بسم الله الرحمن الرحيم
ولا يشرك (تشرك) في أمره أحدا سورة الكهف 18/26
و اتل ما أحي اليك من كتاب ربك لا مبدل لكلماته و لن تجد من دونه ملتحدا 18/27
KEHF SÛRESİ – 27 ve 28. ÂYETLER
OKUMA/ TİLÂVET EMRİ
Kur’an okumamızı istemektedir. Arapçada okumak iki şekilde ifade edilmektedir: Biri “KIRAAT” diğeri “TİLÂVET”tir. Kıraat ile tilavet arasındaki farkları şöylece ifade edebiliriz:
Karaa, Karya kökünden gelmektedir. Suların toplanıp biriktiği yer anlamına gelen “karye” bellekte biriken sözler olup, daha çok lâfızlarını içermektedir. Tilâvet ise atın kuyruk kısmına denmektedir ki birisinin peşine gitme kökünden gelmektedir. Kıraat, lafızları okumadır. Tilâvet ise ona uyulması için okumadır. Yani daha çok mânâsı için okumadır. Kıraat, lafızları aynen tekrar edip konuşma dilinde ne anlaşılması gerekirse onu anlamadır. Oysa tilavet, okuyup üzerinde düşünmek ve kastedilen mânâyı anlamaktır.
Kıraat ile tilâvet arsındaki fark, kıraatta kendi kendine kendin için okumadır. Oysa tilâvet başkasına başkasının anlaması için okumadır. Başkasına sözleri duyurmanın yanında mânâsına da ulaştırmadır. Ay güneşi tilavet ediyor. Yanı ay güneşin ışığını bize yansıtıyor anlamındadır. “Kamer onu (güneşi) tilâvet ettiğinde” âyeti bunu ifade ediyor.
Biz bugün Kur’an’ın tilâveti üzerinde duracağız.
Âyetin mânâsına geçmeden önce, Kur’an namazı emretmiştir. Kur’an’ın dört adı vardır: Kur’an, zikr, kitab ve furkan. Zikr, okuyup mânâsını konuşma diliyle anlamadır. Furkan, tanımlar yapıp içtihatla Kur’an’dan hükümler çıkarmaktır, mantık diliyle anlamaktır. Kitap, yazılı metindir. Namazda kıraat ve zikr emredilmiştir. Kitabı okumak veya içtihat yapmak namazda emredilmemiştir. Kıraat namaz içinde olacaktır. Tilâvet, namaz dışında namazla birlikte yapılacaktır. Tilâvet zikirdir. Bununla ilgili emirler şöyledir:
1) “Rabbinin kitabından sana vahy olunanı tilâvet et. Onun kelimelerini değiştirecek yoktur. Onun dışında başkaca tutunacak bir şey bulamazsın.” (18/27) “Seninle beraber sabah akşam Rablarına dua edenlerle beraber nefsinde sabret. Onlardan gözlerini ayırma.” (18/28) Burada Kur’an’ın tilaveti emredilmekte, arkasından sabah akşam cemaatle kılınan namazlara işaret edilmektedir.
2) “Rabbinin kitabından sana ne vahyolunmuş ise onu tilavet et ve namazı kıl. Namaz kötülüklerden ve fenalıklardan korur. Allah’ın zikri en büyüktür. Allah yaptıklarınızı bilmektedir.” Burada da namazla tilâveti birlikte emretmektedir. Namazı zikirle ifade ederek mânâsını anlamadan okumaktansa, mânâsını anlamanın daha büyük olduğunu söylemektedir. Yani, namazda Kur’an farz olduğu gibi namazın arkasında veya namaza başlamadan önce Kur’an’ın mealini okumanın daha yüce olduğunu belirtmektedir.
3) “Allah’ın kitabını okuyan, namazı kılan ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden harcayanlar tükenmez ticaret içindedirler.” Burada kitabı önce okuyan sonra namaz kılan birlikte zikredilmiştir.
