Süleyman Karagülle
Sam Adian'in "EKİMÜS SALAT" Yazısına Açıklama
9.02.2012
6010 Okunma, 1 Yorum

“EKIMUS SALAT” (SLT – Namaz)

-Şu’ara 218: Ellezî yerâke hîne tekûm(tekûmu).

“O, sen kıyam ettiğin zaman seni görür.”

Mü’minun 2: “Ellezıne hüm fı salatihim haşiun

“Onlar ki, namazlarında huşu içindedirler.”

Mü’minun 9: Vellezıne hüm ala salevatihim yühafizun

“Onlar ki, namazlarını kılmağa devam ederler.”

Kur’an da yorumlarla birlikte toplam 87 ayet SLT’a atfedilmiştir. Bu ayetlerin içinde yaklaşık 72 tanesinde doğrudan SLT kelimesi kullanılmaktadır.

Hac Suresi 26. Ayette KAIMINE kelimesine dayanarak bunun NAMAZ olduğu şeklinde yorumlanmıştır. Oysa ayet Kıyam edenleri, rükü ve secde edenleri kasdetmektedir. Burada kastedilen şey namaz değildir.

Bakara 43. Ayette ise, Rükü kelimesi SLT ile aynı ayette kullanılmıştır. Ancak orada da bu kelime yani Rükü eylemi yani eğilenler ile birlikte eğilmek tanımlaması namaz ile ilişkilendirilmemiştir.

Bunun dışında yorumlanarak namaza (slt) atfedilen ayetler de dâhil olmak üzere Hiçbir ayette “rükü” ve “Secde”  SLT ile birlikte zikredilmemektedir.

-Salat ve Ruku kelimeleri Kur’ân’da Üç yerde aynı ayette geçmektedir.

Bakara 43. Burada salât birlikte ikame edilecektir. Salat müfreddir. Emir cemdir. Zekât da öyledir. Birlikte ruku edilecektir. Bu yalnız namazda değil, zekâtta ve birlikte yapılan her yerde. Yoksa tek namaz nasıl çok tarafından birlikte ifade edilecektir.

Yine Bakara’da İbrahim’in makamını musalla yapın denmektedir. Musalla tektir. Birlikte musalla olacaktır. Tavaf edenler akif olanlar için diyor. Rükû eden ve secde edenler için diyor.  Rükû edenler ve secde edenler kuralsız çoğul olarak geliyor. Secde rükûun sıfatı oluyor. Secdeli rükû yapanlar diyor. O halde birlikte yapılacaktır. Rükû ve secde marifedir. Gelişigüzel secde değil, Cebrail’in peygambere peygamberin de müminlere öğrettiği secdedir.

Maide’de de İman edenleri birlikte namaz kılan ve birlikte zekât veren bunları da rükû ederek yapanlar olarak zikrediyor. Kurallı erkek çoğul getiriliyor. Yani tüzel kişi olarak bunlar yapılacaktır. Sadece salâtın marife olarak gelmesi ve cemaatçe tek namaz olarak ifa edilmesi bu namazın bugün kıldığımız namaz olduğuna yeter delildir.

 

- Namaz konusunda da geleneksel anlayışın etkilerini yok saymak elbette mümkün görünmüyor. Kur’ân a baktığımız zaman geleneksel formda dizayn edilmiş bir namazın kastedilen SLT olmadığı açıkça görülebiliyor. Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da Ayetlere rağmen bir takım doğrulama metotlarına başvurulduğu anlaşılıyor. Ayet varken bunun dışında herhangi bir doğrulama metodu olamaz. Yani temelde eğer Yaratıcıyı ve referans kabul ediyorsak onun önerilerini doğrudan kabul etmemiz gerekir. Çünkü Tanrısal bir öğretiyi doğrulayabilecek başka bir referans yoktur.

 

Bu konuyu anlatabilmek için meselenin en başına dönmemiz gerekiyor. Çünkü SLT kavramı yaradılış ile doğrudan ilgili bir kavramdır. Sistemi anlamadan SLT kelimesi ile kastedilen şeyi anlamanın da imkânı yoktur.

 

- Kur’ân’da bir şey varsa elbette onun dışında bir şey iddia etmek Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu kabul etmemektir. Bu sebepledir ki biz İslâm âleminden dışlanmış durumdayız. Çünkü biz Kur’ân’ın üstünde bir söz kabul etmiyoruz. Burada Sam ile beraberiz. Ancak bundan sonra söyleyeceklerimiz vardır:

1- Bir metin sözlerden ibarettir. Sözlerin dört çeşit delaleti vardır.

a) Lügat manasıdır. Yani sözden söyleyenle anlayanın dışında başkalarının anladığı manadır. Bunun tespiti zordur. Bunun iki mahzuru vardır. Dışarıdakiler tek kimse değildirler ki onların anladığını esas alalım. Diğer taraftan diller zaman zaman yavaş yavaş değişmektedir. Bugün Arapların anladığı Arapça ile Kur’ân Arapçası aynı değildir. Dolayısıyla Kuranın dili üzerinde birleşmemiz mümkün değildir. İşte usulcüler bu sorunu şöyle çözdüler. Kur’ân’ın dili Kur’ân inmeden önceki Arapçadır. Bizim o dili tespit etmemiz ve kıyamete kadar o dile göre Kur’ân’ı yorumlamamız gerekir dediler. Ve dört asır Kur’ân Arapçasını ortaya koydular. Herkesin farklı anlayışı içinde yine kural geliştirdiler. İlim adamlarının ittifak ettiği icma ettiği manalar herkesin her zaman anladığı mana olacaktır. İhtilaf edilen manalarda ise herkes kendi anlayışına göre amel edecektir. Mezhepler böyle ortaya çıktı. İcma olan manalardan ayrılmak kur’ân’ı inkârdır. Küfürdür. İhtilaf edilen manalarda ise herkes kendi içtihadıyla amel etmekle mükelleftir. Mükelleftir diyorum. Amel eden bilir demiyorum.

b) Biz Kur’ân’ı Cebrail’den almadık. Kur’ân’ı Muhammed’den öğrendik. Muhammed yalnız Kur’ân’ı bize öğretmedi. Uygulayarak da onun manalarını bize anlattı. Muhammed de Kur’ân’ı hatalı anlayabilirdi. Ama o Allah tarafından denetleniyordu, yanlış yaptığı zaman düzeltiliyordu. Dolayısıyla Kur’ân’ı doğru anlamanın tek yolu vardır. O da sünnettir. Kur’ân ona tabi olmamızı emrediyor. Resul ile Kur’ân arasında ayrılık yapmak demek Kur’ân’ı kendi hevamızla yorumlamak demek olur. Biz mi Kur’ân’a uyacağız yoksa Kur’ân’ı mı bize uyduracağız?! Resulü reddetmek demek Kur’ân’ı kendimize veya çağımızın modalarına avukatlık yapmaktan başka ne anlamı olabilir. Evet, resulün hataları vardı. Onu Allah düzeltti. Resulün uygulamasında o günün sorunlarının çözümleri vardı. Biz elbette onlara uymak zorunda değiliz. Ama Kur’ân’ı uygulamadaki örneklikte bizim uymak zorunda olduğumuz delildir.

c) İster Kur’ân’ın metni ister Kur’ân’ın örnek uygulamasına biz yetişmiş değiliz. Ondan sonra gelen dört asır başka hiç bir yerde görülmeyen bir çaba ile Kur’ân’ın diliyle yorumlama usulleri ile bize ulaştırdılar. Onları kenara attığımız zaman elimizde ne Kur’ân ne de onun dili kalır. Bununla beraber onlar kendi devrelerini yaşadılar. Bize nakil olarak tabi olacağımız kimselerdir. O günün sorunları başka bugünün sorunları başkadır. Biz şimdi vergiyi devletlerden ayrı alarak toplamayacağız.

Onlardan Kur’ân’ı ve sünneti öğreneceğiz. Onların usul ile ilgili ilimlerini öğreneceğiz. Ama onların içtihatları bizi bağlamaz. Kur’ân’ın yorumu dışındaki icmaları da bizi bağlamaz.

d) Kur’ân her konuda birer örnek vermiştir. Nasıl bir canlı belli yaşa gelinceye kadar yeni hücreler oluşur. Sonra artık yeni tip hücreler meydana gelmez. Ama gerektiğinde aynı hücreler değişik dokuları oluştururlar. Kur’ân Allah’ın sözüdür. Kıyamete kadar değişmeyecektir. Onu anlama metodu fıkıh, usulü ise ilimdir. Matematik gibidir. Zamanla gelişecek ama değişmeyecek. Oysa uygulama her zaman değişecektir. Kur’ân’ın uygulanmasında içtihada ihtiyaç vardır. O da kıyasla sağlanır.

İşte Ehli Sünnet ve Cemaat’ın anladığı İslamiyet budur. Dört delil de uygulamada eşittir. Kur’ân onların temelidir. Aslıdır. Diğerleri ise gövde ve dallarıdır.

 

- Hz Adem’in yaratılışı anlatılırken CAALE kelimesi kullanılmaktadır. Bu kelime var etmek anlamına gelmez. Bu kelime upgrade etmek, fonksiyon yüklemek, geliştirmek anlamına gelir. Konumuzla yani namaz ile ne ilgisi var? Şu ilgisi var: Adem bir evrim geçirdi ise bu var olan bir varlık üzerinde mümkündür. Bu varlık ise İNSAN’dır. Kur’ân’ın anlattığı varoluşa baktığımız zaman iki önemli nokta ortaya çıkar. Kronolojik olarak İNSAN yaratıldı, Beden şekillendirildi, Ruh verildi, Cennete kondu ve nihayetinde dünyaya gönderildi. Bu kronolojiyi ilerde hatırlamak üzere not etmek lazım.

 

 

 

Ayetlerinde Adem’in yaratıldığı açıkça ifade edilmektedir. Ca’l etme halk etme değildir. Ama halk etmeye mani değildir. Var olanı ca’l edersin yahut yaratır ca’l edersin. Cennette yaratılıp yeryüzüne ca’l etme de doğrudur. Cennet denince bu dünya cenneti olarak anlamamız tevilsiz yorumdur.

 

- Birincisi, Âdem yoktan var edilmedi, bunun için meleklere secde emredildiği zaman itirazları “yeryüzünde bozgunculuk çıkaracak bir kavim mi yaratacaksın” noktasında idi. Oysa meleklerin bunu bilmeleri mümkün değildir. Böyle bir öngörüde bulunabilmelerinin tek yolu, geçmişte benzer kavimlerin var olduğunu gösterir.

 

- Kur’ân’da insanın tüm kâinatta emaneti yüklendiğini söylemekte, yeryüzüne ise halife olarak Âdemoğlunun yaratıldığından bahsedilmektedir. Başka gezegenlerdeki insandan yeryüzündeki insanı bilebilirler.

 

- İkincisi, evrim geçiren Âdem, var olan bir varlıktan gelmektedir. Bu varlık nedir? Kur’ân bu varlığın İNSAN nesli olduğuna işaret etmektedir ve Âdem neslinden çok daha eskidir. Bu pek çok ayette vurgulanan bir gerçektir. Buna göre, insan nesli kâinatta vardır ve insan neslinden başka akıllı varlıklar da vardır. Bu noktayı bilmek, sistemi algılayabilmek açısından önem taşımaktadır.

 

- Kainatta Âdem’den önce yaratılmış insan vardır. Âdem yeryüzünde ilk insandır. İnsan topraktan değil, diğer memelilerin genetiğinden olmuştur. Onlar insan değildir. Çünkü onlarda cüzi irade yoktur.

 

- Yine Kur’ân’a göre Araf suresi 24. ayet “Allah: Birbirinize düşman olarak inin! Sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşme ve faydalanma vardır, buyurdu.” Demektedir. Yani Âdem ve etrafındakiler adı DÜNYA olmayan başka bir mekândan dünyaya gönderildiler. Çünkü ayette geçen İHBİTU kelimesi meseleyi anlamak açısından önemlidir: Bu kelime yüksek bir yerden alçak bir yere inmeyi göstermez. Bu kelime, dikey bir düşüşü işaret eder. (aynı kelime, şeytan isyan ettiğinde yani secdeyi reddettiğinde de kullanılır, bilindiği gibi şeytan cin neslindendir ve meleklere vaizlik etmekte idi, ayet onun da bulunduğu yerden aşağı düşürmüştür. Tıpkı Âdemin dünyaya indirilişi gibi) Kısaca, dünyanın dışından dünyaya geliyor iseniz mutlaka dünyaya dikey olarak geliyorsunuzdur. Hangi yönden olursa olsun.

 

- Âdem Nil’in yukarı yerlerinde bir bahçede yaşıyordu. Orada yaz kış meyve vardı. Tüyleri dökülmemişti. Oranın havası soğuktu. Orada yaşayamaz hale gelince Nil’in aşağı yerlerine indiler. Oralar sıcaktı. Bununla beraber Âdem diğer gezegenlerden evrilmiş olabilir. Yeryüzüne indirilmiş olabilir. Özel bir gezegende evrimleştirilen türler füzelerle yeryüzüne getirilmiş olabilir. Melekler getirmiş olabilir. İnsandan başka cinler, melekler ve ruhlar vardır. Bunlar da şuurlu ve iradeli varlıklardır. Hubut etmek rütbenin tenzili anlamına gelebilir. Şeytanın rütbesi düşürülmüştür.

 

Tabii dünyaya geldikten sonra gökten canlıların indirilmiş olması, kumaş ve ihtiyaç olan birtakım eşyaların indirildiğinin açıklanması da bu canlıların ve eşyaların başka bir kaynaktan buraya gönderildikleri gerçeğini de ortaya koymaktadır.

 

- Dünyaya gelen insan gökten eşya getirmemiştir. Bilgiler getirmiştir. Bazı araçları da getirmiş olabilir.

 

Kısaca, hayatın kaynağı dünya değildir ve aslında varoluşun kaynağı (gerçekleştiği yer) da değildir. Ayette önemli bir bilgi daha vardır: “bir süreye kadar”, yorumcular bu ifadeyi Kıyamet algısına atfetmektedirler. Ancak bu doğru değildir. Burada bahsedilen sürenin kıyamet kavramı ile ilgisi yoktur. Çok daha kısa bir süre kastedilmektedir.

 

- Tamamen doğrudur, İnsanlar bundan sonra gezegenlere çıkıp yerleşeceklerdir. Evrene yayılıp hidrojen enerjisiyle yaşayacaklardır. Günümüzde insan Ay’a gitmiştir. Diğer yıldızlara araçlar yaklaşmaktadır.

 

- Yeryüzü yani yaşadığımız dünyanın geçici bir konaklama yeri olduğudur. Buna göre günün birinde dünyamızı terk etmek zorunda kalacağımız açıkça anlaşılmaktadır. Peki, Allah terk edeceğimiz bu dünyaya niçin bizi hapsetmiş olsun? Niçin dış dünya ile irtibatımızı kesmiş olsun? Ve eğer biz dünyayı günün birinde terk etmek zorunda isek (-ki ayet böyle söylemektedir) nereye gideceğiz? Kâinatta neresi bizim için uygun yaşam koşulları sağlar? Veya kimlerden yardım almamız gerek? Veya kimlerle bir araya geleceğiz? Bu soruların üzerinde önemle düşünülmesi gereklidir.

 

- İnsan nesli bundan sonra denizlere inecek orada kentler kuracak. Ondan sonra güneş sisteminde diğer gezegenlerde yerleşecektir. Sonra da uzaya doğru açılacaktır. Ne var ki bu sonsuza kadar sürmeyecektir. Entropinin büyümesinden ilmen de biliyoruz ki Kâinatın sonu vardır. Başka bir kâinata gideceğiz. Orada cennet ve cehennem olacaktır.

 

Dünyada varlık ortaya çıktıktan sonra elbette birtakım şeylerin gelişmesi kaçınılmazdır. Ancak bu noktada da önemli ayrıntılar vardır, mesela bilginin transfer edilmesi, (vahiy bunun için önemli bir delildir) bilgi kaynaklarına ulaşılması ve bu bilgilerin kullanılması gibi. Kur’ân’da pek çok ayet bu yönde bilgiler verir ve örnekler anlatır. Gelişim yani terbiye başka türlü mümkün olamaz.

 

- Terbiye evrim demektir. Eğitimle olur. Kur’ân’dan önce vahiy yoluyla insanlar uygarlaştı, ondan sonra vahyin yerini ilim alacaktır. İcma alacaktır. Uygarlaşma devam edecektir, Kur’ân’a dayanılacaktır.

 

İnşirah suresini dikkatlice incelemek gerekmektedir. Rivayetler veya tarihi kayıtlardan anlayabildiğimiz kadarıyla Resulullah çocukluğunda peygamberlikten kısa bir süre önce ve peygamberliğinden bir süre sonra operasyon geçirmiştir. Birilerinin göğsünü açtığı ve müdahale ettiği rivayet edilir. İnşirah suresinde de bu anlamda bilgiler bulunmaktadır.

 

- Sadr göğüs değil beyindir. Beynin inşirahı onun sıkıştırılmış bulunan programlarının açılmasıdır. Sure bunu anlattığı gibi insanın diğer memelilerden farklı olarak dik yürümesini de anlatmaktadır. İnsanın hayvanlarda olmayan kalıcı hafızasından bahsetmektedir. Yani sure insanı anlatmaktadır.

 

1. Senin göğsünü açıp genişletmedik mi?

- Göğsünü değil beynini şerh etmedik mi? Sıkıştırılmış programları aktif hale getirmedik mi?

2-3 Belini büken yükünü üzerinden kaldırmadık mı?

- Kalça kemiklerini değiştirip seni ayakta yürür yapmadık mı?

4. Senin şanını yükseltmedik mi?

- Hayvanlarda olmayan belleğini sana yani ruhuna ulaştırmadık mı?

5. Şüphesiz güçlükle beraber bir kolaylık vardır.

- Her zorluğun yalnız bir kolaylığı vardır.

6. Gerçekten, güçlükle beraber bir kolaylık vardır.    

- Her zorluğun yalnız bir kolaylığı vardır.

7. Öyleyse bir işi bitirince diğerine koyul.

- Öyleyse işlerin bitince gel toplantıda namaza katıl.

8. Ancak Rabbine yönel ve yalvar.

- Seni evrimleştirene uygarlaştırana rağbet et. Ona koyul.

 

- Açıkça görülüyor ki Resulullah’ın vahyi kaldırabilecek o yükü göğüsleyebilecek konumda olması gerekiyordu. Çünkü o da insanlardan bir insandı ve bu ağır yükü taşıyabilecek durumda değildi. Bu konuya daha sonra tekrar döneceğiz.

 

- Resuller de birer insandır. Diğer insanlardan farkları meleklerle diyalog içinde olmalarıdır. Kur’ân’dan sonra da ilim adamları ilimleri ile diyalog halindedirler. Onlar hata ettikleri zaman düzelten vardı. Biz hata ettiğimizde düzelten yok. İcma olursa kesin doğruluğundan emin oluruz.

 

- Peki, bütün bunlar, bilgiye erişim, kaynağımızla olan irtibat nasıl sağlanacak? Eğer bir gün dünyayı terk edip gidecek isek yol haritasını nereden almamız gerekiyor? Gibi sorulara da cevap bulmak gerekir. Eğer bu dünyada geçici isek ve bir gün başka mekânlara gitmek zorunda kalacaksak o halde Allah’ın bize o gitmemiz gereken mekânlar veya irtibat kurmamız gereken varlıklar ile ilgili bilgi vermiş olması veya bunun yöntemlerine işaret etmiş olması kaçınılmazdır.

 

- Dünyayı tamamen terk etmemiz gerekmez. Gezegenlere gideriz, uzaya gideriz ama yeryüzü eğer yaşanacak durumda ise orada da hayat devam eder. Biz bizim görüşlerimizi ortaya koyuyoruz, sizin görüşünüz daha isabetli olabilir. Yaza yaza okuyorum. İleride ne diyeceğinizi bilmiyorum.

