ADİL DÜZEN 347
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 9. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً قَالُوا أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ وَنَحْنُ نُسَبِّحُ بِحَمْدِكَ وَنُقَدِّسُ لَكَ قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ(30) وَعَلَّمَ آدَمَ الْأَسْمَاءَ كُلَّهَا
ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلَائِكَةِ فَقَالَ أَنْبِئُونِي بِأَسْمَاءِ هَؤُلَاء إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ(31) قَالُوا سُبْحَانَكَ
لَا عِلْمَ لَنَا إِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ(32) قَالَ يَاآدَمُ أَنْبِئْهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ فَلَمَّا أَنْبَأَهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ قَالَ أَلَمْ أَقُلْ لَكُمْ إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ(33)
***
Geçen hafta yaptığım gibi; bu hafta da, son sayfadaki sonuç bölümünü, -daha çok hatırlanıp bellenmesi dileğiyle,- birinci sayfada da ayrıca sunuyorum. Azami derecede müstefid olmanız duâ ve dileklerimle… RNE
Bu konuyu [yani bu hafta ele aldığımız âyetlerin tefsirini] kapatırken, bir hususa işarette yarar vardır.
Müsbet ilmin varsayımlarına göre değil de, kör sezileri ile düşünenler, Allah’ın böyle melekleri ve insanı karşısına alarak tartışması ve hitabı mümkün değildir, sadece belli prensipleri anlatmak için yazılmış temsili senaryodur, diyorlar. Oysa;
MÜSBET İLMİN İLKELERİ VARDIR:
1- Hiçbir şey yoktan var olmaz, var ise de yok olmaz. Sebepsiz bir şey değişmez. Eskiden beri, ‘insan hep vardı, yaratılmamıştır’ diyorlardı. Bu görüş de akla uygundur. Ama bugün insanın en çok yüz bin yıl önce yaratıldığı bilinmektedir. İster maymundan, ister çamurdan, önemli değil, ama yaratılmıştır. O halde, insanın sebepsiz kendiliğinden yaratıldığını iddia etmek müsbet düşünceye aykırıdır.
2- Değişmeler birtakım kanunlara tâbidir. O kanunlar değişmez. Mesela, yer çeker, bu değişmez. Yahut, ateş ısıtır, bu değişmez. İnsanlar bu kanunları kullanarak birtakım işler yaparlar. Uçağı yaparlar ama uçma kanunlarını değiştiremezler. İnsandan başka uçanlar var, mesela sinekler de uçuyor. O halde bunları yapan ve insana benzemeyen görmediğimiz varlıklar vardır. Bunu kabul etmemek müsbet ilmin ikinci varsayımına aykırıdır.
3- Doğada evrim vardır. Canlılar tür evrimleşmesi ile bu hâle gelmiştir. İnsanlarda da evrim vardır. İnsanın zekâsı ile uygarlık buraya kadar ulaşmıştır. İnsan da bu evrimin eseridir. O halde bu evrimin gerçekleştiği bir olay vardır. Burada bu anlatılmaktadır. Hayali değildir, senaryo değildir. Gerçek bir olaydır. Bunu hayal kabul etmek ancak başka olayların ikamesi ile mümkündür. Bu da ancak insanlardan başka onları bildiren birilerinin olmasıdır. Bütün dinler buna yakın kıssa anlatmaktadırlar.
4- Müsbet ilmin temel varsayımlarından biri de olayları sonuçları ile değerlendirmektir. Buradaki sonuç da şudur. Bu olay insan iradesini açıklıyor. Oysa bunun dışında insan iradesini açıklayan bir varsayım yoktur. Daha açıklayıcı varsayım gelinceye kadar bu kıssayı senaryo olarak göremeyiz.
وَإِذْ قَالَ رَبُّكَ لِلْمَلَائِكَةِ (Va EıÜ QAvLa RabBuKa Li eLMaLAEıKaTı)
“Hani Rabb’in meleklere kavl etmişti.”
Geçmişte olan hadiseler anlatılacağı zaman başına “İz/Hani” getirilir. Kendinizi o güne götürürsünüz, ona göre konuşursunuz. Mesela ‘gelecekte’ dediğiniz zaman, o zamanın istikbalini kastetmiş olursunuz veya anlatırsınız. Gelecekte olacak bir olayı anlatacaksanız, o zaman da “İzâ” getirirsiniz.
Allah burada insanın yaratılışını anlatmaktadır. Buradaki “Rabb’in” Kur’an’ı okuyan insana anlatmaktadır. Senin Rabb’in yani seni var eden, anne babadan doğmana sebep olan ve senin büyümeni sağlayan Rabb’in, seni yaratmaya Adem’le başladı. Sen anne babadan oldun ama onlar Adem’den varoldular. İşte onu hikâye etmektedir. Bundan önce bugün yaşayan insanlara hitap etmiştir. Şimdi de tüm insanlığı, Hazreti Adem’den kıyamete kadar gelip geçecek bütün insanları içeren Adem oğullarından bahsedecektir. Kıyamet günü bunların hepsi bir araya getirilecektir. O gün tüm Adem oğulları bir nâs olacaktır.
Allah bundan 13 kusur milyar yıl önce mekânı, zamanı, maddeyi ve enerjiyi var etti. İki türlü varlık var etti. Bilinen ve yapılan bilinçsiz maddeyi var etti. Onun kullanıp ondan yararlansın diye onu bileni ve onda değişiklik yapabilenleri var etti. Bunlar dört türdür; melek, ruh, cin ve insan. İnsan yalnız yeryüzünde değil, tüm Kâinat’ta en son var edilendir. Bugünkü ilimlerle bunlar hakkında nasıl bilgi edinebilmekteyiz?
İnsanı görerek yaşıyoruz. İnsanın yapısına baktığımızda şöyle bir varlık olarak görürüz. 100’e yakın parçacıktan oluşan, atomdan oluşan madde vardır. Bunların etrafında elektronlar dolaşır. Bunlar elektriği oluşturan parçacıklardır. Atomlar ortak elektronları birleştirerek zerreleri oluştururlar. Molekülleri oluştururlar. İnsanın bedeni bunlarla örülmüştür. En büyük özelliği, sıcakta bu moleküller parçalanır. Canlılar elli dereceden daha fazlasına dayanamazlar. Bu sebepledir ki güneş gibi sıcak olan yıldızlarda bizim gibi moleküllerden oluşan canlılar varolamazlar. Oysa bugün fizikte keşfedilen çekirdek oluşmasında çekirdekler doğrudan birleşip ayrılmaktadır. İşte çekirdeklerden oluşan varlıklar güneşin sıcaklığına dayanabilmektedir. DNA yapıları bize benzeyen bu varlıklar güneşte ve diğer sıcak yıldızların içinde yaşayabilmektedir. Güneşten gelen ışıkları tahlil ettiğimizde, güneşte de dünyada olan oksijen karbon devrine benzer bir devrin oluşmakta olduğunu biliyoruz.
Yine bugün fizikte keşfedilen önemli bir olay vardır. Bir maddenin iki hızı vardır. Biri kendi hızı biri de dalgasının hızı. Bu iki hızın çarpımı ışık hızının karesine eşittir. Yani, kendi hızı ne kadar azsa, dalgasının hızı o kadar fazladır. Bizim hızımız ışık hızından fazla olamaz. Dalga hızımız da ışık hızından az olamaz. Bunlara zâhir uzayın varlıkları diyoruz. Bugün matematikten biliyoruz ki zahiri uzayın yanında bâtıni uzay vardır. Batılılar buna “imajiner uzay” diyorlar, Türkler ise “sanal uzay” diyorlar. Kur’an ise uzayımıza zâhir uzay, diğer uzaya bâtın uzay diyor. Cin ve insanların bedenleri zâhir uzayda, dalgaları bâtın uzaydadır. Melek ve ruhların bedenleri ise bâtın uzayda, dalgaları bizim uzaydadır. İşte bu dalgalar sayesinde ruhla beden arasında ilişki sözkonusudur. Şuurla, sanı olarak ilk olarak melekleri var etmiştir. Yeryüzünde yaptıkları işleri onlara yaptırmaktadır. Mesela, yeryüzünü canlıların yaşayacağı şekilde düzenleme işini onlara yaptırmıştır. Canlıların genlerini meleklere dizdirmiştir. Bunlar doğal kanunları kullanarak Kâinat’ın genel düzenini düzenlemektedirler. Biz sıtma ilacını buluyoruz, buna karşılık da sıtma hastalığı yapan hücreler de bize karşı ilaç geliştiriyorlar. Peki, onlar bunu hangi laboratuarlarda üretmektedirler? İşte onlara bu direnmeyi öğretenlere biz ‘melek’ diyoruz. Biz bugün biliyoruz ki, insandan daha zeki varlıklar bu Kâinat’ta birtakım işler yapmaktadırlar. İşte bunlara ‘melek’ diyoruz. Biz elektriği de görmüyoruz ama ortalığı aydınlattığı için vardır diyoruz. Biz zaten hiçbir şeyi doğrudan bilemeyiz. Müsbet ilimler de meleklerin varlığını kabul etmek zorundadırlar. Böyle bir şey kabul etmediğimiz zaman sebepsiz varolmaya gitme zorunluluğu vardır ki, böyle bir şeyi kabul etmek müsbet ilmin inkârı olur.
