BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
Süleyman Karagülle
3712 Okunma
BAKARA 285-286 (AMENER RASULÜ)

 

 

ADİL DÜZEN 440

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 102. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

آمَنَ الرَّسُولُ بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مِنْ رَبِّهِ وَالْمُؤْمِنُونَ كُلٌّ آمَنَ بِاللَّهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ وَقَالُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا غُفْرَانَكَ رَبَّنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ (285)

 

آمَنَ (EaeMaNa)  “İman etti.”

İlk insanlar çardaklar kurup birlikte yaşarlardı. Çardakları halka hâline getirir, kapıları iç taraftan yaparlardı. Böylece kendilerini canavarlardan veya saldırılardan korurlardı. Buna “mena” denir. Bugünkü sokaklar bunun yerini almıştır. Eğer sokağın giriş çıkışını kapatırsak orası mena olmuş olur. İşte bu menaya giren kimse kendisini güven altına almış olur.

“Emine” “أَمِنَ” emniyette oldu demektir. Bundan sonra bu kelime güven anlamında kullanılmaya başlandı. Türkiye’de hâlâ “emniyet teşkilatı” kavramı kullanılmaktadır. “Polis Genel Müdürlüğü” yerine “Emniyet Genel Müdürlüğü” diyoruz.

Arapça kelimelerin bir kökünü aldığımız zaman onu değişik şekilde inceleriz.

Önce babları ele alınır. “E M N” “ء م ن” kökü üç bab üzere gelmektedir.

“EaMiNa” “YaEMaNa” “أَمِنَ” “يَأْمَنُ” yani ia (4.) babından gelir. Bu alime ya’lemu babıdır. Bir babda değişik masdarlar gelir.

“EaMaNan” أََمَنًا: Lazım fiilin masdarıdır. Güvende olmak demektir. “Emine Ahmedu Emnen”  dersen,  Ahmet tehlikeyi atlattı, güven içinde oldu demek olur.

EaMANan (أََمَانًا): Müteaddi fiilin masdarıdır. Eman, güven içinde bırakmak yani başkalarına dokunmamak demektir. “Emine Ahmedu Hasanen” derseniz, Ahmet Hasan’a güven verdi, ben sana dokunmayacağım demektir.

EıMNan (إِمْنًا): Güvenliğin içinde olmak demektir. “Emine Ahmedu imnen” demek, Ahmet güvenlik içindedir. Tehlikesiz yerdedir demektir, güven altındadır demektir.

EaMaNatan (أََمَنَةً): Güvenliğin oluşması demektir. “Emine Elkaryetu EaMaNaten” köy güvenlik içindedir, anarşi yoktur demektir.

“EaMaNa YaEMiNu” “أَمَنَ” “يَأْمِنُ” yani ai (2.) babından gelir. Masdarı “EaMNan” (أََمْنًا) dir. Müteaddi fiildir. Birine güven beslemektir. “Ben ona güveniyorum” deriz, “amentuhu emnen” dersiniz.  

“EaMuNa YaEMuNu” (“أَمُنَ” “يَأْمُنُ”) yani uu (5.) babından, Hasune babından gelir. Bu bab lazım fiilleri içerir, kişi güvenlidir demektir.  

Arapçada bir kelimenin değişik üçlü babları olabilir. Böylece kelimelerin değişik bablara göre farklı mânâları olur. Aynı üçlü babın değişik mastarları olur, her mastar farklı mânâ taşır.

Bundan başka da her masdar değişik cer harfleri alarak farklı anlamlar taşır. Bu harfler şunlardır: “Min” fiilin başlangıcını gösterir. “İla” fiilin bitişini gösterir. “An” etkileyerek başlangıcı gösterir. “Ala” etkileyerek bitişi gösterir. “Bi” etkilenerek başlangıcı gösterir. “Li” etkilenerek bitişi gösterir. “Fi” içinde olmak, “Ke” benzeri olmak demektir.

Şimdi siz “EMİNE” kökünü alırsınız ve bu harflerle ne mânâlara geldiğini düşünebilirsiniz.

EaMiNa MinHu     Ondan emin oldu, yani artık ondan ona zarar gelmez demektir.

EaMiNa EiLaYHi Ona sığındı, oraya girdi demektir.

EaMiNa GaNHu    Ondan zarar gelmeyeceğine teminat aldı demektir.

EaMiNa GaLaYHi   Ona emanet etti demektir. Ona emanet verdi demektir.

EaMiNa BiHi          Onun sayesinde emniyette oldu, onunla korundu demektir.

EaMiNa LaHu          Onun malını emanete aldı demektir. “Aleyhi” verdi. “Lehu” aldı.

EaMiNa FiHi   Orada güvende oldu demektir.

EaMiNa Ka EaHMaDa Ahmet gibi o da güvendedir demektir.

Bundan sonra “EMN” kökünün değişik babları vardır, ona göre değişik anlamlar taşırlar.

İf’âl babı “EiEMaNa” “آمَنَ” olarak söylenir. Müteaddi yani geçişli yapmak için kullanılır. Lazım fiilleri doğrudan müteaddi yapar. Kalktı yerine kaldır. Müteaddi fiilleri de ikinci defa müteaddi yapar. “Darabe” dövdü edrebe dövdürdü olur. “Amene” inandırdı demek olur, yani güvendirdi demek olur.

Tef’il babı. Geçişli yapmak ve çokça yapmak anlamına gelir. Tedrici bir şekilde yapmak anlamına gelir.

Müfâale babı karşılıklı inandırmak.

Sonra beşlileri vardır. Bunlara “Ta” harfi girer.

Tefe’ül babı Tef’îl babını lazım yapar.

Tafâ’ül babı Müfâale babını lazım yapar.

Bundan sonrakileri siz tamamlayın.

Bunların da harfi cerlerle gelenleri vardır. Böylece bir kökten yüzden fazla mastar çıkar. Bin kök kabul ederseniz, sadece masdarlar 100 000 kadardır demektir. Ne var ki bugün bunları kullanmıyoruz. Kur’an nazil olduğu zaman da bunların hepsi kullanılmıyordu. Uygarlık geliştikçe bu kavramlara ihtiyaç hasıl olacak ve biz bunları üreteceğiz.

Kur’an bu büyük sûrenin başlangıcında gayba imandan bahsetmişti. Burada ise artık cevap veriyor; kim muttakidir, kim gabya inandı, kim kendilerine nazil olana inandı? Onun cevabını verdi.

Kur’an’ı okuyanlar dört gruba ayrıldı.

a)      Akıl yoluyla hakkı arayanlar.

b)      Vahiy yoluyla hakkı arayanlar.

c)      Hakkı  kabulden kaçınanlar.

d)      Kabul etmiş görünerek hakkı ciddiye almayanları münafıklar diye tasnif etmiş.

Ondan sonra da “Eyyühennâs” diye bütün insanlığa hitap etmiştir. Sonra İsrail oğullarını muhatap almış, onların tarihi hikayelerini anlatmıştır. Sonra da İsrail oğullarının yerine geçecek gönüllüleri göreve davet etmiş ve onlara ne yapacaklarını anlatmıştır.

Bu uzun davetten sonra ne olmuştur? Resul ve mü’minler iman etmişler yani İsrail oğullarının görevini devralmışlardır. İşte Kur’an burada bunu bildirmektedir.

Tarihi olayı, 1400 yıl önce olmuş olan olayı anlatmaktadır.

Bu sûre Medine’de ilk nazil olan surelerdendir. Medine Devleti’nin kurulması ile İsrail oğullarından görev devir teslim şeklinde alınmış olmaktadır. O günden bugüne kadar bu görev hep o mü’minlerin üzerindedir.

الرَّسُولُ (elRaSUVLu)  “Resul iman etti.”

Resul” elçi demektir. Bir topluluk var. Bunlar ayrı ayrı kişilerden oluşmamıştır. Hepsi bir tek bütündür, varlıktır. Bunlar bir göle benzer. Sular göle dökülür. Sonra gölden taşar ve aşağıya akıp gider. Sular her zaman değişmektedir. Birkaç dakika veya saat önceki sular yok olmuştur, yenileri gelmiştir. Yahut sular buharlaşır. Göl bir yerden beslenir. Topluluklar da böyledir. Kişiler gelip giderler ama topluluk göl gibi hep aynı kalır. Şimdi topluluğu da kişiler oluşturur. Ancak topluluk kişilerden ibaret değildir. Topluluk ile halk arasında ilişkinin kurulması gerekmektedir. Kişiler topluluğu oluşturacak, topluluk da kişilere imkanlar sağlayacaktır. Resul işte bu kimsedir. Topluluğun kişilere gönderdiği elçidir. Eski mantıkta  başkan topluluğun sahibi ve maliki kabul edilirdi. Onun için hanedanlık babadan oğluna geçerdi. Kur’an ise bunu kaldırdı. Topluluğun sahibi Allah’tır. Başkan Allah’ın elçisidir.  

“Allah” deyince kâinatın var edicisini anlarız; bir de O’nun yeryüzündeki halifesi olan topluluğu anlarız.

Resul” dediğimiz zaman Allah’ın 1400 sene önce gönderdiği ve Kur’an’ı bize ulaştıran Abdullah’ın oğlu Muhammed aleyhisselâmı anlarız; veya topluluğun gönderdiği başkanları anlarız. Bunlar aşiret imamları veya bucak imamları yani beş vakit imamları veya Cuma imamlarıdır.

İl başkanı merkez bucağın başkanıdır. O da bunların içindedir. Ülke başkanı da ülke merkez bucağının başkanıdır. İnsanlık başkanı da insanlık merkez bucağının yani Mekke bucağının başkanıdır. Şimdi tarihi mânâsı Muhammed inandı demek olur. Hazreti Musa’dan bahsettiği gibi Hazreti Muhammed’den de bahsetmektedir. Bu tarihi mânâ gerçektir. Hazreti Muhammed inandı, mü’minler de inandı. Biz de hâlâ inanıyoruz. İnsanlar doğdular ve öldüler ama iman bitmedi. Hazreti Muhammed bizim tarihi resulümüzdür. Onun arkasından gitmekteyiz. Ne var ki Hazreti Muhammed sağ değildir; olsa bile bu kadar yerlere onun yetişmesi mümkün değildir. Allah’ın halifesi topluluk olduğu gibi başkanlar Hazreti Muhammed’in halifeleridir.

Allah - Halifesi Topluluk

Resul - Halifeleri Başkanlar

Emine” kendisini güvene aldı anlamına gelir. “Bi” ile gelirse onunla kendisini güvene aldı anlamına gelir. Resul nebiden farklıdır. Biz nebilerin görevini yapıyoruz, Kur’an’ı dilimize aktarıyoruz. Resul başkanlardır. Cemaatleri vardır, onlara başkanlık ederler.

Bediüzzaman resul görevini görmüştür. Süleyman Tunahan resul görevini görmüştür. Erbakan resul görevini görmüştür. Millî Görüş uygulaması odur.

Bunlar neden resul görevini görmüştür? Bunların üçünün hedefi İslâmî düzeni dünyaya hakim kılmak olmuştur. Bugün Gülen de bunlardandır. Ama Erdoğan resul görevini görmemektedir. Çünkü, birincisi İslâmiyet’i öğrenme çabasında değildir. Kur’an ilimlerini talimle uğraşmamıştır, uğraşmamaktadır. İkincisi, Erdoğan bir mü’min olarak İslâmî hayatı yaşamaktadır ama onda İslâm düzenini getirme ideali yoktur. Sadece iktidar olmak ve iyi işler yapmak istemektedir ama İslâm düzenini getirmeyi aklından bile geçirmemektedir.

Biz Adil Düzen Çalışanları nebilik görevlerini hilafeten görmekteyiz. Kur’an’ın çağımız ihtiyaçlarına cevap vermesi için hazırlık içindeyiz. İnsanlık yeni Bediüzzaman, yeni Tunahan, yeni Erbakan ve yeni Gülen beklemektedir.

Bunlar görevlerini yapmıştır. Bunların hiçbirisi Adil Düzen çalışmalarımıza katılmıyor, bu yeni gelenleri değerlendirmiyor. Biri çıkacak ve bizim çalışmalarımızı değerlendirecektir. Bu kişi 40 ile 63 yaş arasında iken bizim çalışmalarımıza sahip çıkacaktır. Bu kimse kendisi istidlal yapmasa bile istidlal edenleri anlayacak durumda olacaktır. Bunun için bu kişi Arapça bilecektir, Matematik bilecektir, Fıkıh bilecektir, Muhasebe bilecektir. Bunlardan anlatılanları anlayacak seviyede olacaktır. Bu kişinin bir cemaati olacaktır. Bu cemaat ilmî cemaatten ziyade dinî, iktisadî veya siyasî cemaat olacaktır. Hangisiyle yola çıkılacağı bilinmemekle beraber siyasi olması ihtimalini fazla görüyorum.

Hazreti Muhammed Mekke’de nebilik görevini gördü, muhacirler nebi cemaati idiler; Medine’de resullük görevini gördü, Medineliler risalet cemaatini oluşturdular. Henüz vahiy dönemi sona ermediği için o bir kişi idi yani Mekke’de o başkandır, Medine’de de.

Şimdi ise bu birlik ortadan kalkmaktadır. Nebilik görevini görecek kimseler Akevler Adil Düzen alimleridir. Risalet ise ortaya çıkacak ve cemaati olan kimse olacaktır. Onu bekleyiniz. Sonra o sizi destekleyecektir. Sizin ortaya koyduğunuz gerçekleri anlayacak ve tasdik edecektir. Siz de onlara katılın ve destekleyin. Diğer Nurcular, Süleymancılar, Millî Görüşçüler, Nurculuğun devamı olan Gülenciler gibi yapmayın. Bizden çıkmalıdır demeyin. Allah risaletini kimlere isterse onlara verir. Yahudiler de bunun için kâfir olup helâk oldular. Siz de onlar gibi helâk olmayın. Nebilerin halefleri ilim üretirler, resullerin halefleri ise bunu uygularlar.