 

- Bu söylediklerimize itirazlar olabilir. Denebilir ki yaratılış dünyada gerçekleşti. Vb. Bu konuyu daha sonraki yazılarımızda açıklamaya gayret edeceğiz.

 

- Her ikisi de olabilir. Kur’ân tetkik edildiğinde doğrusu öğrenilebilir. Ben şimdilik her iki varsayımı eşit şartlar içinde düşünüyorum. Önce kâinatta ilk yaratılan hücre tektir. O hücreden canlılar oluşmaktadır. Bunda tereddüt yoktur. Tereddüt olan evrene dağıtılan tek hücre yumurta mı gezegenlerde evrimleşti yoksa bir gezegende evrimleşti ve gezegenlere oradan mı dağıtılıyor. Burasını bilemiyoruz.

 

- İşte tam olarak bu noktada önemli bir GÖREV dikkatimizi çeker. O da namazdır. Her Kutsal metin NAMAZ’I zorunlu tutmuştur. Bu sadece İlahi dinlerde değil Uzak Doğu’nun felsefi dinlerinde de vardır. Mesela çarpıcı bir örnek olması açısından BUDİZM’DE de Kur’ân’ın tarif ettiği şekle tam olarak uyan bir seremoni vardır. Bir nevi namaz. Allah yeryüzündeki irtibatını zaman zaman peygamberler aracılığıyla vahiy yoluyla kurmuştur. Ancak peygamberlerin olmadığı zamanlar irtibatın kesilmiş olmasını tahayyül etmek mümkün değildir.

 

- Allah Âdem’i yarattı. Nuh’a kadar insanlar kişi yönetimi ile yaşadılar. Kural yönetimi Nuh ile başladı. İbrahim’e kadar bu kavim idi. İbrahim insanlığı birleştirmekle görevlendirildi. Onun çocukları dünyayı tek millet yapacaklardı. Onun için insanlığın barış babasıdır. İshak’ın çocukları Hıristiyanlar, İsmail'in çocukları Kur’ân dinini, Doğuya giden dört oğlu doğuda Brahmanizm’i (İbrahim’in dinini) oluşturdular. İsa Yahudilerin dinini Hıristiyanlıkla beşeri din haline getirdi. Buda da sınıf oluşturan Brahmanların dinini beşeri din yaptı. Kur’ânda Buda’nın kitabından Furkan olarak bahsetmektedir. Brahmanlardan ise Hud dini olarak bahsediyor. İbrahim’den önce gelen Hud’un dinindendirler. Çünkü onlar doğuya giderken henüz İbrahim’e sahifeleri gelmedi. İbrahim Hud dininden idi. Hint kelimesi ile Hud kelimesi akrabadır. Budistlerden ise Sabiin olarak bahsetmektedir. Sakyamuniler demektir. Filozoflar, peygamberlerin getirdiklerini akılları ile değerlendirdiler. Onların katkıları düşündürme şeklindedir. Bugün felsefe nerede ise terk ediliyor.

 

Şimdi gelelim Namaz’ın kendisine:

Bilindiği gibi SLT kelimesine DUA anlamı verilmektedir. Bütün metinlerde veya yorumlarda böyle algılanmıştır. Bir bakıma çok yanlış da sayılmaz. Ancak bu çok doğru da değildir ve bu anlam terminolojiktir. Çünkü Kelimenin geçmişine baktığımız zaman SLT kelimesi Sami dillerinde de vardır. Arapça ile aynı gruptaki dillerde de vardır. Eski çağlarda insanlar evlerini yüksek ulaşılması zor olan yerlere yaparlardı. Bu evlere ulaşabilmek için katlanabilir merdivenler kullanırlardı. Evden dışarı çıkan biri bu merdiveni açar aşağı iner ve işine giderdi geri döndüğünde de aşağıda bulunan bir yükseltinin üzerine çıkıp yukarı seslenir ve merdivenin indirilmesini isterdi. Yukarıdakiler de onu tanır ve merdiveni sarkıtarak yukarı çıkmasını sağlarlardı. İşte bu seslenmenin adı SLT’dir.

 

Tarif ettiğiniz hikaye süllem kelimesine çok uymaktadır. Salv kelimesi silm kelimesine akrabadır. Diğer dillerde silm için söylenmiş olabilir. Lisanul Arab’da ona uygun herhangi kelime bulamadım.

Salv sırtın ortasıdır veya yanlardır. Kuyruğun yanlarında olan budur. Acz kelimesi tam arkayı ifade eder, salv karnın yarısına kadar uzanır. Nitekim deve doğurmaya yaklaşınca yavru sava indi denir. Salât kelimesi yarışta kullanılır. İki at yarışırken eğer karnın ortasından geriye bırakmışsa o müsabakayı kazanmıştır. Bugün olduğu gibi belli bir yere başını götürdüğü zaman müsabakayı kazanmış olmaz. Atlar eşit zamanda yarışmaya başlarlar. Hangi at diğerini salanın arkasında bırakırsa o birinci gelir. Arkasından gelene de musalli denir.

Yarış atları eğitirler. İki ayak üzerinde sıçrar başı iner ve çıkar. Bu atlar yorga yani eğitilmiş anlamına gelir. Namaza adlandırmaları insanların yorga atların namazda iniş ve çıkışlarına verilmiştir. Sonra namaz aynı zamanda koşu atları gibi eğitmektedir.

Biz ise salata SLV’den değil SLY’den mana veriyoruz. SLY de Arapların etlerini güneşte kuruttukları veya pişirdikleri kayanın adıdır. Fiil olarak pişirme demektir. Namaz bir eğitim müessesesidir. O sebeple buna salât denmektedir. Salâta dua anlamını vermeleri sadece ibadet olması nedeniyledir. Kur’ân’da dua anlamında geçen bir yer var mıdır? Bilemiyorum. İnsanlar birbirine salât adıyorlar. Allah’a salât edilmektedir. Allah da insanlara salât etmektedir. Salât astın üste veya üstün asta yaptığı istemeden çok, dayanışmadır. Biz namazları toplantı olarak anlıyoruz. Namazları ikame ediniz derken toplantıları yapınız denmiş olmaktadır.

Askeri eğitim namazdan esinlenerek düzenlenmiştir. İnsanlara emir komutada itaati öğretmektedir. Namazın Kur’ân’da belirlenen rükünleri vardır.

a) Ezan, kamet, tekbir ve selam

b) Temizlik, elbise, yer ve zaman

c) Saf, kıble, imam, niyet

d) Kıyam rükû, secde ve kade

e) Kıraat, zikir, dua, kunut

f) Tesbih, tahmid, istiğfar, huşu (ukuf, zacr)

 

 

- Böyle olunca önemli noktalar ortaya çıkıyor: Yüksekçe bir yere çıkıp seslenmek, ayakta durmak, tanınır olmak ve yukarı çıkmak. Yani kısaca Namazı tanımlamak için SLT kelimesi boşuna seçilmemiştir. SLT ayetlerine baktığımız zaman ise hemen hemen bu kelimenin anlamını ihtiva eden her detayı açıklıkla görmek mümkündür.

 

- Bu yorum ferdi yorum için doğru olabilir. Namaz Allah’a duadan ibaret de değildir. Günde beş defa aşiret içinde toplantı yapmaktır. Haftada bir defa kabile içinde toplantı yapmadır. Bize göre ramazan bayramı yılda bir defa illerde toplantı yapmadır. Kurban bayramı yılda bir defa ülkede toplantı yapmadır. Hac da tüm insanların kongre yaptıkları yerdir. Salâta sizin verdiğiniz manalar da verilebilir.

 

Öte yandan Hadis kaynaklarına atıf yapmak suretiyle DİN’i ve NAMAZ’I dizayn eden anlayışın aksine Kur’ân namazı son derece açık bir şekilde tarif eder, Kur’ân’a göre:

Namaz için abdest alınmalıdır.

Mümkünse AYAKTA yerine getirilmelidir.

HUŞU içinde yerine getirilmelidir.

Ne alçak sesle, ne de yüksek sesle, normal bir sesle okunmalıdır (ses yani frekans).

Düzenli yapılmalıdır.

Zamanında yapılmalıdır.

 

- Hadis kitaplarında gayet düzgün şekilde bunlar anlatılmıştır. Kıldığımız namaz Kur’ân’da da aynen mevcuttur. Mesela kıyamdan sonra rükûdan bahsetmede, kıyamdan evvel secdeden bahsetmektedir. Kelimeler nekredir. Ayrı ayrıdır. İki secde olduğuna dalalet eder.

 

- İşte namazın temel kuralları bunlardır. Peki, soru şudur: “Bunları niçin yapmak gerekir?” Allah’ın bizim kılacağımız namaza ihtiyacı olmadığına göre bunun bir nedeni olmalıdır. “Ekımu’s-Salât” Kıvamında SLT! Nedir Kıvam? Bunun üzerinde düşünmek gerekir.

 

- Allah’ın namaza ihtiyacı yoktur, bizim topluluğa ihtiyacımız var, topluluğun da toplantılara ihtiyacı var. Beşikten mezara kadar insanlar ancak namazla eğitilir. İnsanların temizliğe ihtiyacı yok mudur? İnsanların yöneticilerine uyma ihtiyaçları yok mudur? Bunu rükû öğretir. İnsanların kurallara uyma ihtiyacı yok mu secde öğretir. İnsanların dinlemeye ihtiyaçları yok mu bunu kunut öğretir. İnsanların konuşmaya ihtiyaçları yok mu bunu kıraat öğretir. İnsanların anlama ihtiyaçları yok mu bunu zikir öğretir.

 

- Burada abdest almanın nedenleri üzerinde de durmak gereklidir. Çünkü Namaz tarif edilirken buna vurgu yapılmıştır. Abdest (ab-ı dest: yüzsuyu) ya suyla veya toprakla alınabilen bir şeydir. Neden? Eğer namaz bildiğimiz haliyle bir eylem ise bu çok anlamlı değildir. Hatta gerekli bile değildir. Eğer namaz bildiğimiz namazdan başka bir şey ise o zaman ABDEST önem kazanır. Şöyle bir soralım: İnsan sinirlendiği zaman ne yapmalıdır? Yani rahatlamak için… Mesela ellerini yüzünü yıkadığında rahatlar mı? Veya mesela toprağa temas edince rahatlar mı? Cevabı EVET, çünkü vücuttaki aşırı enerji atılmış olur. Bu durum Namaz’ın nasıl bir şey olduğu konusunda da bize ipuçları vermektedir.

Genel olarak algılandığı şekliyle ABDEST temizlik amacıyla zikredilmemektedir. Basitçe insanın en çok kirlenmiş olması gereken yeri ayakları olduğu halde ayakların yıkanması öngörülmüyor? Mesh etmenin yeterli olacağı ifade ediliyor. O halde abdesti TEMİZLİK olarak düşünmek yanlıştır.

 

- İnsan çıplak yaratılmıştır. Elbise onun vücudunu dış etkilerden kirden, zehirden, mikroptan korur. Elleri ve yüzünü ise örtemez. Kullanmaktadır. Onların günde beş defa yıkanarak temiz tutulması istenmektedir. Ayak giyinmiş ise mesh edilecektir. Çıplaksa yıkanılacaktır.  Başörtülü ise bir parmakla mesh edilecektir. Açık tüm baş mesh edilecektir. Ayrıca abdestin kan dolaşımını düzenlemede etkisi vardır. Kanda gelgit yapar dalgalarla denizler havalandığı gibi beden de abdestle tüm vücudu sular. Basıncı artırır düşürür. Bir de toplantıya katılırken temiz olarak gelinmelidir. Yoksa hastalık kaynağı olur. Onun için elbiselerin de temiz olması istenmektedir.

 

- SLT kavramının eylem olarak amacını ve hedefini anladığımız zaman Abdestin niçin önerildiğini de anlamış oluruz.

 

- Her ibadetin fıkıhta sebebi vardır. Namazın sebebi ise vakittir. Oruçta sadece şarttır. Oysa namazda sebeptir, illettir. Namazın kazası yoktur. Orucun kazası vardır.

 

- Âl-i İmran suresi 39. ayet: “Zekeriyya mihrapta (yüksekçe bir yer) durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle nida ettiler: Allah sana kendisi tarafından gelen bir Kelime'yi tasdik edici, efendi, iffetli ve salihlerden bir peygamber olarak Yahya'yı müjdeler.”

 

- Mihrap oda demektir. Yüksekçe yer demektir. Mescitte değil de özel odasında namaz kılıyordu. tesliye teşdid için olabildiği gibi tadiye için de olabilir. Namaz kıldırıyordu anlamı verilebilir.

 

Ayetten anlaşıldığına göre Zekeriya ayakta durmaktadır (namaz için) Melekler ile konuşmaktadır, melekler ona bilgi vermektedir. Burada muhatabın MELEKLER olması, PEYGAMBER sıfatıyla birlikte değerlendirilmesi gereken bir konudur. Bizim muhatabımızın MELEK olması gerekli değildir. Başka bir varlık da olabilir. Önemli olan orada gerçekleştiği söylenen olaydır.

 

- Namazda birinin gelip hitap etmesi caizdir demektir. Söylediklerine kulak versin demektir.

 

-Başka bir açıdan bakmak gerekirse:

Ahzab suresi 56. ayet: “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selâm edin.”

 

Allah ve melekler bir olup nebinin işlerine yardımcı oluyorlar, siz de olun demektir. Buradaki nebi Muhammed değildir. Herhangi bir başkan veya önderdir. Melekler de gökteki melekler değildir. Görevlilerdir. Devlet memurlarıdır. Allah da topluluktur. Devlettir. Meclis onu destekliyor, Görevliler onu destekliyor. Siz de onu destekleyin demektir. Yani her mümin Kamu görevini ifa etmekle yükümlüdür demektir. Yetkilidir demektir.

 

- Yorumcular bu ayette geçen SLT kelimesine NAMAZ anlamı vermekten kaçınıyorlar. Haklı olarak Allah’ın peygamberine namaz kılması tahayyül edilemez. Bu Yaratıcının varlığını sorgulamış olur ki bütün algıyı sonuna kadar değiştirebilecek bir şeydir. Gerçekte de Allah Namaz kılmaz. Melekler de peygambere namaz kılmazlar. SLT ederler.

 

- Harfi tarifli salât kelimesi başka, fiilde geçen mastar başkadır. Mastar nekredir varlığı değil bir fiili ifade eder. Rükûlu secdeli namaz salât mastarını kullanmaz. Salâtı ikame mastarı ile kullanır. Sonra ala ile taaddi edince kök manası kaybolur.

 

- Her iki ayeti değerlendirmeden önce bir noktaya daha işaret etmekte yarar vardır:

Bilindiği gibi peygamberler Vahiy ile muhatap olmuşlardır. Bu sebeple de muhatap oldukları varlık CEBRAİL’dir. Hiçbir ilahi metin peygamberlerin başka bir kaynakla muhatap olduklarını belirtmez, bu yönde bir işaret de yoktur. Zaten mantıklı da değildir. Ancak bu ayette bir istisna mevcuttur. Dikkat edersen ayet Cebrail’den veya vahiyden söz etmez.

 

- Peygamber yalnız Cebraille muhatap olmuştur. Başkasına olmaz yeri de değil, O insanlar muhatap olmadı mı?

 

- İnşirah suresinin verdiği bilgi ile birlikte değerlendirildiğinde ise Peygamberin Vahyi kabul edebilecek yetenekte olması gereklidir. Açıkça anlaşılmaktadır ki ona müdahale edilmiş, yazılımı yenilenmiş veya ilave aygıtlarla bu veriyi alabilecek pozisyona getirilmiştir.

 

- Evet, bütün peygamberin beynindeki bilgisayar, melekler muhatap olacak şekilde açılmıştır. Bu herkesle değil frekansları uyuşan meleklerle olmuştur.

 

- Yani SLT ile öngörülmüş olan şeyin yerine getirilmesiyle kazanılacak olan yetenek öyle bir şeydir ki bu algıyı anlayabilme kodları çözebilmeyi sağlamaktadır.

 

- Çok ibadet eden ve zikredenlerin böyle bir mertebeye ulaştıklarını söylüyorlar. Buna ben ulaştım diyene rastlamadım. Falan ulaştı dedikleri kimseleri de imtihan ettim, böyle bir mertebe bulamadım. Ehli tarik bize ve Erbakan’a karşı çıktılar. Ama şimdi hepsi orada, bize sıra gelmiyor. Oysa onlar bu zaferimizi sezmeliydiler. Yahut zaferimiz için destek vermeliydiler. Hala Adil Düzen’e cephe almış durumdadır. Benim Kur’ân’dan bildiklerimi onların ilhamla bilmeleri gerekir. Böyle bir emare görmüyorum. Ben Namaz kılıyorum. Ve Kur’ân okuyorum. Kur’ân benimle konuşuyor. Ama ben özel bir irtibat kurmuş değilim.

 

- Âl-i İmran 39 ve Ahzab 59. ayetlerini birlikte değerlendirdiğimiz zaman karşımıza inanılması güç bir sonuç ortaya çıkaktadır. Bu sonuç tek kelime ile İLETİŞİM’dir.

 

- Peygamber kıssalarında olağanüstü olaylar değil bize örnek olan olaylar anlatılmaktadır. Bizim de yapacağımız şeylerden bahsedilmektedir.

 

Bu iletişim konusunu biraz daha açmak gerekirse:

İnfitar suresi 10., 11., 12. ayetler: ”Şunu iyi bilin ki üzerinizde bekçiler var, Şerefli yazıcılar. Onlar yapmakta olduklarınızı bilirler.”

 

- İnsanın yaptıkları filme alınmaktadır. Hiçbir hareketimiz gözden kaçmamaktadır. Yapılan fiilin sevap ve günah değeri ise takdirle ilgilidir. Bunu yapmak için de üç melek görevlendirilmektedir. Biri sevapları yazar, diğerleri günahları yazar. Biri de bunlar arasında ihtilaf olursa çözer. Yazdıklarını onaylar.

 

- Basitçe bu ayetten gözetlendiğimizi, yaptıklarımızı takip eden veya algılayan kaydeden yazıcılar, kaydediciler olduğunu anlıyoruz. Bu kaydediciler nasıl bir şeydir?

 

- Kaydediciler bunları bilgisayara yazıyorlar. Belki de beynimizdeki bilgisayara kaydediyorlar.

 

- Kaf suresi 16. ayet: ”Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şahdamarından daha yakınız.”

Geleneksel terminolojik çeviri yapanlar, kelimeleri ihtiva ettikleri anlamlar ile değil, vaaz ettikleri anlamlarla çevirme gayretindedirler. Oysa ayette çok ilginç detaylar vardır:

الْوَرِيدِ (VRD) : Damar içi, sinyal üreten, verici

 

- Sudur, sudan develerin ayrılmasıdır. Vürud ise develerin suya varmalarıdır.  Varidat gelirlerdir. Sadırat giderlerdir.

 

خبل  (KHEBL); Bunama, akıl hastalığı, Köken itibariyle: Zihni etkileyen hayvan, ölümcül hastalığa neden olan şey

 

Ayette hıbl’den değil habl’den bahsetmekdir. İp anlamındadır. Böcekle ilgisi yoktur. Kur’ân’da öyle bir kök geçmemektedir.

 

- Bu kelime noktasız olduğunda ise (yani HEBL), ip, ip gibi uzanan anlamlarına gelmektedir. (Her iki halde de bizi anlatmak istediğimiz şey açısından sorun yoktur)

 

- Noktasız üzerinde konuşmamız gerekir.