4) “Namazı kaza ettiğinizde kıyamda, kadede ve yaslanarak Allah’ı zikredin. İtmi’nan olduğunuzda namazı kılın.” Allah’ı zikretmek demek, O’nun kitabının mânâsını düşünmek demektir. Bu âyet abdest alma gibi namazdan evvel Kur’an’ın mânâsı üzerinde konuşmamız gerektiğini, bunun şart olduğunu ifade etmektedir.
Müçtehitler namazda mânasını anlayarak Kur’an’ın okunması gerektiği hususunda ittifak etmişlerdir. Mânâsını bilmediği bir Kur’an yerine meali ile namazın kılınmasını yeğleyenler olmuştur. Ebû Hanife bunlardandır. Sonraki fakihler mealin Kur’an olmadığında ittifak ederek Ebû Hanife’nin bu kavlini kabul etmemişlerdir. Ben de bunların görüşlerine katılıyorum. Ancak ben namaz kılmadan önce Kur’an’ın mealinden bir şeyler okunmalıdır veya biri sûrelerden birinin mealini vermelidir. Yukarıda belirtilen âyetlerden bu farz açıkça ortaya çıkmaktadır. O halde şu hükmü ortaya koyuyoruz: “Farz namazları kılmadan önce sünnet namazı kılmak Araplar için geçerli olabilir. O da zikirdir. Ancak Arap olmayanlar ve Arapçayı bilmeyenler için sünnet namazı kılma yerine Kur’an’ın mealinden bir parça okumaları gerekir. Meal üzerinde müzakere etseler daha iyi olur. Hazreti Peygamber Arap olmayanlara namaz kıldırmamıştır. Bu sebeple bu âyetlerdeki emirleri uygulama bize aittir. Âyete uymak bid’at değildir. Bize itiraz edecekler diyecekler ki; hem sünnet kılınsın, hem de meal okunsun. Tek başlarına ibadetlerde isteyen istediğini yapsın. Ancak cemaatlarda artırmak eksiltmek kadar günahtır. Namazlar çoğaldıkça insanlar bıkıyorlar veya işten alıkonuyorlar dolayısıyla cemaata gelmekten vazgeçiyorlar. Oysa beş vakit namaz cemaatla kılmak farzdır. Bugün kıldığımız namazlar bu sebepledir ki sahabelerin kıldığı namazların yüzde birler derecesindedir. Dünyada da âhirette de o kadar yararları olmaktadır. Kur’an’da namaz şöyle yapar, namaz böyle yapar, deniyor ama bizde yapmıyor. Yapmıyor çünkü biz Kur’an’ın emrettiği ve peygamberin kıldığı gibi namaz kılmıyoruz.
Şimdi bir âyeti size furkan olarak yani hükümleri ile açıklamak istiyorum:
و Va: Atıf harfidir. Cümleyi daha önceki cümleye bağlar. Daha önce pek çok emir ve nehiyler geçmiştir. Biz en yakınına atfediyoruz. “Hükmünde ona kimseyi ortak etme.” Nehyinden sonra gelmiştir. (Bu mânâ “Yuşrikü” yerine “Tüşrik” kıraatına göre verilmiştir. Cumhurun kıraatına göre hükmüne kimseyi ortak etmez şeklinde tercüme edilir.) Her şeyi Allah yapmıştır. O hükmetmiş ve ‘ol’ demiş, o da olmuştur. Kötülük de iyilik de O’ndandır. Geçmişi ele alıp de irdeleyerek onu bunu çekiştirme. Birisi kötülük yapmışsa, yapabilmiş ise; Allah’ın ona izin vermesi ile yapmıştır. İzin vermesinin sebebi bizim eksikliğimizdir. Bizim onu düzeltmemiz içindir. Yapanlar yaptıklarının hesabını kendileri verirler. Biz bizim işimize bakmalıyız. 