Yukarıda saydığımız cemaatler buraya kadar başarılı oldular. Dünyaya hakim oldular. Ama şimdi artık sorunları çözemiyorlar. Millî Görüşün yerini bunun için AK Parti almıştır. Çünkü “Adil Düzen”den uzaklaştılar. Mahkeme partimizi kapattı deyip kelimeyi inkâra kalkıştılar. Oysa biz ne zaman kapandıksa ondan sonra daha güçlü olduk. Şimdi kapanmadılar ama eridiler.

بِمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ (Bi MAv EuNZiLa EiLaYHi)  “Kendisine nâzil olana.”

Burada çok önemli hususlar vardır. Burada kastedilen Kur’an değildir. Kur’an olsaydı “Mâ” yerine “Ellezî” gelmiş olurdu. O halde kastedilen nedir? Kastedilen Kur’an’ın mânâsıdır, Kur’an’dan anlaşılanlardır. Kur’an’ı sadece “kitap” olarak ele alsak anlaşılmaz.

Kur’an’ın anlaşılması için üç delile daha ihtiyacımız vardır.

a)      Bunlardan biri “sünnet”tir. Çünkü Kur’an yeni kavramlar getirmiştir. Bunları bize öğreten Hazreti Muhammed aleyhisselâm ve onun arkadaşlarıdır. Buna “sünnet” denmektedir. Biz Kur’an’ı ancak sünnetle anlayabiliriz. Dolayısıyla Kur’an kadar sünnete de ihtiyacımız vardır. Bununla beraber sünnet birkaç bakımdan Kur’an gibi değildir. 1) Kur’an bize tevatüren (Tevatüren: Birbiriyle anlaşması imkânsız olan kimselerin aynı bilgiyi rivayet etmesidir.) geldiği halde sünnet bize tevatüren gelmemiştir. Dolayısıyla içinde yanlışlar vardır. Âyetler ise mütevatiren gelmiştir, içinde bir harf bile karışmamıştır. 2) Sünnet o zamanın sorunlarını çözmüştür, günümüzün sorunlarını çözmemiştir. Dolayısıyla usulde sünnet bize ne kadar gerekli ise füruda o kadar uygulanmaz olabilir.

b)      Diğeri ise “icma”dır. Kur’an’ı hepimiz okuyup bir şeyler anlarız. Bunlar hatalı olabilir ama Allah bize hatalı da olsa Kur’an’ı kendi anlayışımıza göre uygulamamızı emretmiştir. Bu durum dağınıklığı doğurur. Onu önlemek için de “icma müessesesi” getirilmiştir. İcma demek bir hususta ilmen birleşmemiz demektir. Artık ona muhalefet etmememiz gerekir. Yoksa havada kalır. Mesela Kur’an’ın yazısı üzerinde Hazreti Osman zamanında sahabeler birleşti. Artık bizim onu değiştirme şansımız yoktur. Birçok delillerle çıkıp mesela Tevbe Sûresi’nde iki âyet Kur’an’dan değildir diye ispat etseler, biz onlara kulak vermeyiz, çünkü icma vardır, artık içtihada mesağ yoktur.

c)      Kur’an’ı anlamamız için bir de “müsbet ilme” ihtiyacımız vardır. Kur’an bize geviş getiren çift tırnaklı hayvanların etlerinin helal olduğunu bildiriyor. Sünnet ve icma  bunun üzerine takarrur ediyor. Ama biz biyoloji okumasak zürafaların çift tırnaklı geviş getiren hayvanlardan olduklarını bilemeyiz. O halde kıyas yapabilmemiz için müsbet ilimlere ihtiyacımız vardır.

İşte inzâl olunan bu dört delille gelen hükümlerdir, yani fıkıhtır; yoksa yalnız Kur’an değildir. Sadece Kur’an olsaydı “billezî” derdi.

Bu ifadede “uhiye” denmemekte, “ünzile” denmektedir. Vahiy içten gelen sezi ile bilinir. İnzâl ise kitap, ses, yazı şeklinde gelir. Nitekim Kur’an’ı Hazreti Muhammed okudu, kâtipler yazdı. Böylece vahy olunduktan sonra inzâl olundu. Artık kâğıt, kalem, ses ve harflere dönüştü. Cebrail Hazreti Muhammed’e gelip öğretti. Ona inzâl Cebrail vasıtası ile olmuştur. Oysa dört halife zamanında artık melek gelmiyordu. İnzâl istişare yoluyla oluyordu. Cemaat halka yapıyor, halife soruyor, onlar cevap veriyor. Sonunda başkanın kafasında bir hüküm oluşuyor. Onu yazdırıyor. İşte o da onlara inzâl olunandır.

Adil Düzen Çalışanları çalışıp bir fıkıh ortaya koyacaklar, muhasebesini hazırlayacakladır. Sonra gelecek resulün halefi bunları anlayacak ve kabul edecektir. O zaman ona inzâl olunmuş olacaktır.

Yine burada işaret edilen önemli husus “ona inzâl olunan” denmektedir, “onlara inzâl olunan” denmemektedir. Çünkü onun cemaati içtihatla değil ittiba ile Kur’an’ı uygulayacak. Onun için ona inzâl olunana cemaati de inandı deniyor.

مِنْ رَبِّهِ (MiN RabBiHi)  “Rabbi tarafından.”

Hazreti Muhammed aleyhisselâm Kur’an’ı alıp anlatacak şekilde yetiştirildi.

Gelecek başkan da eğitimi dayanışma ortaklığından alacaktır.

Rabbihi” kelimesinin dayanışma ortaklığı olduğunu biliyoruz. Bu kayıtla kişilerin cemaatlerden çıkacaklarını ifade eder. Ama bu kişi çıktığı cemaatin içtihatları ile amel eder demektir.

O halde bu âyetin işaret ettiği başka önemli hususlar vardır.

Adil Düzen Çalışmaları yalnız Akevler’e mahsus çalışmalar olmayacaktır. Akevler gibi pek çok cemaat Kur’an’ı öğrenme üzerine çalışmaya başlamışlardır. Nitekim bizimle ilgisi olmayan kimseler de çalışmalar yapmaya başlamışlardır. Onlar hâlâ bin sene önceki tefsirleri okuyorlar. Ama artık kendileri düşünen Adil Düzen Çalışanları gibi cemaatler ortaya çıkacak, bu kişi bunlardan birinde yetişecektir. “Rabbi-him” değil de “Rabbi-hi” denmiş olması bunu ifade eder.

Yarın, diyelim ki Adil Düzen cemaatinden biri, burada yetişen biri çıkıp parti kuracaktır. Burada okumuş olduğuna göre kuracaktır. Ama artık o kişi bu cemaatin bir ferdi olmaktan çıkıp tüm İslâmî düzeni getirmek için Kur’an’a sarılmışsa, onlar böyle yararlanacaklardır.

وَالْمُؤْمِنُونَ  (Va ELMUEMiNUvNa)  “Ve mü’minler de inandılar.”

Burada resul ile mü’minleri birbirine atfetmiştir. Mü’minler askerlerdir. Resul ise başkandır. Mü’minlerden farkı vardır. Çünkü o başkomutan olduğu gibi aynı zamanda imamdır.

Askerlerde askeri düzen geçerlidir. Sivil hayatta ise hukuk düzeni geçerlidir. Başkanın iki yönü vardır. Bakanlar kuruluna başkanlık ederken hukuk düzeni içinde başkanlık edecektir. Askerlere komuta ederken askeri düzene göre komuta edecektir. O meclisin de başkanıdır. Dolayısıyla meclisi de temsil eder. Orada halkı değil de topluluğu temsil edecektir. Böylece resul de iman etmiş olmakla o da mü’mindir ama onun durumu diğer mü’minlerden farklıdır. Onun için “Ve” harfi ile gelmiştir.

Buradaki mü’minler istiğrak için geliyorsa, kıyamete kadar bütün mü’min cemaatler  Kur’an’a iman etmekte, onu getiren ümmi nebiye iman etmektedirler. Ama buradaki harfi tarif ahd için geliyorsa, gelecek resule iman eden onun cemaatine işaret etmektedir.

Bugün Millî Görüşçüler çok büyük güç sahibidirler. AK Partililer de güç sahibidirler. Gülen Cemaati dünyaya yayılmıştır. Tarikatlar etkindirler. Türkiye’deki bu cemaatlerin birleştiğini düşünün. Bir başkan çıkmış, hepsi onun etrafında toplanmışlar, “Adil Düzen”i getirmek istiyorlar. Allah’ın onlara nasıl yardım edeceğini düşünün. Bir gün gelecek, bunları birleştiren bir hâdi gelecek, Akevler’in hazırladığı “Adil Düzen”i benimseyecek, bu yolla bütün cemaatleri bir çatı altında toplayacaktır. Büyük inkılâp o zaman olacaktır. O oluşa Hıristiyanlar, Budistler ve Hindular da katılacaklardır. III. Bin Yıl Uygarlığı, II. Kur’an Uygarlığı olacaktır. Peygambersiz ilk Kur’an uygarlığı olacaktır. Kur’an’ın ikinci büyük mucizesi yeniden ortaya çıkacaktır.

Biz bunları söylerken hislerimize dayanarak değil, Kur’an’a ve ilme dayanarak söylüyoruz.

Buradaki ince nokta, mü’minlerin başkanın mezhebinde uygulamada birleşmeleridir. Yani başkan kendi içtihadı ile amel edecektir. Rabbi ona neyi öğretmişse ona göre karar verecektir. Her dayanışma ortaklığı özel hukukta kendi cemaatlerinin içtihatları ile amel edecektir. Ama ortak işlerde başkanlarının içtihatları geçerli olacaktır. Onun için “mü’minler de Rablerinden kendilerine indirilene inandılar” denmiyor, “resule indirilene inandılar” deniyor. Başkanın kamuya ait içtihatları cemaati bağlar demektir.

كُلٌّ (KulLun)  “Her biri”

Burada “hüm amenû” denebilirdi. Bu takdirde onlar birlikte iman ettiler anlamı çıkardı. “Küllün” dendiği zaman iki mânâ da çıkabilir. Sonundaki tenvin hazfedilen bir kelimenin yerine gelmiştir. “Küllühüm” anlamında olur, onların hepsi inandı mânâsı çıkar. Yahut “küllü vahidin minhüm” anlamında, onlardan her biri ayrı ayrı inandı demek olur.

“Birlikte güven altına almak” demek, kenetlenip bir olmak, dayanışma içine girmek demektir. Her biri teker teker inandı demektir.

Buradan çıkan mânâ şudur. En küçük birlik onluk mangayı oluşturur. Üçer kişilik tim olur. Başında da bir onbaşı bulunur. Onbaşı nöbete gitmez. Diğer üçü nöbet tutarlar. İkisi birlikte nöbette olur. Biri gidip gelerek haber alıp götürür ve getirir. Günde üç vardiye yaparlar. Sekizer saat nöbet tutarlar. Onbaşı bu nöbetin başında olur. Ne var ki, eğer onbaşıya bir şey olursa hemen ondan sonra kıdemde kim varsa hemen onbaşılık görevini yüklenir.

Mü’minler demek, ölmeyi göze alan kimseler demektir; son ere kadar savaşmayı göze alan kimseler demektir. O halde “küllün” deyince hem başkan hem de erler demektir.

Üç manga birleşir bir takım eder. Takımın başına bir komutan geçer. 31 kişilik bir topluluktur. Savaş birliğidir. İkmali yoktur, karargahı yoktur. Sonra üç takım birleşir, bir bölük eder. Bunların sayısı 93 kişidir. Karargahta çalışan 6 asker vardır. Yedincisi olan yüzbaşı bölük komutanıdır. İkmal nöbetle yapılır. Böylece bir bölük 100 kişiden oluşur. Üç bölük birleşir ve bir tabur olur. 300 kişi eder. Başlarına 31 kişilik komuta subayları getirilir. Üç tanesi birleştirilir. 993 kişilik bir alay oluşur. Başına 7 kişilik komuta heyeti getirilir, 1000 kişi eder.

Üç alay birleşir, bir tugay olur. Birer karargah bölüğü olur. 3100 kişi eder. Üç adedi birleşip 9700 kişi oluşur. Üç bölüklük bir karargah kurulur. 10 000 kişi etmektedir. Bu tümendir. Üç tümen bir kolordu edecektir. Üç kolordu bir ordu edecektir. Ordunun sayısı 100 000 kişidir.

Kur’an’da bu sayı geçmektedir. Bir cepheyi bu kadar ordu savunur.

Bir ülkede bir milyon asker vardır.  

50 milyonluk bir ülkede nüfusun yarısı kadın, kalan yarının yarısı da çocuk ve yaşlı ise, 12 milyon savaşçı var demektir. Senede her birini birer ay olmak üzere askere alırsak, demek ki bir milyonluk ordumuz olacaktır demektir.

İşte burada içtihat yaptık. Askeri mükellefiyetin yılda kaç gün olduğunu bulduk. Eğer askerliğini baştan yapacaksa bu da dört yıl eder.

Küllün” kelimesi her biri kendisine düşen askeri mükellefiyeti kabul etti demektir. Birlikte savaşırlar ama aralarında bunu nöbetleşe yaparlar ve her biri kendi nöbetini tutar demektir.  

آمَنَ (EAeMaNa)  “İman etti. Her biri inandı, her biri güven altına aldı.”  

Harfi cersiz “âmene” geldiğinde if’al babından olursa başkasını emniyete aldı demek olur. Mufaale babından olursa,  birbirlerini emniyete aldılar demek olur; yani dayanışma ortaklığını kurdular demektir. Burada müfret gelmiştir. Emniyete aldı demek olur. Allah ile kendisini emniyete aldı demek olur. “Âmene” zaten müteaddi fiildir. “Bi” harfı ile teaddi etmesi emniyete aldırmak demek olur. “Bi” istiane için geldiğine göre Allah ile emniyete aldı demek olur. Buradan hem başkasını hem kendisini emniyete aldı mânâsı çıkar.

İman etmek” bilmek anlamında kullanılmaktadır. Oysa şeytan Allah’ı herkesten fazla bilmektedir ama iman etmiş değildir. “İman etmek” demek, O’nun için canını verebilmek demektir. Buradaki “Bi” ile teaddi, onlardan istimdat ederek kendini emniyete almak anlamında olduğu gibi, cennet karşılığı nefisleri ve malları vermek anlamını da taşımaktadır.