Burada şu soru sorulabilir.
-Allah melekleri istihdam etmeden bu işleri yapamaz mı?
Elbette yapar ama o zaman Allah abesle iştigal etmiş olur. Allah insan, melek, cin ve ruhları şuursuz varlıklar için değil, aksine bütün Kâinat’ı bu dört tür şuurlu varlıklar için var etti. Onun için O sadece ilk yaratılışı kendisi yapmaktadır. Ondan sonra ise şuurlu varlıklarla Kâinat’ın düzenini yürütmektedir.
-Allah neden meleklerle konuşmaktadır?
Yapacaklarını onlara anlatmaktadır. Anlatmaktadır, çünkü insanın genlerini oluşturacak, maymun genlerini insan genleri ile değiştirecek kimseler meleklerdir. İnsan için istişarenin manâsı ikidir. Biri istişare edenin bilmediklerini öğrenmesi, diğeri de uygulayacakların ne yapacaklarını öğrenmesidir. Allah ise bilmediğini öğrenmek için değil de, yapılacakları yapacaklara anlatmak için istişare yapılır. Böylece Allah yöneticilere istişarenin gerekliliğini de anlatmaktadır. Ben bile istişaresiz iş yapmıyorum, sizin hiç yapmamanız gerektiğini anlatmaktadır.
إِنِّي جَاعِلٌ فِي الْأَرْضِ خَلِيفَةً (EinNIy CAvGıLun FIy eLEaRWı PaLIFaTan)
“Ben yeryüzünde bir halife var edeceğim.”
Buradaki “Arz”dan maksat, üzerinde yaşadığımız yer yuvarlağıdır. Güneş’in çevresinde dönen on gezegenin üçüncüsüdür. Allah yer yuvarlağını oluştururken meleklere iş yaptırmıştır. Eksenin dönme hızı, tâ güneşten koparken ihtiva edeceği maddelerden işe yarayanları almışlar, işe yaramayanları ayıklamışlar ve başka gezegenlere atmışlar, gerekenleri yeryüzünde bırakmışlar. Yani, diğer gezegenler yeryüzünün çöplüğüdür.
Sonra yeryüzündeki dağlar, göller, sular hep melekler tarafından düzenlenmiştir. Canlıların DNA’larını melekler dizmiştir. Canlılardaki evrim ve yeni türlerin oluşturulması yine melekler vasıtasıyla yapılmaktadır. Hâsılı, yeryüzünün görevlileri meleklerdir. O melekleri toplayan Rab artık onların görevlerinin mahiyetini değiştirmektedir. Kendilerinden başka halifeyi yeryüzüne koyacağını söylemektedir.
Burada “Hâlikun” demiyor da “Câilun” diyor. Yani, insanı yeniden yaratmıyor, zaten yaratılmış olan insanı yeryüzüne atıyor, burada görevlendiriyor. Şimdi canlıların yaratılışı üzerinde önce iki görüş vardır. Tesadüflerle kendiliğinden oluşma iddiası, ciddi ilim adamlarınca hiçbir zaman kabul edilmemiştir. Darwin tarafından da ileri sürülmemiştir. Bu iddialar dünyayı ateist yapmak isteyen Yahudilerin sömürü sermayesi şarlatanları bulmuş ve onlara hiçbir ilmî değeri olmayan hipotezleri ileri sürdürmüştür. DNA’ları bulan büyük ilim adamları da bu akışa maddi çıkarları nedeniyle seslerini çıkarmamış veya aksine beyanlar vermek zorunda kalmışlardır.
Bugün ilmen sabit olan şudur. İlk hücre var edildi. Bu hücredeki genetik yapı ileride değişik türlerin oluşmasına imkan verecek şekilde idi. Bugün insanın ilk yumurta hücresi de böyle değil mi? Zamanla çoğalmakta ve değişmekte, yeni dokular oluşturmaktadır. Deri hücresi ile kan hücresi, kemik hücresi tek hücreden oluşmuyor mu? Bunun dışında hiçbir ilmi izah mümkün değildir. Bu hususta müsbet ilme inanan herkes, yani sebepsiz bir şey olmayacağını kabul eden herkes ittifak hâlindedir. Şarlatanlığın ilmî değeri yoktur.
Ancak, bugün iki teori vardır.
Yeryüzüne ilk hücre konmuştur. O hücre evrimleşmiştir. Bugünkü canlılar olmuştur. Yani, insan yeryüzünde halk olunmuştur demektir. Burada eğer “Hâlikun” denseydi öyle manâ verebilirdik.
Diğer görüş ise Allah uzayda bir yerde yeni türleri üretmekte, ek hücreden geliştirmektedir. Sonra onları yeryüzüne günü gelince taşımaktadır. Buradaki “Câilun” kelimesi bunu ifade etmektedir. Melekler başka gezegenlerden insanın ne olduğunu bilmektedirler. Yahut onlara inşa edebilmeleri için insanın plan ve projesini vermiştir. İnsanın ne olacağını plan ve projeden bilebilmektedirler.
Sonuç olarak şunu deriz ki, canlılar ilk tek hücreden DNA’ların işleyişi ile oluşmuştur. Ama bu yeryüzünde mi, yoksa bu evrim gökte bir yerde mi yapılmaktadır. Oradan dağıtılmaktadır. Kesin bilmiyoruz. Bu âyet başka yıldızların gezegenlerinden geldiği hususuna zahiren işaret etmektedir.
İnsan Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Çünkü içtihadını yapacak. Kural koyacak, hüküm verecek. Bu Allah’ın işidir. Kendisi bu hususta Allah’ın halifesi olarak bu işleri yapmaktadır. Sonra dönecek, bir kul olarak o içtihadına göre amel edecektir.
İnsanlar bir araya gelecekler ve sözleşmeler yapacaklar. Bunu Allah’ın halifesi olarak yapmaktadırlar. Sonra da bu sözleşmelere uyarlar ki bu sefer de kul olurlar. İstişarî kararlar vekillerin aldığı kararlar olduğu için kendi kararları sayılır. Hakemleri de kendileri seçtikleri için onların verdiği kararlar da kendi kararlarıdır. Böylece birlikte aldıkları kararlarla birlikte çalışarak Allah’ın yeryüzündeki halifesi olurlar.
قَالُوا (QAvLUv) “Kavlettiler.”
Melekler dediler. Rab meleklerle istişare ederken, onlar çekinmeden itiraz etmişlerdir. Bu isyan manâsında bir itiraz değildir. Öğrenme anlamında bir itirazdır. İstişare esnasında insanın aklına ne gelirse onu söylemelidir. Kişiler başkalarından duyacaklarını istişarede duysunlar, ona göre direnmeye hazır olsunlar. Bu sebepledir ki fikir ne kadar saçma olursa olsun söylenmesi gerekir.
Adamın biri, bir yerlerden talimat alarak, Hazreti Muhammed aleyhisselâmı başında karikatür olarak dinamit fitili ile resimlemiş. Bu bir iddiadır. Bizim görevimiz sokaklara dökülüp onu susturmak değil, onun bu iddiasına ilmî ve tarihî cevabı vermektir. Böyle ifadelerden ancak gerçekten öyle olanlar gocunurlar.
Hazreti Muhammed aleyhisselâm o zamana kadar devlet kurma aşamasına gelememiş ilkel topluluğu devlet aşamasına ulaştırmıştır. Nitekim o zaman iki taraf arasında olan tüm savaşlarda 500 kişi ölmüş, bunun yarısı mü’minlerden, diğerleri de karşı cepheden idiler.
Marksistler ise kırk milyon insanı öldürdüler ve sonları da fiyasko olmuştur. İki dünya savaşı onların beyinlerinde neler olduğunu ifade eder. Bu kıssadan insanların çok büyük dersler almaları gerekir.