28 Şubat’ta Kur’an Kursları kapatılmış, İmam Hatip okulları felç edilmiştir. Yapanlar kendi günahlarının hesabını kendileri vereceklerdir. Bizi ilgilendirmez. Ama, bizde bir eksik vardı ki Allah onlara bu işleri yapmaya izin verdi. Acaba eksiğimiz ne idi? Onu düşünmemiz ve kendimizi düzeltmemiz gerekir. Yoksa Allah’ın hükümlerine 28 Şubatçıları ortak etmiş oluruz. Eksiğimiz ne olabilir? Kur’an’ı mânâsını anlayarak okumuyoruz, İslâmiyet’i uygulayarak yaşamıyoruz. Kur’an’ın sadece sözlerini ezberliyor ve okuyoruz. İslâmiyet’i de 1000 yıl önceki içtihatları öğrenmekle yetiniyoruz. O günkü içtihatlar bugünkü sorunlarımızı çözmediği için uygulayamıyoruz. Din hayali birtakım varsayımlardan ibaret kalıyor. Osmanlı İmparatorluğu bundan yıkıldı. Cumhuriyet döneminde Müslümanların başlarına bundan dolayı gelenler geldi. Bununla ben 28 Şubatçıları ve ondan öncekileri ibra etmiyorum. Onlar kendi hesaplarını kendileri vereceklerdir. Niyetlerine göre cennete veya cehenneme gideceklerdir. Kimin ne niyet taşıdığını da yalnız Allah bilir. Bizim görevimiz onları muhakeme edip ceza kesmek değildir. Buna da yetkimiz yoktur. Biz kendi eksikliklerimizi gidermeye çalışalım. İşte Allah bu hükmü ortaya koyduktan sonra ne yapmamız gerektiğini bundan sonraki âyette açıklamıştır. “Ve” harfiyle de oraya atıf yapmıştır. “Va” harfinin özelliği, iki şeyi birbirine bağladığında ikisi arasında bir ilişki olmasıdır. Ama ikisi aynı olmamalıdır. Demek ki Allah’ın işine başkalarını ortak etmemekle Kur’an’ı tilâvet etmek arasında ilişki var ama birbirinden farklıdır. Bir tarlayı ekmek için önce dikenlerden ve çalılardan temizlemeniz gerekir. Sonra da tohum atar büyütürsünüz. Kur’an’ı okuyup anlamağa başlamadan önce Allah’ın işlerine başkalarını karıştırıp şirkten uzaklaşmamız gerekmektedir. Aradaki ilişki budur. Diğer taraftan “Va” sırayı veya bitişikliği ifade etmez. Yani, Allah’ın işlerine başkalarını karıştırmakla, Kur’an okumanın öncelik ve sonralığı yoktur. Biz şirki attıktan sonra Kur’an okumaya başlarız veya Kur’an okumaya başlayarak şirki atarız. Yani, “önce şirki atalım sonra Kur’an okuyalım” diyemeyiz; ikisini birlikte götürmek zorundayız. Bakınız bir “Va” harfinden ne mânâlar çıkmaktadır. İşte böylece fıkıh usûlü kuralları ile Kur’an’ı anlamaya çalışmak “Furkan”dır. Cumhurun kıraatine göre ise; “Sen ona buna bakma, Rabbin kimseyi işine karıştırmaz, sen sana vahyolunanı tilâvet et” olur.
تلي TeLeVe: Atın kuyruk tarafıdır. Bineğin arkasına binmek demektir. Arabanın şoförü var, aradaki binicileri var. Şoför arabayı gideceği yere götürür. “Kur’an’ı tilâvet etmek” demek, Kur’an arabasının şoförlüğünü yapmak demektir. Bir arabaya bindiğiniz zaman onu bir şoför götürür. Kur’an arabasına binmiş isek onu bir imam götürür. Arabayı usûlüne göre sürmekle mükelleftir. Araba yolcuların gideceği yere gitmelidir. Kur’an’ı tilâvet eden de doğru mânâlar verebilmeli ve Kur’an’ı dinleyenlerin arzuladıkları hedefe götürmelidir. Buradaki emir şoföredir, imamadır. Ama ikinci âyette imamın cemaata karşı görevleri anlatılmakta, gözlerin onlardan ayrılmaması gerektiğini bildirmektedir. Şimdi size İslâm düzeninde teşkilatlanma hususunda bir bilgi vereyim:
1) Bir merkez kişi vardır. Bu imamdır. Kişi kendi başına kalmışsa kendisinin imamıdır.