بِاللَّهِ  (Bi elLAHi)  “Allah ile.”

İnsan aklının kabul ettiği varsayımlar vardır. İnsan o varsayımlarla yaşamaktadır.  

a)      Birinci varsayım, sebepsiz sonuç olmaz. Kapıyı kapatıp gitseniz ve sonra açıp içeriye girseniz, masanızın üzerinde bir çöp görseniz, hemen birinin evinize girdiğini kabul edersiniz. Hayır, bu çöp kendiliğinden geldi demezsiniz. Yoktan bir şey var olmaz, var olan da yok olmaz. Eğer bir şey var oluyorsa onu var eden vardır, yok oluyorsa yok eden vardır. Yeryüzünde buna inanmayan insan yoktur.

b)      Sebep sonuçtan üstündür, güçlüdür. Bu termodinamiğin ikinci kanunudur. Birinci kanuna göre doğal sonucudur. Eğer bir şey kendisinden daha üstün varlığı var etseydi kendiliğinden var olma sonucuna varılır.  Kendiliğinden evrim bunun için mümkün değildir.  

c)      Yumurta tavuktan, tavuk yumurtadan çıkmaktadır. Bunun başlangıcı var mıdır, yoksa bu hep böyle midir? Yunanlılar bunu böyle kabul etmişlerdir. Oysa Tevrat ve Kur’an’a göre başlangıç bir tanedir, yani tavuk ve yumurtanın başlangıcı ile ceviz ağacının başlangıcı aynı varlıktır. Çünkü düzen başka türlü oluşmaz. İşte üçüncü varsayıma göre her şeyin başlangıcı tek bir varlıktır.

d)      İnsanlar da var olmaktadır. O halde insanı var eden de O tek olan varlıktır. İlk sebeptir. İnsandan üstündür. İkinci varsayımın sonucudur. Acaba ne kadar üstündür? Bunu takdir etmek için O’nun yaptıkları ile bizim yaptıklarımızı karşılaştırmak yeterlidir.  

İşte Allah’ın tanımını yaparken söyleyeceğimiz şeyler şunlardır. İlk olan tek sebeptir. Her şey O’nun var etmesi ile var olmuştur. O’nu ise kimse var etmemiştir, tektir. Başka ilk sebep yoktur. İnsanın bütün özelliklerini taşır. Görüp işitir, karar verir. Ama insandan çok üstündür. Biz araçlarla görürüz, O araçsız görür. Biz araçlarla yaparız, O araçsız yapar.

Âyet onlar böyle bir Allah’a inandılar diyor ama Allah yeryüzünde insanı kendisine halife yapmıştır. Kendi hukukunu topluluğa devretmiştir. O halde Allah ile güven altına almak demek, toplulukla güven altına almak demektir.

Topluluk oluşturuyorsunuz. Tüm ihtiyaçlarınız onun içinde karşılanıyor. Bu durumda artık tek başına yaşama imkansız hâle gelmiştir. Resul ve cemaat topluluğun mânâsını anlamışlardır demektir.

Bunu nasıl başaracaklar?

Önce evlerini bir araya getirecekler, yani muhaceret edecekler. Sonra boş kaldıkları zamanlarını bir araya getirecekler ve birleşecekler. Sonra da ortak işler yapacak, ortak bütçeler oluşturacaklardır. İşte bunlar topluluğa inanmış olurlar, Allah’a inanmış olurlar.  

وَمَلَائِكَتِهِ (VaMaLAEiKaTiHi)  “Ve O’nun meleklerine inanırlar.”

Birçok mühendis çalışmakta ve bilgisayarı bu hâle getirmektedir. Ben size bilgisayar üzerinde yazıyorum. Bilgisayarınızın bir tuşu bozulsa o kendi kendine düzelmiyor. Biz biliyoruz ki birçok insan bu programı çalışarak oluşturdu. İnsanlar bilgisayarı icat etti.

Peki, bizim beynimizdeki bilgisayarı kim icat etti? DNA’ları canlının üzerinde kim dizdi?

İşte bunları yapan bizim görmediğimiz varlıklar vardır. Onlar da bizim gibi akıllı varlıklardır. Bizim elimizin ulaşamadığı yerlere onlar uzanabiliyor, atomları dizebiliyor demektir. İşte bunlara “melek” denir. Allah kendisi için bir şey yapmaz, çünkü ihtiyacı yoktur, bir işe yaramaz. O şuurlu varlıklar için yapmaktadır. O halde şuurla yapılmış işler varsa onu yapan şuurlu varlıklar da vardır.

Meleklerin insanlar arasındaki karşılığı ise görevlilerdir, bürokratlardır. Onlar da topluluğa ait işleri yaparlar, yani idari kuruluşlardır. Toplulukla kendimizi güvene alacağız ama bunun için örgütleneceğiz, işbölümü yapacağız. Kamuya ait işleri görevliler yapacaklardır.

Bu “meleklere iman”dır.

وَكُتُبِهِ (Va KuTuBiHi)  “Ve O’nun kitaplarına”

Kitap” demek doğal kanunlar demektir. Bitkideki DNA’ları dizip o güzelim çiçekleri oluşturanlar meleklerdir. Ama o melekler atomları kullanarak bu işi yaparlar. Atomların özellikleri vardır. Ondan yararlanırlar. Biz de onlardan yararlanırız. Bu kanunlar Allah’ın kitaplarıdır. Doğal kanunlardır. İnsanlardaki karşılığı ise kanunlardır. Şeriattır. Kurallardır. Bir topluluk ancak kurallar içinde yaşayabilir. Kamu görevlileri kurallar içinde hareket ederlerse, halk kurallar içinde hareket ederse, işte o zaman o topluluk oluşur ve biz o sayede kendimizi emniyette buluruz. Bu kitapların içinde hâlen elimizde bulunan ve milyarlarca insanların inandığı kitaplar vardır. Bunlar şunlardır.

a)      Tevrat Hazreti Musa’nın getirdiği kitaptır.

b)      İncil Hazreti İsa’nın getirdiği kitaptır.

c)      Furkan doğu dinlerine gelen kitaplardır. Brahmanların Vedaları ile Budistlerin Burkanları bunlardandır. Buda kişinin değil kitapların adıdır. Buda’nın adı Sakyamun’dur.

d)      Kur’an son kitaptır. Bunların hepsini içermektedir. Bunlar insanlığın şeriatını kurmuşlardır. Bu kitaplara da inanmak zorundayız.  

  Bundan sonra içtihat ve icmalarla bu kitapların uygulanması güncelleştirilmiş olacaktır.

وَرُسُلِهِ (Va RuSUvLIHı)  “Ve O’nun resullerine”

Resul” başkan demektir. Bu başkanlar bucak başkanlarıdır. Onun için çoğul gelmiştir. Tek kitap olmayacak, değişik kitaplar olacak, yani çoklu sistem olacaktır. İnsanlığın tek başkanı olmayacak, her bucağın başkanı olacaktır. Güveni sağlayan bucaklardır. Taşra bucaklarının yanında merkez bucaklar vardır. Bunlar da birer bucaktır. Taşraya hizmet etmektedirler.

Ocak başkanı ortak yaşamayı, bucak başkanı ortak çalışmayı, il başkanı iç güvenliği, ülke başkanı dış güvenliği sağlar. İnsanlık ise insanlığı uygarlığa götürür. Bunların başkanlarına inanmamız gerekmektedir. Bizim ocak, bucak, il, ülke ve insanlık olarak ayrı ayrı beş başkanımız vardır. Bunların yardımı ile biz kendimizi ve başkalarını güven altına alırız.

Yani; burada melekler, kitaplar ve resuller çoğul gelmiş; sadece Allah tekil gelmiştir. Toplulukta birlik, ana hizmetlerde çokluluk sistemi esas alınacaktır. Ülke bölünmez bütün olacak ama işler görev bölümü ile ifa edilerek hizmet yarışları yapılacaktır.

لَا نُفَرِّقُ بَيْنَ أَحَدٍ مِنْ رُسُلِهِ (LAv NuFaRıQu BaYNa EaXaDın MıN RuSUvLıHı)

“Resulleri arasında bir fark yapmayız.”

Resul” elçi demektir. Kendi başına bir şeyler yapmaya yetkili değildir. Sadece kendisine tevdi edilen  haberi veya emri yerine ulaştırır.

Bugün başkanlık üzerinde çeşitli tartışmalar vardır. Kimi başkan devletin yöneticisidir. Kendisi kararlar alır ve yönetir. ABD’deki devlet başkanı böyledir. Kimilerine göre devletin denetleyicisidir. Ulus adına yönetimi denetler. Kimine göre devletin vekilidir. Onun adına tasarruflarda bulunur. Kimine göre hakem durumundadır.

İslâmiyet ise bunların hepsini reddeder. Başkan sadece halkın meclis elçisidir. Uygulayıcısı değildir, çünkü uygulayan hükümettir; halktır. Hakem değildir, çünkü hakemler taraflarca her konu için seçilir. Sadece mecliste alınan kararları hükümete ve halka ulaştıran sade bir elçidir. Allah’ın elçisi resul de Allah adına aldığı emirleri insanlığa getirmiştir. Kendisi şari değildir.

Biz sünnetlere uyarız. Hadisleri dinleriz. Çünkü o onları Allah’ın emri olarak getirmektedir. Kimileri yanlış olarak sünnetleri Hazreti Muhammed’in teşri ettiğini sanırlar. Oysa hepsi Allah’tandır. Hazreti Muhammed aleyhisselâm elçiden başka bir şey değildir. Sünnet demek, Allah diyor ki, bunları yaparsanız sevap alırsınız, yapmazsanız bir günah yoktur. Oysa farzlar yapılmazsa cezası vardır.

Şimdi resullerin getirdiği sadece sözler olduğuna, Allah’ın sözleri olduğuna göre, bizim o sözler arasında fark yapmamız demek, Allah’ın dediklerinin bazısını kabul bazısını reddetmek demektir. O halde biz Hazreti Adem’den Hazreti Muhammed’e kadar gelen bütün emirleri Allah’tan geldiği için dinleriz. Kur’an “Lâ Nufarrıku Bayna Ehadın Min Kutubihi” demiyor; “Min Rusulihi/ Resuller arasında tefrik yapmayız” diyor.

Kitaplar arasında fazilet farkı vardır. Kur’an diğer kitaplar arasında daha faziletlidir.

Şöyle ki;

a)      Kur’an son kitap olarak nâzil olmuştur. Bütün onunla tamamlanmıştır Kur’an eski kitapları da içermektedir.

b)     Kur’an bütün insanlığa nâzil olmuştur. Tüm  insanların uyması gereken kitaptır. Diğer kitaplar nesh olmamıştır, ancak diğer kitaplarda olanlar Kur’an’da da vardır.

c)      Kur’an içtihat ve icma müesseseleri getirmiştir. Böylece her yerde her zaman uygulanabilir kitap olmuştur. Diğer kitaplar ise füruu getirmiştir.

d)     En önemlisi Kur’an değişmeden diliyle metin olarak bize gelmiştir.

Bu sebeplerden dolayı Kur’an diğer kitaplardan daha faziletlidir.

Ama bu onların yanlış ve kötü olduğu anlamına gelmez. Hepsi Allah’tandır, Allah’ın kelamıdır. Onların şeriatı bizim de şeriatımızdır.

Peygamberler arasında da fazilet farkı vardır. Mesela Hazreti Harun ile Hazreti Musa bir değildirler ama peygamber olarak bizim için birdirler. O birçok şey söylemiş, ondan çok şey almışızdır. Diğeri de az söylemiş, ondan da az şey almışız. Ama hepsi hepimizin peygamberleridir. Evvela Hazreti Musa İsrail oğullarına gelmiştir, uygarlıkta bir adım atmıştır. Tüm insanlık olarak bütün peygamberlerin on binlere varan yıllar içindeki çabaları ile bugünkü duruma ulaşmış bulunuyoruz.

Doğu dinlerini ele alalım. Onlar da Hazreti İbrahim’in soyundan gelirler. Ama onlar batı grubundan tamamen ayrı geliştiler, Brahmanizm ve Hinduizm olarak oluştular. Buda doğunun İsa’sıdır. “Birinci Kur’an Uygarlığı”nda Kur’an’ın doğru anlaşılması için tasavvufun yardımı olmuştur. Tasavvuf da doğu dinlerinin öğretileri ile gelişmiştir. Kelamın ve müsbet ilimlerin anlaşılmasında Yunanlıların etkisi olmuşsa, tasavvufun anlaşılmasında da doğu dinlerinin etkisi olmuştur. Biz bugün Hıristiyan ve Yahudilerle işbirliği yapacağız ama Hindu ve Budistlerle de işbirliği yaparak “III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kuracağız. Kur’an’ı onlarla beraber daha kolay anlayacağız. İşte bu sebepledir ki biz peygamberler arasında farklılık gözetmeyiz demektir. Biz her söze kulak veririz ve en iyisine uyarız. İlim nerede olursa olsun bulur ve alırız.

Burada “inandılar ve dediler” denmesi gerekirken, sadece “tefrik yapmayız” cümlesi kullanılmıştır. Çünkü bu cümle “inandılar”ın bir açıklamasıdır. Böyle inandılar. Bütün peygamberlere inandılar. Aralarında fark gözetmeyiz diye inandılar.

Burada çok önemli bir husus daha vardır. Biz söylerken aralarında fark gözetmeyiz. Hepsi Allah’ın resulleridir diyorlar. Yoksa amelde herkes kendi peygamberinin getirdikleri ile hükmedecektir.

Burada şu sorunla karşılaşırız. Eğer aşiret başkanı ile bucak başkanı arasında, veya il başkanı ile bunlar arasında, devlet başkanı ile il ve bucak başkanları arasında, yahut insanlık başkanı ile bunlar arasında ihtilaf olursa, biz kimin yanında olacağız? Bunun için şu kuralları uygularız.

Biz başkanlar arasında fark gözetmeyiz. Her birine kendi alanlarında itaat ederiz. Yaşamada aşiret, çalışmada bucak, güvenlikte il, savunmada ülke ve yargılamada insanlık başkanına itaat ederiz. Bunlar arasında çatışma çıkarsa hakemlerin kararlarına uyarız. Hakem kararı yoksa o zaman oradan hicret ederiz. Biz taraf tutmayız. Buradaki ifade bunu belirtir.