 

نفس (NEFS); Ayni, Benlik

 

- Kişi demektir. İnsan ruh ve bedenden ibarettir. Beden ruh ile irtibatı hayat ile kurar, ruh da bedenle irtibatı nefis ile kurar. Nefis ruhun beyinle sağladığı bir aracıdır. Soluk kesilince beyin çalışmaz hale gelir. Hayatın başlaması ciğerlerin havalanması ile başlar. Bitmesi de havadan kesilmesi ile oluşur. Onun için nefis denmiştir. Başka izah edecek bir kelime yoktur. Bu aynı zamanda kişiliği ifade eder. Çünkü insanın hak ve görevleri o şartlar altında olur.

 

- Ayet önemli detaylara vurgu yapar: Damarlar içinde bir vericinin bulunduğu, bu vericinin bir virüs gibi küçücük bir şey olduğu, benliğimizle doğrudan bağlantısı olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

 

- İnsanlarda iki kalp vardır. Kanın dolaştığı kalp ve elektriğin dolaştığı kalp her ikisinin veridi ve verdi vardır. Verid toplardamardır ve alıcı sinirlerdir. Verd ise atardamarlardır ve motor sinirlerdir. Kur’ân bunları çok açık şekilde anlatmaktadır.

 

- Yani içimizde bulunan bu şey Sinyal üretmekte ve bilgi aktarmaktadır. Peki, bu bilgiyi nereye aktarmaktadır?

 

- Beyinde bulunan elektrik devreleri bedenden aldığı elektriki sinyallerden ruhumuzu haberdar etmektedir. Bu ilişkiyi bilemiyoruz. Ama böyle bir ilişkiyi her an yaşıyoruz.

 

- Kaf suresi 17. ayet : “Sağında ve solunda onunla beraber oturup amellerini tespit eden iki de tespit edici vardır.“(ibn-i Kesir)

قَعِيدٌ (KEIDUN) : Devre dışı bırakılmış, devre dışı, istem dışı

متلقي (MUTELEKKI): Alıcı, (MUTELEKKIYANI = iki alıcı)

Bu ayete göre Her iki tarafımızda alıcılar, kaydediciler bulunduğunu, bahse konu olan kaydedicilerin birer ALICI (mikrofon veya anten) olduğunu ve bu alıcıların kontrolünün bizim elimizde olmadığı anlaşılıyor. KAIDUN kelimesi ise bu alıcıların bedenimizle doğrudan irtibatlı olmadığını da göstermektedir.

 

- Bunlar için oturmuş ifadesi kullanılmaktadır. Beyindeki devrelerle ilgilidir. Rüyalarımızı da düzenleyen birileri mutlaka vardır. Çünkü hiç akla gelmeyen ama mantıki silsile içinde olayları görüyoruz. Sonraki hayatımızla da ilgileri oluyor bu rüyaların. Bizim meleklerle yakın iletişimimiz olduğu kesin.

 

- Burada bir başka detayı daha hatırlamakta yarar var: bilindiği gibi KİRAMEN KÂTİBİN meleklerinden söz edilir. Yani 24 saat peşimizde dolaşan, tuvalet veya cinsel ilişki hariç yanımızdan hiç ayrılmayan melekler olduğu ve bu meleklerin yaptıklarımızı kaydettiği anlatılır. Oysa ayetlerde MELEK kelimesi hiç kullanılmaz. KİRAMEN KÂTİBİN: şerefli yazıcılar, dürüst doğruluktan ayrılmayan kaydediciler. Anlamındadır. Eğer ayette bahsedilen alıcılar böyle bir şey ise, bunun melek olması gerekmez. Zaten insanın peşinde meleklerin dolaşıyor olması da mantıklı değildir.

 

- Kamera gibi alıcılar yalnız olayları kaydederler, oysa insanın amellerinin sevap ve günah olarak değerlendirilmeleri gerekir. Çarşıdan ne aldığınız kadar kaça aldığınız da önemli. Kaça aldıklarınızı ve borçlandığınızı, sözler veya yazılar dışında bir şey kaydedemez. Onun için Allah insanı yaratmış, melekleri de onun yanlarına koymuştur. Zaten meleklerin itirazı da bu yönden biz bunların peşinde neden dolaşalım diyorlar.

 

Peki, bu ALICILAR ne tür bilgileri kaydeder?

Kaf suresi 18. ayet: ”O, bir söz atmaya dursun; mutlaka yanında hazır bir gözcü vardır.” (ibn-i Kesir)

Ayetten bu sinyal üreten, bilgi aktaran vericiler ve bu sinyalleri kaydeden alıcıların SÖZ, fiil ve eylemleri kaydettiği anlaşılmaktadır. Bu nokta çok önemlidir. Yani, SÖZ ile ifade edilmeyen şey bir bilgi değildir, ifade edilmeyen şey bir eylem sayılmaz. Düşünce serbest bir olgudur ve gizlidir. Düşüncenin açığa çıkması ancak SÖZ ile mümkündür. Bu aynı zamanda eylemi de tanımlar.

 

- Düşünce bilgisayardaki devrelerdir. Bu devreler hafızaya kelimelerle alırlar. Kelimeler olmadan film çekilir ama sevap ve günahlar, alacak ve borçlar alınmaz. Ona mutlak şuurlu bir varlığın takdirini koyması gerekir.

 

Burada yine önemli bir ayrıntıya daha dikkat etmekte yarar vardır: “Ameller niyetlere göredir, niyetin halis ise eylem olmasa bile aynı sevabı alır” gibi önermeleri bütünüyle anlamsızdır. Sadece bu ayete göre bir şeyin DEĞERLİ olabilmesi için mutlaka eylem olması gerekir. (Modern hukuk da böyledir) Yani EYLEM haline dönüşmeyen hiçbir şey ne SUÇ sayılabilir ne de İYİLİK veya mükâfat gerektirecek bir şey sayılabilir. Mutlaka SÖZ ile ifade edilmesi veya EYLEM halinde ortaya konulması gereklidir.

 

- Her şey kadere göre olur. Biz birşey yapmayız. Attığımız zaman biz atmayız, öldürdüğümüz zaman da biz öldürmeyiz. Biz niyetimize göre suçlu veya mükâfat olarak sevap alırız. İçtihadımıza göre hareket ederiz. Ahirette Allah niyetlerimize göre hesaba çekecektir. Bu dünya ise zahir sebeplere göre yaşanacak yerdir. Niyetlere göre değil fiillere ve sonuçlara göre mahkûm oluruz. Bu dünyada mutlak adalet yoktur. Bu dünyadaki adaletsizlik ahirette giderilecektir. Bir katil eğer katlederken sıkıntı çekmişse cezasından o sıkıntı kadar tenzil edilecektir. Dilsiz doğan çocuk ahirette sevapla gitmiş olacaktır. Orada zerre kadar haksızlık yoktur. Bu dünyadaki haklar zerrelere varıncaya kadar dengelenecektir. Ahiret inancı budur.

 

- Yorumcular, Kirâmen Kâtibin meleklerinin insanın kalbinden geçirdiği veya düşündüğü şeyleri algılama ve yazma konusunda sıkıntıya düşmüşlerdir. Fakat buna da bir kılıf geliştirmişler ve demişlerdir ki: “İnsan kötü bir şey düşündüğü zaman kötü koku yayar ve melekler bu kokuyu algılayarak kötü bir şey düşündüğünü anlarlar. İyi şeyler düşündüğünde de güzel koku yarar ve melekler de bunu bu şekilde bilirler” gibi akla ziyan açıklamalar getirmişlerdir.

 

- Bunun akla ziyan tarafı yoktur. Ruh bilgisayar tuşuna bastığı zaman hangi klavyede çalışacağına karar verir. Melekler de onu görmüş olurlar. Bugün bilgisayarlardan birçok cinayet aydınlanmıyor mu?

 

Konumuza dönersek, Eğer mutlaka EYLEM olması gerekiyor ise (-ki ayetler böyle söylemektedir) o halde bu bilgiler (ortaya çıkan enerji) nereye kaydediliyor? Nerede saklanıyor? Değiştirilmesi veya düzenlenmesi mümkün mü? Bu soruları biraz geniş ele almakta yarar var:

Mutaffifin suresi 4. ayet: ”Onlar düşünmezler mi ki tekrar diriltilecekler!”

مبعوثون Elçi, elçiler, vekil, Heyet, البعث BAAS = diriliş (fikri diriliş, aydınlanma)

Ayet’e göre Bir aydınlanmadan söz edilmektedir. Geleneksel algı yöntemlerine göre Mealler veya tefsirler MEB’US kelimesini “Yeniden Dirilmek” şeklinde algılamışlardır. Tabii bu tamamen terminolojik bir algıdır. Gerçekte MEB’US kelimesinin aslı olan BAAS diriliş anlamına gelir ancak bu diriliş topraktan dirilmek veya yeniden dirilmek değildir, bahsedilen bu diriliş bir aydınlanmadır, evrilmedir.

 

- Kelimelere istenilen mana verilebilir. Kelimelerin vazi manaları mücmeldir. İstanbul dendiği zaman nereler anlaşılır. İnsanlar kelimeleri kullanırken ona mana verirler, ayrıca anlayanlar da onlardan bir şey anlarlar. Ben kelimelere istediğim manayı yakıştırabilirim. İkinci asırda üçüncü asırda böyle durum olmuş. Bu karışıklığı önlemek için müçtehitler kurallarla yorumlamalar yapmışlardır. Üçüncü asırda bu kurallar usulü fıkıhla ilimleştirilmiş dördüncü asra usulü fıkhın kullandığı sarf, nahiv, bedi, beyan ilimleri doğmuştur. Kur’ân’daki kelimelerin icma ile oluşan manaları vardır. Onları attığımız zaman elimizde hiçbir şey kalmaz. Kur’ân’ın lafzına dokunamayanlar akıllarına göre şimdi manalarını tahrif etmek yolundadırlar. Önce onun fıkıh yapısını kenara itiyorlar. Sonra ahiret inancını sarsmaya çalışıyorlar. Mebusun kelimesi ahirette dirilme anlamındadır. Ama bu dünyadaki dirilme anlamında da olabilir. Çünkü Kur’ân’da müşterek kelimeler vardır. Hatta her kelime müşterektir. Çözmek istediğin konuya göre ona o manayı verirsin. Bunun için kıyas usulü geliştirilmiştir. Ahiret için söylenenlerin dünyada uygulaması olur. Dünya için söylenenlerin ahirette karşılığı olur. Bu doğru manalandırmadır. Ama ahireti inkara götüren yorum külliyen yanlıştır.

 

- İbrahim 48: “O gün yer, başka bir yere, gökler de başka göklere dönüştürülür ve insanlar bir ve kahhar olan Allah’ın huzuruna çıkarlar.” ayetinde olduğu gibi.

 

- Kâinat bundan 13,7 milyar yıl önce yaratıldı. Genişlemektedir. Kur’ân’a göre bu genişleme devam etse bile galaksideki yıldızlar birleşecek. Kur’ân bunu da teyit ediyor. Sonra yeniden patlama olacak, yeni kâinat oluşacaktır. Evet, bunlar artık müspet ilmin onayladığı oluşlardır. Kâinat doğmuştur, yaşamaktadır ve ölecektir. İnsan hayatı kâinatın hayatı ile karşılaştırıldığı gibi toplulukların hayatı da karşılaştırılabilir. Kıyas asıl manalar tatil edilmeden yapılmalıdır. Kıyasın en temel kuralı budur.

 

Buna göre yani kelimenin her iki formuna göre ayeti tercüme ettiğimiz zaman bir toplanma, aydınlanma gününden söz edilmekte olduğu açıkça anlaşılabilmektedir. Bunun NAMAZ ile ne ilgisi var? Diye bir soru sorulabilir. Eğer günün birinde dünyamızı terk edecek isek ve eğer bir toplanma veya aydınlanma günü var ise SLT denilen eylem ile istenen şeyin önemi daha da iyi anlaşılabilir olmaktadır.

 

- Dünyayı bu dünya hayatında terk edip göklerde mekân kurmak ayrıdır. Öldükten ve kıyametten sonra dirilmemiz ayrıdır. Bizim uzaya gitmemiz, kâinatın genişlemesine benzemektedir. Kıyamet ise kâinatın ölümüdür. Yeniden dirilmesidir. Tıpkı canlıların ölüp yerine başkalarının gelmesi gibi. Toprak olan bedenler yeniden beden oluyorlar.

 

Bu noktada, bu kayıtların tutulduğu yerin neresi olduğu şeklinde bir soru akla gelir.

Mutaffifin suresi  5., 6., 7. ayet: “Büyük bir günde. Ki insanlar o gün alemlerin Rabbinin huzurunda duracaklar. Hayır, günahkârların yazısı muhakkak “Siccîn”dedir.”

جَّارِالفُ (FUCCAR): Zamparalık, çapkınlık, normal olan ile yetinmeyen

كِتَابَ (KATİBUN) : Rezervasyon, kayıt, film

- Ayetler aydınlanma, toplanma zamanını tarif etmektedir. Öyle bir gündür ki insanlar (sadece Âdem nesli değil) yani herkes TANRI’nın huzuruna çıkacaklar. Yine ayette geçen FÜCCAR kelimesini günahkâr olarak çevirmektedirler, Bu ifade kısmen doğru olmakla birlikte bu kelime zamparalık, çapkınlık, normal olan ile yetinmeyen anlamına gelmektedir. Ve yine ayette geçen önemli bir kelime de KATIBUN kelimesidir ki bu kayıt, film anlamına gelir yani hayatın filmi.

 

- Bu dünyanın kanunları entropinin büyümesine benzer. Oysa evrimleşmiş kâinatta entropinin büyümesi yoktur. Belki dalgalanması vardır. Orada ölüm yoktur. Cehennemdekiler bile ölmeyeceklerdir.

Bunlar Kur’ân’ın vurgulayarak anlattıklarıdır. Fecr yarık demektir. Pencere de buradan gelir. Nasıl bedeniniz yaralandığı zaman kan kaybedersiniz. Şeriatın kurallarını yaraladığınızda düzen bozulur. İnsanlar düzeni bozmayacak şekilde eğitilmektedir. Bu dünyada eğitilip sınıfı geçmişlerse ahrette cennete gidecekler. Sınıfta kalanlar özel eğitime, cehenneme alınacaklar. Muhasebe defteridir. Bilgisayar kayıtlarıdır. Merkum ise rakamlanmış, numaralanmış demektir. Araya başka satır sokulamaz, hile yapılmaz demektir. Bunlar bugünkü muhasebede uygulanmaktadır.

 

Peki, bu nerededir? SİCCİN’dedir. SİCCİN nedir?

Mutaffifin suresi  8., 9. ayet: “Siccîn”in ne olduğunu sen ne bileceksin? Rakamlanmış bir kitaptır.”

مَّرْقُومٌ (MERKUM) Kodlanmış, rakamlanmış, silinemez bilgi

Yani bütün söz, fiil ve eylemler vücudumuzda bulunan sinyal vericileri, etrafımızda bulunan alıcılar sayesinde hissedilerek kodlanarak SICCIN denilen bir veritabanına kaydedilirler. Böyle olunca bu bilgilerin kaydedildiği bir merkez veya merkezlerin olması kaçınılmaz olur ve bu merkezleri yönetenlerin olduğu da açıkça anlaşılabilir.

 

- Bu merkez, meleklerin oluşturduğu teşkilattır. Melek deyince iki şey anlamalıyız, canlıların DNA programlarını yapan, insan benzeri varlıklardır. İnsanın cennetteki hali onların varlıklarına benzer.  Bunlar yalnız canlıları değil tüm uzay kanunlarının uygulandığı belgeleri korumakla yükümlüdürler. Bizim defterlerimizi de bunlar tutmaktadır. Bunların bizim hayattaki karşılığı kamu görevlileri ve genel hizmetlilerdir.

 

- Toparlamak gerekirse, tarif edilen namazın yine tarif edilen iletişim yöntemleri ile belli bir kaynağa ulaşmak veya belli bir kaynakla irtibat kurmanın bir yolu olduğunu anlamak zor olmaz. Aydınlanma günü veya Toplanma günü için bir hazırlık, o aydınlanmaya / evirilmeye giden yoldaki önemli bir araç haline gelir NAMAZ. Zekeriyya’nın namazından başlayarak ayetleri alt alta topladığımız zaman, geleneksel namazın Kur’an’ın tarif ettiği namaz olmadığı açıkça anlaşılmaktadır.

 

- Kur’ân’da zikredilen namaz geleneksel namazdır. İcma ile sabit olmuştur. Kur’ân’da onluk sistemi vardır. Namaz rekâtları da buna göre oluşturulmuştur. Yirmi rekâttır, onu gece onu gündüz. Üçere bölünmüştür. Biri 3+4+3 diğeri 2+4+4 sünnetler de 20 rekâttır. Bizim parmaklarımız kadarlar. Kur’ân’da bugünkü namazın her rüknü için delil vardır. Peygamber namazları ona göre kıldırmıştır. Istılahî manasını bu şekilde kullanmıştır. Sahabeler de öyle yapmışlardır. Günümüze kadar uygulama ve ifadelerle gelmiştir. Siz yeni din kurabilirsiniz. Onu da Kur’ân’a dayandırabilirsiniz. İnandırabilirseniz diğer mezhepler gibi mezhebiniz olabilir. Ama biz Sünnilerin mezhebindeniz. İcmayla sabit olanlardan sapmayız. Ama içtihatlarımızı ve yeni icmalarımızı da biz oluştururuz.

 

Yine aynı şekilde bütün bu tarif edilen, anlatılan bilgiler çerçevesinde SESSİZ namaz’ın ve anlaşıldığı şekliyle CEMAATLE namazın da mümkün olamayacağı açıkça anlaşılır. Çünkü sessizlik veya düşünmek bir eylem değildir ve kayıt dışıdır. Çünkü Tarif edilen namaz, Sesli ve ayaktadır. Yani Ses ile namaz eylemi ortaya konur.

 

- Bilgisayarda devreler vardır. Bu devreleri ekrana getirirsiniz veya getirmezsiniz. Sizin ekrana getirmediğiniz bir dosyayı başkaları paralel bağlı ise getirebilir. Evet, her şey kelimelerle kaydedilir. İnsan da kelimelerle düşünür. Ama bunları ağzı ile söylemesi gerekmez. Şimdi ben kelimeleri yazıyorum ama ağzımla söylemiyorum. Sessiz namaz olur. Dinlemek sessiz değil midir? Bir de cemaatle namaz olmaz diyorsunuz. Bu tamamen hayali iddia eder. Aksine birlikte kılınmayan namaz namaz olmaz diyebilirsiniz. Kur’ân’da emredilen bir namazın birlikte ikamesidir. Beş vakit namaz birlikte emredilmiştir. Sadece teheccüt yani vitir münferiden kılınacaktır. Uzun uzun anlatıp ondan sonra cemaatle namaz olmaz gibi anlatılanlarla alakası olmayan sonuca varmak, makalenin ilmiliğini yok etmektedir. Cemaat dışı namaz vardır diyebilirsiniz. İnsan için esas olan o namazdır diyebilirsiniz. Çünkü insan kendisi ancak ayrı olduğu zaman Allah’a yaklaşır diyebilirsiniz. Bunların hepsi bana göre yanlıştır, ama söylediğiniz cümleler dinlenir. Damdan düşer gibi, cemaatle namaz yoktur sözünüzün bir değeri yoktur.

 

- Tabii Kur’an ın tarif ettiği namaz, her namaz kılanın bu iletişimden yararlanacağı anlamına da gelmemektedir çünkü, bu kazanılması gereken bir yetenektir. İnsanın kendini eğitmesi, alışkanlık haline getirmesi, bir nevi TRANS haline geçebiliyor olması gerekir. Bu da kendiliğinden olmaz. Nasıl olur: Sabırla, gayretle, düzenli bir şekilde çalışarak olur. Bu yüzden namazın düzenli ve zamanında ve DOSDOĞRU kılınması gerektiği ısrarla vurgulanmaktadır. Bunlar göz ardı edilebilecek şeyler değildir. Çünkü bunlar Ayetlerin bize aktardığı şeydir. Dolayısıyla herhangi bir yöntemle bunları değiştirmek mümkün olmaz.

