur. Burada Nebi katledilecek olursa tüm muhacirler Medine’de ne yapacaklardı. Başlamış olduğu dava ne olacaktı. İşte Hazreti Ebubekir’in duyduğu hüzün ve endişe bu idi.
Bu sebeple “Lâ Tehaf” denmemekte, “Lâ Tahzen” denmektedir.
إِنَّ اللَّهَ مَعَنَا
(EinNa elLAvHa MaGaNAv)
“Allah bizimle beraberdir.”
Biz doğru yoldayız. O halde Allah bizimle beraber olacak ve bizi muvaffak kılacaktır.
Allah haliktir, onlar da Allah’ın mahlûkudur. İki cepheyi de oluşturmuştur. Maç başlamıştır. Ama sonunda iman edenler galip geleceklerdir.
Bir canlının yaradılış hücreleri vardır. Bir hücrenin bölünmesi ile oluşmuştur. Bir de mikroplar vardır. Bunlar devamlı savaştadırlar. Hücreler yaşamak için savaş verirler, mikroplar ise öldürmek için savaş verirler. Daima yaşama zafer kazanır. Birden ölse bile yerine vâris bırakır, onlar canlılığı oluştururlar. Onlar galip geldiği içindir bugün yeryüzü yemyeşildir.
Bunun gibi; müminler galip geldiği için yeryüzü uygarlaşmıştır.
فَأَنْزَلَ اللَّهُ سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ لَمْ تَرَوْهَا
(Fa EaNZaLa elLAHu SaKIyNaTaHUv GaLaYHi Va EyYaDaHUv Bi CuNUvDin LaM TaRaVHAv)
“Allah sekinetini onun üzerine inzal etti ve onu sizin rey etmediğiniz cunud ile teyit etti.”
Buradaki “Fa” harfi “Fekad Nasarahu”ya atıftır.
Nusretten sonra ona sekinetini inzâl etti.
“Ve” harfleri arasına “Fa” girerse, “Fe” harfi “Ve” harflileri paranteze almış olur. “Cae Ahmedü ve Mehmedu Fa Hasanu ve Cemalu” denirse bunu iki şekilde anlarız. Ya “Ahmet+(Mehmet+Hasan)+Cemal” veya “(Ahmet+Mehmet)+(Hasan+Cemal)” şeklinde anlarız. Biz bunu ikinci anlayışla anlıyoruz, Kur’an’ı ona göre manalandırıyoruz. Siz öbür türlü anlayıp deneyebilirsiniz.
Bu sözü söyledikten sonra ona da sekinet gelmiş ve olan olaylar olmuştur. Hazreti Muhammed arkadaşına bunu söylerken düşmanlar mağaraya yaklaşmış geliyorlardı. Hazreti Muhammed’de kuşku vardı. O zaman duygularını bir tarafa bırakarak aklen bildiği şeyi arkadaşına söyledi. Söyledikten sonra ondan da endişe gitti, ona da sekinet geldi.
Bu husus çok önemlidir. Sizin tek başınıza karar veremediğiniz yer olur ama arkadaşınızı ikna etmeye çalışırsınız, o zaman siz de ikna olursunuz. Bir şeyi inanmadan savunursanız sonra o size iman olur.
Bundan sonra “Ve” harfi getirilmiştir. Teyit çok sonra olabilir. Uhut’ta, Hendek’te ve Huneyn’de olabilir. Buna delalet için ise görmediğiniz cunud denmektedir. Demek ki sahabeler orada vardılar. Oysa mağarada böyle kimseler yoktu.
فَأَنْزَلَ اللَّهُ
(Fa EaNZaLa elLAHu)
“Allah (sekinetini) inzâl etti”
“Allah ona nusret etmişti” dedikten sonra burada “Allah” kelimesini tekrar etti. “Sekineti inzâl etti” demektedir. Burada zamir yerine kelime iade edilmiştir. Çünkü bundan önce “Allah” kelimesini başka birisi söylemişti, şimdi ise başkası söylüyor. Birinin söylediğine öbürünün cümlesinde zamir ancak özel yerlerde gönderilebilir. Bu sebeple burada iade edilmiştir. Yani nusret eden Allah ile sekineti inzâl eden Allah aynı kimsedir. Arada başkasının söylediği cümlede geçen Allah’a zamir gitmesin diye iade edilmiştir.