Kur’an böylece tüm insanları kendi dinlerinde kalarak birleşmeye çağırmaktadır.

İnsanlığın yirminci yüzyılda geçirdiği ateizm zulmü sayesinde bugün bütün dinler arasında diyalog başlamış bulunmaktadır. Gülen Cemaati bu görevi layıkıyla yürütmektedir.

Adil Düzen Çalışanları olarak kongreler şeklinde değil ama yazışmalar suretiyle, internet tanışmaları sayesinde karşılıklı ilişkiler kurmalıyız. “Adil Düzen Anayasası”nı ve diğer çalışmaları dünya dillerine çevirip göndermeliyiz.

İlgilenmemiz ve çalışmamız gereken diller şunlardır. a) Arapça, b) Türkçe, c) Farsça, d) Latince, d) Almanca, e) Fransızca, f) İngilizce, g) İspanyolca, h) Rusça, i) Çince, j) Japonca.    

Diller sitesini kurmalıyız. Bugün yeryüzünde bin civarında bağımsız dil vardır. Her birinden birer aşiret oluştursak 100 bin aile eder, bu da bir milyon nüfus demektir. Mekke’de her ülkeye bir ilçe ayırmalıyız. Bu bir bölge nüfusu demektir. Buralarda bucaklar kurulacak, her bucak kendi geleneğinde dilleri konuşacaktır. Ayrıca ocaklar oluşacak, mahalli şiveler de korunacaktır.

Adil Düzen Çalışanları böyle bir vakfın kurulması için faaliyete geçerler. İstanbul’dakiler işbölümü yapar, herkes bir bölge ile irtibata geçer, yani İstanbul’da bin gönüllü buluruz. Böylece onların dinlerinden, dillerinden ve kitaplarından yararlanırız. Bu hususta ilgili devletlere mektuplar göndeririz. Bugün okumazlar ama yarın okuyacaklardır.

وَقَالُوا سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا (Va QAvLUv SaMIGNAv Va EQaGNAv)  

“İşittik ve itaat ettik dediler.”

Burada “Ve” harfi gelmiştir. Mahzuf olan bundan önceki “Kâlû”ya atfedilmiştir. “Ahmet  bana kitap getirdi, Hüseyin de geldi.” dersem, Hüseyin ve Ahmet gelmiş olur. Burada da benzer ifade vardır. “Ve dediler” diyor. Demek ki başka şey de dediler. Yahut ona inandılar. Bunu da dediler. İşittik, itaat ettik. Ne işittik? Peygamberlerin dediklerini işittik. Artık onlar öldüler, biz ancak işiteceğiz. Onların halefleri vardır. Onlar da o dinin âlimleridir.

 Bize düşen görev nedir? Bütün dünyadaki din adamlarını dinleyeceğiz. Onlara kulak vereceğiz. Allah’tan geldiğine inandığımız hususlara itaat edeceğiz. İşte bu bize ortak üniversiteleri kurmayı emretmektedir. Mekke’de bir üniversite kuracağız. Dünyanın bütün üniversitelerinden âlimler buraya gelecek. O âlimlerin içtihat ve icmalarına kulak vereceğiz. İçtihatları değerlendireceğiz, icmalara itaat edeceğiz.

“İnsanlık Anayasası”nda yer alan bu üniversitelere burada nass ile delil bulmuş oluyoruz. Biz akademik kariyer tevcihini uluslararası ilmî faaliyete veriyoruz. Burada bu içtihadımız teyit edilmektedir. Mü’minlerin görevleri tüm insanlığı dinlemek, ahsenine uymaktır.

غُفْرَانَكَ رَبَّنَا (ĞuFRAvNaKa RabBANAv)  “Rabbimiz, senin gufranınla ...”

Biz bu görevleri yaparken içtihadımızla yapacağız. Neyin senden geldiğini, neyin sonradan tahrif edildiğini ancak içtihadımızla anlarız. Hata ederiz. Ama senin gufranın vardır.

Bu bize şunu anlatır.

Bize tüm peygamberlerden gelen emir ve nehiyleri seçeceğiz, bunlardan bir kısmı sonradan uydurulmuş diyeceğiz, bir kısmına ise bu Allah’tandır diyeceğiz. İşte burada hata edebileceğiz ama Allah bizi muaheze etmeyecektir. O’ndan gufran vardır. Dikkat edeceğimiz husus nedir? O kitapları ve dinleri reddetmiyoruz. Değerlendiriyoruz ve bize göre ayıklama yapıyoruz.

İşte Kur’an’ın bütün din mensuplarından istedikleri budur. Kur’an’ın ve İslâmiyet’in söylediklerini değerlendirin, sonra size göre doğru ne ise ona göre hareket edin.

Onlar öyle yapmıyorlar. Uydurma laiklik anlayışı ile dinleri safsata kabul edip kulak vermiyor ve ona cephe alıyorlar. Dinlemeden ve anlamadan nasıl ona safsata veya esatir diyorsunuz?

Hayır, onlar da bunun böyle olmadığını çocuklarını bilir gibi biliyorlar ama yenilecekleri kesin olan güreş minderine çıkmamak için ayrı stadyum yapıp dindarları orada güreştirmemek suretiyle kendi havuzlarında oynuyorlar. O stadyum başınıza çökecektir. Çünkü kâinat butlan üzerinde yaşayamaz. Bu hayaller şeytan aldatmasıdır. Zalim düzen payidar olamaz.  

وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ (285) (VaEiLaYKa eLMaÖIyRu)  “Ve dönüşüm sanadır.”

Yani dönüş şeriata dönüştür. Tekrar İslâm düzeninin, şeriat düzeninin dünyaya hakim olmasıdır. Kapitalizm ve sosyalizm oyalamaları son bulacaktır. İnsanlar gelecekte tüm uydurma düzenlere bakıp ‘bu nasıl akıl’ diyecekler. Her halde insanlığın en utanılacak şeyi, yaptıkları ekseriyet sistemidir. Allah’ı kâinatın dışına atan lâiklik anlayışıdır. Sosyalistler Allah’ı inkâr ediyorlar. Onların mantıklarında çelişki yoktur. Varsayımları tutarlıdır. Ama kapitalistler ve karmacılar hem Allah’ı kabul ediyor hem de din ile devlet işleri ayrıdır deyip Allah’ı dünyadan sürgün ediyorlar! Bundan daha gülünç mantık olur mu? 30 bin kişiyi öldürenin öldürülmeyeceğini, bunun insanlık hukukuna aykırı olduğunu söyleyen mantık aynı gülünç mantıktır.

Elbette dönüş O’nadır. O’nun düzeni tav’an veya kerhen kurulacaktır. Dünya maskaralar tarafından yönetilmeyecektir.

 

ADİL DÜZEN 441

***

 

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 103. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

لاَ يُكَلِّفُ اللَّهُ نَفْسًا إِلاَّ وُسْعَهَا لَهَا مَا كَسَبَتْ وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا إِنْ نَسِينَا أَوْ أَخْطَأْنَا رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِنَا رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ وَاعْفُ عَنَّا وَاغْفِرْ لَنَا وَارْحَمْنَا أَنْتَ مَوْلاَنَا فَانصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ (286)    

لاَ يُكَلِّفُ اللَّهُ (LAv YuKalLıFu elLAHu)  “Allah teklif etmez.”

Cümle “ve” harfi getirilmeden başlamıştır. O halde bu ifade resul ve mü’minlerin ifadesi değildir, Allah’ın ifadesidir. “İşittik, itaat ettik, mağfiret senden” diyen mü’minlere “Allah kimseyi vus’undan fazlası ile mükellef kılmaz” diyerek cümleyi mu’teriza ile tüm insanlara genel kural olarak bildirmektedir. Yani mü’minlerin imanlarını anlatırken araya kendisi giriyor. Onlar benim mağfiretimi istediler; ben onları mağfiret değil mükellef dahi kılmıyorum. Çünkü Allah yani Ben diyor, öyle biridir ki, kimseye vus’undan fazlasını yüklemez. Burada muzari sigası ile gelmiştir. Hiçbir zaman hiçbir yerde tahmil etmez demektir. Muzari siganın değişik mânâları vardır. Nasıl harfi tarifin değişik mânâları varsa, muzari siganın da böyle mânâları vardır.  

1)      Muzari geçmişi ve geleceği, bütün zamanları içeren bir cümle kurar, bu isim cümlesine benzer.

2)      Şimdiki hâli ve geleceği içerir. Burada da istiğrak vardır. Ancak hâl ve geleceğe mahsustur.

3)      Hâli bildirir.

4)      Geleceğin bir defasını bildirir.

Başlarına gelen harflerle veya sonuna gelen tekid nunuyla mânâ menfi, şart, soru yapılır veya zaman tasrih edilmiş olur. Hâl ve istikbalin istiğrakı için olan nefy edatıdır. Burada “Lâ” gelmiştir.

” geçmişi de içine alarak istiğrak yapabilir. Geçmişte yapmadı, gelecekte de yapmaz demektir. Hâl “Mâ” ile yapılır, “Lâ” istikbalin menfisidir. Ama burada istiğrak içindir. Geçmişte ve gelecekte hiçbir zaman teklif etmez demektir.

Külfet” “kelefe”den gelir. Ağır iş yaparken yüzde meydana gelen kızarıklıktır. Zorlanmayı ifade eder. İnsanın yüklendiği görevler külfetle ifade edilir. Geniş mânâda yükümlülük demektir. Türkçede vazife veya görev deniyorsa da bu daha geniştir. Külfete karşı nimet kullanılmaktadır. Deyn hak karşılığı kullanılır.

Kur’an’da bu kelime şu şekilde geçmektedir.

“Biz bir nefse vus’undan başkasını teklif etmeyiz.” (6/152, 7/42, 23/62)

“Allah bir nefse vus’undan başkasını teklif etmez.” (2/286)

“Allah bir nefse kendisine verdiğinden başkasını teklif etmez.” (65/7)

“Bir nefse vus’undan başkası teklif olunmaz.” (2/233)

“Sen kendinden başkasına teklif olunmazsın.” (4/84)

“Ben mütekelliflerden değilim.” (38/86)

İnsan yeryüzüne gelir. Nimetler içinde büyür. Kendisine nimetlere karşı külfetler yüklenir. Külfeti yerine getirebilmesinde ona vus’ sağlanır. İşte o vus’undan dolayı sorumludur. Körse, görmekle mükellef değildir. Ama gözü varsa, görüyorsa, görmekle mükelleftir. Fakirse mükellef değildir. Ama zenginse zekâtını vermelidir. Ehliyet bedenî kabiliyettir. Vus’ ise bedenî ve mâlî kabiliyetlerin mecmuudur. İstitaayı da içerir. Mesela, birine sözün geçiyorsa o da senin vus’undur. Birine ulaşabiliyorsan o senin vus’undur.

Birer mektup yazarak bazı arkadaşlarımızı Akevler’e toplantıya çağırdım. Mektup yazmak benim vus’umdadır. Bir iki kişi hariç diğerleri geldi. Ben onlardan bir talepte bulundum. Bu talepte bulunmak benim vus’umdur. Gelmeyenleri getirmek benim vus’um değildir.

Onlardan her biri de dâvet ve tebliğde bulunarak onar kişi bulacaklardır. Buna çalışacaklardır. O da onların vus’udur. Buldukları kişilerden 100’er lira isteyeceklerdir. Bu da verebilenlerin vus’udur. Herkes kendi vus’undan yükümlüdür. Sonrası vus’umuzun dışındadır.

Eğer ayda ortalama on bin lira gelirse, bu sermaye ile birtakım işler yapacağız. Bu miktar bulunursa, yapılması gerekenler vus’umuz içinde olur, bulunmazsa vus’umuzun dışında kalır. O zaman biz mükellef değiliz demektir.

Adil Düzen Partisi’ni kurmalıyız. Bunun için Ankara’da bir genel merkez daireyi almamız gerekiyor. Alan yok. O halde parti kurma vus’umuz yok, şimdilik mükellef değiliz demektir.

Teklif” kelimesi tefil babındandır. Kesreti içerir. Allah’ın emretmesi başka, teklif etmesi başkadır. Memurun bihi’yi o anda yaparsan yaparsın. Eğer o anda yapamazsan, bir daha yapmakla uğraşmazsın. Emir o an içindir. Bir defaya mahsustur. Oysa “külfet” yapıncaya kadar uğraşacağın bir yükümlülüktür.

Evet, henüz parti kuramadık ama kurmaya çalışmalıyız…

Ahşap evleri yapamadık ama yapmaya çalışmalıyız...

Dergi çıkaramadık ama çıkarmaya çalışmalıyız...

Muhasebeyi kuramadık ama kurmaya çalışmalıyız...

Teklif kelimesinin tefil babından gelmesi bize bunu anlatmaktadır.

نَفْسًا (NaFSan)  “Bir nefse”

Nefs” mükellef olan ruhtur. Ruh bedene sahip olduktan sonra mükellef olur. Bedeni olmayan ruhun hiçbir şeye vus’u yoktur, dolayısıyla mükellefiyeti de yoktur.

Arabası olan şoför mükelleftir. Arabası olmayan şoför ne kadar becerikli şoför olursa olsun mükellef değildir. Ruh şofördür, beden arabadır. Bedensiz ruh mükellef değildir. Bedenle birleşen ruh ise nefse sahip olur, nefs de külfeti getirir. Onun için Kur’an’da geçen bütün “teklif” kelimelerinin mef’ulü “nefis” olmuştur Nefis ruhun bedenle irtibat kurma kabiliyetidir. Hayat da bedenin ruhla irtibat kurma kabiliyetidir.

Bir otomatik kapı açan arabanız var. Parmağınızla düğmeye basıyorsunuz. Bir sinyal çıkıyor ve arabanın kapısına ulaşıyor. Kapıda da sizin sinyalinizi alan bir araç var. O kapının kolunu işletiyor. Kapı açılıyor. Şimdi siz ruhsunuz. Elinizdeki kumanda aracı nefsinizdir. Kapıdaki alıcı hayattır ve araba da bedendir. Böylece ruh, nefis, hayat ve beden dörtlüsünü temsili olarak görmüş oluyoruz.  