 

- Kuran bütün insanlara inmiştir. Şeriat kitabıdır. Kuran’da sünnette tarif edilen namazı elbette devamlı kılacaksın. Gerekli kıraati ve zikri yani Kuran’ı anlamayı yapmalısın. Ondan sonraki insana ait değildir. Kıyam kelimesinin yalnız ayaktadır anlamı yoktur. İkame etmek mukavim yapmak güçlendirmek demektir. Size talim ettiği gibi demektedir. Sonra Kuran’da dosdoğru kelimesi yoktur. O mütercimlerin uydurmalarıdır.

 

-Burada şöyle bir soru sorulabilir: Kimle iletişim? Nereyle? Veya bahse konu olan yönetim merkezi veya merkezleri neresidir?

 

- Her aşiret beş vakit namaz için merkezdir. Her cuma kabile için merkezdir. Kabe bütün insanlar için merkezdir. Oradaki taşlarda bir şey yoktur. Oraya gelen insanların birbirleri ile haberleşmeye geçmeleri ve ortak bir şuurun oluşmasıdır. Allah var, topluluk var. Melekler bize hizmet ederler. Onlar merkez değildirler. Biz birbirimizin meleğiyiz. “Evlerinizi kıble kılın”ın manası budur. İki kişi bir raya gelince üçüncü Allah’tır.

 

-Bu soruların cevabı da aslında Kur’an da var. Mesela Necm Suresi 49. Ayette : ”Doğrusu Şi'ra yıldızının Rabbi de O'dur.”

 

- Kuran’da şıra yıldızı dememektedir. Sadece şıra denmektedir. Şıra bilinç demektir. İnsanlara bilincini bahşeden rab denmektedir. Şıra yıldızı ad kavminin tanrısıdır. Ona da işaret etmiş olur.

 

- Kur’an da adıyla zikredilen tek gezegen veya yıldız budur Şi’ra yani SIRIUS. (Güneş ve Ay dışında) Bununla ilgili önemli bilgiler de vardır, mesela bu yıldızın tek olmadığı, (3 tane olduğu) bunun üzerinde akıllı varlıkların bulunduğu vs. Zaten ayet, Şi’ra nın da rabbidir derken burada akıllı varlıkların bulunduğuna da işaret eder. Çünkü RABB kelimesi terbiye eden, geliştiren, tekamül ettiren anlamına gelir. Yani Akıllı varlıkları işaret eder. Dolayısıyla eğer bu gezegen veya yıldızda akıllı varlıklar yoksa, RABB’e de ihtiyaç yoktur.

 

- Akıllı varlıklar, güneşte de vardır. Cinler ve melekler de akıllıdır. Güneş sisteminde bizden başka canlı tespit edilmemiştir. Rab kelimesi düzenleyen evrimleştiren demektir. Semavat ve arzın şuuru yoktur. Ama onların da rabbidir.

 

Bunun ne önemi var? Stephan Hawking “Kainatta bu fizik kuralları varken Tanrı’ya gerek yoktur” demektedir. Bu doğrudur. Yaratıcı her an sisteme müdahale etmiyor. Yaratıcı sistemin de planlayıcısı ve yaratıcısıdır. Ancak uygulayıcılar başkadır. Eğer yaratıcı sisteme sürekli müdahale ediyor ise, meleklere ve benzeri varlıklara, da ihtiyaç yoktur. Bunlar var ise, o halde sistemin bir yönetim merkezinin veya merkezlerinin de olması kaçınılmazdır. Bu aynı zamanda bilginin yönetildiği merkez anlamına da gelir. Tıpkı Levh-i Mahfuz’daki bilginin kaynağı olan kitap gibi. (bu kitap, kainatın sistemidir. Her şeyin tanımlandığı kitaptır.)

 

- Allah kainatı insan, melek, cin ve ruhlar için yarattı. Şuurlu varlıklar bunlardır. Bunlar olmasa kainat ne işe yarayacaktı.  Bu sebepledir ki Kuran’da “Allah Kuran’ı öğretti sonra insanı halk etti” diyor. Kainatın planı önce insan ve diğer şuurlular için var etti. İnsana ne gerekiyorsa sonra onu yarattı. Biz her şeyi siz anlayasınız diye ikişer yarattıktaki ifade bunu açıkça ifade eder. Allah kainatın düzenini kendisi kurmuştur. Onun için zaman yoktur. Biz bunlardan yararlanır, cennet veya cehenneme gideriz. Bununla beraber Allah şimdi uykuda değildir. Kullarından her birinin yanındadır. Çünkü irade sahibi insan ve diğer şuurlu varlıklar kurallara göre değil iradeleri ile hareket ederler. Onlara iradelerini veren sürekli Allah’tır. Allah’ın meşiet etmediğini siz meşiet edemezsiniz bu demektir. Allah doğa kanunlarını değiştirmiyor. Ama Allah her zaman insanlarla beraberdir.

 

-Vaazedilen  KADIR-I MUTLAK Tanrı anlayışı Kur’an ın ortaya koyduğu anlayış ile uzaktan yakından ilgili değildir. Bu anlayışa göre, her şey, Allah’tandır ve o nasıl isterse öyle olur. Ve yine aynı mantığa göre, Allah her an, her saniye kainata, sisteme müdahale etmektedir ve her an her saniye bizimle (taibii sadece Müslümanlar ile) birliktedir. Oysa kur’an böyle söylemez.

 

- Allah’ın ilmi dışında bir zerre kımıldamaz. Allah’ın kanunları dışına çıkmaz. Allah’ın kanunları da değişmez. Ama Allah her zaman ve her yerde her insanın, her meleğin, her cinin ve her ruhun yanındadır. Onunla ilgilenir. Kuran’da bununla ilgili pek çok ayet vardır. Nerede olursanız olun o sizinle beraberdir.  Verid geçen ayet. Tabii siz Kuran’ı Kuran Arapçasıyla değil de kendi Arapçanızla anlarsanız deveyi pire olarak anlayabilirsiniz. Biz bunlara katılmıyoruz. Sizi bizim yolumuza değil icmaların yoluna davet ediyoruz.  Ne aklı ne de nakli dayanağı olmayan ifadelerin size bir yararı yoktur.

 

Enam Suresi 104, 105, 106, 107. Ayet:

-“Doğrusu size, Rabbinizden basiretler gelmiştir. Kim, onları görürse; kendi lehine, kim de körlük ederse; kendi aleyhinedir. Ve ben, sizin üzerinize bir bekçi değilim.”

“İşte Biz, ayetleri sana böylece türlü türlü açıklarız. Ta ki onlar; sen okumuşsun, desinler ve Biz onu bilen bir kavme besbelli edelim.”

 

 -Kuran’da sen okumuşsun ifadesi yoktur.

 

-“Rabbından sana vahyolunana uy. O'ndan başka tanrı yoktur. Müşriklerden yüz çevir.”

“Eğer Allah dileseydi; onlar şirk koşmazlardı. Hem Biz, seni onların başına bir bekçi yapmadık. Sen, onların üzerine bir vekil de değilsin.”

 

- Biz de kimseye baskı yapmıyoruz. Söylemelerine sonuna kadar imkan tanıyoruz. Ama cevap vermek de elbette hakkımız ve görevimiz. Bizim için kötü insan yoktur. Kötülük vardır. Biz kişilere değil kötülüğe karşıyız. Gerçeği arıyoruz. Onun için her söze kulak veriyoruz.

 

- Yukarıda anlatılan, kur’an ın tarif ettiği sistem burada da teyit ediliyor ve üstelik ALLAH DILESEYDI kavramını da açıkça ortaya koyuyor. Yani Allah bizim başımıza bekçi olmadığı gibi, peygamber de bizim başımıza bekçi değil. Ve iman özgür irade ile gerçekleşmesi gereken bir anlaşmadır. Çünkü Allah dileseydi elbette şirk koşanlar da şirk koşmazlardı. Ama öyle değil. Ve üstelik, geleneksel anlayışın aksine, Ayetlerin açıklanmaya muhtaç olmadıklarını da söyler. Ve sadece VAHYE uymak gerektiğini de.

 

-  Siz çelişki içindesiniz. Kendiniz ayetleri olmaz yollardan tevil ediyorsunuz. Buna kendinizi yetkili görüyorsunuz da başkalarının açıklamasını doğru bulmuyorsunuz. Kuran kıyamete kadar açıklanacaktır. Çünkü o Kuran’dan başka hikmeti de indirdi. O ilimle tafsil edilecektir. Herkes kendisi için kendisi anlayacaktır. Tek Kuran yok, mümin kadar Kuran var. Çünkü herkes kendisi Kuranı nasıl anlarsa onun için Kuran odur. Müteşabih ayetler var. Rasihler onu yorumlayacaklardır. Nutfenin sperm olduğunu, salsalın kromozom olduğunu o gün değil ancak bugün anlıyoruz.

 

- Netice itibariyle, biz bu yaşadığımız dünyada var edilmediysek, günün birinde dünyayı terk edip gitmek zorunda isek, bir aydınlanma ve toplanma günü var ise, o halde dünya dışı gerçeklerden arındırılmış olmamız düşünülemez. Irtibatın kesilmiş olması tahayyül edilemez. Eğer Allah, böyle bir sistem dizayn ettiyse (-ki kitabında böyle söylüyor) o halde bunun yöntemlerini de açıklamış olması, araçlarını bildirmesi gerekmez mi? Elbette gerekir ve zaten açıklıyor.

 

- İnsan zayıf ve bilgisiz yaratılmıştır. Bu eksikliğini ilimle , eğitimle tamamlamaktadır. İlmin kaynağı da akli ve nakli delillerdir.

 

-Son olarak cemaat ile namazın neden mümkün olamayacağını kısaca özetlemekte yarar var:

- Dinleyelim

-Nisa suresi 102. Ayette: “Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı seninle beraber namaza dursunlar, silahlarını   alsınlar, böylece  secde ettiklerinde arkanızda olsunlar. Sonra henüz namazını kılmamış olan   diğer gurup gelip seninle beraber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silahlarını alsınlar. O kafirler arzu ederler ki siz silahlarınızdan ve eşyanızdan gafil olsanız da üstünüze birden baskın yapsalar. Eğer size yağmurdan bir eziyet olur yahut hasta bulunursanız silahlarınızı bırakmanızda size günah yoktur. Yine de tedbirinizi alın. Şüphesiz Allah, kafirler için alçaltıcı bir azap hazırlamıştır.”

 

- Bu ayet namazdan maksadın bizim kıldığımız namaz olduğunu ve cemaatin asla terk edilmeyeceğini çok açık bir şekilde anlatmaktadır. Size göre beyana da gerek yok. Sorun bitmiştir.

 

Topluca namazı tarif etmektedir. Ancak bu ayet bir istisnadır. Çünkü ayette bahsedilen namaz, bir savaş ortamındaki namazdır ve yine ayette bir imamet veya cemaat söz konusu değildir. Sadece bir arada namaz kılınması gerektiği söylenir. Dikkat edilirse, Peygamberin IMAM’lık yaptığı gibi bir işaret veya açıklama da yoktur. Elbette savaş alanında savaşanların silahlarını bırakıp namaza durmaları beklenemez. Elbette namaz kılanların korunmaları gerekir. Elbette bunu topluca yapmak gerekir çünkü tek tek etrafa dağılıp namaz kılmak demek, kolaylıkla hedef olmak demektir.

 

- Tam tersine senin arkanda diyerek imamı zorunlu yapmaktadır. Bir grup kılsın diğer grup sonra kılsın demektedir. Cemaat en kötü şartlarda bırakılmayacak, imam ikileştirilmeyecektir. Tek başkan, tek beyin, aynı başkanın emrinde nöbetleşirler. Elbette siz de bunun böyle olduğunu biliyorsunuz. Ama siz Kuran’ı size uydurmaya çalışıyorsunuz.  Kuran’a uyma endişeniz yok. Biz size değil, Allah’a uyacağız.

 

Bu ayetten yola çıkarak CEMAAT ile namazı üstün tutmaya kalkmak veya geleneksel anlamda CEMAAT halinde namaz kılmak mümkün değildir. Bir kere IMAN denilen şeyin, BIREYSEL bir anlaşma olduğu unutulmamalıdır. Özgür irade ile, bireysel olarak, nedenlerini bilerek iman etmek öngörülür. Bu bir anlaşmadır ve kişisel bir tercihtir. Kaldı ki, Ayetlerde tarif edilen eylemin SÖZ ile gerçekleşeceği ve IMAM’ın arkasında duran cemaatin bir eyleminin olamayacağı da anlaşılır. IMAM’ın sesli okuması kendi eylemini ortaya koyar, cemaatin eylemini değil. (Bazı vakitlerde)

 

- İmanın iki manası vardır. Biri kişisel imandır. Allah ile kendi arasındadır. O bizi ilgilendirmez. İmanın ikinci manası ise dayanışma ortaklığıdır. Yani ordu oluşturmadır. Örgütlenmedir. Ey iman edenler kurallı erkek çoğuldur. Kişilere ayrı ayrı değil hepsine birden hitap eder. Emredilen namazlar cemaatle elde edilmiş namazdır. Siz imanı halkın anladığı manada anlıyor, ondan sonra onun üzerinden hükümler kuruyorsunuz. Oysa İmanı Kuran’ın anladığı ve sünnetin anladığı manada anlamak gerekir. Sünnette ne diyor, iman tüm insanların mallarını ve canlarını ona emanet etmesidir demektedir.  Bir nefsi öldüren, tüm insanları öldürmüştür. Birini kurtaran mümin tüm insanlığı kurtarmış olur. Hatanız İslam ile imanı aynı anlamanızdan ileri gelmektedir. Müslimlere cemaatle namaz kılmak farz değildir diyebilirsiniz.

 

-Bunun ötesinde, Yine Kur’an hiçbir yerde topluca namaz kılmayı önermez. Aksine, Evlerde namaz kılacak yerler yapılmasını, bireysel namazı, binek üstünde veya yolda yürürken bireysel olarak namaz kılınabileceğini vs. söyler. Çünkü bunun zamanı önemlidir. Kaldı ki, SESLI OKUMAK bir kuraldır ve bu şekilde zaten CEMAAT ile namaz kılmak mümkün olmaz.

 

- Sesli okumak veya dinlemek kuraldır. Kunut etmek dinlenmek demektir. Kuran okununca diğerleri dinleyeceklerdir. Kuran zikir için okunur. Başkalarının dünyası için okunur. Varsayımlarla Kuran yorumlanacaktır. Ama varsayımlar Kuran’ın icma ile sabit olan manalarıyla çelişmemelidir. Sizin varsayımlarınız çelişiyor. O halde varsayımlarınız yanlıştır. Herkes hatada, sen doğru yolda olamazsın.

 

-Askerlik yapanlar bilirler: Muhaberat bölüklerinde bir araç vardır, telsiz aracı, uzak mesafelerle iletişimi sağlayan bir araç (hala var mı bilmiyorum, benim zamanımda vardı) Bu araç her gün aynı saatte çalıştırılır ve iletişim kurulurdu. Mesaj alınıp verilirdi. Basit bir ordu birliği bunu yapmayı gerekli buluyor ise, muhteşem bir sistemi ortaya koyan Allah’ın bu sistem içerisinde bir iletişim mekanizması kurmuş olması gerekmez mi? yani Namaz ile bizden istenen şeyin neden farklı olması gerekiyor? Neden her gün aynı zamanlarda namaz kılmak gerekiyor? Ordudaki basit bir birlik, her gün aynı saatte çok uzak mesafelerden MESAJ almak için o aleti çalıştırırken, neden bizim Namazımız eğilip kalkmaktan ibaret olsun?

 

- Evet namaz eğilip kalkmaktan ibaret değildir. Namaz günde beş defa kişinin topluluğu ile irtibat kurmasıdır. Onlarla beraber ortak hareket etme eğitimini almasıdır.  Biz ancak bedenlerimizi bir araya getirerek ortak hareket edebiliriz. Sözlerle anlaşabiliriz. Ruhları biz birleştirmeyiz, onlar kendileri birleşir. Ortak bir ruh birliği oluşur. Ona göre düşünmeye ve ona göre yapmaya başlar.

 

- Bütün bunların ışığında, geleneksel formda namaz kılmanın kimseye bir yararı olmadığını herhalde anlamak zor değildir. Zaten bu namaz da değildir.

 

- Namazın şekli geleneksel namazdır. Günde beş defa toplanıp birlikte hareket etmedir. Bugün namaz karikatürize edilmiş sürünün ahıra girmesi gibi camiye girip çıkma olarak anlaşılıyor. Oysa mescitler birer medresedir. Müzakere yeridir. Görüşme anlaşma yeridir. Şeytan önce namazı namaz olmadan çıkarmış sonra da gerek yok deyip yok etmek istemektedir.

 

-Ben namaz ile ilgili olarak bize önerilen şeyin bu bilgi ağına, Networke katılmak iletişim kurmak şeklinde tarif ediyorum. Kimileri beni çok fazla teknokrat bulabilir. Veya teknoloji ile kafayı bozmuş da diyebilir. Ancak bunu söylemeden önce, ayetleri de okumak ve anlamak gerekir.

 

-  Kıyas yoluyla internette aynı konu ile meşgul olanların aynı seviyede olanların katılmasını tartışmalarını namaza kıyasla farz kabul edebilirsiniz. Biz de kabul ediyoruz. Bu sebeple sitemizi açtık dergi yayınlıyoruz. Yorumları serbest bıraktık. Katılmak isteyen hangi düşüncede olursa olsun hoş geldiniz diyoruz. Ne var ki kıyas yaparken aslın hükmü değerlendirilmelidir. Mevcut namazı terk eden değil uzaktakilerin de buluşmalarını sağlama kıyası yapılmalıdır.

 

-ISLAM’ı DINCE dizayn etme çalışmaları Resulullah’ın vefatından 350 yıl kadar sonra başlamış ve yavaş yavaş mecrasından çıkmıştır. Geleneksel etkiler, efsaneler, alışkanlıklar DIN sayılmaya başlanmış, FARKLI olmak adına ISLAM dizayn edilmeye çalışılmıştır. Sonuçları da ortadadır.

 

- İslam bir  DNA’lar zinciridir.  Değişik zamanlarda değişik şekillerde uygulanır.  Sıcakta gömlek, soğukta kürk giyersiniz. Uygulaması yer ve zamana göre değişir. Geçmişte yanlış anladılar, ben doğru anlıyorum derseniz, Allah idlal etmiş olur. Geçmişte doğru anladılar, ama o onlar için doğru idi. Şimdi bizim anladığınız bizim için doğrudur. Eskiyi yıkmakla değil, eskiyi adapte etmekle yenilik yapılır. Eskiyen binayı yıkarsın. Ama yenisini yaparken eski binanın projesinden yararlanırsın.

 

- İnşirah Suresini yeniden hatırlamakta yarar vardır. Peygamber normal bir insan. Ancak vahiy iletişimini kaldırabilmesi için yeni bir yazılım yüklenmiş apaçık. yazılımın yenilenmesi, yavaş çalışan bilgisayarını hızının yükseltilmesi, geleni yük,ağırlık olarak algılamaması, sonunda anlama kapasitesinin yükseltilmesinden bahsediyor. bunun da teyiden, biz zorluk aşamasından sonraki kolaylık olduğunu  söylüyor. O halde insan için boşluk anı oluşunca hemen kendi atamanı yap, dikil, ve rabbine rağbet et diyor. Demek ki bizim anlama kapasitemizi yükselten, yükümüzü hafifleten, olaylara bütüncül bakma açısını getiren, bizim hikmeti öğrenmemizi sağlayan fonksiyon SLT’tır.