“Nezzele” dememiş olup “Enzele” demiş olması bu sekinetten kastın oradaki sekinet olmasıdır. Bu cümleyi söyledikten sonra Resul’e sekinet gelmiş, hiç endişe duymadan olacakları soğukkanlılıkla beklemiştir.
Eskiden yapılan siyasi hatalardan, beyanlardan, düşmanın hareketinden endişe duyardım. Şimdi bana sekinet gelmiştir. Olan olsun, mutlaka iyi olacaktır. Geçmişe bakıyoruz; askeri müdahaleler oldu, hep aleyhimize beyanlarda bulundular ama sonra hep lehimize döndü. 28 Şubat olmasaydı şimdi AK Parti tek başına iktidarda olamazdı.
سَكِينَتَهُ عَلَيْهِ
(SaKIyNaTaHUv GaLaYHi)
“Sekinetini onun üzerine”
Burada birinci zamir Allah’a, ikinci zamir ise Resul’e gitmektedir. Allah kendi sekinetini ona inzâl etti anlamındadır. Demek ki Allah’ın kendisine ayırdığı bir sekinet vardır. Onu herkese inzâl etmez, özel durumlarda özel kişilere inzâl eder. Bununla beraber iki zamir de Resul’e gitmiş olur. Aynı sekinetin Hz. Ebubekir’e inzâl edilemediğine işaret olabilir.
وَأَيَّدَهُ بِجُنُودٍ
(Va EyYaDaHUv Bi CuNUvDin)
“Ve cunud ile onları teyid etti”
Allah Kur’an’da melekten, cinden ve ruhtan bahsetmektedir. Bunların insanla ilişkilerinden söz etmektedir. Tanrı’ya inanmayanlar bunlara hiç inanmazlar.
Bir bitkiye baktığımızda onun DNA’larını dizen birisinin olması gerekir. Yer, Ay ve Güneş’in hareketleri hep ölçülüdür. Bunları Allah’ın doğrudan yaptığını kabul edebiliriz, Allah bunları bizim için var etti. Allah kendi sekinetini gönderdi diyor, ondan sonra da görmediğimiz ordu ile teyid etti diyor. Bilmediğimiz ordu demektir.
Yed el demektir el vermek desteklemek demektir.
Yed ile eyd kelimeleri arasında köksel akrabalık vardır.
لَمْ تَرَوْهَا
(LaM TaRaVHAv)
“Görmediğiniz”
Biz melekleri, cinleri ve ruhları göremiyoruz ama onlar vardırlar ve onlar bize etki etmektedirler. Ne var ki bu etki ruhi etkidir.
Maddi etkileri de var mıdır?
Görmediğimiz güçler bilmediğimiz etkileri yaparlarsa biz o zaman karanlıklarda gezmiş oluruz. Bu sebepledir ki ben bu etkinin yalnız ruhi olduğunu sanıyorum. Bununla beraber, hayvanların da ruhlarına etki etmelerini kabul etmemiz gerekir. “Lem Yeravha” dememiş de “Lem Teravha” denmiştir. Bu o zaman görmediğimiz değil de hiçbir zaman görmemekte olduğumuz ordu demektir.
Eskiden görmediğimiz şeylerin olmadığı iddia edilmiş; bugün ise ışık dalgaları, ses dalgaları ve değişik parçacıklar gibi birçok görmediğimiz ve bilmediğimiz şeyler ortaya çıkmıştır. Görmüyoruz, o halde onlar yoktur gibi bir iddia elbette saçma bir düşüncedir. Biz görmüyoruz ama bize etkileri vardır. Ben bir şeyi düşünürken, başkası da o anda aynı şeyi nasıl düşünebilir. Ya ben düşünürken o algılıyor yahut bizi düşündüren bir başkası vardır.
وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا السُّفْلَى وَكَلِمَةُ اللَّهِ هِيَ الْعُلْيَا
(Va CaGaLa KaLiMata elLaÜIyNa KaFaRUv elSufLAy Va KaLiMatu elLAvHı HıYa elGuLYAv)
“Ve küfredenlerin kelimesini süfla yaptı ve Allah’ın kelimesi ise o ulyadır.”
Burada “kelime” ayrı ayrı geçmektedir. Allah’ın kelimesi başka, küfredenlerin kelimesi başka olduğu için iade edilmiştir. Tamlamada tamlanan zamirle ifade edilmez, lâfzen tekrarlanır. “Ellezîne keferû” karşılığı “Allah kelimesi” getirilmiştir.
Allah’ın iki sıfatı vardır. Biri kâfirlerin ve müminlerin ilâhı olmasıdır. Burada mutlak haliktir. Diğeri de müminlerin ilâhı olmasıdır. Şerri de hayrı da Allah halk eder. “Hayır da şer de Allah’tandır” dediğimiz zaman, Allah’ın başka tecellisinden “Allah müminlerle beraberdir” deki Allah’ın tecellisi ayrı ayrıdır. Bu sebeple Allah lafzı iade edilmiştir. “Sufla” ile “Ulya” da buna işaret etmektedir. Aslında iki kelime de varlıklarını koruyacaklar, yok olmayacaklardır. Güreş kıyamete kadar devam edecektir. Şeytan şeytanlığını koruyacaktır. Ne var ki her zaman müminler galip geleceklerdir. Allah’ın kelimesi üstte olacaktır.
“Kelime” değişik manaları içermektedir. Hazreti İsa için de “Kelime” denmektedir.
“Yahya, İsa” Allah’ın kelimesi olarak zikredilmektedir. Tayyib kelime tayyib şecer gibidir. Ağızlarından çıkan kelime, akıbet olan kelime, kat eden kelime, aramızda eşit olan kelime, habis kelime, küfrün kelimesi, takvanın kelimesi, Rabbinin kelimesi, azabın kelimesi, fadlın kelimesi şeklinde geçmektedir.
Sonuç olarak kelime bir cümle için gelmekte, bir de insan olarak gelmektedir. Bir cümleye işaret ediliyorsa müfred müzekker zamir gönderilir, birkaç cümleye zamir gönderiliyorsa ona dişi müfret zamir çoğul olarak gönderilmektedir.
Türkçede “kelime” bir tek sözcük için kullanılmaktadır. Arapçada ise kelime yalnız tek söze delalet etmediği gibi sözün kendisine değil de sözün taşıdığı manaya delalet eder. Kelimat ise birbirini tamamlayan sistemler anlamındadır. Taşıdığı manadır. Nebilerin kelime olmaları sözcü olmaları sebebiyledir. Kelime söz anlamında olduğu gibi sözcü anlamındadır. Varlıkları ile hayatları ile kelimedirler.
وَجَعَلَ كَلِمَةَ الَّذِينَ كَفَرُوا
(Va CaGaLa KaLiMatu elLaÜIyNa KaFaRUv
“Ve küfredenlerin kelimesini ca’letti.”
“Kelime” burada plan anlamına gelmektedir.
Biz “kader” kelimesi ile planlamayı ifade ediyorduk ama Kur’an’da o manada geçmemektedir. Buradaki ifade ile onların planlarını alta koydu, Allah’ın planı üste geldi ifadesi şeklindeki manalandırma uygun olmaktadır.
İsa da Allah’ın planıdır. Nasıl planı okuyup onlara göre amel edersek, peygamberler de birer hayat planıdır, onları okuyup amel etmemiz gerekir.
Burada küfretmiş olanlar bilinen kâfirlerdir, Mekke müşrikleridir. Burada planı iptal ettiğini söylememektedir, sadece alta alındığını söylemektedir. Eğer Allah’ın planı uygulanmazsa o zaman alt plan ortaya çıkar.