أَتَجْعَلُ فِيهَا مَنْ يُفْسِدُ فِيهَا (Ea TaCGaLu FIyHAv MaN YuFSiDu FIyHAv)
“Orasını ifsat edecek kimseyi mi ca’ledeceksin?”
“Orasını ifsat edecek kimseyi mi ca’ledeceksin?” diye itiraz etmektedirler.
“Ea” harfi ile soru sorduğunuz zaman ‘niçin böyle yapıyorsun’ anlamı anlaşılır. İnsanın görüşlerini serbest ifade etme hakkı vardır. İtiraz etme hakkı vardır. Melekler kendi karşı fikirlerini açıkça ifade etmektedir. İsyan, karar verildikten sonra karara karşı çıkmaktır. İstişarede ise her şeyi beyan etmek tamamen serbesttir. İnsanların yeryüzünü ifsat edeceğini söylemektedir. Diğer bütün canlılar arasında denge vardır.
Kurtlar çoğaldığı zaman kuzular azalır. Böylece aç kalan kurtlar azalmaya başlar. Kurtlar azalınca kuzular çoğalmaya başlar. Bütün canlılar arasında böyle doğal denge vardır.
Oysa insan öyle güçlü yaratılmıştır ki onu dengeleyecek güç yoktur. Dolayısıyla çevre kirliliği gibi bir sorunla karşı karşıya gelinmektedir. Bu husus ancak 20nci yüzyılda ortaya çıkmıştır. “Arzı ifsat ederler” demek, doğayı ifsat anlamındadır.
وَيَسْفِكُ الدِّمَاءَ (Va YaSFiKu elDiMAEa) “Ve kanlarını akıtırlar.”
Çevre kirliliği oluşturan insan dışında bir yaratık olmadığı gibi aynı türden canlılar arasında savaş da yoktur. Denge değişik tür canlılar arasında sağlanır. Kuzular kendilerini sadece kaçarak savunurlar, kurtları öldüremezler. Bunlar arasındaki denge başka canlılar arasında konan besin zinciri ile sağlanmaktadır.
Oysa insan çok güçlü yaratıldığı ve insanı yenecek bir canlı olmadığı için denge insanların kendi aralarında konan savaşlarla sağlanmaktadır. Savaş kıyamete kadar sürecektir. İnsanlar arasındaki denge böyle sağlanacaktır. Dolayısıyla kirlilik de sürecektir.
Bugünkü bazı aklı evveller, nasıl dünyayı beğenmeyip savaşa karşı faaliyette bulunuyorlar, nasıl et yemeyi ve dolayısıyla hayvan kesmeyi uygun görmüyorlarsa; melekler de o zaman aynı şekilde Allah’a itiraz etmektedirler. Bugün yaptıklarına bakarak bizim de ilk bakışta beğenmediğimiz insanı, o zaman melekler de beğenmemiştir. Bugünkü felsefecilerden biri aklı sıra ‘Allah insan projesinde başarılı olamamıştır’ demiş!
Oysa, canlılarda ayıklanma diye bir olay vardır. Savaş insan neslinde ayıklama müessesesidir. İnsan nesli böylece kendini korumakta ve uygarlıkta evrim olmaktadır.
وَنَحْنُ نُسَبِّحُ (Va NaXNu NuSabBiXu) “Biz seni hamdin ile tesbih ediyoruz.”
“Tesbih etmek”, yüzdürmek veya uçurmaktır. Arapçada uçmak “Tayr”, yüzmek “Havz” olarak ifade edilir. Ama bunların ikisini birlikte ifade eden bir kelime vardır, o da “Sebh”dir.
Fizikte bilinmektedir ki yüzmek ve uçmak aynı teknoloji ile yapılmaktadır. Merkeze çeken kuvveti yenmektir. Böylece “Sebh etmek” demek aynı zamanda merkezkaç kuvvettir. Nitekim Kur’an’da, “Hepsi bir yörüngede sebh ediyorlar” denmektedir. “Tesbih etmek” demek yüzdürmek demektir. Çekim kuvvetini yenecek işler yapmaktır. Kâinat ilk yaratıldığı günden beri bir yanıyla genişlemektedir, ama diğer yandan da her şey fanidir. Çökmektedir, yıkılmaktadır. Güneş ışık saçmakta ve soğumaktadır. Bir gün gelecek ve ışığı bitecektir. Yeryüzüne gelen ışık canlılar sayesinde kullanılarak çökmesi ve birden yok olması önlenmektedir. Canlı demek, bozulmakta olan Kâinat’ın ömrünü belirlenmiş zaman kadar korumaktır. Düzeni ayakta tutmaktır. Bunu yapmakla melekler görevlidirler. Düzenin bozulmasını önlemektedirler.
بِحَمْدِكَ (Bi XaMDiKe) “Hamdin ile tesbih ediyoruz.”
“Hamd”, karşılıksız oluşan iyiliktir. Değerdir. İnsanlar emeklerini harcarlar. Ama harcadıklarından daha fazlasını elde ederler. Böylece uygarlık oluşur, nüfus artar. Bu emek verilmeden elde edilen güce hamd denir. Bu Allah tarafından verilmiştir. Yani, melekler diyorlar ki, senin verdiğin gücü kullanarak biz yeryüzünde olmakta olan çöküntüleri, düşmeleri önleriz. Bir şeyi birisine verir, onun karşılığını alırsanız buna hamd demiyoruz. Verilenin karşılığını ödeme şükürdür. “Hamd” ise verilenden alınanlara karşılık dil ile bunu ifade etmektir. Bir tür bu nimeti kabul edip ondan yararlanmadır. Melekler de Allah’ın düzenini koruyarak ona hamd etmiş olmaktadırlar. Hamd ile ibadet arasında şu fark vardır. İbadet, bir karşılık almak için verilendir. Amelden öncedir. Hamd ise amelden sonra karşılık aldıktan sonra yapılan ameldir. Önce ibadet sonra istiane, önce istiane sonra hamd. Allah meleklere güç vermekte, o güçle düzeni korumaktadır. Bu hamddir. Çünkü güç önce verilmiş.
وَنُقَدِّسُ لَكَ (Va NuQadDiSu LaKa) “Seni takdis ediyoruz.”
“Takdis etmek” demek, toplantıya katılmak demektir. “Mukaddes yer”, toplantının yapıldığı yer demektir. “Takdis etmek” demek, toplantıya katılarak onun beyanlarını dinlemek demektir. Buradan öğreniyoruz ki meleklerin de ibadetleri var, namazları var, oruçları var.
قَالَ إِنِّي أَعْلَمُ مَا لَا تَعْلَمُونَ(30) (QAvLa EinNIy EaGLaMu MAv Lav TaGLaMUvNa)
““Sizin bilmediğinizi ben biliyorum” dedi.”
Hazreti Adem’den önce canlılarda evrim oluyordu. Zamanla yeni türler ortaya çıkıyordu. Bu evrimi melekler gerçekleştiriyordu. Şimdiki insan da böylece oluştu.
Ama bundan sonra biyolojik evrim sona ermiş ve sosyolojik evrim başlamıştır.
İnsanlar birçok şeyler keşfettiler. Yer yuvarlağının dışına çıktılar. Yarın oralarda kentler kuracaklardır. İnsanlar yalnız yeryüzünü değil, tüm Kâinatı imar edecek ve evrimleştirecek bilgi ve becerilere ulaşmaktadırlar.
İşte melekler bu evrimi bilmiyorlardı. Melekler sadece verilen projeyi uygulamakta idiler. Nitekim biz de bugün pek çok şeyi bilmiyoruz. Mesela, bundan elli sene evvel bilgisayarlardan haberimiz yoktu. Televizyon bilinmiyordu. Bugün biliyoruz. Yarın da bizim bilmediklerimizi gelecek nesiller bilecektir.
Bir cenine, bir bebeğe bakarak, ‘insana ne gerek var’ diyebiliriz. Ama ergin insanı görünce ‘olabilir’ deriz. İnsan öldükten sonra daha da yükselerek yeniden dirilecektir. İnsanı bugünkü hâliyle değil, geleceği ile değerlendirmek gerekir. İnsan yeryüzüne orası yani o yeni hayatı için getirilmiştir.
***
وَعَلَّمَ آدَمَ الْأَسْمَاءَ كُلَّهَا (Va GalLaMa EAvDaMa elEaSMAEa KulLaHAv)
“Ve Adem’e bütün esmayı tâlim etti.”
“Alleme” fiili kullanılmıştır. Yani, Hazreti Adem isimleri bir anda öğrenmedi. Eğitilerek öğretildi.
Bitkiler de dahil olmak üzere, bütün canlıkların dilleri vardır. Melekler de Allah ile ve kendi aralarında konuşmaktadır. İnsanlara öğretilen esmanın küllisidir. Yani, insanın adını bilmediği bir şey kalmamıştır.