2) 10’a yakın cemaat oluşacaktır. Bunlar imamın etrafında toplanan ve birlikte beş vakit namaz kılan kimselerdir. Bunlara “mukarrebûn, sâbıkûn, evvelûn, mücahidûn” denmektedir. İmam yalnız bunlarla istişare eder. Bunları kimse atamaz. Bunlara beş vakit namaza devam etmekle kendi kendilerini atarlar. Sabah namazına kim önce gelir safa oturursa o evvelûndur, mukarrebûndur, sâbıktır.
3) Bunlar etrafa yayılarak İslâmiyet’e dâvet ederler ve İslâm cemaatı oluşur. Bunlar Cuma cemaatıdır ve yemin ashâbıdır. Sağ halkıdır. Sâbikûnlara tâbi olanlardır.
4) Dördüncü grup ise, bunlar Kur’an’a inanmayabilir, İslâm’ın inançlarına katılmayabilirler, ancak ashâb-ı yemin aracılığı ile işbirliği içinde olurlar. Böylece merkez etrafında bir hâle oluşur. Merkezde başkan, etrafında mukarrabûn, etrafında ashâb-ı yemin, etrafında müellefûn.
Bundan sonra gelen âyet burada mertebe silsilesine uyulmasını emrediyor. Yani imam yemin ashâbı doğrudan iş yapmaz, yemin ehli de doğrudan müelleflerle iş yapamaz. Elektrikteki trafo gibi ilişkiler kurulur. “Sen tilâvet et” deniyor. Buradaki muhatap yani sen kimdir. Çoğu buradaki “sen” “Hazreti Muhammet”tir diyorlar. Kur’an’da “sen” Hazreti Peygamber’e özel olarak yalnız birkaç yerde hitap etmektedir. “Sen”in dört mânâsı vardır:
1- Ey kişi olarak sen insan, anne - babana ‘uf’ bile deme. Bu emir peygambere olamaz, çünkü onun anne babası çocukken ölmüşlerdi.
2- Ey müçtehit olarak sen insan. Çünkü herkes içtihat etmekle ve içtihadına göre amel etmekle yükümlüdür. İçtihat etmediği hususlarda bir müçtehide tâbi olacaktır. Ama müçtehidini kendisi seçeceği için yine de içtihat etmiş olacaktır. Seçerken içtihat edecektir. İşte “Ke”nin ikinci mânâsı bu mü’min muhataptır. Peygamber bu vasfıyla “nebi”dir. Yani, ilk müçtehittir. Ne var ki, o vahiy aldığı için içtihadında ya hata yapmamıştır, yahut hata yapsa bile Allah tarafından düzeltilmiştir. Biz ise içtihatlarımızda hata ederiz.
3- Ey imam, başkan demektir. İnsanlar topluluk halinde yaşarlar. İki kişi bir araya gelince biri imam olur. İmamın topluluğa karşı görevleri vardır. Yetkileri vardır. Kur’an bazı yerlerde; “sen ey başkan böyle yap, şöyle yap”denmiş olur. İlk başkan Hazreti Muhammed’dir, resuldür. Demek ki “müçtehitler” “Nebi Muhammed”in yerindedirler, “başkanlar” da “Resul Muhammed”in yerindedirler. Başkanlar da iki derecededir. Biri, toplulukların başkanı olmaktır. Mekke’de Hazreti Muhammed böyle bir başkandı. Diğeri de, silâhlı güce sahip komutan başkanlardır, ki Medine’de böyle bir başkan idi. Bu âyette Mekke’deki başkanlar da dahil olmak üzere hitap edilmektedir.