Şimdi kâfirlerin görevi daha iyi anlaşılmaktadır. Hayat hücreleri görev yapmazsa alta alınmış bulunan mikroplar devreye girer ve hasta eder, hattâ öldürürler, yeni canlılar ürer.
İşte, Adil Düzen Görevlileri Allah’ın planını uygulamazlarsa, o zaman alta alınmış bulunan plan devreye girer.
السُّفْلَى
(elSufLAy)
“En alt”
“Süfla” “esfel”in müennesidir, en alt anlamındadır yahut daha alt anlamındadır.
Burada iki kelime iki plan olduğuna göre biri altta biri üsttedir.
Kelimenin plan manasında olan bu sözler, kelimenin plan anlamında olduğuna delalet eder. Burada dikkat edilirse “süfla” kelimesi marife getirilmiştir. Yani plan yapılırken onun yeri altta yapılmış, bu alttadır denmiştir. Asıl plan müminlerin planıdır, “Adil Düzen”dir.
وَكَلِمَةُ اللَّهِ
(Va KaLiMaTu elLAvHı)
“Ve Allah’ın kelimesi”
Kâfirlerin kelimesi cealenin mef’ulü olduğu halde, Allah’ın kelimesi mübteda yapılmıştır. Yani Allah’ın kelimesi her zaman üsttedir, sonradan üste getirilmemiştir. Uygulanmazsa alttaki proje üste çıkmaz, devreye girer, sonra yine Allah’ın kelimesi uygulanır. Buradaki Allah’ın kelimesi müminlerin planı demektir, “Adil Düzen” demektir. Bu planı Adil Düzen Çalışanları benimsemiştir. Üsttedir, er-geç yürürlüğe girecektir.
هِيَ الْعُلْيَا
(HıYa elGuLYAv)
“O ulyadır”
Kelime yine marife getirilmiştir. Müminlerin planıdır. Zafere ulaşılmıştır. Kur’an nâzil olduğu zaman zafere ulaşıldığı gibi ilayı kelimetullah tüm dünyaya ulaşmıştır. Bugün Hıristiyanlığın tebliğ edilmediği yer yoktur. Bundan sonra Müslümanlarla Hıristiyanlar anlaşıp insanlığa şeriatı, Kur’an şeriatını tebliğ edeceklerdir.
Hıristiyanların şeriat kitapları yoktur. Kur’an gelmeden önce Tevrat’ı şeriat kitabı yapmışlardır. Şimdi ise Kur’an’ı şeriat kitabı yapacaklardır. Bunun müjdesini Papa Jan Paul ve ondan sonra gelen Papa Benedict vermişlerdir. Sömürü sermayesi oyun oynamış, birini öldürmek istemiş, birini de istifaya mecbur etmiştir. Ancak kısa zaman sonra Kilise yine kendisini bulacaktır. Hâlihazırdaki Papa’nın tutumunu bilemiyoruz ama ses çıkarmadığına göre Hıristiyanlık bu meselede hidayettedir.
Bugünkü küfretmiş olan sermaye sahipleri de Mekke küfretmişleri gibi olacaktır.
Kur’an baştan sonuna kadar incelendiğinde hep aynı şeylere vurgu yaptığını görürüz.
وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
(Va elLAHu GaZIyZun XaKIyMun)
“Ve Allah azizdir, hakimdir.”
Buradaki “Allah” kâinatın hâliki Allah’tır. O söz dinletir ve hakim olur. Mikroplar ya mağlup olurlar veya galip gelseler de sonunda kendileri de yok olurlar. Oysa hayat hücreleri ya sağlığa kavuşurlar ya da kendileri hayattan çekilir ve yavrularını mirasçı bırakırlar. İlâhi kelime sürüp gider. İnsanlar için de canlılar için de bu böyledir.
Allah kendi hilkatini tamamlayacaktır.