Mükellef olan kimdir? nefsi olan ruhtur. Vus’u nedir? Arabanın açılmasıdır.  

إِلاَّ وُسْعَهَا (EilLAv VuSGaHAv)  “Vus’undan başkasını teklif etmez.”

Vus’” genişlik demektir. Tûl, saha ve saa kelimeleri hat, yüzey ve hacim anlamlarına gelir. Vus’ sadece boş hacim değildir. Vus’ içindekileri de içerir. Kâinatta boşluk yoktur. O halde bir şeyin hacmi varsa içerisinde de bir şeyler vardır demektir. Vus’ imkanları içermektedir. Kendi sağlığının yanında, gücünün yanında etkilenmeyi de içerir. Bunu şöyle ifade edelim. Bir lastik alın ve onu çekin, lastik uzar. Lastiğin uzaması sizin uyguladığınız kuvvete bağlıdır. Ama aynı zamanda lastiğin esnekliğine de bağlıdır. İşte vus’ dediğimiz zaman lastiğin esnekliğini de içermesidir.

Elektrikte:

Elektrikî Etkilenme = Etkilenme Katsayısı * Etki olarak ifade edilir.

Teessür = Kabiliyet * Tesir

Bir de mıknatıs için aynı formül vardır:

Mıknatısî Etkilenme = Etkilenme Katsayı * Mıknatıs Etkisi

Maxvel bir keşifle elektrik ve mıknatısı birleştirmiştir.

Elektriğin Etkisi = Mıknatısî etkilenmenin değişmesi

Mıknatısın Etkisi = Elektrik Etkilenmesinin Değişmesi

Boşlukta  Elektrikî Etkilenme * Boşlukta Mıknatısî Etkilenme = Işık Hızının Karesi

Bu dörtlü bağlantı ekonomide de geçerlidir:

Üretim =  Verim * Emek

Ürün     =  Verim * Sermaye

Emek =  Üretimin Değişmesi

Sermaye = Emeğin Değişmesi

Emek Verimi * Sermaye Verimi = Ekonomik Hızın Karesi

Bu formüllerle sizlere vus’un geniş anlamını tanıtmaya çalıştım. Bu hususta yazdığım kitap vardır. Bulursanız onu okursunuz. Bulamazsanız, sizler düşünüp daha iyisini ortaya koyacaksınız. O kitaptaki eksiklikleri de gidereceksiniz.

Bu kural kimseye vus’undan başkasını teklif etmez kuralının vus’unu da teklif eder anlamını taşımaktadır. Gerçi mefhumu muhalefet ile bu mânâ verilmekte ise de, karine varsa mefhumu muhalefet geçerlidir. Biz kıyası muhalefete tercih ediyoruz. Ama kıyasa muhalif olmayan muhalefeti de kabul ediyoruz. Allah eğer size bir vus’ vermişse onu kullanmanız içindir. Allah gereksiz bir şey yapmaz. Size göz vermişse onu kullanın diye vermiştir. Doğada gereksiz hiçbir şey yoktur.

Allah size ilim vermişse onu kullanacaksınız, uygulayacaksınız, anlatacaksınız. Allah size öğrenme kabiliyeti vermişse öğreneceksiniz. Allah size zenginlik vermişse onu kullanacaksınız. Allah size bakanlık vermişse onu kullanacak ve görevlerinizi ifa edeceksiniz. Mihraba geçmişseniz, göreviniz var, namaz kıldıracaksınız. Kur’an okuyacak, rüku ve secde yapacaksınız. Mihraba geçtiğinizde namaz kıldırmamazlık edemezsiniz. Eğer vus’unuz yoksa çekilin de başkası vus’unu kullansın. Engelleme yetkiniz ve hakkınız yoktur.

Bu âyetin ortaya koyduğu çok önemli bir husus vardır. Hindistan’ın ineğe tapılan bir köyünde doğan bir Hindu hayatı boyunca iyi insan olmayı istedi ve elinden gelen iyiliği yaptı. Ancak ataları ona ineğin tanrı olduğunu anlattılar. O da onların söylediklerine güvendi. İneğe taptı. Ona şirk koşmadı, onu tek Tanrı bildi. Böylece öldü. Âhirete vardı. Biri Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğuna inandı. Faizin Kur’an’da haram olduğunu kabul eden biri başbakan oldu, devlet başkanı oldu. Hindistanlı köylünün vus’unu düşünün, bir de Türkiye’yi yönetenlerin vus’unu düşünün. Şimdi bunlar cennete gidecekler, o köylü cehenneme gidecek, öyle mi? Klasik kelamcıların inanışları budur.

Ben diyorum ki; benim cehenneme gitmem o Hindistanlı muttaki köylünün cehenneme gitmesinden daha fazla ihtimal dahilindedir. Çünkü hepimiz vus’umuzla sorumluyuz.

Bu anlayış nereye götürür?

Bana bu vus’u veren Allah bana daha ağır yük yüklemiştir. Hintli muttaki köylü ise az şeyle mükelleftir. Bunun sonucu olarak eğer ben şirk ve küfür içinde olursam kat kat daha ağır azap çekeceğim. Muttaki olursam cennetteki makamın Hintli muttakininkinden daha fazla olacaktır. Ama o da âhirette çalışarak beni geçebilir. İçtihattaki hatadan sorumlu olmama bu mânâdadır.

Hintli muttaki de sorumludur ama benim kadar sorumlu değildir. Ben daha çok sorumluyum. O değil ama ben cehennemde cayır cayır yanabilirim. Çünkü onun vus’u tek Tanrı’yı, misli olmayan Tanrı’yı bilebilecek güce sahip değildir. Bilse bile, topluluk içinde görüşlerini açıklayacak vus’a sahip değildir. Açıklasa, oradan ayrılıp gitmek zorundadır. Oysa ayrılıp gitme gücü yoktur.

Denizlerde batıp ölen kaçak işçilerin sorumlusu kimdir? Onları kovalayan vus’ sahipleri değil midir? Allah bize Anadolu’yu vermiştir. Geçinme imkanımız var ama dört milyon nüfusumuz dışarıda! Bu dünyayı biz yaratmadık. Herkesin göç etme hakkı vardır. Onları ne hakla  tutukluyoruz, süründürüyoruz. Bunun sorumlusu Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin yöneticileri değil midir? Ben bunların çoğunu yakından tanıyorum, belki onların tümü beni tanıyor. Allah bana vus’ vermiş, neden gidip de onlara ‘bu yaptığınız zulümdür, küfürdür’ demiyorum, neden vus’umu kullanmıyorum? O halde asıl cehennemlik muttaki Hintli değil, benim; Allah beni bu vus’a ulaştırdığı halde görevimi yerine getirmediğim için asıl sorumlu benim! Sonra da sizler yani şimdi beni okuyanlarsınız!..

Seksen yaşlarına geldiğim halde, torunlarımdan uzakta İstanbul’da isem, işte o cehennemden korktuğum içindir. Ben o Hintli muttakinin, o ineğe tapan muttakinin sahip olduğu cennet garantisine sahip değilim. Din adamları kolay haplarla insanları cennete gönderiyorlar. Elbette O’nun rahmeti ve mağfireti ile cennete gitmeyi umuyoruz. Ama yaptıklarımızla cennetin kapısına bile varamayabiliriz.

Küfrün mânâsı nankörlüktür. Vus’u olduğu halde o vus’unu kullanmayıp görevini yapmayan nankördür. Onun için o kâfirdir.

Biz dünyaya tebliğimizi ulaştırmak için İstanbullulara dil sitesini kuralım diye önermiştik. Bu öneri bizim keyfi önerimiz değildir. Allah’ın Kur’an’da emrettiklerinin uygulamasıdır. Tüm insanlığa Kur’an’ı kendi dilleri ile ulaştırmakla yükümlüyüz. Bunu da ancak dil sitesi ile yapabiliriz. 2000 dil seçilecek. Her dil için o ülkeden 10 aile getirilecek. Onlara Kur’an öğretilecek ve memleketlerine gönderileceklerdir.  

Buradaki “Allah teklif etmez”in başka bir mânâsı da, devlet halkına vus’undan fazlasını teklif etmez demektir. Enflasyondan vergi almaz. Asgari ücret değil, fakirlik sınırının altında olanlardan vergi almaz. Mecliste olan veya oraya gitmek için çırpınan inanmış kardeşlerime söylüyorum; siz bu zulmün hesabını nasıl vereceksiniz? ‘Gücümüz yok!’ diyemezsiniz. Gücünüz yoksa, o halde orada işiniz ne? Benim gibi çekilip kenarda oturun.

Bizim teşebbüslerimiz “Adil Düzen”e inananlar arasında gücümüzü denemektir. Vus’umuz nedir? Onu deniyoruz. Allah’a hesap vermemiz için bunları yapıyoruz. Yüz kişiden 100’er lira istiyorum. Yüz kişi olamamışsak vus’umuz yok demektir. Allah’ın huzuruna rahatlıkla varabiliriz demektir. Ama denemezsek yüzümüz kara olur. Allah âhirette bizi şunu yaptınız veya bunu yaptınız diye sorguya çekmeyecektir; yapmaya çalıştınız mı diye sorguya çekecektir.

لَهَا مَا كَسَبَتْ (LaHAv MAv KaSaBaT)  “Kesbettiği lehinedir.”

Allah’ın insandan istediği şey doğru olmaktır, iyi olmaktır. Allah neyin iyi neyin kötü olduğunu insanlara bildirmiştir. Kişi birine yardım ederken bunun iyi bir şey olduğunu bilmektedir ama birine eziyet ederken de bunun kötülük olduğunu bilmektedir. Bunun için insanın tebliğ almasına gerek yoktur. Çoğu zaman topluluklar bâtıl şeyleri iyi gösterirler. Diri diri kızları gömmek de sosyal baskı sonucu iyi görünür. Bu kişinin kesbi değildir. Kötü âdetlerin ona yaptırdığıdır. İyi şeyler kişinin kendi his ve aklıyla bulduklarıdır.

“Kesbettiği lehinedir” deniyor. “Kesbetmek” demek küsbe yapmak demektir. Para ve mal kazanmak kesbetmek olduğu gibi, insanın ömrü boyunca biriktirdikleri de kesbdir. Kendi doğru hisleri ile kararlar verip yaptığı işler lehinedir denmektedir. Böylece Kur’an içtihadı getirmiştir. Kişinin kendi iradesi ve kararları ile hareket etmesi gerektiğini ortaya koymuştur. Zaten insan bunun için sorumludur. Aklını kullanıp neden hareket etmedin de başkalarının etkisiyle hareket ettin? Onlar seni kullandılar. Kendi çıkarları için seni âlet ettiler. Sen de onlara uyuyorsun. Bu senin aleyhinedir.

“Semi’nâ ve Eta’nâ”dan sonra “Lehâ Mâ Kesebet” denmiş olması arasında tearuz vardır. Oysa Kur’an’ın başka yerinde “Onlar her söze kulak verirler, en iyisine uyarlar” diyor. En iyisi nedir ve nasıl seçilecektir? İşte bunu seçen insanın aklıdır, ilmidir.

Burada atıf harfi getirilmediği için bu içtihadın itaatten sonra geldiği anlamına gelmez. Çünkü onun beyanıdır. Sem’ edecek, içtihadını yapacak, ondan sonra itaat edecektir.

Böyle getirilmesinin başka bir hikmeti de, başkanlara veya yetkililere hemen itaat edecektir. Orada düşünme zamanı yoktur. Ya itaat edecek ya da terk edecektir. Namazda imama uyduktan sonra artık sana düşen itaattir. Onun söylediğini yapmaktır. Ama sonra eğer imam doğru dürüst imamlık yapmıyorsa o zaman oradan başka yere hicret etmektir. Muhalefet çıkarmak değil, hicret etmektir.

Bunun başka uygulaması da, bir sözleşme varsa, bir kanun varsa, o yanlış olsa da, kötü olsa da ona uyulur. Fiilî muhalefet yoktur. Ancak onun düzeltilmesi istenir. Gerekli tebliğler yapılır. Hak tavsiye edilir. Sabredilir. Düzeltme ümidi varsa orada kalınarak cihat yapılır. Ama artık orada yapılacak iş kalmazsa oradan hicret edilir. Mü’minler sonuna kadar kalarak cihat etmekle mükelleftirler. Müslimler ise orasını hemen terk etmelidirler.

Askerlik yapmadıkları, diyete katılmadıkları halde mü’minlerin kadınları, çocukları, yaşlıları ve hastaları neden mü’min sayılmıştır? Bunun hikmetini burada anlıyoruz. Mü’minlerin erkekleri cihat yaparken, bu müslim olmayan ülkede kalıp cihat ederken onlar da oradadırlar. Onlar da aynı sıkıntı ve tehlikeyi çekmektedirler. Mü’min erkekler savaşırken sivil işleri onlar yüklenmektedirler. Erkeklerin nafaka yükümlülüğü onların üzerine geçiyor. Artık kentlerindeki işler onlara kalmıştır. Tarlaları onlar sürer, fabrikaları onlar çalıştırır. Yine bu sebepledir ki kadınlar nafaka harcamalarına katılmak zorunda olmadıkları halde çalışma kredisini tam olarak alırlar. Yani çalışmaya barış zamanında da devam ederler. Böylece işlerini bilir olurlar.

Biz buradaki bütün bu mânâları nereden istinbat ediyoruz?

“İşittik ve itaat ettik” dedikten sonra “Kesbettiği lehinedir ve iktisab ettiği aleyhinedir.” cümlesi ile kendi içtihadı ile amel edecektir demektir. Hem itaat hem içtihat nasıl sağlanacaktır? Hicret ile sağlanacaktır. Hicret dediğimizde onun hükümleri ortaya çıkmaktadır. Diğer âyetlerle bu dengeyi karşılaştırdığımızda söylediklerimiz anlaşılır.

وَعَلَيْهَا مَا اكْتَسَبَتْ  (Va GaLAYHAv MAv ıKTaSaBaT)  “İktisab ettiği aleyhinedir.”