“İsim” varlıklara insan beyninde verilen işaretlerdir.
Mesela “dağ” dediğimizde beynimizde bir varlık anlatırız. O özelliğe haiz ne kadar varlık varsa hepsinin adı dağdır. Mesela, ben bir dağ göstersem ve sizden birine ‘bu dağdır’ desem, onun beyninde ona benzer varlıkların adı dağ olur. Ne var ki, benim beynimdeki dağ ile onun beynindeki dağ aynı değildir.
Bir toplulukta dağ olarak kabul edilenleri iki şekilde düşünebiliriz. Bütün fertlerden her birine göre dağ olan o topluluğun dağ kavramı içindedir. Bunlara toplam dağ kavramı diyoruz. Bir de bütün fertlere göre dağ olanlar vardır. Buna dağ kavramının çarpımı diyoruz. Burada görülüyor ki, dağ kelimesinin delâlet ettiği manânın bir kısmı o topluluk için kesindir. Bir kısmı ise kimine göre dağdır, kimine göre değildir. Bu durum dilde esneklik ortaya çıkarmaktadır. Bu adlandırma sayesinde insanın ad koymadığı bir şey olmamaktadır.
“Eşyaların hepsini öğretti” demiyor, “isimlerin hepsini öğretti” deniyor. Çünkü eşyalara isim koyma kabiliyeti insana verilmiştir. İşte bu ad koyma sayesindedir ki insan mantığı ve matematiği geliştirmiş, bunun sonucunda da günümüzde bilgisayarları üretmiştir.
ثُمَّ عَرَضَهُمْ عَلَى الْمَلَائِكَةِ (ÇümMa GaRaWaHuM GaLAy eLMaLAEıKaTi)
“Sonra onları meleklere arz etti.”
Esmaya zamir gönderirken “Ha” zamiri kullanılmış ve akıllı olmayan varlıklara işaret etmiştir. “Arz ederken” akıllı varlıklar için kullanılan “Hum” zamirini kullanmıştır. İsimleri Adem’e öğretmiş, sonra tesmiye edilenleri meleklere arz etmiştir. Kimdir bunlar? Yani, meleklere arz edilen ve isimleri sorulan kimseler kimlerdir? O zaman diğer insanlar da yaratılmış mi idi?
“Sümme/Sonra” kelimesini kullanmaktadır. Yani, Adem’i yaratmış, eşini yaratmış, çocuklarını yaratmış ve aralarında konuşmaya başlamışlar. Kişilere de ad takmışlardır. Her biri birbirini adları ile çağırıyordu. Meleklere işte onları gösterdi. Hazreti Adem’in ehl-i beytini gösterdi. O kimselerin adlarını sordu. Bilemediler. Kendileri de birer ad takamadılar. Çünkü onlar mevcut dili biliyorlar ama yeni dil icad edemiyorlardı. İnsanlar ise kıyamete kadar yeni şeyler öğrenecekler ve onlara da isim verecekler, yeni şeyler icad edecekler ve onlara da ad vereceklerdir. Beyinlerinde o isimlere dayanan ilimleri geliştireceklerdir.
“Adem’e isimleri talim etti” deniyor da, “dili tarif etti” denmiyor. Çünkü ilk öğretilen isimlerdi. Kıyas yoluyla isimler çoğaltılıyor. Bunun yanında sıfatları, fiilleri, harfleri de zamanla insanlar oluşturdular. Dil oluşturma kabiliyetleri nedeniyle bugün uygar diller doğmuştur. Onunla Kur’an söylenebilmiştir. Dili üretme kabiliyetleri olduğu için değişik kavimler değişik dilleri oluşturdular. Aynı dili bilenler birbirleri ile anlaştılar. Böylece değişik uluslar ortaya çıktı. İnsanlar dilleri sayesinde insan oldular.
“Halife yaratacağım” diyor, sonra “Adem’e öğretti” diyor. Demek ki yarattığı halife Hazreti Adem’dir.
“Edm” kılları dökülmüş siyah deri demektir. “Buşr” ise kılları dökülmüş siyah olmayan, siyahtan kırmızıya çalan deri demektir. İlk yaratılan insan siyah idi. Zamanla DNA’larda eksilme meydana geldi ve siyah olmayan insanlar da ortaya çıktı. Bugün DNA araştırmaları Kur’an’ın bu ifadesini doğrulamaktadır. Çünkü siyah deriden beyaz derili DNA’lar oluşur ama aksi olmaz.
Burada şuna işaret etmemiz gerekir. İnsan kâinatta vardır ve diğer gezegenlerde yaşamaktadır. Kâinatın emaneti insana verilmiştir. Ama yeryüzündeki insanın ataları ise Adem oğullarıdır. Diğer gezegenlerdeki insanların ataları bizim dünyamızın atası olan Adem değil, başka Adem’lerdir.
فَقَالَ أَنْبِئُونِي بِأَسْمَاءِ هَؤُلَاء (Fa QAvLa EaNBiEUvNIy Bi EaSMAEi Hav EuLAvEi)
“Bunların isimlerini bana imba ediniz.”
Meleklere Hazreti Adem’in ehl-i beytini gösterdi ve onlara bunların isimlerini bildiriniz dedi. Onlardan basit bir şey istedi. Beş, on veya yirmi kadar insanın isimlerini sordu. Onlar bilemediler. Çünkü onlar ad takmayı bilmiyor, bir de kendilerine öğretilen şeyleri öğrenemiyorlardı. İnsanoğlu ise hep ilmini genişletmektedir. Dili de gelişmektedir. Uygarlık da o sayede gelişmektedir.
Burada bilgisayardan örnek verebiliriz. Yazılan programı çalıştırma başkadır, programı yazma başkadır. Melekler yazılı programı çalıştırmayı iyi biliyorlardı ama program yazmayı bilmiyorlardı. İnsan ise program yazmayı öğrenmişti. Mesela, biz de marketin çok gelişmiş programını alıp uygulayabilirdik. Ama o zaman da bir yenilik yapmazdık. Şimdi, belki kendi programımız basittir ama her zaman geliştirebilmekteyiz.
إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ(31) (EiN KuNTuM ÖAvDiQIyNa) “Sadık iseniz.”
Ne hususta sadık iseniz? Hamdin ile Sen’i tesbih ederiz sözünüzde sadık iseniz, insanın yaptığını siz de yapabilecek durumda iseniz, o halde siz de şu birkaç kişinin adlarını bir sayıverin.
***
قَالُوا سُبْحَانَكَ (QAvLUv SuBXANaKa) “Sen sübhansın dediler.”
Yani, Sen her şeyi bilen ve bildirensin. Bizim itirazımız öğrenme hususunda idi, yoksa biz Sana bir şey öğretmiş durumda değildik. Melekler yaptıklarından dolayı özür dilediler.
Ama bugün kimi insanlar hâlâ insanın başarısız bir proje olduğunu söyleyebiliyorlar.
İnsan zor bir projedir. Allah her şeye kadirdir. Ama Allah bir ikinci tanrı yaratmaya kadir değildir. Çünkü ikinci tanrının varlığı muhaldir. Allah ikinci tanrıyı yaratmamıştır, ama Allah insanı yaratmakla tanrıya halife yaratmıştır. İşte meleklerin aklının ermediği nokta burasıdır.
İnsan halife olarak vazi-i şeriat olmaktadır. Sani-i âlât olmaktadır. Melekler de DNA gibi bir çok yeni şey yapmaktadırlar. Ama proje Allah tarafından verilmektedir. İnsan ise kendisi proje yapmaktadır.
لَا عِلْمَ لَنَا إِلَّا مَا عَلَّمْتَنَا (Lav GiLMa LaNAv EilLAv MAv GalLaMTaNAv)
“Bize talim ettiğinizden başka ilmimiz yoktur.”
Yani, melekler kendileri ilimlerinde bir geliştirme yapamazlar, ne biliyorlarsa onu biliyorlar.
Diğer hayvanlar da böyledir. Arılar ve karıncalar çok iyi birer mühendistirler. Bizim yapamadığımız petekleri yapmakta ve bal üretmektedirler. Ama mühendislikleri milyon yıldır hep böyledir, değişip gelişmemiştir. Oysa, insanın bundan elli yıl önce yaptığı fotoğraf makinesine bakınız, bir de şimdi yaptığına bakınız. Birbirine benzemiyor bile. İnsandan önce gelen hayvanlar da alet kullanıyordu, ateş yakıyordu, avcılık yapıyordu, toplayıcılık yapıyordu. Hattâ çobanlık yapan hayvanlar da vardır. Ne var ki kullandıkları aletler hep aynı idi. Dolayısıyla çeşitleri azdı. İnsan ortaya çıkınca kullanılan taşlar bile birbirine benzemez oldu ve çok çeşitlendi. Bu özellik meleklerde de yoktur.