 

- İnsan ancak topluluk içinde yaşar ve topluluk içinde düşünür. Topluluğun inandığına inanır. Bu sebeple hicret emredilmiştir. Bu topluluğu sağlayan da namazdır.

 

-Referans Kaynağı sadece kur’an dır ve o MÜBIN yani APAÇIK, EKSİKSİZ ve TASTAMAM bir kitaptır. Bu Kur’an’ın kendi iddiasıdır ve bunun üstüne herhangi bir referans konulamaz.

 

- Mübin açık demek değildir. Açıklayıcı demektir. Kendi ayetlerini, biri birini açıklar demektir. Eski kitapları, fıkhi hükümleri açıklar demektir. Beyyin’in de iki manası vardır. Açıklayan ve açık olan. Kuran’ı anlamak için müsbet ilimlere gerek vardır. Ayrıca sünnet, icma ve kıyasa gerek vardır. Tek ayak üzerinde durulmaz dört yağa gerek vardır. (Kitap, sünnet, icma ve kıyas)

 

-Yazmaya bu konudan başlamamızın nedeni, SLT kavramının sistemin tam ortasında duran bir eylem olmasından kaynaklanıyor. Yaradılıştan nihai hedefe varana kadar bizim yegane bağlantı noktamız, sistemi anlamak için bilgiye ulaşmanın temel yolu olması açısındandır.

 

- Namaz bütün fıkıhlarda ilk sırayı alır.  Namaz insanın vakitlerini düzenler, Namaz imanın şartıdır. Askerlikte içtima mesabesindedir. Bütün sorunlar namaza kıyas edilerek çözülmüş olur. İsabetli bir anlama.

 

- Bu konuyu öncelikle tartışmak ve anlamak açısından eleştirilerin önemi de büyüktür.

 

-Tartışmaya açtığınız için Allah razı olsun. Bizim alanlarımız her görüşe açıktır. En yakın arkadaşların sert saldırıları ile karşılaşacaksınız. Bundan alınıp kaçmamalısınız. Ben bana göre doğruları yazmak zorundayım. Yoksa sitemiz ilmiliğini kaybeder. Oralardan daha fazla bilgi aktarmanızı da bekleriz. Budizmle İslamiyet karşılaştırılmalıdır. Onun da ilahi kaynaklı olduğu ispatlanmalıdır.

 

Vesselam.

 

Sonuç olarak makale bir araştırma ve düşünme mahsulüdür. İcmalara aykırı görüşler vardır. Ben de başlangıçta öyle idim. Zamanla icmaları öğrenince -artık ben icmalara inanıyorum. İlerde siz de öyle olacaksınız. Eski kaynaklara gidince bugün icma gibi görünenlerin öyle olmadığını icmalarda hata olmadığını göreceksiniz. Kuran’a dayanmayan icmalarda da hata yoktur. Sade o gün için doğru idi. Şimdi doğru değildir. Mesela bugün ayda hayat yoktur. Doğru icmadır. Yarın ayda hayat olduğunda, icma o gün için doğru olmaz.   Kuran’ın manasında icma varsa o değişmez. Sahabelerin icması için bu kabul edilmiştir.

Tekrar selamlar. Hoş geldiniz sitemize.

 

 


YorumcuYorum
Sam Adian
13.02.2012
01:34

EKIMUS SALAT başlıklı yazımıza Sayın Karagüllenin yaptığı açıklamalar genel itibariyle büyük bir fikir ayrılığı olmadığını göstermektedir. Ancak bazı noktaları tekrar açıklamakta yarar olacaktır. -Salat ve Ruku kelimeleri Kur’ân’da Üç yerde aynı ayette geçmektedir. S.K “Ve ekîmûs salâte ve âtûz zekâte verkeû mear râkiîn” Bakara 43. Burada salât birlikte ikame edilecektir. Salat müfreddir. Emir cemdir. Zekât da öyledir. Birlikte ruku edilecektir. Bu yalnız namazda değil, zekâtta ve birlikte yapılan her yerde. Yoksa tek namaz nasıl çok tarafından birlikte ifade edilecektir.