انْفِرُوا خِفَافًا وَثِقَالًا وَجَاهِدُوا بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنْفُسِكُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ
(iNFiRUv PiFAvFan Va ÇıQAvLan Va CAvHiDUv Bi EaMVAvLiKuM Va ENFuSiKuM FIy SaBIyLı elLAHı)
“Hifafen veya sikalen nufur ediniz ve Allah’ın sebilinde mallarınızla ve nefislerinizle cihad ediniz.”
“Ey iman edenler” diye başlayan bu kısmın başında “nufur ediniz” denilmişti. Sonra “Siz O’na nusret etmezseniz” ile başlayan âyetle müminlerin durumunu anlattıktan sonra şimdi emir vermiştir.
Yukarıdaki âyette emir yoktu, neden çıkmıyorsunuz vardı.
Şimdi tekrar emretmektedir.
O halde biz Adil Düzen Çalışanlarının zaman zaman uyarılması gerekmektedir. Akevler dergisine yazın dendiği halde neden yazmıyorsunuz? Eğer siz yazmazsanız, Allah “Adil Düzen”i sizsiz de gerçekleştirecektir. Şimdilik onların dosyasını alta almıştır ama sonra uygulanır hâl almış olur.
“Adil Düzen” kervanına katılıp da sonra çakılıp kalanlara bu âyetler uyarıda bulunmaktadır. Emri yenilemektedir. Hıfaf veya sıkal olarak çıkınız. Ve diyor ki; Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Demek savaşmak cihad değildir. Harfi tarifle atfedilmiştir. Savaşmak savunmak içindir. Savunma gerekiyor ama savunma bir şey yapmaz, cihad yapmak savaş dışı faaliyetlerdir. Bu âyet gösteriyor ki cihad savaş değildir. Daha önce savaşı cihadın bir bölümü sayıyorduk. Hattâ cihadı sadece savaş olarak anlayanlar vardı. Burada ise Allah hatalı bilgimizi düzeltiyor. Savaş cihadın dışındadır.
Hıfafen ve sıkalen çıkın denmektedir. İki türlü çıkışı emretmektedir; hıfaf ve sikal.
“Huff” devenin kopmuş toynağı demektir. Ayakkabı ve mest anlamlarına da gelir. Ayakkabı ve toynak, içi boş hafif, rüzgârın sürükleyebildiği kadar hafif olduğu için “sakil/ağır” karşılığı “hafif” kullanılmıştır. “Sıkl” da ağır demektir. Savaş iki çeşittir. Araçlarla destek savaşı yapılır ama sonunda insan doğrudan savaşır. Piyade anlamındadır.
Yaya da çıkılacak, zırhlı gibi ağır hareket eden araçlarla da çıkılacaktır. Sonra da mal ve canla savaşılacaktır. Savunma yapılacak, aynı zamanda cihad da yapılacaktır.
Ordular ekonomi açısından topluluğa yük olmamalıdır. Bir taraftan savaş yaparken diğer taraftan birlikte üretim yapacaklardır. İki çeşit üretim vardır. Biri halkın serbest üretimidir, hukuk düzeni içinde üretimdir. Diğeri de askeri düzen içinde üretimdir.
Ordu barışta askeri düzende üretim yapacaktır. Böylece askeri eğitim görmüş olacak, diğer taraftan hukuk düzeninde üretilemeyen mallar askeri düzende üretilecektir. Mallarla ve canlarla cihad yapılacaktır. Askerlere bütçeden pay ayrılacaktır. Askeri bütçe sivil bütçeden farklı olacaktır.
Askeri bütçenin kaynağını dört türde topluyoruz; sivil bütçenin beşte biri, askerlik bedelleri, gümrükler ve öz üretim.
İşte, mallarla cihad maddi pay ayırmaktır. Diğer taraftan herkes askeri hizmet yaparken emeğini koyacak, bu da cihadın aracı olacaktır. Askeri eğitim savaş dışı cihaddır.
Yani Allah bir taraftan düşmanla savaşı emretmekte, bir taraftan da barışta askeri görevi yapmayı emretmektedir. Askerlik bir cihad ocağı olacaktır. Savaşın eğitimini alma yanında birlikte üretme tekniğini de öğrenmiş olacağız. Bir de ülkenin her tarafında bir araya gelerek ortak dili ve kültürü oluşturacağız.