4- Doğrudan Muhammed’e hitap vardır. Bu çok azdır. Zeyd’den boşandıktan sonra “Biz seni Zeynep ile evlendirdik âyeti buna misaldir. Bir de, “zevcelerin mü’minlerin anneleridir.” Buradaki kişi Hazreti Muhammed’dir. Maamafih her ikisinde de genellik vardır. Zeynep de mü’minlere örnek olsun demesi, Hz. Peygamber’e emredilen her şey bütün mü’minlere emredilmiş olduğunu belirtir. Başkanların dul kadınları ile öldükten sonra o bucakta evlenmeleri men edilmiş olabilir. Bu takdirde de bu “sen” yine çok az kullanılır. Cebrail’in Kur’an’ı yalnız Muhammed’e öğrettiği kesindir. Bizim kalbimize ise kurralar indirmiştir. Burada “kalb” “beyin” demektir. Kalb, merkez demektir. Sinir merkezi de olabilir, kan merkezi de olabilir. İnsanda iki kalb vardır. Bunu “Kulubeküma”dan öğreniyoruz. “İkinizin ikiden fazla kalbiniz” denmektedir.
Demek burada emredilmiş olan tilavet emri her mü’min için geçerlidir. Cemaat oluşturmadan herkes kendisi kendi başına tilavet edecektir. Cemaat oluştuktan sonra imam meali okuyacak, cemaat da dinleyecektir. Müzakere edeceklerdir. Burada tilavete denmiştir. Yani emir sigası kullanılmıştır. O halde Kur’an’ı tilâvet etmek veya tilâveti dinlemek her mü’mine farzdır. Çünkü emir siğası farzlığı ifade eder. Oruç nasıl farzsa, Hac nasıl farzsa, Kur’an’ı tilâvet etmek de farzdır. Namaz kılınacak, secde, kıyam, kıraat olunacak, bir de Kur’an’ın meâli namaza başlamadan önce tilâvet edilecek. Mânâsı üzerinde düşünülecektir. Bu farzdır. Hele Arap olmayanlara kesin olarak farzdır. Tilâvet, peşinden gitmek anlamındadır. Bu takdirde sana ne vahy olunuyorsa onu uygula yani Kur’an okurken içinden ne geliyorsa ne anlıyorsan ona uy, ona göre hareket et anlamındadır. İşte mü’min olmak demek devamlı Kur’an’ı tilâvet ederek ondan anladıklarına göre hareket eden kimse demektir.
ما Mâ: İsm-i mevsuldür. Sana vahyolunanı deniyor. Arapçada bu mânâyı ifadede dört kelime kullanılır:
a) İsm-i fail veya mef’ul kullanılır. Metluv şeklinde seni bu da nekire olabilir. “Utlu Metluvven” denmiş olsaydı, bilinmeyen bir vahyi bilinmeyen şekilde tilâvet et olmuş olur.
b) “Utlu el Metluvva” şeklinde söylenebilirdi. Yani ism-i mef’ula harf-i tarif getirilirdi. Bu takdirde bilinen bir şeyi bilinmeyen bir tarzda tilâvet et anlamı çıkardı.
c) “Utlu ellezi Uxıye İleyKa” de denebilirdi. Bu takdirde bilinen bir vahyi bilinen bir şekilde tilâvet mânâsı çıkardı. Bunlardan hiç birisi söylenmemiştir.