“Ve iz cealnâl beyte mesâbeten lin nâsi ve emnâ(emnen), vettehizû min makâmı ibrâhîme musallâ(musallen) ve ahidnâ ilâ ibrâhîme ve ismâîle en tahhirâ beytiye lit tâifîne vel âkifîne ver rukkais sucûd “ Yine Bakara 125. Ayette İbrahim’in makamını musalla yapın denmektedir. Musalla tektir. Birlikte musalla olacaktır. Tavaf edenler akif olanlar için diyor. Rükû eden ve secde edenler için diyor. Rükû edenler ve secde edenler kuralsız çoğul olarak geliyor. Secde rükûun sıfatı oluyor. Secdeli rükû yapanlar diyor. O halde birlikte yapılacaktır. Rükû ve secde marifedir. Gelişigüzel secde değil, Cebrail’in peygambere peygamberin de müminlere öğrettiği secdedir. S.K “ İnnemâ veliyyukumullâhu ve resûluhu vellezîne âmenullezîne yukîmûnes salâte ve yu’tûnez zekâte ve hum râkıûn” Maide 55’de de İman edenleri birlikte namaz kılan ve birlikte zekât veren bunları da rükû ederek yapanlar olarak zikrediyor. Kurallı erkek çoğul getiriliyor. Yani tüzel kişi olarak bunlar yapılacaktır. Sadece salâtın marife olarak gelmesi ve cemaatçe tek namaz olarak ifa edilmesi bu namazın bugün kıldığımız namaz olduğuna yeter delildir. S.K Bakara 43. Ayette “verkeû mear râkiîn” ifadesinin SLT kavramı ile ilişkilendirilmesi zor görünmektedir. Ancak, SLT ile elde edilecek olan erdem veya tekamül’den yola çıkarak toplumsal saygının geliştiğini söylemek aklidir. Bu durum SLT’ın bir sonucu olarak kabul edilebilir. Maide 55. Ayette de aynı şey söz konusudur. Her iki ayette de “rükü edenler” ifadesi, “Zekat” kavramına tahvil edilebilir. Ancak bu kavramı SLT’ın asli rüknu olarak görmek için ZEKAT kavramını atlamak gerektiği kanaatindeyim ki, bu mümkün olmaz. Bakara 125. Ayet ise farklıdır. Bu ayeti Hac ile ilişkilendirmek çok daha doğru olur. Ben yazımda bu sebeple bu ayeti dikkate almamış idim. Hac ile ilişkilendirilmesinin temel sebebi ise, Haccın bir Ritüel olarak tanımlanmış olmasından kaynaklanıyor. Bakara 200. Ayette “menasikekum” ifadesi kullanılmaktadır. Yani yerine getirilen ritüellerin ardından Allah’ı anmak tavsiye edilmektedir. Bakara125. Ayet iki bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde ibrahimin makamında bir musalla edinilmesi tavsiye edilirken, ikinci bölümde ise, “tahhirâ beytiye lit tâifîne vel âkifîne ver rukkais sucûd” ifadeleri vardır. Yine birinci bölümde geçen “mesabeten” kelimesini de atlamamak gerektiği kanaatindeyim. Bu ayete dayanılarak insanların topluluğa ihtiyacı olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ancak, Ayetin ortaya koyduğu şey, SLT kavramının şekli ile ilgili değildir. SLT veya NAMAZ kavramı ile ilgili olarak, ben SLT eyleminin sonunda veya öncesinde “secde” ve “rükü” yapılmasını reddetmiyorum. Türkçe’ye fazla hakim olmamam sebebiyle ilk yazıda böyle bir eksiklik söz konusu olmuş, ancak daha sonra gerek yorum kısmında ve gerekse sonra yazdığım detay yazıda bu hususu ifade etmiştim. Bir kere daha ifade etmek gerekirse, “SLT eyleminden önce veya sonra Rüku ve Secde etmenin hiçbir sakıncası yoktur. Zaten Rüku ve Secde etmenin herhangi bir vakti de yoktur. Dilediğiniz her zaman rüku ve secde edilebilir, Ancak Rüku ve secde SLT eyleminin bir rüknü veya parçası değildir” Yine bu çerçevede bir şeyi daha açıklamakta yarar vardır: Rüku, kavramı, SLT’tan çok ZEKAT kavramı ile ilgilidir. Şöyle ki: Asya’nın büyük bölümünde insanlar birbirlerine yardım ederlerken bunu büyük bir saygı içerisinde yaparlar. Kişinin kendini tanıtması esnasında, bir kartvizit takdimi esnasında da böyledir. Büyük bir saygı içindedirler ve bu saygılarını eğilerek ifade ederler. Bu hareketin kaynağı ise inançlarıdır. Inandıkları değerler adına böyle yaparlar. Ehl-i sünnet anlayışında da buna benzer yaklaşımlar vardır. Bunların dışında, SECDE ile ilgili olarak Kur’an da çok farklı ayetler de vardır. Özellikle Bakara 34. Ayete de dikkat ederek Al-i İmran 43. Ayet bu konuyu açıklamaktadır. “Yâ Meryem uknutî li rabbiki vescudî verkai mear râkiîn” denmektedir. Kur’an daki diğer ayetler de bu çerçevede incelenebilir. Toparlamak gerekirse, RÜKU topluca yapılması gereken bir eylemdir. Secde bireysel olarak yapılabilir. Ancak her ikisinin de bir vakti veya şartı yoktur. Bu sebeple de SLT kavraının bir rüknü olamazlar. Buna rağmen SLT eyleminden önce veya sonra yerine getirmenin, Yaradana saygı göstermenin veya bir ibadet anlayışı içinde secde etmenin hiçbir sakıncası yoktur. Tam aksine gereklidir. Benim eleştirdiğim konu ise, SLT kavramını ICMA VARDIR diyerek sıradanlaştırmak ile ilgilidir. Bu şekilde SLT kavramını dizayn ettiğiniz vakit, -bana göre- eylemi anlamsızlaştırmış olursunuz. Bir başka açıdan daha değinmek istiyorum. SLT kavramını ICMA ile sabit olduğu şekliyle uygulamak yerine, bu kavraı ILETIŞIM olarak anlayıp uyguladığımız zaman iki türlü sonuç ortaya çıkıyor: Kozmik sistem ile olan iletişim –ki bu iletişime Yaratıcının sistemi ile olan iletişim, kozmik akıllı varlıklarla olan iletişim de dahildir.- aslolan da budur. İnsanlar arasındaki iletişim – bu bir sonuçtur Her ikisi de doğrudur. Ancak NAMAZ’ın mevcut haliyle bu işlevini yerine getirdiğini söylemek herhalde mümkün değildir. Geçmişte ICMA edilmiş olmasına rağmen böyle bir iletişim mekanizmasının kurulmuş ve işlemiş olduğuna ben rastlamadım. Tam aksine, bu kavram bir borç olarak algılanmış ve bu çerçevede icra edilen bir eylem haline gelmiştir. “- Kur’ân’da bir şey varsa elbette onun dışında bir şey iddia etmek Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu kabul etmemektir. Bu sebepledir ki biz İslâm âleminden dışlanmış durumdayız. Çünkü biz Kur’ân’ın üstünde bir söz kabul etmiyoruz. Burada Sam ile beraberiz. Ancak bundan sonra söyleyeceklerimiz vardır: 1- Bir metin sözlerden ibarettir. Sözlerin dört çeşit delaleti vardır. a) Lügat manasıdır. Yani sözden söyleyenle anlayanın dışında başkalarının anladığı manadır. Bunun tespiti zordur. Bunun iki mahzuru vardır. Dışarıdakiler tek kimse değildirler ki onların anladığını esas alalım. Diğer taraftan diller zaman zaman yavaş yavaş değişmektedir. Bugün Arapların anladığı Arapça ile Kur’ân Arapçası aynı değildir. Dolayısıyla Kuranın dili üzerinde birleşmemiz mümkün değildir. İşte usulcüler bu sorunu şöyle çözdüler. Kur’ân’ın dili Kur’ân inmeden önceki Arapçadır. Bizim o dili tespit etmemiz ve kıyamete kadar o dile göre Kur’ân’ı yorumlamamız gerekir dediler. Ve dört asır Kur’ân Arapçasını ortaya koydular. Herkesin farklı anlayışı içinde yine kural geliştirdiler. İlim adamlarının ittifak ettiği icma ettiği manalar herkesin her zaman anladığı mana olacaktır. İhtilaf edilen manalarda ise herkes kendi anlayışına göre amel edecektir. Mezhepler böyle ortaya çıktı. İcma olan manalardan ayrılmak kur’ân’ı inkârdır. Küfürdür. İhtilaf edilen manalarda ise herkes kendi içtihadıyla amel etmekle mükelleftir. Mükelleftir diyorum. Amel eden bilir demiyorum. b) Biz Kur’ân’ı Cebrail’den almadık. Kur’ân’ı Muhammed’den öğrendik. Muhammed yalnız Kur’ân’ı bize öğretmedi. Uygulayarak da onun manalarını bize anlattı. Muhammed de Kur’ân’ı hatalı anlayabilirdi. Ama o Allah tarafından denetleniyordu, yanlış yaptığı zaman düzeltiliyordu. Dolayısıyla Kur’ân’ı doğru anlamanın tek yolu vardır. O da sünnettir. Kur’ân ona tabi olmamızı emrediyor. Resul ile Kur’ân arasında ayrılık yapmak demek Kur’ân’ı kendi hevamızla yorumlamak demek olur. Biz mi Kur’ân’a uyacağız yoksa Kur’ân’ı mı bize uyduracağız?! Resulü reddetmek demek Kur’ân’ı kendimize veya çağımızın modalarına avukatlık yapmaktan başka ne anlamı olabilir. Evet, resulün hataları vardı. Onu Allah düzeltti. Resulün uygulamasında o günün sorunlarının çözümleri vardı. Biz elbette onlara uymak zorunda değiliz. Ama Kur’ân’ı uygulamadaki örneklikte bizim uymak zorunda olduğumuz delildir. c) İster Kur’ân’ın metni ister Kur’ân’ın örnek uygulamasına biz yetişmiş değiliz. Ondan sonra gelen dört asır başka hiç bir yerde görülmeyen bir çaba ile Kur’ân’ın diliyle yorumlama usulleri ile bize ulaştırdılar. Onları kenara attığımız zaman elimizde ne Kur’ân ne de onun dili kalır. Bununla beraber onlar kendi devrelerini yaşadılar. Bize nakil olarak tabi olacağımız kimselerdir. O günün sorunları başka bugünün sorunları başkadır. Biz şimdi vergiyi devletlerden ayrı alarak toplamayacağız. Onlardan Kur’ân’ı ve sünneti öğreneceğiz. Onların usul ile ilgili ilimlerini öğreneceğiz. Ama onların içtihatları bizi bağlamaz. Kur’ân’ın yorumu dışındaki icmaları da bizi bağlamaz. d) Kur’ân her konuda birer örnek vermiştir. Nasıl bir canlı belli yaşa gelinceye kadar yeni hücreler oluşur. Sonra artık yeni tip hücreler meydana gelmez. Ama gerektiğinde aynı hücreler değişik dokuları oluştururlar. Kur’ân Allah’ın sözüdür. Kıyamete kadar değişmeyecektir. Onu anlama metodu fıkıh, usulü ise ilimdir. Matematik gibidir. Zamanla gelişecek ama değişmeyecek. Oysa uygulama her zaman değişecektir. Kur’ân’ın uygulanmasında içtihada ihtiyaç vardır. O da kıyasla sağlanır. İşte Ehli Sünnet ve Cemaat’ın anladığı İslamiyet budur. Dört delil de uygulamada eşittir. Kur’ân onların temelidir. Aslıdır. Diğerleri ise gövde ve dallarıdır.” S.K Bazı konulara katılmıyorum. Bugün Arapların anladığı Arapça ile Kur’ân Arapçası aynı değildir. Bu ifade doğrudur ancak kur’an ın SAF BIR ARAPÇA olduğunu söylemek kolay değil. Fussilet 3. Ayet bu konuya açıklık getirmektedir “Kitâbun fussilet âyâtuhu kur’ânen arabiyyen li kavmin ya’lemûn” denmektedir. Kur’an “evrensel bir dil” ile indirilmiştir. Arapça olarak açıklanmıştır. Zaten, içerisinde Arapça olmayan kelimelerin de bulunuyor olması bu durumu açıklamaktadır. KHOMAR (HUMR) kelimesi kadim Sanskritçeden gelir. SLT kavramının aslı Arapça değildir. Sami dillerinden Arapçaya geçmiştir. Ab-ı dest (abdest) kelimesi farçadan Arapçaya girmiştir. Örnekler çoğaltılabilir. Usulculerin ortaya koyduğu prensip doğrudur. Kur’an indirildiği dönemin yaşayan anlamı ile yorumlanmalıdır. Ancak, ISTILAH çalışmalarının mecrasından sapmadığını söyleyebilir miyiz? “Kur’ân’ı doğru anlamanın tek yolu vardır. O da sünnettir. Kur’ân ona tabi olmamızı emrediyor.” S.K Sünnete tabi olmak bir “REFERANS” anlamında mıdır yoksa Kur’an ın serbest bıraktığı alanlarda bir KIYAS mıdır? Eğer sünnet, Kur’an ın hüküm beyan etmediği alanlarda hüküm beyan ediyorsa bunda bir sakınca yoktur. Mesela, “bunlardan başkası size helal kılındı“ ifadesine ilave olarak “Kadın, halası, teyzesi, bacısı, kızı ve kardeşi kızı üzerine nikahlanamaz” diyerek ilave bir hüküm ortaya koymaktadır. Eğer sünnet böyle ise, bunun bir sakıncası yoktur. Bu örfi bir uygulama olarak yasaklanabilir. Tıpkı trafik kuralları gibi. Ancak eğer Kur’an ın tafsilatlı olarak açıkladığı bir konuda hüküm ifade ediyor ise bu doğru değidir. SLT kavramında, Zekat kavramında, SAVM kavramında olduğu gibi. Çünkü Kur’an Resulullah’ı da “VAHYE ITAATE” çağırır. Yani “peygambere itaat vahye itaattir” ifadesi bu çerçevede değerlendirilmelidir kanaatindeyim. Kaldı ki “sümme inne aleyna beyanehu” denmektedir. Bu ifadeyi nereye koymalıyız, nasıl değerlendirmeliyiz? YARATILIŞ kavramını ayrı bir yazıda teferruatıyla yazmaya gayret edeceğim. Ancak burada kısaca INSAN kavramına bir atıf yapmak istiyorum. Çünkü açıklamaların ilerleyen bölümünde bu bilgiye ihtiyacımız olacaktır. Bizim genel olarak INSAN olarak isimlendirdiğimiz ve ADEM’in şahsında bedenleşen varlık aslında üç kısımdan oluşmaktadır. Yine Kur’an ın ifadeleri ile: INSAN, RUH ve BEDEN şeklindedir. INSAN kavramı Asli varlığı ifade eder. Beden insanın şekli aracıdır. Bir makine gibi. Ruh ise INSAN ile BEDEN arasındaki bağlantıyı sağlayan ARABİRİMDİR. Aynı şekilde IHBITU kelimesinin ifade ettiği tenzili rütbe sadece bir makamdan feragat ettirilmek değil, aynı zamanda mekan olarak, fiziksel olarak başka bir mekana düşürülmesini ifade de eder. (yukarıdan aşağıya doğru düşüş) Bu anlamda şeytanın rütbesi tenzil edilmiştir ama bununla sınırlı değildir, bulunduğu mekandan başka bir mekana da düşürülmüştür. Tıpkı Adem’in cennetten Dünya’ya ihbitu edilmesi gibi. - Dünyaya gelen insan gökten eşya getirmemiştir. Bilgiler getirmiştir. Bazı araçları da getirmiş olabilir. S.K Bu konuda size katılıyorum. Adem ve topluluğu Dünya’ya gelirlerken çıplak olarak geldier. Bu konuyu yine Ayetlerden anlıyoruz. Yine Kur’anın verdiği bilgiye göre, hayvanların ve çeşitli ihtiyaç duyulacak olan eşyaların da başka bir yerden dünyaya gönderildiği anlaşılmaktadır. Ancak Adem’in dünyaya ulaşan ilk insan olduğunu söylemek yanlış olmaz. - Terbiye evrim demektir. Eğitimle olur. S.K Bu ifadenize katılamıyorum. Evrim biyolojik ve fiziksel değişimi de ifade eder. Tıpkı Adem’in yasak meyveyi yedikten sonra tüylerinin dökülmesi gibi. Ancak terbiye ise entelektüel bir argümandır. Bir insanı terbiye yoluyla biyolojik olarak başkalaştıramazsınız. Çeşitli kimyasallarla tüylerini dökebilirsiniz ancak bunu kalıcı hale getiremezsiniz. Terbiye ise olgunlaşmayı ifade eder. Rutin hareketlerin nasıl yapılacağını öğretebilirsiniz. Bilgiyi de öğretebilirsiniz. Bunlar eğitimle olur. - Sadr göğüs değil beyindir. Beynin inşirahı onun sıkıştırılmış bulunan programlarının açılmasıdır. Sure bunu anlattığı gibi insanın diğer memelilerden farklı olarak dik yürümesini de anlatmaktadır. İnsanın hayvanlarda olmayan kalıcı hafızasından bahsetmektedir. Yani sure insanı anlatmaktadır. S.K Niçin Beyin? Sorusunu sorarken başka bir soru daha sormak gerekir: “bir insanın beyin ölümü gerçekleştiğinde beden yaşamaya devam edebilir mi?” Cevap basittir. EVET, Buna bitkisel hayat da diyorlar. Eğer SADR kelimesinden kastedilen şey beyin ise, beynin faaliyetini yerine getiremez olması, yani ölmesi halinde bedenin yaşamını sürdüremiyor olması gereklidir. Çünkü bütün sistemin merkezi Beyin olmalıdır. Bunun için ikinci bir soru daha sormak gerekir: “bir insanın kalbi ölürse beden yaşamaya devam edebilir mi?” Bu sorunun da cevabı basittir. HAYIR deva etmez. Kalbin arızalanması halinde, eğer dışarıdan birtakım destekleriniz yoksa, bedeni yaşatmanın imkanı yoktur. Şu halde Niçin Beyin? Bu sorunun cevabını aşağıda bulacaksınız. - Resuller de birer insandır. Diğer insanlardan farkları meleklerle diyalog içinde olmalarıdır. Kur’ân’dan sonra da ilim adamları ilimleri ile diyalog halindedirler. Onlar hata ettikleri zaman düzelten vardı. Biz hata ettiğimizde düzelten yok. İcma olursa kesin doğruluğundan emin oluruz. S.K Bu konuda kısmen haklısınız. Resuller hata yaptıklarında onların kaynakları bu hatalarını düzeltebiliyorardı. Çünkü onlar inşirah edilmişlerdi. Ancak, “Biz hata ettiğimizde düzelten yok” ifadesi çok doğru değildir. Bunun doğru olabilmesi için, iletişimin kesilmiş olması gerekir. Yeryüzünde yalnız bırakılmış olmamız lazımdır ki bu Kur’an bilgileri ile tahayyül edilemez. SLT bunun içindir, niçin düzeltme imkanı olmasın? Kaldı ki, Resullerin hataları da hata yaparken değil, hatayı yaptıktan sonra düzeltilmiştir. Bu önemli bir ayrıntı değil midir? BUDIZM’ın ve diğer Çin dinlerinin ortak ibadet şekli olan şey bana göre SLT denilen şeyin kendisidir. Bunu açıklamakta yarar vardır: Budistler günün belli saatlerinde bu eylemi yaparlar. (özellikle sabah öğle ve akşam) Topluca yaparlar (cemaat şeklinde değil, topluca, yani hep bir arada iken) Sesli okurlar ve belli bir frekansta sabit kalırlar (belli bir ses tonuyla okurlar ancak topluluğu yönetenin okuduğunu dinlemezler, herkes okur) Derin bir saygı ve konsantrasyon ile yaparlar (eğitimli olanlar, bu eylemi yerine getirdikleri sırada uğrayacakları herhangi bir darbeyi hissetmeyecek ölçüde) Eyleme başlamadan önce ellirini suya sokarlar (bunun amacı vücutlarıdaki fazlalık enerjiyi atmak içindir) Bu haliyle, budism sadece felsefe olmaktan da çok uzaktır. Başka ritüeller de vardır. Yüzü koyun secdeye kapanırlar. Salv sırtın ortasıdır veya yanlardır. Kuyruğun yanlarında olan budur. Acz kelimesi tam arkayı ifade eder, salv karnın yarısına kadar uzanır. Nitekim deve doğurmaya yaklaşınca yavru sava indi denir. Salât kelimesi yarışta kullanılır. İki at yarışırken eğer karnın ortasından geriye bırakmışsa o müsabakayı kazanmıştır. Bugün olduğu gibi belli bir yere başını götürdüğü zaman müsabakayı kazanmış olmaz. Atlar eşit zamanda yarışmaya başlarlar. Hangi at diğerini salanın arkasında bırakırsa o birinci gelir. Arkasından gelene de musalli denir. Yarış atları eğitirler. İki ayak üzerinde sıçrar başı iner ve çıkar. Bu atlar yorga yani eğitilmiş anlamına gelir. Namaza adlandırmaları insanların yorga atların namazda iniş ve çıkışlarına verilmiştir. Sonra namaz aynı zamanda koşu atları gibi eğitmektedir. Biz ise salata SLV’den değil SLY’den mana veriyoruz. SLY de Arapların etlerini güneşte kuruttukları veya pişirdikleri kayanın adıdır. Fiil olarak pişirme demektir. Namaz bir eğitim müessesesidir. O sebeple buna salât denmektedir. Salâta dua anlamını vermeleri sadece ibadet olması nedeniyledir. Kur’ân’da dua anlamında geçen bir yer var mıdır? Bilemiyorum. İnsanlar birbirine salât adıyorlar. Allah’a salât edilmektedir. Allah da insanlara salât etmektedir. Salât astın üste veya üstün asta yaptığı istemeden çok, dayanışmadır. Biz namazları toplantı olarak anlıyoruz. Namazları ikame ediniz derken toplantıları yapınız denmiş olmaktadır. Askeri eğitim namazdan esinlenerek düzenlenmiştir. İnsanlara emir komutada itaati öğretmektedir. Namazın Kur’ân’da belirlenen rükünleri vardır. a) Ezan, kamet, tekbir ve selam b) Temizlik, elbise, yer ve zaman c) Saf, kıble, imam, niyet d) Kıyam rükû, secde ve kade e) Kıraat, zikir, dua, kunut f) Tesbih, tahmid, istiğfar, huşu (ukuf, zacr) S.K SLT kelimesi aslen Arapça değildir. Sami dillerinden gelmiştir. Fransızca’da da SALUT / Kurtuluş kelimesi vardır. Anlam itibariyle de orijinal manaya da çok yakındır. Namazın eğittiği kanaatiniz doğrudur. Salat kelimesinin yarışta kullanılması da anlam itibariyle bizi tarif etmeye çalıştığımız sonuca uzak değildir. Neticede bir yarış olarak aldığımız takdirde herkes birinci gelmez ama mutlaka ilerlemiş olur. Dua anlamında Kur’an da kullanılmamaktadır. (ben görmedim) Ancak bu mana fıkıhta atfedilmektedir. Rükünlerin Kur’an ile belirlendiği kısımda anlaşamıyoruz. Evet Kur’an da belirlenen rükünler vardır ancak bunlar sizin yukarıda ifade ettiğiniz şeylerin sadece bir kısıdır. Namaz’ın sosyolojik etkileri elbette tartışılmaz. Muhakkak toplum üzerinde etkileri vardır. Ancak Toplum üzerindeki sonuçlarından yola çıkarak namazı tanımlamak doğru olmaz diye düşünüyorum. - Allah’ın namaza ihtiyacı yoktur, bizim topluluğa ihtiyacımız var, topluluğun da toplantılara ihtiyacı var. Beşikten mezara kadar insanlar ancak namazla eğitilir. İnsanların temizliğe ihtiyacı yok mudur? İnsanların yöneticilerine uyma ihtiyaçları yok mudur? Bunu rükû öğretir. İnsanların kurallara uyma ihtiyacı yok mu secde öğretir. İnsanların dinlemeye ihtiyaçları yok mu bunu kunut öğretir. İnsanların konuşmaya ihtiyaçları yok mu bunu kıraat öğretir. İnsanların anlama ihtiyaçları yok mu bunu zikir öğretir. S.K İnsanların temizliğe, itaate, dinlemeye, konuşmaya ihtiyaçları vardır. Bunlar doğrudur. İnsanların topluluğa da ihtiyaçları vardır. Bu da doğrudur. Ancak unutulmamalıdır ki, bütün bunlar bilgi ile mümkündür. Kaldı ki, Rüku, secde ve kunut kavramlarının SLT kavramı içerisinde değerendirimesi de çok kolay değidir. “Yâ eyyuhe-lleżîne âmenû-ste’înû bi-ssabri ve-ssalât” (bakara 153) Sabır ve SLT ile ne istemeliyiz? - İnsan çıplak yaratılmıştır. Elbise onun vücudunu dış etkilerden kirden, zehirden, mikroptan korur. Elleri ve yüzünü ise örtemez. Kullanmaktadır. Onların günde beş defa yıkanarak temiz tutulması istenmektedir. Ayak giyinmiş ise mesh edilecektir. Çıplaksa yıkanılacaktır. Başörtülü ise bir parmakla mesh edilecektir. Açık tüm baş mesh edilecektir. Ayrıca abdestin kan dolaşımını düzenlemede etkisi vardır. Kanda gelgit yapar dalgalarla denizler havalandığı gibi beden de abdestle tüm vücudu sular. Basıncı artırır düşürür. Bir de toplantıya katılırken temiz olarak gelinmelidir. Yoksa hastalık kaynağı olur. Onun için elbiselerin de temiz olması istenmektedir. S.K “fagsilû vucûhekum ve eydiyekum ilel merâfikı vemsehû bi ruusikum ve erculekum ilâl ka’beyn” (maide 6) Bu ayete göre, yüzün ve ellerin dirseklere kadar yıkanması, başın ve ayakların ayak topuklarına kadar mesh edilmesi ifade ediliyor. Sizin belirttiğiniz “ayakları yıkamak” ayetin ortaya koyduğu bir gereklilik değildir. Aslında bu duru, ABDEST kavramının TEMIZLIK olarak algılanmasından kaynaklanıyor. Abdest, aslen farsça bir kelimedir. Ab-ı Dest. Anlamı ise, yüz suyu, ferahlama suyudur. Kur’an ın kullandığı mana da hemen hemen budur. Diyelim ki sinirlendiniz. Öyle ki yüzünüz yanmaya başladı. Titremeye başladınız. Böyle bir durumda elinizi yüzünüzü yıkasanız veya çıkıp toprakla biraz meşgul olsanız ne olur? Muhtemelen “rahatlarım” dersiniz. İşte abdestin gerekçesi budur. “haşiun” olabilmesi için ferahlamış olmanız gerekir, sakin olmanız gerekir. - Her ibadetin fıkıhta sebebi vardır. Namazın sebebi ise vakittir. Oruçta sadece şarttır. Oysa namazda sebeptir, illettir. Namazın kazası yoktur. Orucun kazası vardır. S.K Kesnlikle doğrudur. Namazın sebebi vakittir. Çünkü dünya dönmektedir . Kimse bir başka insan ile konuşurken normal şartlarda sırtını dönmez. Yüzüne bakarak konuşur. Vaktin sebebi de budur. - Mihrap oda demektir. Yüksekçe yer demektir. Mescitte değil de özel odasında namaz kılıyordu. tesliye teşdid için olabildiği gibi tadiye için de olabilir. Namaz kıldırıyordu anlamı verilebilir. S.K Al-i İmran 39. Ayete “namaz kıldırıyordu” anlamı vermek mümkün değil. Mirap yüksekçe yer, korunaklı yer dektir. Doğrudur. Ancak bu ayetin asıl önemi, SLT eyleminin gerçekleştiği sırada bir DIYALOG gelişmiş olmasıdır. - Namazda birinin gelip hitap etmesi caizdir demektir. Söylediklerine kulak versin demektir. S.K Eğer bu anlama geliyor ise, nasıl “haşiun” olabiir? Allah ve melekler bir olup nebinin işlerine yardımcı oluyorlar, siz de olun demektir. Buradaki nebi Muhammed değildir. Herhangi bir başkan veya önderdir. Melekler de gökteki melekler değildir. Görevlilerdir. Devlet memurlarıdır. Allah da topluluktur. Devlettir. Meclis onu destekliyor, Görevliler onu destekliyor. Siz de onu destekleyin demektir. Yani her mümin Kamu görevini ifa etmekle yükümlüdür demektir. Yetkilidir demektir. S.K Nebi: Haberci, Yüksek olmak ve haber vermek anlamındaki "nebe" kökünden türeyen nebi, haber veren, yüksek ve düz olmayan yer, çok ve geniş yol demek değil midir? Eğer böyle ise, NEBİ kelimesinden kasıt bir önder veya peygamber değildir. Bu şekilde anladığımız zaman SLT kavramı içerisinde iki yönlü bir iletişim olduğunu, Allah’ın da dolaylı olarak bu iletişimin içinde olduğunu anlayamaz mıyız? Kaldı ki Allah zaten Vahiy yoluyla peygamberleri destekliyor idi. Niçin ayrıca SLT? - Peygamber yalnız Cebraille muhatap olmuştur. Başkasına olmaz yeri de değil, O insanlar muhatap olmadı mı? S.K Benim kastım, SLT ile ortaya konulan şeyin VAHIY’den farklı olduğu ve SLT kavramını tarif ettiğidir. Yoksa Peygamberlerin Cebrail ile muhatap olmaları zaten kaçınılmazdır. Ancak Al-i İmran 39. Ayette bahsedilen şey çok başkadır. - Evet, bütün peygamberin beynindeki bilgisayar, melekler muhatap olacak şekilde açılmıştır. Bu herkesle değil frekansları uyuşan meleklerle olmuştur. - Çok ibadet eden ve zikredenlerin böyle bir mertebeye ulaştıklarını söylüyorlar. Buna ben ulaştım diyene rastlamadım. Falan ulaştı dedikleri kimseleri de imtihan ettim, böyle bir mertebe bulamadım. Ehli tarik bize ve Erbakan’a karşı çıktılar. Ama şimdi hepsi orada, bize sıra gelmiyor. Oysa onlar bu zaferimizi sezmeliydiler. Yahut zaferimiz için destek vermeliydiler. Hala Adil Düzen’e cephe almış durumdadır. Benim Kur’ân’dan bildiklerimi onların ilhamla bilmeleri gerekir. Böyle bir emare görmüyorum. Ben Namaz kılıyorum. Ve Kur’ân okuyorum. Kur’ân benimle konuşuyor. Ama ben özel bir irtibat kurmuş değilim. S.K Yukarıda bu konuyla ilgili olarak Niçin Beyin? Diye sormuştum. Haklısınız, böyle bir mertebeye ulaşan bulamayabilirsiniz. Acaba bunun sebebi uygulamadaki hata ve yanlış bir algı olabilir mi? - İnsanın yaptıkları filme alınmaktadır. Hiçbir hareketimiz gözden kaçmamaktadır. Yapılan fiilin sevap ve günah değeri ise takdirle ilgilidir. Bunu yapmak