İftial babı mutava’at için gelir. Yani biri sana şöyle yap dedi, sen de ona itaat ettin.

Bu senin aleyhinedir. Neden aleyhinedir? Çünkü o senin işlerini senin kadar bilmez. Onun beyni senin sorunlarını kendin kadar çözemez. Sonra, senin yaptıklarından sen sorumlusun. O sorumlu olmadığı hususlarda nasıl dengeli karar verebilir. İşte bu kural insanlığın hürriyet kuralıdır, bağımsızlık kuralıdır. Bunun için ‘ya istiklal ya ölüm’ denmiştir.

Bunun içindir ki Batı’nın kanunlarını Türkiye’ye aktarmak cinayettir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde kanunlar Batı’dan aktarılmıştır. Çünkü elimizde günümüzün sorunlarını çözecek kanunlar yoktu. Geçici olarak komşunun evinde misafir olmak zorunda idik.

Bunun için nelere dikkat edildi?

a)      Batı’dan kanunlar tercüme edildi ama oradaki kanun olarak değil, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden geçirilerek uygulandı. Hangisi kabul edilmişse o uygulandı. Şimdi ise Batı’dan kanunlar aktarılıyor ama Meclis’ten geçemeyenler de Avrupa müktesebatı olarak kabul ediliyor ve millî kanunlardan üstün tutuluyor. Bu ihanettir. Devletimizi masa başında teslimdir.

b)      Batı’dan kanunlar tercüme edilirken bir ülkenin değil değişik ülkelerin kanunları tercüme edilmiştir. Bu suretle Batı’daki bir ülkenin sömürgesi hâline gelinmemesi hedeflenmiştir. Şimdi tek devlet hâline gelen AB’nin istekleri kanunlaşıyor. Ülkemiz Avrupa’nın eyaleti hâline getiriliyor. Kanla kazanılan kanla kaybedilir. Boşuna uğraşıyorlar. Türkiye istiklâlini ve cumhuriyetini muhafaza ve müdafaa edecektir.

c)      Batı’dan kanunlar aynen tercüme edilmiştir. Harfi bile değiştirilmemiştir. Çünkü o kanunları biz yapmaya başlasak iki bakımdan hata etmiş olurduk. Batı bize bizim aleyhimize kanunlar yaptırırdı. Bilmediğimiz için onlara danışmak zorunda olurduk. Oysa onların kanunlarını aynen tercüme etmekle onlar için iyi olan bizim için o kadar kötü olmazdı. Oysa şimdi Avrupa Birliği kanunları bizim için değil, bizi yıkmak için hazırlıyor. Meclis oturumlarında onları geçiriyoruz. Ülkemizi uçurumlara götürüyoruz. Böyle aynen tercümenin başka bir yararı da yabancılığın bilinmesidir. Kendimiz daha iyi mevzuatı hazırladığımızda onları kolayca atarız. Kiralık evden kolayca kendi evimize geçeriz. Ama kiraladığımız evde yatırım yaparsak kolay kolay çıkamayız. Mecelle’yi onun için terk ettik. Bütün hukuku yeniden tedvin etmedikçe bir kanun millî olamaz. Sonra, Mecelle de günümüzün sorunları ile değil, bin sene önceki sorunlarla meşguldür.

d)      Kanunlar tercüme edilmiştir. O kanunlarla inkılap yapılmıştır. Sonra demokrasi getirilmiştir. Böylece artık millî kanunların oluşması zemini açılmıştır. Anayasa ekseriyeti ile Kur’an’a inananlar iktidar olmuştur. O halde Kur’an şimdi onlara hitap ediyor. Uyanın artık; uyanın ve kendi anayasanızı kendiniz yapın, uyanın ve kendi kanunlarınızı kendiniz yapın diyor. Avrupa Birliği’ne girmekle değil, onlarla uzlaşmakla uğraşın. Körü körüne yapınızı tahrip etmeyin. Zina ve faiz dayatmasına karşı çıkın diyor.

O halde bu âyetin emrine uymak için millî anayasa nasıl hazırlanacaktır?

1- Bir Anayasa Yüksek Kurulu kurulmalıdır. Bu yüksek kurula değişik partiler ilim adamlarını atamalıdırlar. Maaşlarını devlet verecektir. AK Parti 6, CHP 3, DSP 1, MHP 3, DYP 2, DTP 1, ANAP 1, SP1, GP 1, diğer küçük partiler birleşir ve yüzde iki oy toplarlarsa onlara da bir kontenjan verilir. Bunlar en çok 20 kişiden oluşacaktır.

2- Bunların her birine 5’er milyon YTL verilecektir. Birinci olarak yarışma açacaklar, buraya isteyenler katılacaktır. Sonra ilk sırayı alanlar arasında yarış düzenlenecektir. Sonra gruplar arasında yarış düzenlenecektir. Böylece son metinler ortaya çıkacaktır. Birer milyon buralarda harcanacaktır.

3- Her grup kendi yarışmacılarından telif ve takdirde birinci olanlara bir baş müellif seçtirmeli, bunlar o yarışmaya katılanların eserlerini birleştirip uzlaşmış bir eser meydana getirmelidirler. Böylece oluşan grup anayasaları yarışa girmelidir. Yarışmacılar eserlerin müellifleri olmalıdır. Bu eser de telifte ve takdirde birinci gelenlere telif ettirilmelidir. Böylece millî anayasa ortaya çıkmalıdır.

4- Böyle oluşmuş millî anayasa Türk ordusuna kritik ettirilmelidir. Onun değişiklik yapmak istediği hususlar varsa belirtilmelidir. Bundan sonra bu meclise gitme mevcut kurallarla kabul edilmelidir.

İşte bu âyet bugünkü iktidara bunu emretmektedir. Ama iktidar emredileni yapmamaktadır.

Biz Adil Düzenciler ne yapmalıyız?

a)      Partiler arası işbirliğini sağlayarak iktidarın sağır kulağına karşı anayasamızı amatörlere hazırlatmalıyız. Partiler seçime onunla gireceklerdir.

b)      Yine siyasi partiler arasında işbirliği sağlayarak sağır iktidara karşı belediyelerin seçimini organize edip onların desteği ile bunu yapmalıyız.

c)      Bunları da başaramazsak, biz belediye başkanlıklarına bağımsız adaylıkları koymalıyız. Onların finanse edilmesini sağlamalıyız.

d)      Hiç birisi olmazsa, Akevler olarak böyle bir ilmî çalışmayı başlatmalıyız.

İşte bu cümle-i mu’terize ile içtihat ve mahalli icma müesseselerini getirmekle insanlığı demokrasiye davet etmiştir. Demokrasi demek, halkın kendi kendisini yönetmesi demektir.

“Kâlû/dediler” çoğul sigasını getirdiğine göre bunun tek başına değil, cemaate ait bir olay olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla  bu mahalli icmaları da, ortak sözleşmeleri de içermektedir. Mu’terize cümle son buldu. Yani Allah’ın kendi söyledikleri bitti. Şimdi yine resul ve mü’minlerin söylediklerine geçilmiştir.

رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا  (RabBaNAv LAv TuEAPıZNAv)  “Rabbimiz, bizi muahaza etme.”

Rab” terbiye eden, yediren demektir. Mudaaf fiilinin son “B” harfi “Y” veya “V”ye dönüşür.  “Terbib” kelimesi Arapçada yoktur, yerine “terbiye” vardır. “Rabbeyani” rebbebani demektir. “Rab” sıfatı müşebbehedir, ismi faildir. “Rab” izafetsiz yalnız Allah için söylenir. “Rabbetü’l-beyt” denir.

Rabbimiz” demek, bizi terbiye edip yetiştiren demektir. “Rabbü’l-âlemîn” herkesi terbiye edip yetiştiren demektir Tedricen evrimci demektir. İnsanı kırk yaşında yaratabilirdi. Ama öyle yapmamış, ceninden başlayarak terbiye ede ede o yaşlara getirmiştir. Allah kâinatı bir anda bugünkü gibi yaratabilirdi ama öyle yapmamış, evrimler içinde var etmiştir.

“Rabbimiz” denmiş; “Allahümme” denmemiş veya “Rahman” denmemiş, “Rahimuna” denmemiş, “Rahmanina” denmemiştir. Sadece “ilahuna/ilahımız” denmiştir. “Rabbimiz” ve “Rabbiniz” denmiştir. Çünkü Allah rab sıfatı ile herkese ayrı ayrı tecelli eder. Benim rabbim ile sizin rabbiniz tek Allah’tır ama bizim ayrı ayrı rabbimizdir. Siz hastasınız, doktor geliyor ve tedavi ediyor. Doktorunuz gidiyor başkasını tedavi ediyor. Bunlar ayrı ayrı doktorunuzdur. Çocuğu olan annenin sorunu var, bunu bir doktor çözüyor. Yahut karı koca ilişkilerinde sıkıntı var. Bunu bir doktor çözüyor. O zaman eşlerin doktoru aynı kişidir ve aynı zamanda birdir. Rab böyle sıfattır. Allah herkesin ayrı ayrı rabbidir. Her topluluğun da ayrı ayrı ayrı rabbidir.

Biz “Rabbenâ/Rabbimiz” diyoruz. Çünkü biz birlikte yaşamaya emrolunduk ve birlikte sorunlarımızı çözüyoruz. Her kişi ayrı ayrı sorumludur, yükümlüdür. Ancak bunlar arasında beraberliğin ve birliğin olması gerekir. Buradaki “” aşiret/ocak halkına, kabile/bucak halkına, şa’b/il halkına, kavm/ülke halkına ve tüm insanlığa gidebilir. Yahut bunların içinde olan ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışmanın ortaklarından birine gidebilir. “Bizi muahaza etme” diye birlikte dua ediyorlar. Dua etmek demek, o sahada çalışmak demektir. Muahaza edilmeyecek şekilde çalışma içinde olacağımıza söz veriyoruz. Sen de bize yardımcı ol.

إِنْ نَسِينَا (EiN NaSIyNAv)  “Nesy edersek.”

Unutma” insanın en çok maruz kaldığı doğal âfetlerdendir. Beynimizde iki çeşit hafıza vardır. Biri açık hafızadır. Her an faaliyettedir. Bir şarta bağlarsınız, o geldiği zaman şunu yapayım dersiniz. Mesela, ezan okunduğunda namaza gideyim dersiniz, ezan size namaza gitmeyi hatırlatır. Yarın şunu yapayım dersiniz, yarın olunca onu yaparsınız. Bir de kapalı hafıza vardır. Onu hafızaya koyup saklarsınız. Gerektiğinde arayıp bulursunuz. Hafızanın üstüne getirirsiniz.

Arayıp bulamama da nisyandır. Bulduğunuz halde okumamanız da nisyandır. Unutmamak için gerekli tedbirler alınabilir. Mesela, saati kuruyorsunuz, çalıyor. Ama bunlar çok külfetli olabilir. İşte sorumluluk budur. ‘Neden tedbir almadın?’ sorusuna karşılık tahfiflik vardır. Hatırlamak için fazla sıkıntı çekme emredilmemiştir. Ezan gibi sosyal hatırlatıcı müesseseler getirilmiştir.

Nisyanı önlemek için alınacak tedbirler şunlardır.

a)      Tezkir. Yani birbirimize hatırlatmak. Yüz kişiden biri hatırlasa hepsi hatırlamış olur. Birlikte olmanın yararı budur. Biri unutursa diğeri hatırlatır.

b)      İşleri periyodik yapma. İnsan eğer beş vakit namaz kılmaya başlarsa, vakti gelince hatırlar. Birçok defalar sabahları rüyamızla uyanırız. Bir rüya bizi uyandırır. Kurallı hareket etme bunun için gerekmektedir. İnsan hatırlanacak şeyleri unutmaz.

c)      Yazı. Bu sûrede emredilen yazı işte o nisyanı ortadan kaldırır. Bugünkü meşgale içinde yazmadan hatırlamamız mümkün değildir.

d)      Bugün keşfedilen bilgisayarlar. Cep telefonları sizin hafızanızı saklı tutar.

Burada “Biz unutursak muahaza etme” duası şunu içerir. Ben unutmamak için çalışacağım ama başaramazsam bizi muahaza etme demektir. “Bizi” dediğine göre hafızamızı taze tutmamız için ne gerekiyorsa yapmamız gerekir demektir.

Danışma teşkilatını öneriyoruz.

Her semtte takipçi vardır.  Bunlar 10 kadardır. 300 ile 1000 nüfusu olan yerde ona yakın takipçi bulunur. Herkesin bir takipçisi vardır. Aynı dayanışmaya ortak olan takipçiler örgütlenmişlerdir. Semte sorular sorulur. Onu cevaplayan her bucakta bir merkez vardır. Çözülemezse ilçe takipçisine sorulur. O da il merkezine danışır. Çözülemezse bölge danışmanlarına gidilir. Ülke merkezinde çözülür. O da çözemezse kıta danışmanlarına gidilir. Böylece takipçiler bilgisayarları kullanarak unutmayı önlerler. Saati gelince sizi haberdar ederler.

أَوْ أَخْطَأْنَا (EaV EaHTaENAv)  “Yahut hata yaparsak bizi muahaza etme.”

Unutma bilgisizlikten ileri gelir. O gün ne yapacağını veya nasıl yapacağını bilemeyenlerin bilememesinden doğar. “Hata” becerememekten doğar. Sizin bedeniniz ve beyniniz yapmak istediğini yapamaz. İstenmeyen sonuç ortaya çıkar. Şüphesiz bu da özürdür. Ancak gerekli tedbiri aldıktan sonra özürdür. Hata yapmamak için ehliyetli olmak gerekir. Beceremeyeceğin bir işi yapmamalısın. Acemi acemi araba kullanır da hata yaparsan sorumlusun. Ama ehliyetin olduğu halde hata yaparsan sorumlu olmazsın. Hatanın önlenmesi için ehliyet müessesesi geliştirilmiştir. Dayanışma ortaklıkları oluşturulmuştur. Bugünkü sigorta da buna karşı çıkarılmıştır. Ancak yalnız zenginlere ve paralılara bu hak tanınmıştır.