إِنَّكَ أَنْتَ الْعَلِيمُ الْحَكِيمُ(32) (EinNaKa EaNTa eLGaLIyMu eLXaKIyMu)
“Hakîm alîm olan Sen’sin.”
“Hakîm” hükmeden demektir. “Alîm” ise bilen veya bildiren yani öğreten Sen’sin demektir.
Her iki kelime de harfi tariflerle gelmiştir. Bilen ve hükmeden yalnız sensin demektir. Her şeyi bilen ve her şeye hükmeden Sen’sin demektir.
Rab bunları meleklere sorduğu zaman Hazreti Adem bunların konuştuklarını duyuyor mu idi? Allah Adem ile nasıl konuşuyordu? Bugün biz melekleri göremiyoruz, Allah’la doğrudan konuşamıyoruz. Bunlarla yapılan konuşmaları o zaman Adem ve yanındakiler duyuyorlardı. İnsanda melekleri görme ve onları duyma melekesi vardı. Ancak bu özellik yalnız peygamberlere verilmişti.
İnsan beyninde köreltilmiş birçok DNA’lar vardır. O DNA insan olgun yaşta iken de açılabilir. Peygamber olacak kimseye melek gelir ve beyindeki o devreleri oluşturacak DNA’lar açılır, o insan meleklerle melek istediği zaman konuşabilir.
Son peygamberden sonra vahiy kesildiği için artık o konuşmalar yapılmamaktadır.
***
قَالَ يَاآدَمُ أَنْبِئْهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ (QAvLa YAv EaDaMu EaNBiEHuM Bi EaSMAEiHiM)
“Şöyle dedi: Ey Adem onlara isimlerini inba et.”
Melekleri insanlar görmeseler de melekler insanları görmektedirler. Bugün de şeytan ve melek biziz, görebilir ama biz onları göremeyiz. Ağaçları biz görüyoruz ama ağaçlar bizi görmüyor. Yahut kamera koyuyoruz, biz oraları görüyoruz ama onlar bizi görmemektedir. Gece gören gözlüğü takanlar çevreyi görürler, çevredekiler ise onu görmezler. Hazreti Adem yanında olanların isimlerini saydı.
فَلَمَّا أَنْبَأَهُمْ بِأَسْمَائِهِمْ (FaLamMAv EaNBaEaHuM Bi EaSMAEiHiM)
“Onara isimlerini onlara inba edince.”
“Onara isimlerini inba edince” demek, Hazreti Adem melekelere inba etmiştir. Hazreti Adem melekleri görmektedir. Çünkü o nebidir. Onun melekleri görme DNA’sı açılmıştır.
İnsan doğduğu zaman konuşma DNA’larına sahiptir. Ama belli yaşa gelinceye kadar konuşamaz. Konuşma melekesi kapalıdır. İnsan için de bu böyledir. Kur’an’da, âhirette parmak izlerini bile tesviye edeceğiz deniyor. Yani insan aynı DNA’larla gelecektir. Ölüm DNA’ları düzeltecek demektir. Bir de meleklerle görüşme DNA’ları da faaliyete geçecektir. Âhirette başka insan olmayacaktır. İnsan yine bu insan olacaktır. Hazreti Adem meleklere topluca hitap etmiştir.
قَالَ أَلَمْ أَقُلْ لَكُمْ (QAvLa EaLaM EaQuL LaKuM) “Ben size kavl etmedim mi?”
Burada meleklerle istişare yapmaktadır. Onlarla tartışmaktadır. Sonra da göstererek öğretmektedir.
Adem’i yaratıyor, ona esmaı talim ediyor. Onlar bilemiyorlar, Adem ise onlara bildiriyor. Bu çok basit bir olay, ama bu insanlığın yeryüzünde nasıl sonra hükümran olacağını bu basit olayla meleklere anlatıyor.
Çünkü insan yeryüzünde yalnız başına hareket etmeyecektir. Melekler ve cinden olan şeytan insanı insan yapacaktır. Çünkü irade sahibi olarak karar almak çok zor iştir. İnsan ancak dengede olduğu zaman karar alabilir. Tam sırtın üstünde yürüyen insan sağ yamaca veya sol yamaca kolayca meyledebilir ama yamacın altında olan insan tırmanıp tepeyi aşamaz, ona çok zor olur.
İşte, Allah insanı yarattı ama ona iki yolu gösteren mihmandar da verdi. Bu olay işte o melekleri ve şeytanları görevlendirme merasimidir. İlk yapılan zordur. Ondan sonra artık herkes kendi işini bilir.
إِنِّي أَعْلَمُ غَيْبَ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ (EinNIy EaGLaMu ĞaYBa elSaMAvVAvTı Va eLEarWı)
“Ben semavât ve arzın ilmini biliyorum.”
Daha önceki konuşmalarda “Ben sizin bilmediğinizi biliyorum.” demiştir. Demek ki orada tartışmalar uzun sürmüştür ve onlara neyi bilmediklerini de söylemiştir. Orada anlatmadı da onu burada anlatıyor.
Gayb şehadetin karşılığıdır. Görünmeme gaybdır. Uzakta olanlar, perde arkasında olanlar gayb olduğu gibi geçmişte olanlar ve gelecekte olanlar da gaybdır. İnsanların yeryüzünde neler yapacaklarını Allah bilmekte idi. İnsanı onun için yaratıyordu. Daha önce dinler yöreye ve zamana göre değişiyordu. Çünkü o zaman bugünkü ulaşım, haberleşme, korumaya alma, yorumlama imkanları yoktu. Onun için kitaplar ve peygamberler farklı idi. Oysa şimdi tek kitap var ve artık yeni vahiy gelmeyecektir. Eğer biz meleklerin yerinde olsaydık, Kur’an’ın nâzil olup son kitap olmasına itiraz ederdik. Eskimolar bundan nasıl yararlanacak derdik. Bin sene sonra bu kitabı nasıl bulacaklar derdik. Düşünün ki o zaman daha kâğıt icad edilmemiş. Ama gaybı bilen Allah günü geldiğine hükmetmiş ve Kur’an’ı indirmiştir. Eğer böyle yapmasaydı, çıkıp da bu tek ümmet olan insanlığa bu ayrı kitaplar ve peygamberler nedir derdik. Kur’an’dan başka kitaplarının asıllarının elimizde olmayışının hikmeti de budur. O kitaplar Kur’an’ın ilahi kitap olduğuna şehadet ediyor. Ama zamanla asıllarının kalmaması ile de Kur’an’ın tek metin olarak elde bulunmuş olmasıdır.
وَأَعْلَمُ مَا تُبْدُونَ وَمَا كُنتُمْ تَكْتُمُونَ(33) (Va EaGLaMu MAv TuBDUvNa Va MAv KuNTuM TaKTuMUvNa)
“İbda ettiğinizi de ketmettiğinizi de ilm ediyorum.”
Demek ki meleklerin içlerinde daha pek çok düşünceleri vardı. Ama onlara fazla söz hakkı tanımadı. Söylemenize gerek yok. Önce bir yapayım, göstereyim de sonra sizinle tartışalım. Bu da çok önemli bir husustur.
“Adil Düzen”i anlatıp savunmamız bir şey ifade etmez. Göstermemiz gerekir. Necmettin Erbakan’ın “Adil Düzen” kitabında anlatılanlar vardır. Refah Partisi iktidara gelip hükümet olunca orada yazılanların ne kadarı hükümet programında yer aldı. İşte hata bu idi. Çünkü koalisyonda bakanlara müdahale esası alınmıştı.
Oysa Millî Görüşçüler onlarla şöyle anlaşma yapacaklardı. Önce ittifak ettiğimiz hususlarda kurallar koyalım ve onu uygulayalım. Ama ittifak etmediğimiz hususlarda biz bizim “Adil Düzen”i uygulayacağız, siz de sizin düzeninizi uygulayın. Başarı kriterlerini baştan tesbit edelim. İki sene böyle uygulayalım. Sonra eğer ikisi de başarısız olursa iktidarı bırakalım. Biri başarılı olursa diğeri ona uysun, ikisi de başarılı olursa öyle devam ederiz denmeli idi. Erbakan kendisinde olmayan bakanlıklara asla karışmayacaktı. Çiller de bizim bakanlıklara karışmayacaktı. Başarı notunu hakemler takdir etmeliydiler. Her türlü nizalar hakemlerle çözülmeli idi. Böylece gösterilerek insanlara anlatılmalı idi. Öyle yapılmadı, hak ile bâtıl karıştırıldı. Başarının nereden geldiği bilinmedi. Sonunda tasfiye edildi. Bugün biz Adil Düzenciler görmeden inanacağız. Gaybın alimi olacağız. Ama karşımızdakilere göstererek anlatacağız. Çünkü Allah böyle yapmıştır.