için de üç melek görevlendirilmektedir. Biri sevapları yazar, diğerleri günahları yazar. Biri de bunlar arasında ihtilaf olursa çözer. Yazdıklarını onaylar. - Kaydediciler bunları bilgisayara yazıyorlar. Belki de beynimizdeki bilgisayara kaydediyorlar. S.K Bilgi işleme merkezinin olması ve bu bilgi işlem merkezinde bazı görevlilerin bulunması normaldir. Siccin ve Kiramen katibin kavramları ile özetlenebilecek veri aktarım şekli, filme kaydetme ve arşivleme elbette böyle mümkün olacaktır. Ancak bu bilgilerin beynimize kaydedildiğini düşünmek doğru değidir. Bir işyerindeki bigisayar sistemini düşünelim, Bir ana bilgisayar (server) ve o ana bilgisayara bağlı pek çok bilgisayar vardır. Bir operator kendi masası üzerinden işletmeye ait bir bilgiyi kaydetmek için, ana bilgisayarda bulunan programın uzantısını çalıştırır ve bilgileri girer. Kaydet tuşuna bastığı zaman bilgiler otomatik olarak ana bilgisayara kaydedilmiş olur. Bu bilgiler işletmenin masasıdaki bilgisayarda değildir. Ancak, işletmenin masasındaki bilgisayar başka bir şey yapmaktadır: operatörün bilgisayarda yaptığı eylemleri de otomatik olarak kaydeder. Bir “log” file olarak. Daha sonra istendiğinde bu “log” file yardımıyla bilgisayarda ne tür işlemlerin yapıldığı bilinebilir. Bu “log” fileler aynı zamanda daha sonra benzer bir işlemin daha hızlı yapılmasını da sağlar. Insan beyni sadece bir terminaldir. Eylemlerin “log”larını tutar. Daha sonra ihtiyacı olduğunda ana bilgisayara ulaşıp o “log”ların karşılığı olan bilgiyi hatırlayabilmek için. Eğer bütün bilgiler insanın beynine kaydediliyor olsa idi, o halde, insan öldüğünde bu bilgilerin de yok olması gerekirdi. Genel olarak bu çerçevede anlaştığımızı zannediyorum. Ancak detaylar konusunda daha geniş açıklamalar gerektiği anlaşılıyor. - İnsanlarda iki kalp vardır. Kanın dolaştığı kalp ve elektriğin dolaştığı kalp her ikisinin veridi ve verdi vardır. Verid toplardamardır ve alıcı sinirlerdir. Verd ise atardamarlardır ve motor sinirlerdir. Kur’ân bunları çok açık şekilde anlatmaktadır. S.K Bu konu hep karıştırılmaktadır. Ancak şöyle düşünülebilir mi: Eğer sinyal üreten vericiler damarların içinde ise, ikinci bir kalbe gerek yoktur. Ancak eğer bir vericiden söz edilebiliyorsa, bir de alıcı olmalıdır. Yani karşılıklı iki anten olmalıdır. İkinci kalpten kasıt onun karşılığıdır. Bir başka açıdan: Beyin ölümü gerçekleştikten sonra bedenin yaşamayı sürdürüyor olması, organların yaşam sinyali almaya devam etmelerinden kaynaklanır. Eğer bu sinyaller beyin ile ilgili olsa idi, o halde beyin ölümü gerçekleştikten sonra bedenin yaşaması mümkün olmayacaktı. Çünkü sinyaller kesilmiş olacaktı. - Beyinde bulunan elektrik devreleri bedenden aldığı elektriki sinyallerden ruhumuzu haberdar etmektedir. Bu ilişkiyi bilemiyoruz. Ama böyle bir ilişkiyi her an yaşıyoruz. S.K Haberdar eden beyin değil, “kalp” ifadesi ile şekillenen sistemdir. Ancak buradaki muhatap RUH değildir. RUH sadece bir araçtır. Bir nevi baz istasyonu veya transformatör gibi. Ruh, bedenin asli insan arasındaki bağdır. Beyin ise sadece bir terminaldir ve veri girişine izin verir. Bu verilerin aktarımı başka bir kanalla gerçekleşir. Yoksa niçin “kalpler mühürlenmiş” osun? - Bunlar için oturmuş ifadesi kullanılmaktadır. Beyindeki devrelerle ilgilidir. Rüyalarımızı da düzenleyen birileri mutlaka vardır. Çünkü hiç akla gelmeyen ama mantıki silsile içinde olayları görüyoruz. Sonraki hayatımızla da ilgileri oluyor bu rüyaların. Bizim meleklerle yakın iletişimimiz olduğu kesin. S.K Haklısınız, rüyalarımız da düzenlenmektedir ve melekler veya görevli olan başka varlıklar ile yakın ilişki içinde olduğumuz veya olmamız gerektiği de açıktır. Tam da bu noktada SLT kavramı devreye girmektedir. Anlatmaya çalıştığımız şey bu çerçevededir. - Kamera gibi alıcılar yalnız olayları kaydederler, oysa insanın amellerinin sevap ve günah olarak değerlendirilmeleri gerekir. Çarşıdan ne aldığınız kadar kaça aldığınız da önemli. Kaça aldıklarınızı ve borçlandığınızı, sözler veya yazılar dışında bir şey kaydedemez. Onun için Allah insanı yaratmış, melekleri de onun yanlarına koymuştur. Zaten meleklerin itirazı da bu yönden biz bunların peşinde neden dolaşalım diyorlar. - Düşünce bilgisayardaki devrelerdir. Bu devreler hafızaya kelimelerle alırlar. Kelimeler olmadan film çekilir ama sevap ve günahlar, alacak ve borçlar alınmaz. Ona mutlak şuurlu bir varlığın takdirini koyması gerekir. S.K Her eylemin bir kodu vardır. Bu kodlar eylemin sevap veya günah mı olduğunu belirler. Bilgisayar bu tasnifi otomatik olarak yapabilir. Eğer şuurlu bir varlığın takdiri devreye giriyor ise, o halde “kiramen katibin” kavramının da anlamı olmaz. Verilere müdahale edilmemesi gerekir ki Kur’an ın da söylediği şey budur. - Bunun akla ziyan tarafı yoktur. Ruh bilgisayar tuşuna bastığı zaman hangi klavyede çalışacağına karar verir. Melekler de onu görmüş olurlar. Bugün bilgisayarlardan birçok cinayet aydınlanmıyor mu? S.K Bugün bilgisayardan pek çok konu aydınlanabiliyor. Bunun sebebi herhangi bir “tahmin” değil, bilgisayarın özelliği ile ilgili bir sonuçtur. Yukarıda da açıklamaya çalıştığım gibi, bir insan bilgisayar ekranında yaptığı her hareket, her tuşa basması bilgisayar tarafından kullanıcının iradesi dışında listelenir arşivlenir. Bu bilgiler bilgisayar dilinde kodlanarak arşivlenir. Eğer gerekli olursa daha sonra bu bilgilere bakılarak kullanıcının bilgisayarda ne yaptığı rahatlıkla bilinebilir. Bu bilgisayar sistemi içerisinde son derece basit bir işlemdir. Bu sistemin doğası gereği böyledir. - Her şey kadere göre olur. Biz birşey yapmayız. Attığımız zaman biz atmayız, öldürdüğümüz zaman da biz öldürmeyiz. Biz niyetimize göre suçlu veya mükâfat olarak sevap alırız. İçtihadımıza göre hareket ederiz. Ahirette Allah niyetlerimize göre hesaba çekecektir. Bu dünya ise zahir sebeplere göre yaşanacak yerdir. Niyetlere göre değil fiillere ve sonuçlara göre mahkûm oluruz. Bu dünyada mutlak adalet yoktur. Bu dünyadaki adaletsizlik ahirette giderilecektir. Bir katil eğer katlederken sıkıntı çekmişse cezasından o sıkıntı kadar tenzil edilecektir. Dilsiz doğan çocuk ahirette sevapla gitmiş olacaktır. Orada zerre kadar haksızlık yoktur. Bu dünyadaki haklar zerrelere varıncaya kadar dengelenecektir. Ahiret inancı budur. S.K Kader konusundaki değerlendirmenize katılmıyorum ne yazık ki. Eğer söylemek istediğiniz şey, fiziksel beden ile ilgili ise bu doğrudur. Karararı veren fiziksel beden ve onun sahip olduğu mekanizma değildir. Ancak genel olarak “emirlerin” kaderden geldiğini söylerseniz bu “irade” kavramını devre dışı bırakır. Böyle ise, niçin sorgulanalım veya hesaba çekilelim? (bu konuda da ayrıca bir makalemiz olacak inşallah) Varoluş, süreç ve ahret kavramları ile ilgili olarak burada kısaca açıklama yapmak kolay değil. Bu çok detaylı ve oldukça da uzun bir konudur. Ancak burada şu kadarını ifade edebilirim: Benim yorumlarım arasında “aireti inkar” anlamına gelebilecek bir ifade yoktur. Böyle bir imada bulunmam bile mümkün değildir. Ahiret kavramı vardır ve nihai hedeftir. - Dünyayı bu dünya hayatında terk edip göklerde mekân kurmak ayrıdır. Öldükten ve kıyametten sonra dirilmemiz ayrıdır. Bizim uzaya gitmemiz, kâinatın genişlemesine benzemektedir. Kıyamet ise kâinatın ölümüdür. Yeniden dirilmesidir. Tıpkı canlıların ölüp yerine başkalarının gelmesi gibi. Toprak olan bedenler yeniden beden oluyorlar. S.K Yaradılış kavramı içerisinde bu konuyu detaylandıracak olmakla birlikte, burada kasdettiğimiz şey, bir yok oluş olmadığıdır. Başka bir forma evrilmemiz olabilir. “baas” kavramı buna delalet etmektedir. Dünya üzerindeki varlığımız geçici olduğu gibi, beden ile ilişkimiz de geçicidir. Aslında her ikisi de zorunlu değildir. Insan fiziksel bir bedene mahkum olmadığı gibi, yaşamak için de dünyaya mahkum değildir. - Bu dünyanın kanunları entropinin büyümesine benzer. Oysa evrimleşmiş kâinatta entropinin büyümesi yoktur. Belki dalgalanması vardır. Orada ölüm yoktur. Cehennemdekiler bile ölmeyeceklerdir. Bunlar Kur’ân’ın vurgulayarak anlattıklarıdır. Fecr yarık demektir. Pencere de buradan gelir. Nasıl bedeniniz yaralandığı zaman kan kaybedersiniz. Şeriatın kurallarını yaraladığınızda düzen bozulur. İnsanlar düzeni bozmayacak şekilde eğitilmektedir. Bu dünyada eğitilip sınıfı geçmişlerse ahrette cennete gidecekler. Sınıfta kalanlar özel eğitime, cehenneme alınacaklar. Muhasebe defteridir. Bilgisayar kayıtlarıdır. Merkum ise rakamlanmış, numaralanmış demektir. Araya başka satır sokulamaz, hile yapılmaz demektir. Bunlar bugünkü muhasebede uygulanmaktadır. S.K Bu konuda çeliştiğinizi düşünüyorum. Yukarıda meleklerin daha doğrusu şuurlu varlıkların müdahalesine ihtiyaç olduğunu söylemiş idiniz. Şimdi ise, araya başka satır sokulamayacağını ifade ediyorsunuz. Eğer şuurlu bir varlığın müdahalesi varsa, bu aynı zamanda araya başka satırların sokulduğu veya en azından bir işleme tabi tutuduğu anlamına gelmez mi? - Kur’ân’da zikredilen namaz geleneksel namazdır. İcma ile sabit olmuştur. Kur’ân’da onluk sistemi vardır. Namaz rekâtları da buna göre oluşturulmuştur. Yirmi rekâttır, onu gece onu gündüz. Üçere bölünmüştür. Biri 3+4+3 diğeri 2+4+4 sünnetler de 20 rekâttır. Bizim parmaklarımız kadarlar. Kur’ân’da bugünkü namazın her rüknü için delil vardır. Peygamber namazları ona göre kıldırmıştır. Istılahî manasını bu şekilde kullanmıştır. Sahabeler de öyle yapmışlardır. Günümüze kadar uygulama ve ifadelerle gelmiştir. Siz yeni din kurabilirsiniz. Onu da Kur’ân’a dayandırabilirsiniz. İnandırabilirseniz diğer mezhepler gibi mezhebiniz olabilir. Ama biz Sünnilerin mezhebindeniz. İcmayla sabit olanlardan sapmayız. Ama içtihatlarımızı ve yeni icmalarımızı da biz oluştururuz. S.K Ben hala Kur’an da zikredilen namaz ile geleneksel namazın eyle ve hedef açısından aynı olmadığı kanaatindeyim. En azından Kur’an dan anladığım budur. Amacım elbette yeni bir din kurmak değildir. Din zaten vardır ve evrenseldir. Bizim amacımız bu evrensel/kozmik bilgiyi anlamak ile ilgili olmalıdır. Ancak şöyle bir soru sormak da gerekir: Geçmişin bilgisiyle yapılmış ICMA’lar ile yeni bir ICMA’yı nasıl oluşturabilirsiniz? Bu pratikte mümkün olmayacak bir şeydir. ICMA karşıtı olduğum da anlaşılmamalıdır. Benim anladığım ICMA, trafik kurallarının düzenlenmesi gibidir. Kırmızı ışıkta geçilmez, yeşil ışıkta geçilir, vs. gibi. Bunun ötesinde de bir ICMA’dan söz etmek veya böyle bir müessese ihdas etmek de kolay değildir, olmamalıdır. - Bilgisayarda devreler vardır. Bu devreleri ekrana getirirsiniz veya getirmezsiniz. Sizin ekrana getirmediğiniz bir dosyayı başkaları paralel bağlı ise getirebilir. Evet, her şey kelimelerle kaydedilir. İnsan da kelimelerle düşünür. Ama bunları ağzı ile söylemesi gerekmez. Şimdi ben kelimeleri yazıyorum ama ağzımla söylemiyorum. Sessiz namaz olur. Dinlemek sessiz değil midir? Bir de cemaatle namaz olmaz diyorsunuz. Bu tamamen hayali iddia eder. Aksine birlikte kılınmayan namaz namaz olmaz diyebilirsiniz. Kur’ân’da emredilen bir namazın birlikte ikamesidir. Beş vakit namaz birlikte emredilmiştir. Sadece teheccüt yani vitir münferiden kılınacaktır. Uzun uzun anlatıp ondan sonra cemaatle namaz olmaz gibi anlatılanlarla alakası olmayan sonuca varmak, makalenin ilmiliğini yok etmektedir. Cemaat dışı namaz vardır diyebilirsiniz. İnsan için esas olan o namazdır diyebilirsiniz. Çünkü insan kendisi ancak ayrı olduğu zaman Allah’a yaklaşır diyebilirsiniz. Bunların hepsi bana göre yanlıştır, ama söylediğiniz cümleler dinlenir. Damdan düşer gibi, cemaatle namaz yoktur sözünüzün bir değeri yoktur. S.K “Şimdi ben kelimeleri yazıyorum ama ağzımla söylemiyorum” Bunun yerine parmaklarınızı kullanarak yazıyorsunuz. Yani bir eylem yapıyorsunuz. Yani bir enerji açığa çıkarıyorsunuz. Anlaşılabilir bir enerji. Yukarıda da ifade ettiğim gibi “cemaat ile namaz olmaz” ifadesinden kastım, geleneksel anlamda, imam/cemaat ilişkisi şekilnde namazın olmayacağıdır. Ben “bir arada namaz olmaz” demek istemiyorum. Bir arada namaz kılınabilir. Namazın şekli konusunda da itirazlarımı ifade ettim. Bu itirazlarımın dayanağı de tamamen Kur’an dır. Başka bir dayanağı daha vardır ancak bu husus burada yanlış anlaşılabilir. CEMAAT kavramına ilişkin olarak yandan tefsirlerde ve meallerde “namaz kıldırdığın” şeklinde tercüme edilen veya böyle anlaşılan kelime “EKAMTE” kelimesidir. Bu kelime basitçe “Yönetmek/Kurmak/ayarlamak” anlamına gelir. Ayeti incelediğimiz zaman, alışageldiğimiz şekilde bir imamet veya cemaat düzeninden de söz edilmemektedir. Yani ordunun sevk ve idaresi ile SLT kavramları karıştırılmamalıdır. Resulullah’ın ordu komutanı olması sebebiyle de doğrudan ona hitap edilmiştir. Bir komutanın birliğinin güvenliğini düşünmesi kadar normal bir şey yoktur. Ayetin anlattığı da budur. Kaldı ki, devamında Nisa 103. Ayette “itma'nentum” kelimesi kullanılmaktadır. Yani istisnai olarak bu gibi savaş veya tehlikeli durularda namazın yani SLT’ın nasıl yerine getirileceğini açıkladıktan sonra ayet şöyle der: “emin olduğunuzda/tatmin olduğunuzda Ikame edin….” “fe izatma’nentum fe ekîmus salât” Şimdi düşünelim: Eğer SLT’ın doğru kılma şekli Nisa 102 ve Nisa 103 te açıklandığı şekilde ise, niçin emin olunca, tatmin olunca ikame edilmesi isteniyor? Eğer doğru bu ise, böyle bir ifadenin olmaması gerekir. Kaldı ki, Nisa 101. Ayet bu istisnai durumları da açıklıyor. Sefere çıkıldığında, korku hasıl olduğunda namazın kısaltılmasında veya Nisa 102. Ayette tarif edilen şekilde bir arada yerine getirilmesinde veya nisa 103. Ayette tarif edilen şekilde binek üstünde oturarak veya yan yatmış olarak veya yürüyerek yerine getirilmesinde bir sakınca olmadığını söylüyor. Ancak devamında da, ne zaman şartlar uygun hale gelir, siz de o zaman SLT NORMAL olması gibi yerine getirin der yani ikame edin. Yani bu istisnai durumların kalıcı olmadığını ve geçici tedbirler olduğunu açıkça söyler. Bizim anlatmaya çalıştığımız şey budur. Başlangıçta da ifade ettiğim gibi, bu hususta bir “ifade” eksikliği olmuştur, bunu fark ettiğimizde de yazının yorumlarında ve diğer yazılarda bu hatayı düzelttim. - Kuran bütün insanlara inmiştir. Şeriat kitabıdır. Kuran’da sünnette tarif edilen namazı elbette devamlı kılacaksın. Gerekli kıraati ve zikri yani Kuran’ı anlamayı yapmalısın. Ondan sonraki insana ait değildir. Kıyam kelimesinin yalnız ayaktadır anlamı yoktur. İkame etmek mukavim yapmak güçlendirmek demektir. Size talim ettiği gibi demektedir. Sonra Kuran’da dosdoğru kelimesi yoktur. O mütercimlerin uydurmalarıdır. S.K “Dosdoğru” kelimesi yoktur. Tamamen doğrudur. Ben ayetlerin meallerini orijinal haliyle kullandım. Daha sonra böyle yapmanın doğru olmayacağı kanaatiyle Arapça orjinallerini kullanmaya başladı. Meal olarak kullandıklarım benim tercümelerim değildir. Aslında bu durum ayetlerin ne kadar yanlış yorulandığının da bir ispatıdır. - Her aşiret beş vakit namaz için merkezdir. Her cuma kabile için merkezdir. Kabe bütün insanlar için merkezdir. Oradaki taşlarda bir şey yoktur. Oraya gelen insanların birbirleri ile haberleşmeye geçmeleri ve ortak bir şuurun oluşmasıdır. Allah var, topluluk var. Melekler bize hizmet ederler. Onlar merkez değildirler. Biz birbirimizin meleğiyiz. “Evlerinizi kıble kılın”ın manası budur. İki kişi bir raya gelince üçüncü Allah’tır. S.K Bu yorumunuza katılıyorum. Koyulaştırdığım cümleniz, benim de anlatmaya çalıştığım şeyi ifade eder. Ancak bir farkla: Ben bu haberleşmenin sadece insanlar arasında olmadığını, bunu yeterli olmayacağını, bu haberleşmenin kozmik sistemle olması gerektiğini söylüyorum. Kur’an dan anladığım budur. - Kuran’da şıra yıldızı dememektedir. Sadece şıra denmektedir. Şıra bilinç demektir. İnsanlara bilincini bahşeden rab denmektedir. Şıra yıldızı ad kavminin tanrısıdır. Ona da işaret etmiş olur. - Akıllı varlıklar, güneşte de vardır. Cinler ve melekler de akıllıdır. Güneş sisteminde bizden başka canlı tespit edilmemiştir. Rab kelimesi düzenleyen evrimleştiren demektir. Semavat ve arzın şuuru yoktur. Ama onların da rabbidir. S.K Haklısınız, Kur’an da “Yıldız” kelimesi geçmez. Ancak Şi’ra ile ilgili başka bilgiler de vardır. Bu konuyu yine “yaradılış” kavramı çerçevesinde ele alacağız. Ancak burada kastedilen RAB kavramının iki anlamı olabilir: birincisi, Şi’ra da akıllı varlıkların olduğu, ikincisi ise, Şi’ra nın işlevsel olarak bir görevi yerine getirdiği. - Allah kainatı insan, melek, cin ve ruhlar için yarattı. Şuurlu varlıklar bunlardır. Bunlar olmasa kainat ne işe yarayacaktı. Bu sebepledir ki Kuran’da “Allah Kuran’ı öğretti sonra insanı halk etti” diyor. Kainatın planı önce insan ve diğer şuurlular için var etti. İnsana ne gerekiyorsa sonra onu yarattı. Biz her şeyi siz anlayasınız diye ikişer yarattıktaki ifade bunu açıkça ifade eder. Allah kainatın düzenini kendisi kurmuştur. Onun için zaman yoktur. Biz bunlardan yararlanır, cennet veya cehenneme gideriz. Bununla beraber Allah şimdi uykuda değildir. Kullarından her birinin yanındadır. Çünkü irade sahibi insan ve diğer şuurlu varlıklar kurallara göre değil iradeleri ile hareket ederler. Onlara iradelerini veren sürekli Allah’tır. Allah’ın meşiet etmediğini siz meşiet edemezsiniz bu demektir. Allah doğa kanunlarını değiştirmiyor. Ama Allah her zaman insanlarla beraberdir. - Allah’ın ilmi dışında bir zerre kımıldamaz. Allah’ın kanunları dışına çıkmaz. Allah’ın kanunları da değişmez. Ama Allah her zaman ve her yerde her insanın, her meleğin, her cinin ve her ruhun yanındadır. Onunla ilgilenir. Kuran’da bununla ilgili pek çok ayet vardır. Nerede olursanız olun o sizinle beraberdir. Verid geçen ayet. Tabii siz Kuran’ı Kuran Arapçasıyla değil de kendi Arapçanızla anlarsanız deveyi pire olarak anlayabilirsiniz. Biz bunlara katılmıyoruz. Sizi bizim yolumuza değil icmaların yoluna davet ediyoruz. Ne aklı ne de nakli dayanağı olmayan ifadelerin size bir yararı yoktur. S.K Biz Allah’ın işini yaptığını ve çekidiğini söylemek istemiyoruz. Aksine yaradılış devam etmektedir. Bu gerek bizim evrenimizde ve gerekse belki de başka evrenlerde. Bu haliyle zaten Allah’ı işlevsiz kılmak mümkün değildir. Bizi bahsettiğimiz şey, sistemin çalıştığı gerçeğidir. Elbette sistemin sahibi olarak dolaylı da olsa bizlerin yanındadır. Herşeyin kaynağı odur. Ancak böyle olması, sistemi anlamamız için bir engel teşkil etmez. - Siz çelişki içindesiniz. Kendiniz ayetleri olmaz yollardan tevil ediyorsunuz. Buna kendinizi yetkili görüyorsunuz da başkalarının açıklamasını doğru bulmuyorsunuz. Kuran kıyamete kadar açıklanacaktır. Çünkü o Kuran’dan başka hikmeti de indirdi. O ilimle tafsil edilecektir. Herkes kendisi için kendisi anlayacaktır. Tek Kuran yok, mümin kadar Kuran var. Çünkü herkes kendisi Kuranı nasıl anlarsa onun için Kuran odur. Müteşabih ayetler var. Rasihler onu yorumlayacaklardır. Nutfenin sperm olduğunu, salsalın kromozom olduğunu o gün değil ancak bugün anlıyoruz. S.K Burada kastım ayetlerin açıklanmaya muhtaç olmadığıdır. Yani, kelimelerin Islah edilerek yerindelik anlamına gelebilecek açıklamalara muhtaç olmadığını ifade etmek istemiştim. Sanırım bu yanlış anlaşıldı. Bilgi, üst üste konan tuğlalar gibi yükselen çoğalan bir şeydir. Geçmişte bilinmeyenlerin bugün bilinmesi normaldir. Bu çerçevede Ayetlerin ortaya koyduğu bilginin de anlaşılması kaçınılmazdır. Elbette herkes, kendi ilgisi ve bilgisi çerçevesinde anlayacaktır. Bilgi çoğaldıkça da anlaşılmaya devam edecektir. - Bu ayet namazdan maksadın bizim kıldığımız namaz olduğunu ve cemaatin asla terk edilmeyeceğini çok açık bir şekilde anlatmaktadır. Size göre beyana da gerek yok. Sorun bitmiştir. - Tam tersine senin arkanda diyerek imamı zorunlu yapmaktadır. Bir grup kılsın diğer grup sonra kılsın demektedir. Cemaat en kötü şartlarda bırakılmayacak, imam ikileştirilmeyecektir. Tek başkan, tek beyin, aynı başkanın emrinde nöbetleşirler. Elbette siz de bunun böyle olduğunu biliyorsunuz. Ama siz Kuran’ı size uydurmaya çalışıyorsunuz. Kuran’a uyma endişeniz yok. Biz size değil, Allah’a uyacağız. S.K Bu konuda SLT ve CEMAAT başlıklı yazıya göz atmanızı rica ediyorum. Ben Nisa 102. Ayetteki eylemin “istisna” olduğunu anlıyorum. Diğer istisnalar gibi. Başka bir delil varsa onu da bilmek istiyorum elbette. Böylece hatamı düzeltebilirim. Ancak Nisa 102 Ayette kastedilen şey ordunun sevk ve idaresidir. Benim anladığım budur. Bu anlamda bir liderlik doğrudur. Ancak bu imam/cemaat ilişkisi içinde bir namaz ifade etmez. Ancak “ve lâ techer bi salâtike ve lâ tuhâfit bihâ vebtegı beyne zâlike sebîlâ” (isra 110) burada “dinlemek”anlamına gelebilecek bir kelime yok. KUNUT kavramını kur’an da bulmadım. - Namazın şekli geleneksel namazdır. Günde beş defa toplanıp birlikte hareket etmedir. Bugün namaz karikatürize edilmiş sürünün ahıra girmesi gibi camiye girip çıkma olarak anlaşılıyor. Oysa mescitler birer medresedir. Müzakere yeridir. Görüşme anlaşma yeridir. Şeytan önce namazı namaz olmadan çıkarmış sonra da gerek yok deyip yok etmek istemektedir. S.K Geleneksel şekil dışında tümüyle doğrudur. -Ben namaz ile ilgili olarak bize önerilen şeyin bu bilgi ağına, Networke katılmak iletişim kurmak şeklinde tarif ediyorum. Kimileri beni çok fazla teknokrat bulabilir. Veya teknoloji ile kafayı bozmuş da diyebilir. Ancak bunu söylemeden önce, ayetleri de okumak ve anlamak gerekir. - Kıyas yoluyla internette aynı konu ile meşgul olanların aynı seviyede olanların katılmasını tartışmalarını namaza kıyasla farz kabul edebilirsiniz. Biz de kabul ediyoruz. Bu sebeple sitemizi açtık dergi yayınlıyoruz. Yorumları serbest bıraktık. Katılmak isteyen hangi düşüncede olursa olsun hoş geldiniz diyoruz. Ne var ki kıyas yaparken aslın hükmü değerlendirilmelidir. Mevcut namazı terk eden değil uzaktakilerin de buluşmalarını sağlama kıyası yapılmalıdır. S.K Benim kasdettiğim şey, kozmik sisteme katılmaktır. Elbette katılım her alanda olmalıdır, irtibat olmalıdır. Bilgi alışverişi olmalıdır. Eğer bir kozmik bilgi ağı olmadığını kabul edersek, “hikmet” i nereden bulacağız? Benim de amacım eskiyi yıkmak değildir. Onu işlevsel hale getirmektir. Kur’an ın zaten ortaya koyduğu bir şeyin belki de anlaşılmasına katkıda bulunmaktır. - İnsan ancak topluluk içinde yaşar ve topluluk içinde düşünür. Topluluğun inandığına inanır. Bu sebeple hicret emredilmiştir. Bu topluluğu sağlayan da namazdır. S.K Topluluğun inandıkları yanlış ise? - Namaz bütün fıkıhlarda ilk sırayı alır. Namaz insanın vakitlerini düzenler, Namaz imanın şartıdır. Askerlikte içtima mesabesindedir. Bütün sorunlar namaza kıyas edilerek çözülmüş olur. İsabetli bir anlama. S.K Doğrudur ancak bir şartla: Namaz insanın günlük yaşamını parçalayan bir şey değildir. -Tartışmaya açtığınız için Allah razı olsun. Bizim alanlarımız her görüşe açıktır. En yakın arkadaşların sert saldırıları ile karşılaşacaksınız. Bundan alınıp kaçmamalısınız. Ben bana göre doğruları yazmak zorundayım. Yoksa sitemiz ilmiliğini kaybeder. Oralardan daha fazla bilgi aktarmanızı da bekleriz. Budizmle İslamiyet karşılaştırılmalıdır. Onun da ilahi kaynaklı olduğu ispatlanmalıdır. S.K Belki benim de uslubüm sert omuştur. Bu sebeple eleştirilerin her türlüsü makbuldur. Kabulumuzdur. SLT konusunun bu kadarla sınırlı kalmayıp uzun uzadıya tartışılması gerektiği kanaatindeyim. Bu konuda doğal olmayan şeyler vardır. Vesselam. Sonuç olarak makale bir araştırma ve düşünme mahsulüdür. İcmalara aykırı görüşler vardır. Ben de başlangıçta öyle idim. Zamanla icmaları öğrenince -artık ben icmalara inanıyorum. İlerde siz de öyle olacaksınız. Eski kaynaklara gidince bugün icma gibi görünenlerin öyle olmadığını icmalarda hata olmadığını göreceksiniz. Kuran’a dayanmayan icmalarda da hata yoktur. Sade o gün için doğru idi. Şimdi doğru değildir. Mesela bugün ayda hayat yoktur. Doğru icmadır. Yarın ayda hayat olduğunda, icma o gün için doğru olmaz. Kuran’ın manasında icma varsa o değişmez. Sahabelerin icması için bu kabul edilmiştir. S.K Aslında problem, ICMA’nın kur’an ın manasında olup olmadığı ile ilgilidir. Geçmişte anlaşılamayan bir konuda Kur’an ın manasıda ICMA’dır demek mümkün olur mu? Herhalde ICMA vardır deyip geçmek de doğru değildir. Selam ve Dua ile