Dikkat edilirse biz Kur’an’ın âyetlerini kendi varsayımları içinde yorumluyoruz. Kur’an baştan sonuna kadar bizi bir yere götürmektedir. Bugünkü uygulamaları anlatmakta, onların fıkhını ortaya koymaktadır.
انْفِرُوا خِفَافًا وَثِقَالًا
(iNFiRUv PiFAvFan Va ÇıQAvLan)
“Hıfafen ve sıkalen nufur ediniz.”
Savaş başladığı zaman insanlar nefisleri ile savaşa katılırlar, bir de malları ile katılırlar. Bir şirket oluşturulur; savaş şirketi. Şirkete malları ile katılanlar ve canları ile katılanlar belirlenir. Yani kişi olarak her biri de mal getirir. Mallar ayrı hesaba, canlar ayrı hesaba konur. Savaş bittikten sonra elde ne kalmışsa, ne ganimet edinilmişe, herkes payını alır. Yarısı malı ile katılanların payı olur, diğer yarısı da kişilerin yani canı ile katılanların payı olur. Sermaye sahipleri koydukları sermaye nisbetinde bölüşürler, kişiler de eşit olarak paylaşırlar, general de er de aynı payı alır.
Burada “ev/veya” değil de “ve” dendiğine göre ikisi birden olacaktır demektir. Hafif yeğinlik anlamına geldiği gibi ayağa giyilen mest anlamına da gelir. Yani yaya demektir. Ayakkabı ile çıkın anlamındadır. Sıkal ise binek anlamında olabilir. Çünkü ağırlık yapmaktadır. Yahut ağırlığı yüklenerek anlamında da olabilir.
وَجَاهِدُوا
(Va CAvHiDUv)
“Ve cihad ediniz”
“Cihad” çaba demektir.
Amel-i salihat, hukuk düzeninde yapılan çalışmalardır.
Cihad, askeri düzende yapılan çalışmalardır.
Hukuk düzeninde herkes kendi içtihadı ile istediği işi kendisi seçer ve yapar, kimse kimseye emretmez, kimsenin emrinde olunmaz. Askeri düzende ise emir-komuta zinciri içinde herkes aldığı emre göre hareket eder.
Bazı işlerin askeri düzen içinde yapılması gerekir. Bunu da nöbetliler nöbetleri esnasında yaparlar. Ocakta, bucakta, ilde ve ülkede nöbetliler vardır. Bu tür işler onlar tarafından yapılır. Halk isterse nöbetli isterse bedelli olur. Nöbetlilerin üstünlükleri vardır. Herkes kendi üstünü kendisi seçer. Seçtikten sonra ona itaat eder. İşte bu cihaddır. Çünkü burada sıkıntılı bir çaba vardır ama sevabı da o kadar yüksektir.
بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنْفُسِكُمْ
(Bi EaMVAvLiKuM Va ENFuSiKuM)
“Mallarınızla ve canlarınızla”
Zımmiler yani müslimler yalnız malları ile cihada katılırlar, cizye verirler; müminler ise verdikleri verginin bir kısmını askeri bütçeye ayırırlar. Böylece oluşan bütçe askeri işlerde harcanır.
İslâmî devlet yönetimini iyi kavramanız gerekir. Yakında siz iktidarda olacaksınız. Bugün düşünmediğiniz gerçekleri o gün uygulayacak duruma geleceksiniz.
Bir ameliyatı düşünelim, bunu hukuk düzeni içinde yapmak mümkün değildir. Bir trafiğin yönetimi de böyledir.
فِي سَبِيلِ اللَّهِ
(FIy SaBIyLı elLAHı)
“Allah’ın sebilinde”
Topluluğun yollarında.