Arz ve semavat bizim üç boyutlu uzaydır. Bundan 13,7 milyar yıl önce yaratıldı. Yaratılışta bir gaye vardı ve gayeyi Allah bilmektedir. Bugün yapılanlara bakıp da bu yanlış diyebiliriz ama ileriki hedefler için o gereklidir. Kişileri yirmi yaşında askere alıp savaş eğitimi vermek basit akılla makul değildir. Ama böyle yapmayanlar varlıklarını sürdüremezler.
Bu konuyu kapatırken bir hususa işarette yarar vardır. Müsbet ilmin varsayımlarına göre değil de, kör sezileri ile düşünenler, Allah’ın böyle melekleri ve insanı karşısına alarak tartışması ve hitabı mümkün değildir, sadece belli prensipleri anlatmak için yazılmış temsili senaryodur, diyorlar. Oysa, müsbet ilmin ilkeleri vardır.
1. Hiçbir şey yoktan var olmaz, var ise de yok olmaz. Sebepsiz bir şey değişmez. Eskiden beri, ‘insan hep vardı, yaratılmamıştır’ diyorlardı. Bu görüş de akla uygundur. Ama bugün insanın en çok yüz bin yıl önce yaratıldığı bilinmektedir. İster maymundan, ister çamurdan, önemli değil, ama yaratılmıştır. O halde, insanın sebepsiz kendiliğinden yaratıldığını iddia etmek müsbet düşünceye aykırıdır.
2. Değişmeler birtakım kanunlara tâbidir. O kanunlar değişmez. Mesela, yer çeker, bu değişmez. Yahut, ateş ısıtır, bu değişmez. İnsanlar bu kanunları kullanarak birtakım işler yaparlar. Uçağı yaparlar ama uçma kanunlarını değiştiremezler. İnsandan başka uçanlar var, mesela sinekler de uçuyor. O halde bunları yapan ve insana benzemeyen görmediğimiz varlıklar vardır. Bunu kabul etmemek müsbet ilmin ikinci varsayımına aykırıdır.
3. Doğada evrim vardır. Canlılar tür evrimleşmesi ile bu hâle gelmiştir. İnsanlarda da evrim vardır. İnsanın zekâsı ile uygarlık buraya kadar ulaşmıştır. İnsan da bu evrimin eseridir. O halde bu evrimin gerçekleştiği bir olay vardır. Burada bu anlatılmaktadır. Hayali değildir, senaryo değildir. Gerçek bir olaydır. Bunu hayal kabul etmek ancak başka olayların ikamesi ile mümkündür. Bu da ancak insanlardan başka onları bildiren birilerinin olmasıdır. Bütün dinler buna yakın kıssa anlatmaktadırlar.
4. Müsbet ilmin temel varsayımlarından biri de olayları sonuçları ile değerlendirmektir. Buradaki sonuç da şudur. Bu olay insan iradesini açıklıyor. Oysa bunun dışında insan iradesini açıklayan bir varsayım yoktur. Daha açıklayıcı varsayım gelinceye kadar bu kıssayı senaryo olarak göremeyiz.
ADİL DÜZEN 348
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 10. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ اسْجُدُوا لِآدَمَ فَسَجَدُوا إِلَّا إِبْلِيسَ أَبَى وَاسْتَكْبَرَ وَكَانَ مِنْ الْكَافِرِينَ(34)
وَقُلْنَا يَاآدَمُ اسْكُنْ أَنْتَ وَزَوْجُكَ الْجَنَّةَ وَكُلَا مِنْهَا رَغَدًا حَيْثُ شِئْتُمَا وَلَا تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ فَتَكُونَا مِنْ الظَّالِمِينَ(35) فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ وَقُلْنَا اهْبِطُوا بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ وَلَكُمْ فِي الْأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ إِلَى حِينٍ(36)
فَتَلَقَّى آدَمُ مِنْ رَبِّهِ كَلِمَاتٍ فَتَابَ عَلَيْهِ إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ(37)
وَإِذْ قُلْنَا لِلْمَلَائِكَةِ (Va EıÜ QuLNAv LiLMaLAEıKaTı) “Melaikelere dediğimizde.”
İnsanlar bugün nasıl binalar yapmakta, gemiler yüzdürmekte, uçaklar uçurmakta ise; melekler de Allah’ın onlara öğretmesiyle yıldızları, güneşi, gezegenleri, ayı, yeryüzünü, dağları, ırmakları düzenlemiştir. Nasıl bir apartman kendi kendine varolmazsa, onlardan daha çok, daha zor ve karışık olan bu âlem de varolmaz.
İnsanlar nasıl şimdi bilgisayar yapmakta ve ben onunla yazabiliyorsam, benzer şekilde DNA’larla melekler de canlıları ortaya çıkarmaktadır. Bizi onlar düzenlemişlerdir. Meleklerin dizayn ettiği bu insan meleklerin yapamadıklarını yapmaktadır. Bilgisayarlar da bizim yapamadığımızı yapmaktadır. İnsan ile melek arasındaki ilişki bitmemiştir. Hazreti Adem’den sonra da bu ilişki kıyamete kadar sürüp gidecektir. Meleklere gerekli dersleri verip insanla ilişkisinin ne olduğunu öğrettikten sonra da artık onlara gerekli emri vermektedir.
اسْجُدُوا لِآدَمَ (uSCuDUv LiEAvDaMa) “Adem’e secde ediniz.”
İnsanların diğer insanlara karşı davranışları dört hareketi sembolize eder.
Kıyam, yanındayım, seninle beraberim, seni yalnız bırakmıyorum demektir. Rüku, emirlerine itaat ederim, seni dinlerim demektir. Secde ise, bütün çalışmamı senin için yapar, senden başka kimseye hizmet etmem demektir. Kade ise, senden taleplerim var, isteklerim var demektir. Namazda bunların dördü de farzdır. Başkası için kıyam yapmak meşrudur, rüku yapmak günahtır, secde yapmak küfürdür. Kade de rüku gibidir.
Allah meleklere “Adem’e secde edin” demiştir.
Bu, onların tam hizmetine girin ve başka işlerle meşgul olmayın demektir.
Allah insanı günah ve sevab işleyecek şekilde yaratmıştır. Bunu başarması için insanı sevaba ve günaha çeken güçlerin olması gerekir. Arabayı sürdüğünüz zaman ancak yol ayırımında sağa veya sola gidebilirsiniz. Çift yol yoksa tercihinizi yapamazsınız. Tercihi Konya veya İstanbul levhası ile yaparsınız.
Adem oğlu da tercihini ancak kavşaklarda ona yol gösteren varsa, gideceği yer için ikmali yapan varsa tercih yapabilir, cennet veya cehenneme gidebilir. Burada emir verilen melekler insan için görevlendirilmiş meleklerdir. Melekler ne yapacaklardır? Bir kimse bir iş yaptığı zaman bu işin filmi çekilmektedir. Ne yaptığı noktası noktasına kaydedilmektedir. Dördüncü boyut budur. Ama yapılan işlerin sevab ve günah derecelerinin de kaydedilmesi gerekmektedir.
Meleklerin görevi insanın işlediği fiilin sevab ve günah derecelerini tesbit edip bilgisayara geçirmektir. Onlar bunu bâtın uzayda yaptıkları için biz göremiyoruz. Meleklerin başka bir görevi de doğru yolu göstermek ve uyarmaktır. Şeytan kötü yola koymaya çalışırken, melekler de iyi yola koyarlar. Meleklerin başka bir görevi de, insan savaşta olduğu zaman zor durumlarda yardımda bulunmaktır. Her insan için iki veya üç görevli melek vardır, her zaman insanla beraberdirler. Başka işleri yoktur. Allah onun için “secde ediniz” diyor.
فَسَجَدُوا (Fa SaCaDUv) “Secde ettiler.”
Melekler insanlara secde etmediler, insan için secde ettiler. Yani, Allah’ın emri ile insana hâdim oldular. Bu secde Adem’in tazim edilmesi için değildir, Adem’in işlerini görmesi içindir.