d) “Mâ Uxıye İleyk” denmiş, burada bilinmeyen bir vahyin bilinen bir şekilde tilâvet edilmesi emredilmiştir. İşte buradaki “mâ” bize gösteriyor ki buradaki vahiy Kur’an’ın lafzı değildir. Nekiredir. Herhangi bir vahiydir. Peygambere olan vahiy değil insana içtihat ederken gelen vahiydir. Yani mânâsıdır. Herkes Kur’an’ı okur ve bir mânâ anlar. Eğer bu okumada samimi ise yani Allah ne söylüyorsa ben onu anlayayım diyorsa Allah da ona doğru mânâsını vahy eder. “Nefse fücuru da takvayı da ilham etti” âyeti ile “Biz bizim için cihat edenlere mutlaka yolumuzu gösteririz” âyeti göz önüne getirilirse, buradaki sana vahy olunanın ne olduğu anlaşılır. Ne var ki, vahy olunan nekiredir, ama vahy marifedir. Yani Allah’ın mü’mine olan ilhamıdır. Kur’an Allah ile insan arasında irtibat sağlayan bir araçtır. Bir televizyon ekranıdır. Kur’an’a baktığımız zaman Allah ile konuşmuş oluruz. Biz düşüncelerimizi, sorularımızı beynimizden geçiririz, o da bize vahiy veya ilham yoluyla cevabını verir. Her rekatta fatihada bu mükâlemeyi tekrarlarız. “Bize doğru yolu göster” deriz, O da bize gösterir. Sûreleri okurken gösterir.
وحي VaXY: VaXY bir şeyi anlatmak için konan işarettir. Mesela, yolun kenarına bir kurt resmi yapsanız, gören buralarda kurt tehlikesi vardır şeklinde anlar. İşaretten farkı, işarette mânâsı önceden bilinmektedir. Vahiyde ise işaretin mânâsını kişi düşünerek çıkarmaktadır. Kur’an’ın mânâsını biz daha önce öğretilenlere göre değil o anda düşünerek anlarız. Fıkıhta daha önce belirlenmiş kurallara göre mânâ çıkarırız. Oysa vahiyde o anda aklımızla koyacağımız bir kuralla mânâlandırırız. Bu sebepledir ki vahiy içtihattan farklıdır. İçtihatta başkalarından yaralanıyorsun, onların verdiği mânâları veriyorsun. Oysa vahiyde Kur’an’ın o anda sana gelen ilhamla Kur’an’ı anlıyorsun. Allah bize vahye kulak vermemizi istemektedir. Yani bir mesele üzerinde gerekli çalışmalar yaptıktan sonra Kur’an’ın âyetlerini okuyacak, o esnada içimize ne doğarsa onu anlayacağız ve anlatacağız. Mahkeme bütün belge ve bilgileri toplar, sonunda içinden bir ses ona şuna karar ver der, o da ona karar verir. İnsan da herhangi bir hüküm vermeden önce tüm araştırmaları yapar ve sonra devamlı Kur’an tilâvet ettiği için beyninde şimşek gibi çözümler çıkar, işte sen onu tilâvet et diyor Kur’an.
BU söylediklerimi sizin anlayabilmeniz için devamlı olarak Kur’an’ı tilâvet etmeye başlamanız gerekir. İlkin acemilik dönemi vardır. Bir anlamazsınız, size ilhamlar gelmez. Ama değişik mealleri devamlı okursanız, ara sıra tefsirlere bakarsınız. Yavaş yavaş artık Kur’an’ın dilini öğrenmiş olursunuz. Arapça bilmeseniz de öğrenmiş olursunuz. Önce Kur’an’ın meâlini sonra âyet âyet Kur’an’ın lâfzını okursanız artık Arapça bilmeseniz de Kur’an’ı anlamaya başlarsınız. Yani artık Allah size ilham etmeye başlar. Yani Allah’la direkt irtibat kurmuş olursun. Aracı artık Kur’an’dır.