Son Eklenen Makaleler
Süleyman Karagülle
SEÇKİN SAYILAR VE 19 MUCİZESİ 05.01.2001
12.02.2025 476 Okunma
Süleyman Karagülle
BORÇLARIN TASFİYESİ KANUNU 22.12.2000
12.02.2025 268 Okunma
Süleyman Karagülle
BORÇLAR 22.12.2000
12.02.2025 225 Okunma
Süleyman Karagülle
DIŞ BORÇ(BAKARA278-279) 22.12.2000
12.02.2025 290 Okunma
Süleyman Karagülle
AHŞAP ARALIK ÇALIŞMALARI 15.12.2000
12.02.2025 346 Okunma
Süleyman Karagülle
GENEL ÇALIŞMA KURALLARI: 15.12.2000
12.02.2025 248 Okunma
Süleyman Karagülle
MUKASSİMÂT(zariyat4.ayet) 15.12.2000
12.02.2025 283 Okunma
Süleyman Karagülle
GENEL DURUM VE ÇÖZÜM 08.12.2000
12.02.2025 348 Okunma
Süleyman Karagülle
AKEVLER DENGE KULÜBÜ SÖZLEŞMESİ 08.12.2000
12.02.2025 229 Okunma
Süleyman Karagülle
C Â R İ Y Â T (ZARİYAT3.AYET) 08.12.2000
12.02.2025 255 Okunma
Süleyman Karagülle
K Ü R T Ç E 01.12.2000
12.02.2025 252 Okunma
Süleyman Karagülle
ORUÇ BABA 01.12.2000
12.02.2025 277 Okunma
Süleyman Karagülle
M E S İ H 01.12.2000
12.02.2025 341 Okunma
Süleyman Karagülle
HÂMİLÂT (YÜKLER) 01.12.2000
12.02.2025 276 Okunma
Süleyman Karagülle
“ZÂRİYÂT-1- ÂYETİ”Nİ AÇIKLAYALIM: 24.11.2000
12.02.2025 273 Okunma
Süleyman Karagülle
TESİR ÇİFTİ 24.11.2000
12.02.2025 295 Okunma
Süleyman Karagülle
AHŞAP EVE GETİRİLEN YENİLİKLER 18.11.2000
12.02.2025 367 Okunma
Süleyman Karagülle
DEVLETİN AF YETKİSİ VAR MIDIR? 18.11.2000
12.02.2025 370 Okunma
Süleyman Karagülle
İFRAT VE TEFRİT(KEHF28) 18.11.2000
12.02.2025 327 Okunma
Süleyman Karagülle
MATEMATİK İLE İfrat ve tefrit nedir? 11.11.2000
12.02.2025 325 Okunma
Süleyman Karagülle
KUR’AN MATEMATİĞİ TARİKATI 11.112000
12.02.2025 245 Okunma
Süleyman Karagülle
NEFİSTE SABIR(kehf28) 11.11.2000
12.02.2025 280 Okunma
Süleyman Karagülle
OKUMA/ TİLÂVET EMRİ 04.11.2000
12.02.2025 293 Okunma
Süleyman Karagülle
SÖMÜRÜ VE ÇARE 04.11.2000
12.02.2025 225 Okunma
Süleyman Karagülle
AKEVLERDEN HABERLER 28.10.2000
12.02.2025 261 Okunma
Süleyman Karagülle
MESKENLER VE İŞYERLERİ AYETİ 28.10.2000
12.02.2025 378 Okunma
Süleyman Karagülle
BOZULMA (ENTROPİ) 28.10.2000
12.02.2025 369 Okunma
Süleyman Karagülle
ERMENİ KATLİAMI 14.10.2000
12.02.2025 202 Okunma
Süleyman Karagülle
MARKETTE SELEM UYGULAMASI 14.10.2000
12.02.2025 269 Okunma
Süleyman Karagülle
FAİZSİZ İŞLETME 14.10.2000
12.02.2025 295 Okunma
Süleyman Karagülle
BELGRAD OLAYI 07.10.2000
12.02.2025 280 Okunma
Süleyman Karagülle
MÜTEŞÂBİH ÂYETLER 07.10.2000
12.02.2025 495 Okunma
Süleyman Karagülle
MEDENİYETLERİN ÖMRÜ 30.09.200
12.02.2025 433 Okunma
Süleyman Karagülle
AHMET BÜLBÜL’ÜN ÖLÜMÜ VESİLESİYLE; 30.09.2000
12.02.2025 280 Okunma
Süleyman Karagülle
Rektör Ethem Ruhi Fığlalıya cevap 23.09.2000
12.02.2025 273 Okunma
Süleyman Karagülle
KURANDA MUCİZE-1 23.09.2000
12.02.2025 260 Okunma
Süleyman Karagülle
BİR YETKİLİ YÜKSEK HAKİM DEDİ Kİ: 09.09.2000
23.03.2024 636 Okunma
Süleyman Karagülle
AHŞAP EV ÇALIŞMALARI 09 EYLÜL 2000
23.03.2024 572 Okunma
Süleyman Karagülle
Sana ruhtan soruyorlar 09 EYLÜL 2000
23.03.2024 632 Okunma
Süleyman Karagülle
SİSTEMATİK HATA 09 EYLÜL 2000
23.03.2024 514 Okunma
Süleyman Karagülle
ŞERİAT VE MEMUR KARARNAMESİ 02.09.2000
23.03.2024 495 Okunma
Süleyman Karagülle
Heisenberg’in meşhur “kuvantum teorisi” 02.09.2000
23.03.2024 750 Okunma
Süleyman Karagülle
DEPREMİN FIKHI 26 AĞUSTOS 2000
23.03.2024 545 Okunma
Süleyman Karagülle
Z E L Z E L E 26 ağustos 2000
23.03.2024 461 Okunma
Süleyman Karagülle
(AHŞAP)İŞLETME HAKKINDA BİLGİ-19.08.2000
14.03.2024 501 Okunma
Süleyman Karagülle
Bir ülke hırsıza hapis cezasını vermektedir-12082000
14.03.2024 545 Okunma
Süleyman Karagülle
MEMUR KARARNAMESİ 12.08.2000
14.03.2024 474 Okunma
Süleyman Karagülle
HÜKÜMET,REKTÖR ATAMALARI..05.08.2000
14.03.2024 513 Okunma
Süleyman Karagülle
İNSANIN GÖREVİ 05.08.2000
14.03.2024 461 Okunma
Süleyman Karagülle
EKONOMİDE ZELZELE 22.07.2000
14.03.2024 499 Okunma
Süleyman Karagülle
REKTÖRLERİN ATANMASI 22.07.2000
14.03.2024 513 Okunma
Süleyman Karagülle
312 inci MADDE 22.07.2000
14.03.2024 417 Okunma
Süleyman Karagülle
BANDIRMA HATTI 22.07.2000
14.03.2024 491 Okunma
Süleyman Karagülle
F İ Z İ K 29.07.2000
14.03.2024 553 Okunma
Süleyman Karagülle
İSLÂM VE DEMOKRASİ 29.07.2000
14.03.2024 535 Okunma
Süleyman Karagülle
REKTÖRLERİN SEÇİMİ 22.07.2000
14.03.2024 445 Okunma
Süleyman Karagülle
ABANT TOPLANTISI 22.07.2000
14.03.2024 533 Okunma
Süleyman Karagülle
HAK VE KUVVET MEDENİYETLERİ 22.07.2000
14.03.2024 492 Okunma
Süleyman Karagülle
DAYANIŞMA SİSTEMİ 01.07.2000
14.03.2024 441 Okunma
Süleyman Karagülle
“HERKESE İŞ - HERKESE AŞ” 24.06.2000
14.03.2024 533 Okunma
Süleyman Karagülle
KİTLERİN ÖZELLEŞTİRİLMESİ 17.06.2000
14.03.2024 519 Okunma
Süleyman Karagülle
KUR’ÂN VE MANTIK İLE MATEMATİK 17.04.1999
14.03.2024 528 Okunma
Süleyman Karagülle
“ADİL DÜZEN” DERGİ PLANI (2)17.04.1999
14.03.2024 530 Okunma
Süleyman Karagülle
“ADİL DÜZEN” DERGİ PLANI 17.04.1999
14.03.2024 575 Okunma
Süleyman Karagülle
Süleyman Karagüllenin girilmeyen MAKALELERİ-17.04.1999
14.03.2024 509 Okunma
Süleyman Karagülle
MUSA’YA VERİLEN DOKUZ MUCİZENİN GÜNÜMÜZDEKİ MANASI
19.05.2022 3168 Okunma
1 Yorum 20.05.2022 06:41
Süleyman Karagülle
Elveda
21.08.2021 3189 Okunma
2 Yorum 24.08.2021 15:36
Süleyman Karagülle
İÇKİ YASAĞI
3.05.2021 2443 Okunma
Süleyman Karagülle
Türkiye ve Dünya
30.04.2021 2295 Okunma
Süleyman Karagülle
DIŞ POLİTİKA
29.04.2021 2157 Okunma
Süleyman Karagülle
HEDEF
29.04.2021 2176 Okunma
Süleyman Karagülle
Kur’an Seminerleri ve SON DURUM… (16)
18.04.2021 3385 Okunma
4 Yorum 26.05.2021 00:43
Süleyman Karagülle
Kur’an Seminerleri ve son uyarılarım… (15)
11.04.2021 2312 Okunma
Süleyman Karagülle
SOYLU'NUN BEYANI
7.04.2021 2850 Okunma
Süleyman Karagülle
BUNDAN BÖYLE
6.04.2021 2097 Okunma
Süleyman Karagülle
UYARI
6.04.2021 2087 Okunma
Süleyman Karagülle
MÜDAHALE
4.04.2021 2112 Okunma
Süleyman Karagülle
Seminerler; kendinize görev vereceksiniz (14)
4.04.2021 2103 Okunma
Süleyman Karagülle
TEK ÇIKAR YOL
3.04.2021 2322 Okunma
Süleyman Karagülle
PARTİ KAPATMAK
3.04.2021 2339 Okunma
Süleyman Karagülle
ANAYASA MAHKEMESİ
1.04.2021 2299 Okunma
Süleyman Karagülle
Kur’an Seminerleri ve İ Ç T İ H A D (13)
31.03.2021 3182 Okunma
1 Yorum 02.04.2021 22:37
Süleyman Karagülle
Kur’an Seminerleri ve Akevler Usulü (12)
31.03.2021 3003 Okunma
1 Yorum 02.04.2021 22:27
Süleyman Karagülle
Muhterem Abdurrahman Dilipak’a Açık Mektup
31.03.2021 2512 Okunma
Süleyman Karagülle
Kur’an Seminerleri ve DAVET… (11)
31.03.2021 2857 Okunma
1 Yorum 02.04.2021 22:13
Süleyman Karagülle
Kur’an Seminerlerinin başlangıcı ve (10)
31.03.2021 2116 Okunma
Süleyman Karagülle
EMİN SARAÇ HOCA HAKKINDA
31.03.2021 2670 Okunma
Süleyman Karagülle
Kur’an Seminerleri ve Kur’an Düzeni
31.03.2021 2882 Okunma
1 Yorum 02.04.2021 22:01
Süleyman Karagülle
Akevler Kur’an Seminerleri ve GÖREV
31.03.2021 2899 Okunma
1 Yorum 02.04.2021 21:52
Süleyman Karagülle
KUR’AN VE TARİH
31.03.2021 2893 Okunma
1 Yorum 02.04.2021 21:47
Süleyman Karagülle
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİMİZ-5
31.03.2021 2891 Okunma
1 Yorum 02.04.2021 21:37
Süleyman Karagülle
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİMİZ-3
31.03.2021 1922 Okunma
Süleyman Karagülle
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİMİZ-2
31.03.2021 1876 Okunma
Süleyman Karagülle
KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİMİZ
31.03.2021 2088 Okunma
Süleyman Karagülle
TEK PROBLEM VE ÇÖZÜM
31.03.2021 2087 Okunma
Süleyman Karagülle
RAKAMLAR
31.03.2021 2086 Okunma
Süleyman Karagülle
YASTIK ALTI
30.03.2021 2201 Okunma
Süleyman Karagülle
TEMİZLİK
29.03.2021 2523 Okunma
Süleyman Karagülle
MEŞGALE
28.03.2021 2321 Okunma
Süleyman Karagülle
BAKAN OLMAK
27.03.2021 2348 Okunma


© 2025 - Akevler