Biz asıl Kâbe’ye doğrulup secde ediyoruz. Oradaki taşı kutsallaştırmıyoruz. Allah’ın gösterdiği bir hedef olarak oraya yöneliyorsak, melekler de bir yön olarak insan tarafına yönelerek Rab’lerine secde etmektedirler. Yani, insanın hizmetine girerek Allah’ın verdiği görevleri yapıyorlar.
إِلَّا إِبْلِيسَ (EilLAv EıBLIySa) “İblis dışındakiler secde ettiler.”
İnsanın yaratılmasının tamamlanması için meleklerin yanında bir de şeytana gerek vardır.
Canlılarda mikroplar olmazsa hayat olmaz. Dengenin sağlanabilmesi için karşı gücün oluşması gerekir.
“İblis”, “Belese”den gelen bir kelimedir. “İflas” kelimesi ile akrabadır. Her şeyini kaybetmiş, ümitsiz kalmış anlamındadır. “İblis” Adem’e secde edilmesini emrettiği cinin adıdır. Adem karşılığıdır. “Şeytan” ise insan gibi insanı iğva ile görevlendirilmiş cinlerin adıdır.
Allah kendisine muhatap olarak dört çeşit varlık yaratmıştır: Melek, cin, ruh ve insan. Melek ile ruh bâtın âlemin varlıklarıdır. Bunlar zâhir âlemin imkânlarından yararlanmadan da hareket edebilir ve iş yapabilirler. Melek cinsinden olmakla beraber, zâhir âlemle temas kurmadan hareket edemeyen varlıklara cin denmektedir. Ruh da zâhir âleme muhtaç olmadan hareket etme imkânına sahiptir. Ruhların bir kısmı maddi bedeni olmadan hareket edemezler. Bunlar da insanlardır. Ruh ve melek günah işleyemezler. Oysa cin ve insan günah işleyecek şekilde var edilmiştir. Şeytan cinlerden olan iblis, insanı iğva etmek için var edilmiştir.
İster bâtın âlemde, ister zâhir âlemde olsun, her şey mekân ve zaman içinde atomlardan oluşmuştur. Moleküller vardır, atomlar vardır. Moleküller atomlardan oluşmuştur.
Temel kural şudur. İnsan ve ruh moleküllerden oluşmuştur. Melek ve ruh atomlardan oluşmuştur.
Buradaki bu sonuçlar matematikteki şu kurallardan oluşmuştur.
Matematikte mükemmel cisim ne demektir?
Baştan belirlenen bütün işlemlerin yapılabilmesi için yeni sayılara ihtiyaç olmayan sayılar ve fonksiyonlar topluluğuna “mükemmel cisim” denmektedir. Matematikte bu ancak bâtınî sayıları kabul ettiğimizde mümkündür. Batılılar buna “imajiner”, Osmanlılar “hayali”, Türkler ise “sanal sayı” demektedirler.
Kur’an ise bunlara “bâtınî sayı” demektedir. O halde bâtınî varlıkları ruh ve cin olarak alıyoruz.
Yine bugün fizikte parçacık teorisi vardır. En küçük parça yarımdır. Yani, parçalar 1, 2, 3, 4 şeklinde değil de; yarım, bir buçuk, iki buçuk, üç buçuk şeklinde birleşirler. Bundan dolayı birbirini çeken cisimler birbirine yaklaşınca iterler, itenler de çekerler. Çekirdek yarım parçacık üzerinde molekül ise tam parçacık üzerinde çalışırlar. Cin ve insanlar çekirdek birleşmeleri ile, ruh ve melekler de molekül birleşmeleri üzerinde çalışırlar. Eğer bizim matematiğimiz Kâinatı tam olarak tasvir ediyorsa, -ki şimdiye kadar hep etmiştir,- o takdirde melek, cin ve ruhun da olması gerekir.
أَبَى (EBAv) “İbâ etti.”
“Ebb” otlak demektir. Çevrilmiş çayır anlamındadır. Hayvanı yularla çektiğin zaman gelmemesi ve direnmesi “İbâ” ile ifade edilmektedir. Direnmesi gelmemesi demektir.
İblis insanın hizmetinde olmayı kabul etmemiştir.
Hitap meleklere iken, acaba iblis neden karşı çıkmıştır? Meleklerin, verilen emirlerin bir kısmını yerine getirmekte cinlerden yararlanmaları gerekir. Bazı işler melek-cin işbirliği ile yapılmaktadır. Zâhir âlemde düzenleme ancak cinlerle yapılmaktadır. Allah istişare etmek ve görevlendirmek için melekleri çağırdığı zaman iblisi de çağırmıştır. Dolayısıyla hitap sadece meleklere değil, iblise de olmaktadır.
Allah iblisin bunu kabul etmeyeceğini bilmektedir. Sadece meleklere göstermek için ve iblisin de kendi konumunu bilmesi için onu da çağırmıştır. Melekler baştan itiraz etmekle beraber, sonra emri yerine getirmişlerdir. Çünkü onlar zaten itaatsizlik edemezler. İblis ise karşı çıkmıştır. Karşı çıkması makuldür. Çünkü üstün varlık daha aşağı varlığa hizmet etmekle emrolunuyor.
İnsan ve cin, melek ve ruhlardan üstündürler. Çünkü insan ve cin hem bâtın hem de zâhir âlemde varlar. İnsanın cinden üstünlüğü yoktur. Ama Allah insanı bütün varlıklardan ekrem olarak halk etmiştir.
وَاسْتَكْبَرَ (VaiSTaKBaRa) “İstikbar etti.”
Allah bütün mahlukata kendileri için ne gerekiyorsa onu vermiştir. Melekler, o varlıklara gerek yok,. dertsiz başımızı derde sokma demişlerdir. İblis ise daha üstün varlığın oluşmasını ve onun hizmetlisi olmayı reddetmiştir. Tüm insanlar tutucudur. Yeni bir şey önerdiğiniz zaman kimse onun değişmesini istemez.
Konsinye marketi oluştururken bununla hep karşılaştık.
Demek ki bu haslet melek ve cinlerde vardır. Evrime karşıdırlar.
İnsanların bir kısmı bu evrimi benimsemişlerdir. İblis ise istikbar etmiş; “Onu moleküllerden, beni çekirdekten var ettin, ben ona niye hizmet edeceğim?” demiştir. Burada yine insanlarda mevcut olan bir hasletin cinlerde de olduğu oraya çıkmaktadır. Herkes kendisini çok kıymetli görür.
Görülüyor ki, şuurlu dört varlık da birbirine benzer hasletlere sahiptirler.
Eski kitaplarda melek ve cinlerin bu hasletleri anlatılmıştır. İnsanlar sonra bunları tanrılaştırmışlar ve tanrılar olarak insan benzeri davranışlar atfetmişlerdir. Oysa, Allah’ın sıfatları Allah’ın bizde görünen ve bize etki eden şeklidir. O’nun zati özellikleri değildir. O sübhandır. Yani, onlarda beşerî zafiyetler yoktur. Beşerî zafiyet diyoruz, hılkî zafiyetler dememiz gerekir, Yani fıtrî zafiyetler demeliyiz.
وَكَانَ مِنْ الْكَافِرِينَ(34) (VaKAvNa MiNa eLKAvFiRIyNa) “Kâfirlerden oldu.”
“Küfür”, bile bile aksini iddia etmek, hakkı gizlemek, saklamak, örtmek, kapatmak demektir.
Şeytan Allah’ı her hâliyle bilmektedir. Onun kâfir olması bilgisizlikten ileri gelmemektedir.
Bile bile aksini iddia etmek küfürdür. Bunun en açık delili bu âyettir. Küfredenlerden bahsederken hep kurallı erkek çoğul getirmiştir. Yani, küfür tek başına olmamaktadır. Küfür cemaatçe yapılmaktadır. Birleşiyorlar, bile bile aksini savunuyorlar. İşte onlar yani böyle yapanlar kâfirdirler.
Başörtüsünün lâikliğe aykırı olmadığını onlar da çok iyi biliyorlar, ama bile bile aksini ilân ediyor, hem de onu kutsileştiriyorlar. Arka bahçe gibi uydurma gerekçelerle yasaklar icad ediyorlar. Birileri cumhuriyeti istismar etse biz cumhuriyeti mi yasaklayacağız? İşte, bile bile aksini iddia etmek tek başına mümkün değildir.
Ancak bir kâfirler örgütü böyle bir şey yapabilir. Bulunduğun toplulukta herkes aksini iddia ediyorsa, sen de asgari olarak susarsın. İddia edenlerin hiçbirisi ona inanmış olmaz ama kendini göstermek için o küfür kavramını istismar eder. Bu sebeple kâfir oldu demiyor da “kâfirlerden oldu” diyor. Yani o cemaatten oldu.