Burada vahiy kelimesi meçhul olarak kullanılmıştır. Yani Allah ne vahy etmişse değil de ne vahy olunmuşsa sözü kullanılmıştır. Bu Kur’an’ın bâtınî mânâlarına göre değil de fıkhî mânâlarıyla anlaşılması gerektiğini ifade etmek içindir. Çünkü insan Allah’la doğrudan ilişki kuramaz. Nasıl biz televizyon merkezinin dalgalarını doğrudan alıp seyredemeyiz, ekranda ne görünüyorsa onu algılarız. Biz Allah’ın vahyini doğrudan alamayız. Kur’an’da ne çıkıyorsa ancak onu görür ve anlarız. Buna işaret etmek için meçhul sigası kullanılmıştır. Burada bazı tarikat ehlinin doğrudan ilham aldıklarını Kur’an dışında araçlarla Allah’a ulaştıklarını söylemelerini reddetmektedir. Nitekim bu âyetin sonunda işaret edilecektir.
الي İLâ: Son sıra için kullanılır. Böylece vahyi bir yolcu gibi kabul edilmiş, Allah’tan Kur’an’a ve Kur’an’dan sana gelinmiştir. Burada önemli bir hususa daha işaret etmemiz gerekir. Biz merkezdeki neşriyatı televizyonda seyrederiz. O da Kur’an’dır. Ne var ki, televizyonun çalışması için elektriğe ihtiyaç vardır. Cereyan yoksa televizyon da karanlık bir ekrandan ibarettir. Kur’an televizyonun elektriği ilimdir, müsbet ilimdir, lisan ilmidir, ilimsiz onu anlamamız imkânsızdır. İşte bu sebeple vahiy kelimesi meçhul olarak kullanılmış arada aracıların olduğuna işaret etmek için de “ileyke” kelimesi kullanılmıştır. Burada “aleyke” kelimesi kullanılmayıp “ileyke” kelimesinin kullanılması da vahyin icbar edici olmamasına işaret içindir. Yani Allah vahy etmektedir, ama zorla anlatmamaktadır. Siz istiyorsanız, siz talip iseniz, size mânâsını bildirir. Yoksa anlamak istemezseniz veya ters mânâ vermek isterseniz o zaman da Kur’an sizde sadece küfrü ve nifakı artırmaktadır. Kur’an böyle diyor. “Alâ” bunun için kullanılmamıştır.
ك Ka: Buradaki “Ke” “Utlu”daki “Ka”dir. Yani, “Sen ey içtihat yapmakla mükellef olan kimse” veya “Cemaat başkanı sen tilavet et. Oku, anla ve anladığına uy. İçtihat yap ve ona göre amel et.”
من Min: Marifede bir parça ifade eder. Biz kitabın tamamını okuyup anlayamayız. Ona bizim gücümüz yetmez. Denizler mürekkep olsa, ağaçlar kalem olsa yine bitiremeyiz. Biz ondan bir parçasını anlayacak ve uyacağız, bize lâzım olan kadarını anlayacak ve onları yapacağız. İşte burada emredilen Kur’an’ın tamamını okuyup anlamak değildir. Oysa biz Kur’an’ın bir harfini inkâr etsek bütün kitabı inkâr etmiş oluruz. Çok açık olarak görülüyor ki burada kastedilen vahiy Cebrail’in Peygamber’e ulaştırdığı vahiy değildir. Yoksa bu “Min” harfinin bir mânâsı olmazdı. “Min” iptidai gaye içindir. Yani vahiy Kur’an’dan başlayacaktır. Araya müsbet ilimler girecek ve dil ilimleri girecek, bizdeki sorunlar girecek ve sonunda bizde bir mânâ oluşacaktır. O sebeple “Min” harfi kullanılmıştır. “Fi” yerine “Min” Kullanılması Kur’an’ın başlangıç olduğunu ifade etmesi içindir. Bu sebepledir ki içtihat yapmadan Kur’an’da bir âyet okuyup amel edilmesi caiz değildir. Çünkü bir âyet değişik hükümleri içerir, bu tefsirdir. Oysa bütün Kur’an birlikte değerlendirilerek bir sorun çözülür, bu içtihattır ve hükümdür. Biz tefsirlere göre değil, içtihatlara göre, tefakkuha göre amel ederiz. Tefsir tefakkuha yardımcıdır.