رَبَّنَا وَلاَ تَحْمِلْ عَلَيْنَا إِصْرًا (RabBaNAv Va LA TaXMiL GaLaYNAv IÖRan)  

“Rabbimiz, ısrı bize tahmil etme.”

Rabbena” tekrar edilmiştir. Tezkirdir. Yani O’nun adını tekrar etmekle, “senden başka bunları anlatacağımız kimse yoktur, hitabımız sanadır” kabilindendir. “Va” harfinden önce gelir. Yoksa birinci rabdan başka rab olurdu. Çünkü atfedilen atf olunandan farklı olur. Burada faslın veya vaslın farklılığı daha kolay anlaşılmaktadır. Üzerine hamletme taşıma demektir. Üzerine hamletme üzerine yükleme demektir. Sırtına koyma demek olur. Mükellef kılma, külfetli yapma demektir.

Burada “isr” kelimesi ile birlikte “haml” kelimesini irdelemeliyiz.  

İsr” çadır eteğini bağlayan iplerdir. İnsanın hareket serbestliğini bağlayan yük demektir.  Tevrat’ta bütün hükümler teferruatı ile anlatılmıştır. İnsanın her tarafı iplerle bağlanmış durumdadır. O zamanın şartlarında o kavim için onlar son derece yararlı idi. O kadar yararlı idi ki bugün bile çoğu hayatımızın temel kurallarındandır. Önce Hazreti İsa geldi, şeriat hükümlerinin çoğundan Hıristiyanları muaf tuttu. Ne var ki kaldırılan hükümlerin yerine yenilerini getirmedi. İnsanlığı yarım bin yıl serbest bıraktı. Kendi akılları ile şeriatı oluşturmaya çalıştılar. Hıristiyanların iyi niyetli olduklarından kimse şüphe edemez. Şeriatı papalar kendi kuralları ile oluşturdular. Tevrat’ı esas aldılar. Ama Tevrat’ta değişiklik yapma yetkisine sahip  idiler. Böylece lâik uygarlık doğdu.

O halde bizden öncekilere yüklenen ağır yük ne idi?

İşte bu izahlarımız bunu açıkça ortaya koymaktadır.

Bunlardan biri Tevrat’ın hükümlerine uyma yükümlülüğüdür. Uygarlığın gelişmesi ile mânâsını kaybeden birçok mükellefiyet ağırlık oluşturmaktadır. Bugünkü bizim ibadetlerimiz de böyledir. Yahudiler için ağır yük bu idi. Hıristiyanlar için ağır olan ise sorunları akılları ile çözmelerinin istenmesidir. Bunun sonucunda Batı ateist bir âlem olarak ortaya çıkmıştır. Demek ki ağır yüklerden biri çağa intibak edememe, diğeri de sorunları çözme gücünden mahrum olmadır.

Kur’an ne yaptı?  

Kur’an içtihat ve icma sistemini getirerek hem şeriata her asrın sorunlarını çözme imkanını verdi, hem de insanlara sorunları nasıl çözeceğini öğretti.

Isrı bize hamletme, bizi aklımızla baş başa bırakma, çünkü sadece akıl, sadece müsbet ilim sorunları çözmeye yeterli değildir. Eski çözümler de bugün çözüm olmamaktadır. Bize yeni çözümleri göster. Resul ve mü’minler böyle dua ederler.

Adil Düzen Çalışanlarının dillerinden düşürmeyecekleri duadır bu dua.

Hamletme, onları taşıtma, sadece aklın verileri ile amel etme zorunda bırakma, geçmişteki çözümlerin peşinde olmamızı da isteme.

Bugünkü müslimler iki şeyden birini yapıyorlar; ya Yahudiler gibi bin sene önceki içtihat ve icmaların peşinden gidiyorlar, ya da Hıristiyanlar gibi şeriatı kitaplara değil de akıllara dayatıyorlar. Her ikisi de ısrdır. Bu duanın gereğini yapmıyorlar.

“Adil Düzen” demek; ne Yahudiler gibi geçmiş içtihatların içinde boğulma, ne de Hıristiyanlar gibi lâik çözümlerle yetinme durumunda olma değildir. Aksine, bunları aşmış olmadır.

Bugün üniversitelerimiz Batı’nın sadece akla dayanan sistemlerini okutuyor. İlim varsayımlara dayanır. Varsayımlar aklen ispatlanamaz. Varsayımları kâinatı var eden Allah bildirir. İşte, kitaplar bunu yapar. Ondan sonrası mantıktan başka bir şey değildir. Tümdengelim yoluyla çözeriz.

Batı yalnız aklı kullanıyor. Doğu da yalnız nakli kullanıyor.

Oysa, Allah’ın emrettiği ikisini birlikte kullanmadır.

Çözüm = Akıl * Nakil.

Bu duanın bize öğrettiği budur.

Tarihte tutucular daima mağlup olmuşlardır.

كَمَا حَمَلْتَهُ عَلَى الَّذِينَ مِنْ قَبْلِنَا (Ka MAv XaMaLTaHUv GaLAy elLAÜINa MıN QaBLiNAv)  

“Bizden öncekilere hamlettiğin gibi bize de bir ısr tahmil etme.”

İnsanlık kişi yönetiminden şeriat yönetimine tam olarak geçmemişti. Yöneticiler kararlar alıyor ve uyguluyorlardı. Gerektiğinde değiştiriyorlardı. Bu da şeriat yönetimi yerine kişi yönetimini doğuruyordu. İnsanlar alıştıkları şeylerden kolay kolay vazgeçmiyorlar. Bu tür zihniyet değişikliği için binlerce yıl zaman geçmesi gerekiyor. İşte bu sebepledir ki Yahudiler Tevrat’a uymakla emredildiler. Şeriatın sürekliliğini öğrendiler. Yasama ile yürütmeyi birbirinden ayırmayı öğrendiler.

Dünya hâlâ bunu başarmış değildir. Tarihi mücadele sonunda insan yasama ile yürütmenin ayrılacağını öğrendi ama ne var ki eski alışkanlıklarından vazgeçemiyor.

Türkiye’de yasaları hâlâ hükümet yapıyor, meclis onaylıyor. Her şey kandırmaca.

İşte, insanlığa yasama ile yürütmenin ayrı ayrı olduğunu anlatmak için Yahudilere ağır yük yüklendi. Yürütücülerin elinden teşri yetkisi alındı. Böylece insanlığa demokrasi öğretildi. Lâik düzene geçmek için yeni bir şey yapıldı. İnsanlara iman telkin edildi, ahlâk telkin edildi ama şeriat insanları serbest bıraktı. Bu sayede Batı bugünkü lâik anlayışına ulaştı. Kur’an ise insanlara  farklı ülkelerde farklı şeriatın nasıl oluşacağını öğretti; farklı çağlarda farklı şeriatın nasıl yapılacağını öğretti. Birinci Kur’an Uygarlığı böyle oluştu. Peygambersiz tam lâik şeriat uygarlığı ancak III. bin yılda oluşacaktır. Teknolojinin ve ilmin ulaştığı imkânlarla artık Kur’an’a dayalı lâik şeriatı oluşturabiliriz.

Kimileri benim bu sözlerimi tuhaf bulacaklardır; Kur’an’a dayalı lâik düzen.

Kur’an lâik düzenin nasıl oluşacağını bize anlatmaktadır. Herkes kendi içtihat ve icmaları ile şeriatlarını oluşturacaktır. Ateistler de kendi bucaklarının şeriatlarını kendileri yapacaklardır. Din/düzen insanları zorlamayacaktır; din öğretici olacaktır.

İnsanlığın evrimleşmesi için bazı kavimler görevlendirilmiştir. Uygarlık ancak böylece gelişmiştir. Yöneticilerin zulmüne de bunun için müsade edilmiştir. Yirminci yüzyıl komünizmin zulmü ile geçti. Yüz milyona yaklaşan insan öldürüldü.

Acaba Allah bu zulme neden izin verdi?

Çünkü dinler kemikleşmiş geçmişlerine sadakat içinde içtihat ve icma müesseselerini yitirmişlerdir. Yahudiler Tevrat’a bağlı oldukları için, Hıristiyanlar şeriatta serbest bırakıldıkları için sorunlar çözülmüyordu. Müslümanlar da içtihat kapılarını kapatmış, kendilerini Yahudiler gibi bin sene önceki dünyanın sorunları ile oyalıyorlardı. İnsanlığın kurtuluşu Nuh Tufanı’na gerek görüyordu. İşte o tufan sosyalizmdi, komünizmdi; bu sayede yeryüzü bâtıl saplantılardan kurtarılmıştır.

Bugün ise artık o saplantı bitmek üzeredir. “Adil Düzen” kapıya dayanmış, yeryüzüne gelmek üzeredir. Sanayi inkılâbının olabilmesi için sermaye terakümüne ihtiyaç vardı; faize ihtiyaç vardı, karşılıksız paraya ihtiyaç vardı. O sayede bugün sanayi inkılâbını yapmış bulunuyoruz.

Denebilir ki, bu kadar insana zulmedilmiş olmaktadır.

Dünya öyle bir yerdir ki, herkes gelip gider. Kimi erken ölür, kimi geç ölür. Kimseye zulmedilmez; herkese âhirette karşılığı verilir.

Bir kelam sorununu çözelim.  

Biri doğdu ve yaşamadan öldü. Bu kişi âhirette diyebilir ki; Rabbim, beni cennetten neden mahrum ettin? Halbuki ben orada ameli salih işleyecektim. Cennete gidecektim. Allah bu kimseye diyecek ki; işte sana imkan, aynı ameli yap ve mekanını yücelt. İşte Araf burasıdır.

Birisi gelmiş, büyümüş ama kötülükler yapmıştır. O da diyecek ki; Rabbim, bana zulmettin, bu kimseyi küçükken öldürdün, beni yaşattın, ben günah işledim. Şimdi cehennemdeyim. Allah bu kimseye diyecek ki; sana imkan verdim, kötülük yapmasaydın. Ama cezanı çek, ıslah ol. Arafa geç ve oradan da cennete git. Şimdi cehennemde olman senin suçun.

Evet, Allah farklı muamele yapmıştır ama zulmetmemiştir.  

رَبَّنَا وَلاَ تُحَمِّلْنَا مَا لاَ طَاقَةَ لَنَا بِهِ (RabBaNAv VaLa TuXamMıLNAv MAv LAv OAQaTa LaNAv)  

“Rabbimiz, takatimiz olmayanları bize tahmil etme.”

Tâka” ipin bir sarımına denir. Dayanma anlamında, güç anlamındadır.

Rabbimiz, gücümüzün yetmediği şeyleri yapmamızı isteme. İçtihatta yaptığımız hata ve eksikliklerimizden dolayı bizi muahaza etme. Yani, biz bundan kaçınmaya çalışacağız ama gücümüz yetmez de içtihatta hata yaparsak veya unuttuğumuz için görevimizi yapmazsak muahaza etme…

İnsan böyle dua ediyor ama hür ve kendi iradesine dayanarak o kadar çok şeyi terk ediyor ki.

Çevrenin durmadan ona hatırlatmasını afv ile karşılıyor. Bir işi yaparken eğer korkarsanız; ya hata edersem, ya yanlış yaparsam derseniz, o zaman hiçbir şey yapamazsınız.

Onun için unutmamaya ve hata etmemeye çalışın ama hata edeceğim diye veya unutacağım diye korkaklık gösterip amel etmekten kaçmayın. Cesur olun. Arkanızda sizi affedecek Allah var. Bir işi sizden iyi yapan varsa o işi ona bırakın, siz başka işle meşgul olun. Ama o işi sizden iyi yapan yoksa, ben bilmiyorum diye tereddüt etmeyin. Girişin ve yapın. Hata edin, yanlış yapın, eksik yapın ama yapın.

Akevler denemeleri hep böyle denemelerdir.

Bazen, belki de çoğu zaman zarar etmiştir. Ama kazandığı zaman o zararlar telafi edilmiştir. Ayrıca pek çok kazançlar temin edilmiştir. Biz hata ederiz diye korksaydık şimdi Akevler olmazdı, birçok dev kuruluşlar olmazdı. Biliniz ki o dev kuruluşların tohumlarının ekilmesinde Akevler’in katkısı hepsinden fazla olmuştur.

Gelecekte Adil Düzen Çalışanlarının etkileri daha fazla olacaktır. İnsanlar artık bu yazdıklarımızı okuyacak ve değerlendireceklerdir. Belki de sizin adınızı bile anmayacaklardır. Belki de Akevler unutulacaktır. Ama yeni uygarlık kurulacaktır. Allah sizin çalışmalarınızı me’cur edecektir. Allah Adil Düzen Çalışanlarına cenneti vaat etmiştir. Benim bundan şüphem yoktur. “Adil Düzen”den maddeten yararlanmaktan uzak durun. Çünkü âhiretteki ecriniz azalır.

Bakara Sûresi’nde anlatılanların hepsinde şu sonuca varılıyor. Bütün emirler  imkana dayanıyor, vus’a dayanıyor. Kimse vus’undan fazlası ile mükellef tutulmuyor.  

وَاعْفُ عَنَّا (VaGFu GanNAv)  “Bizi afvet.”

Ben şimdi kendi kendime düşünüyorum. Yalan söylememeye çalıştım. İçki içmedim. Sigara içmedim. Gayrimeşru ilişkilerde bulunmadım. Başkalarının hak ve hukukunu düşündüm. O halde ben ne günah işledim ki benim affımı isteyeyim. Ama Allah’ın bana verdiği nimetleri hatırlasam acaba onların şükrünü eda ettim mi? Hayır. Hintli ineğe tapan muttakiyi hatırlayalım. Verdiğim sözlerde durabildim mi? Acaba vergi kaçırdım mı, kaçırmadım mı? Acaba yalan söyledim mi, söylemedim mi?