Özel mülkiyete konu olan işler vardır. Bunlar arz ve talep kanunları ile yürütülür. Bazı işler vardır ki onlar arz ve talep kanunları ile yürütülmez. Bunlar vergi şeklinde ortaya konur, onlarla yollar yapılır, herkes bu yollardan gelip geçer. Yahut onlar halka karşılıksız bölüştürülür. Çalışanlara çalışma kredisi verilir. Ücretleri dışında ham madde kredisi verilir. İstedikleri işverenin yanında çalışırlar, ücretlerini alırlar, işverenler borçlanır. Kalanlar ise verdikleri hizmet nisbetinde hizmetlilere dağıtılır.
Biz bunun yanında kıyas yoluyla bir sistem geliştiriyoruz. Mesela, su bölüşülecektir. Herkesin bir hakkı vardır. Ne var ki suyun elde edilmesi ve dağıtılması da emek ister. O takdirde suyun yarısını herkese bedava dağıtıyoruz, yarısını da ortak harcama yapanlara veriyoruz. Suyu maliyetin iki misli fiyatla satıyoruz. Onunla üretim yapıyoruz. Diğer yarısını da tüm halka eşit olarak bölüştürüyoruz. Bu paylar serbest piyasada arz ve talep kanunları ile bölüşülmektedir. Demek ki askerlik yaparak canlarımızla katılıyoruz ve varlıkları olanlar iki misli ödeme yapmak suretiyle malları ile katılmış oluyorlar.
ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَكُمْ إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ (41)
(ÜAvLıKuM PaYRun LaKuM EiN KuNTuM TaGLaMUvNa)
“Bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.”
Böyle bir organizasyon bizim için hayırlıdır. Böylece dayanışma içinde oluruz, böylece güven içinde oluruz, böylece refah içinde oluruz, böylece huzur içinde oluruz.
Nöbetli veya bedelli olma kişilerin tercihine bırakılmıştır. Nöbetlilere öyle yararlar sağlanmıştır ki insanlar nöbetli olmayı tercih etsinler. Fakir veya zengin olmanın dengesizliği bozmaması için nöbetliler de isterlerse cizyelerini çalışarak öderler. Onlar geri hizmetlerde istihdam edilirler, cihadda istihdam edilirler, nufurda istihdam edilmezler.
Fıkhın hükümlerine dayanarak oluşturduğumuz “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” Kur’an tarafından bir bir teyit ediliyor. Bu da gerek sünnetin gerekse icmaların ne derece Kur’an’a uygun olduğunu göstermektedir.
ذَلِكُمْ
(ÜAvLıKuM)
“Bu”
Buradaki “Lam” yukarıdaki ifadelerin lafzına değil de manasına işaret etmektedir.
Malları ile canları ile cihad etme yani bazı işleri hukuk düzeni içinde değil de askeri düzende yapma sizin için hayırlıdır. Emir-komuta zinciri içinde astlar üstlere itaat ederler ama bu aslında topluluğa itaattir, Allah’a itaattir.
خَيْرٌ لَكُمْ
(PaYRun LaKuM)
“Sizin için hayırdır”
Bunun hayır olması önce sebilullahta savaşın yapılması için şarttır. Kervansaraylar askeri amaçlarla tesis edilmişti ama barış zamanında halk yararlanıyordu. O halde cihad kuruluşları barışta topluluğa refah ve saadet getirecektir. Savaş zamanında da savaşın kazanılmasına araç olacaktır. Bu da düşmanları caydıracak ve savaşı önleyecektir.
إِنْ كُنْتُمْ تَعْلَمُونَ (41)
(EiN KuNTuM TaGLaMUvNa)
“İlm ediyor iseniz.”
Evet, sosyoloji ve ekonomi ilimleri göstermektedir ki; “Adil Düzen” ve “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda zikredilenler bizim için hayırlıdır. Biz fıkıhtan ve Kur’an’dan istidlâl ederek bu siyasi fıkhı ortaya koyduk. Ama aynı zamanda bu bugünkü ilimlerle de onaylanmaktadır. Kur’an ilmin dışında bir şey söylemez, sadece ilme yardımcı olur, nerde oluştuğunu söyler. Oraya vardığınızda onu orada bulursunuz, bilirsiniz.