Geçenlerde gece yarısında eve Kırgızistanlı 25 yaşlarında bir kız geldi. Eşim tanıyormuş. Kapıyı evdeki konuk açtı. Ailece kızdık. Çünkü bu saatlerde nereden geliyormuş. Ne yaptık? Tersledik. Gitmek istedi. Gece göndermedik. Ama sabahleyin ‘bir daha gelme’ dedik. Şimdi o insanı düşünüyorum. Belki çok iffetli biriydi. Türkiye’ye gelmişti. Namusu ile kazanacak. Belki bir koca bulacak, evlenecek. Biz onu sokağa attık. Hani Kur’an ‘saili kovma’ diyor. Şimdi o kimse bizim ilgilenmememizden dolayı kötü yollara düşerse kim suçludur? Allah bize imkan vermiş ama biz onu kullanamıyoruz. Her gün büyük günahlar içindeyiz.  Öylelerini eve alsak, bu kadın kötü kadınsa, o zaman da biz kötülere yataklık etmiş olacağız.

Çözüm nedir?

Devlet bu giriş-çıkış yasağını kaldırmalıdır. Yeryüzü insanlığındır. Gelenler misafir edilmelidir. Sadece halı serilmiş kaloriferli bir yer olsa bile yeter. İstanbul’da misafirhanelerimiz olmalıdır; oteller değil misafirhaneler. Kadınlar için ayrı, erkekler için ayrı misafirhaneler. Her gelen orada kalabilmelidir. Hattâ oralarda bedava yemek vermeliyiz. Bunu yapabiliyor muyuz? Hayır!

Bunun gibi biz daha ne günahlar işliyoruz. Hiç olmazsa bunları hatırlamamız ve Allah’tan afv dilememiz gerekir. Bunların ortadan kalkması için çalışmamız gerekir. Kur’an, zekâtın sekizde veya on ikide biri misafir hakkıdır diyor. Fetva vermişiz, fakire verilebilir diye. Kur’an taksim etmiş. Biz ne hak ve ne yetki ile bunu tatil ediyoruz? Evimizde kombili kaloriferle rahat içinde yaşıyoruz. Peki, ya garibanlar ne yapıyor? Dünyada sefalet içinde olanlar var. Kur’an’ın emri dışında müesseseler var. Ona buna tesadüfi yardımlar yapıyoruz. Bu bizim günahlarımızın affedilmesine yeterli midir?

وَاغْفِرْ لَنَا (Va iĞFıR LaNAv)  “Bizden afvet, bizim lehimize mağfiret et.”

“Affetmek” bizim eksiğimizi silmek, bizi cezalandırmamak.

Mağfiret etmek” ise bizim yerimize başkalarının, topluluğun eksiklerini gidermesidir.

Dayanışma ortaklığıdır. Biz dayanışma ortaklıklarını kuracağız ve bizim yapamadığımızı, eksik bıraktığımızı o yapacaktır. Böylece biz günahtan kurtulmuş olacağız.

İnsanlar neden eşkıya oluyorlar?

Eğer biz insanları misafir etmeyi unutursak. On binlerce kilometre öteden çalışmak için Türkiye’ye gelen insanlar sefalet içinde esir muamelesi bile görmüyor. Anadolu’dan İstanbul’a gelenlerin durumu da budur. Eğer bugün İstanbul ayakta ise, eğer bugün Türkiye batmamışsa, bu İstanbulluların misafirperverliğine bağlıdır. Anadolu’da işsiz kalan İstanbul’a gelir, aylarca komşusunun veya akrabasının yanında kalır. Hasta olursa da öyle olur, akrabasının veya tanıdığının yanında kalır. Almanya’ya gider, yakınlarının yanında kalır.

Türkiye bu sayede krizleri atlatıyor.

Bunu lütfettiği için Allah’a dua ediyoruz. Topluluktan bunu istiyoruz.

Şimdi topluluğun ne olduğunu daha iyi tanımlayabiliriz. Topluluk demek, ayrı ayrı yapamadığımız işleri birleşerek birlikte yapma demektir. Topluluğu yaşatma demek, onlar sayesinde bu dünyada yaşama, âhirette de cennete gitme demektir. Dayanışma ortaklığı da budur. Bu topluluk içinde katkıda bulunuruz. Sonra da hakkımızı alırız. Hepimiz bunu yapıyoruz.

Acaba katkı kadar mı alıyoruz, daha çok mu alıyoruz?

Onun için Allah’tan mağfiret dilemeliyiz. Topluluktan imdat istemeliyiz.

Sen, ey okuyucum! Oturma, artık ayağa kalk ve yola düş. Yola düş ki Allah seni affetsin, Allah seni mağfiret etsin. Başaramayabilirsin ama sen sorumlu olmaktan kurtulursun. Bu şartlar altında, dünya sefalet ve ıstırapta iken sen nasıl uyuyorsun? Hani hadisi şerifte ‘Komşusu açken tok yatıp uyuyan bizden değildir!’ diyordu, senin Nebin. Sadece komşun değil, bütün insanlık aç; sen nasıl olur da tok yatıp uyuyorsun? Diyebilirsin ki; ben ne yapayım, benim elimden ne gelir? Sen vus’undan fazlasını yapmakla yükümlü değilsin ama yapmaya çalışmakla yükümlüsün, çaba sarf etmekle yükümlüsün. Sen başarmayacaksın, Allah yapacaktır. Senden sadece gayret etmen istenmektedir.

Nuh Tufanı’nda gemiye çıkan üç beş kişi bugün dünyaya meydan okuyor. Çünkü Allah öyle istedi. Senin için de ister. Yeter ki dua et ve gereğini yap. Uyuma, uyan!..  

وَارْحَمْنَا (Va eRXAMNAv)  “Bize rahmet et.”

Günahları affettirmen yetmez. Görevleri başkalarının tekfir etmesi yetmez. Sen de kazanmak için çalışmalısın. Allah’ın rahmetinden yararlanmalısın. O’nun rahman ve rahim sıfatlarını da içermeli.

Rahman, herkese yaptığı merhametin sahibi olmadır.

Rahim, çalışanlara ücretlerini verme merhametinin sahibidir.

Bize iş ver de yapalım diye dua etmeliyiz.

Ben şuna kesinlikle inanıyorum ki, insanlar Kur’an’ı okuyup onun istediklerini yapmaya koyulsalar dünya cennet olacaktır.

أَنْتَ مَوْلاَنَا (EaNTa MaVLAyNAv)  “Sen Mevlâmızsın.”

İsim cümlesinde haber marife gelirse tahsisi ifade eder. Yani “Senden başka Mevlâmız yoktur” denmiş olur.

Mevlâ” veli  kökünden gelir. “Veli” sıfatı müşebbehedir. Her zaman bizim kuruyucumuzsun ve destekleyicimizsin demektir. “Vali” ise bir şeyde koruyan ve destekleyen demektir.

“Mevlâ” ismi zaman, ismi mekân, masdarı mimidir; hattâ ismi âlet de olabilir. Bizim kendisine dayandığımız yer, bizim güvende olduğumuz yer demek olur. Vali, ismi faildir, velayet edendir.

Mevla ise aktif olan kişidir. Biz sana dayanıyoruz, sana güveniyoruz demektir.

Hayırlı bir iş yapılacaksa sen yola çıkacaksın. Ben zayıfım, ben işsizim demeyeceksin. Mevlâm kuvvetlidir deyip yola çıkacaksın. Başaramayabilirsin. Seni ilgilendirmez. Senden istenen çalışmandır.

Biz Akevler’de yola çıkarken böyle “Ente Mevlânâ” dedik ve başardık…

Biz her defasında parti kurarken “Ente Mevlânâ” dedik ve başardık...

Şimdi İstanbul/Yenibosna’da “Ente Mevlânâ” diyoruz;

Yeniden 2008 programı ile harekete geçiyoruz...

Acaba ne zaman ‘başardık’ diyeceğiz?

Onu yalnız Allah bilir, gaybı bilen yalnız O’dur.

Kimimiz görürüz, kimimiz görmeyiz ama âhirette hepimiz karşılığını kesin olarak görürüz. Hattâ bu dünyada göremeyenler âhirette daha fazlasını görürler. Bu dünyada göremedim diye üzülmemelisiniz. Aksine, âhirete daha büyük azıkla gidiyorum diye sevinmelisiniz.

Neler yapmaya karar verdik de “Ente Mevlânâ” diyoruz?

1-      Muhasebe kurmaya karar verdik; “Ente Mevlânâ” diyoruz...

2-      Marketi kurup işletmeye karar verdik; “Ente Mevlânâ” diyoruz…

3-      Ahşap evlere devam etmeye karar verdik; “Ente Mevlânâ” diyoruz...

4-      Bahşayış’ta villalar yapmaya karar verdik; “Ente Mevlânâ” diyoruz...

5-      İstanbul’da inşaat/lar yapmaya karar verdik; “Ente Mevlânâ” diyoruz...

Bakara Sûresi işte bu ifade ile bitmektedir. “Ente Mevlânâ” deyip emredilenleri yapmaya koyulmalıyız. Biz “Adil Düzen”i filizlendirmekle yükümlüyüz.

فَانْصُرْنَا عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ (286)

(FaNÖuRNAv GaLa eLQaVMı eLKAFiRIyNa)

“Kâfir kavme karşı bize nusret et.”

Mustafa Kemal “Dahilî ve haricî bedhahların olacaktır” diyor. Sünnetüllahtır. Hiçbir Hak yolcusu yoktur ki karşısına kavmi çıkmasın.

“Adil Düzen”e karşı çıkılmış ve onu bertaraf etmek için uzun çabalar harcanmıştır.

1-      İlk muhalefet tarikatlardan geldi. ‘Siz Müslümanları bir araya toplayıp bombalatacaksınız’ dendi. Ve karşı çıktılar. Baktılar ki başaramıyorlar, mescidi dırarları kurdular. Böylece İzmir Akevler’in gelişmesini önlediler. Aslında Akevler’in bozulmasını önlediler.

2-      Ondan sonra devlet görevlileri ortaya çıktı. İhbar şebekeleri kuruldu ve günlerimiz karakollarda, savcılarda, mahkemelerde geçti. Biz sabrettik ve şimdi varız. Ama bugün o görevlere biz geldik. Sırtlarını dayadıkları CIA onların da hasmı oldu.

3-      Mallarımızı gasbettiler. Bugün 40 milyon YTL eden yerimize orman olmadığı halde orman dediler ve aldılar. Olsun, giden devletimize gitmiştir. Ama onlara rüşvet vermedik.

4-      Hâlâ 3000 konutluk yerimiz vardır Üç dört defa imardan çıkardık. Her seferinde bir şey icat edip ortaklarımızı mağdur ediyorlar. Üzülmüyoruz, çünkü her gün zafere yaklaşıyoruz.

İşte, her hayır işin kâfirleri vardır. Henüz savaşımız bitmemiştir. Ama adım adım cepheleri çöküyor. Allah’ın nusreti gelmektedir. Ateizmin kaleleri yıkılıyor; yalnız Türkiye’de değil dünyada yıkılıyor. III. bin yılın Hak uygarlığı geliyor. Ve biz dua ediyoruz; kâfir kavme karşı bize nusret et.

“Avn” işlerde yardımdır, “Nusret” düşmana karşı yardımdır.

Burada “Kavm” kelimesinin geçmesi devletlerin kavmî olduğunu ifade etmesinden dolayıdır. Bu aynı zamanda kâfirlerin de devletleri olacağını bildirir. Mü’min devletler olacak, kâfir devletler olacaktır. Hakem kararlarını kabul etmeyenler kâfir devletlerdir. Hakem kararlarına göre hareket edenler mü’min devletlerdir. Savaş bunlar arasında kıyamete kadar devam edecektir. Üçüncü cihan savaşı bunlar arasında çıkacaktır. Karzı hasen devletleri, zekât devletleri bir taraf olacak; faiz devletleri, sermaye sömürüsü devletleri bir taraf olacaktır. Bir daha geri gelmemek üzere tarih olacaklardır. Çünkü küfrün yeni türü ortaya çıkar. Eskisi bir daha görünmez olur. Oysa iman hep birbirinin devamı olur.

“Fansurnâ ala’l-kavmi’l-kâfirin.”

 

 

 


BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
1-BAKARA SURESİ16/01/2006-12/01/2008
3345 Okunma
2-bakara11-20
2369 Okunma
3-bakara21-30
2523 Okunma
4-bakara30-37
2253 Okunma
5-bakara37-48
2480 Okunma
6-bakara 49-57
3100 Okunma
7-bakara 59-61
3122 Okunma
8-bakara 62-69
2476 Okunma
9-bakara 70-76
3467 Okunma
10-bakara 77-83
2750 Okunma
11-bakara 84-88
2312 Okunma
12-bakara 89-93
2436 Okunma
13-bakara 94-101
2629 Okunma
14-bakara 102-105
3480 Okunma
15-bakara 106-112
2673 Okunma
16-bakara 113-119
2732 Okunma
17-bakara 120-123
2630 Okunma
18-bakara 124-130
2329 Okunma
19-bakara 132-138
2201 Okunma
20-bakara 139-143
2107 Okunma
21-bakara 144-149
2572 Okunma
22-bakara 150-158
2492 Okunma
23-bakara 159-165
2086 Okunma
24-bakara 166-173
2482 Okunma
25-bakara 174-177
2601 Okunma
26-bakara 178-182
2320 Okunma
27-bakara 185-187
6378 Okunma
28-bakara 188-194
2478 Okunma
29-bakara 195-198
2831 Okunma
30-bakara 199-206
2373 Okunma
31-bakara 207-213
2778 Okunma
32-bakara 215-217
2216 Okunma
33-bakara 218-221
2705 Okunma
34-bakara 222-228
3001 Okunma
35-bakara 229-232
3560 Okunma
36-bakara 233-235
2279 Okunma
37-bakara 236-242
2488 Okunma
38-bakara 243-246
2610 Okunma
39-bakara 247-248
2846 Okunma
40-bakara 249-252
3140 Okunma
41-BAKARA 253-256
2694 Okunma
42-BAKARA 257-259
2515 Okunma
43-BAKARA 260-264
3082 Okunma
44-BAKARA 265-269
2252 Okunma
45-BAKARA 270-274
2634 Okunma
46-BAKARA 275-277
2357 Okunma
47-BAKARA 278-281
2388 Okunma
48-BAKARA 282 TEDAYÜN(BORÇLAŞMA)
2793 Okunma
49-BAKARA 283-284
2493 Okunma
50-BAKARA 285-286 (AMENER RASULÜ)
3712 Okunma