***
وَقُلْنَا يَاآدَمُ (Va QuLNAv YAv EaDaMu) “
Daha önce Adem’e isimler öğretmişti. Meleklere haber diye emir vermişti. Şimdi ise artık melekler ve iblis görevlendirilmiş, insanın da iradesi ile hareket etme durumu ortaya çıkmıştır. Adem’i muhatap almış ve onu mükellef kılmıştır. Allah insanlara yani topluluklara başkanlarını muhatap alarak hitap eder.
Kamu görevleri verilirken daima tek sorumluyu ortaya koyacaksınız. Hiçbir iş iki sorumluya verilemez. Görev, yetki, sorumluluk ve hak hep teker teker verilir. Bunlar birbirinden ayrılmaz ve ortak olarak bir kişiden fazla verilmez. Kademeli görevlendirme olur, görevden alınma olur, görev kollektif olmaz.
Görevli onu görevlendirene karşı değil, şeriata karşı, topluluğa karşı, yani Allah’a karşı sorumlu olur. Hakemler karşısında muhakeme edilir. İşte bu sebepledir ki Allah da hitabı Adem’e yapmış, zevcine yapmamıştır. Adem’e yapılan emrin aynı zamanda zevcine yapılan emir olduğuna burada işaret vardır. Siyasi sorumluluk erkeğe verildiği için Hazreti Adem muhatap alınmıştır. Bunun bugünkü uygulamada tezahürü, iki kişi beraber olunca biri imam olur. Onun imamlığı bir namazdan ondan sonraki namaza kadar sürer.
اسْكُنْ أَنْتَ وَزَوْجُكَ (USKuN EaNTa Va ZaVCuKa) “Sen ve zevcen sakin ol.”
“Zevc” kelimesi Türkçede olduğu gibi eş demektir. Karı-kocadan her biri birbirinin zevcidir. Kur’an’da “Zevce” (yani hanım) kelimesi yoktur. Bu da eşler arasında tam eşitlik olmasını teyit eder.
Kadın çocuk doğurur ve büyütür, erkek ise nafaka temin eder ve savunur. Asıl iş yapan ve çocuğu büyüten annedir. Baba onun hizmetçisidir. Ancak, eşitliğin korunması için doğrudan anne muhatap alınmamıştır. Babaya ‘annenin işlerini yap’ emri verilmiştir. Böylece karı-koca arasında eşitlik sağlanmıştır.
Şimdiye kadar evrimde yeni türlerin nasıl ortaya çıktığı konusu açıklanmış değildir.
Yeni türün sıçrama ile var olduğunu hem kazılardan, hem de DNA zincirinden kesin olarak biliyoruz. Onlar bu sıçramanın mutasyonla yani genlerin bozulması ile; biz ise genlerin tebdili ile ortaya çıktığını biliyoruz. Ancak mutasyonun izah edemediği husus eşlerin nasıl meydana geldiğidir.
Bizim izahımızda ise mesela maymunun karnında yeni gen düzenlemesiyle insan ortaya çıktı, insan doğdu. Buna benzer olay katırda görülür. Eşek at ile birleşirse katır ortaya çıkar. Katır kısırdır.
Ama şu sorulabilir. Maymunun atası önce Adem’i doğurdu, sonra o büyüyünce zevcini mi oluşturdu? Yoksa, aksine, önce zevci yaratıldı, sonra Adem mi yaratıldı? Yoksa, ikisi ikiz olarak mı, yumurta ikizleri olarak mı meydana geldi? Kadında Y kromozomu yoktur. O halde ilkin kadın yaratılamazdı. Erkekte de çocuk büyütme rahmi yoktur, erkek de olamazdı. En makul izah, ikisinin birden yaratılmasıdır. Bu hususta tam bir kanaate varabilmemiz için gerek Kitap’ta, gerek biyolojide araştırmalar yapmamız gerekir.
Yine şu sorulur. Nasıl oluyor da yeni tür oluşuyor?
Burada meleklerin müdahalesi olmadan bu işi izah etmek çok zordur. Gerçi genetik kodlaması ile yeni türün oluşması mümkündür. Ama o zaman bir çiftin değil, birçok çiftlerin ortaya çıkması gerekir.
Bunun böyle olmadığı gerek biyolojiden, gerekse Kur’an’dan bilinmektedir. Yeni türlerin genlerle değil de, meleklerin müdahalesi ile yapıldığını kabul etmek daha uygundur, daha ilmîdir. İlk hücreyi yapan melekler daha sonra onda değişikliği kolayca yapabilirler. Melekler, ilk hücreyi dizayn edenlerdir. Böyle kimselerin olduğunu inkâr etmek müsbet ilmi inkârdır. Tanrı’yı reddedenler melekleri hiç reddedemezler. Melekler yapmadıysa, o zaman Tanrı yaptı diyebiliriz, ama Tanrı da yapmadıysa kim yaptı? İşte o yapanların adı melektir.
Bugün kesin olarak biliyoruz ki, bundan iki milyar yıldan önce yeryüzünde canlı yoktu. Beş milyar yıl önce henüz sıcaklık o kadar fazla idi ki kâinatta canlı yoktu. O halde bu canlı hücresini birisi yapmıştır. Çünkü sebepsiz sonuç olmaz. Biz bunu yapana “melek” diyoruz. Allah işte bu meleklerle konuşmaktadır.
الْجَنَّةَ (eLCanNaTa) “Cennette sakin olur.”
“Cennet” kelimesi, ağaçlı yemişliktir. İnsan meyve yiyen canlı olduğu için yaz kış meyve veren ağaçlıklar içinde yerleştirildi. Adn cenneti böyle bir cennettir. İnsan soyu maymundan geldiği için o da maymunlar gibi meyvecil varlıktır. Ne var ki insan maymun gibi ağaçlarda sıçrayıp meyve toplayamaz. Yerde dik olarak yürüyecek şekilde yaratılmıştır. Onun için daha uygun yemişlikler arasında olmalıdır.
Bu yer neresidir?
Nil kenarında olduğu sanılmaktadır. Çünkü Hazreti Adem siyah derilidir. Siyah derililer orada yaşamaktadırlar. Sonra Ekvator’dan kuzeye doğru yürüyüp Mısır’a indiler. Sonra da Filistin ve Şam’ı geçerek Fırat ve Dicle ırmaklarının kenarlarına geldiler. Yazın yukarılara kadar çıkarak Murat kolu ile Palandöken’e kadar çıktılar. Oradan Çoruh ve Aras nehirleri ile Kafkasya’ya gittiler. Sonra soğuklar başlayınca avcılık dönemi başladı. Avların peşine takılan insanlar tüm karaları ve adaları işgal ettiler. Avların peşlerine düşerek akarsular üzerinde sallarla sürüklendiler.
Buradaki cennet işte Nil’in yukarı yerlerinde, Ekvator’da bir yemişliktir.
Bugünkü ilmin de teyit ettiği makul izah budur.
Başka bir teoriye göre de, insan yeryüzünde yaratılmadı, gökyüzünde bir gezegende yaratıldı. Allah sonra bunları karı-koca olarak yeryüzüne indirdi. Kendisi ve eşi, hattâ çocukları uzaydan getirildiler.
Üçüncü görüşe göre ise bizim âhirette gideceğimiz cennette yerleştirildi. Yani, bizim üç boyutlu uzayımızda değil, beş boyut içinde başka bir dört boyutlu uzayda var edildi. Zamanı ve mekanı bu dünyadan farklı olan bir âlemden bu dünyaya getirildi. O zaman cennet ve cehennem şimdi vardır.
Cennet ve cehennemin şimdi varlığı hususunda tereddüdümüz yoktur. Ancak, insanın âhiretteki cennetten çıkarıldığını kabul etmek biraz zordur. Çünkü o zaman diğer türler de oradan getirilmişlerdir. Kur’an’ın “bir dâbbeden ürettik” ifadesi ile bu açıklama ters düşer.
O halde, âyetlerle ve müsbet ilimle kesin derecesinde diyebiliriz ki, insan ya bizim kürede, ya da uzayda başka bir kürede maymunun ortak atasından genlerde melekler tarafından değişiklik yapılarak üretilmiştir. Bunun çok açık ifadesi, Hazreti İsa’nın yaratılışının Hazreti Adem’in yaratılışına benzemesidir. Yani, anası var, ama babası yoktur. Demek ki melekler genlerde değişmeler yaparken döllenmiş hücrede değil, döllenmemiş hücrede yapmışlardır. Böylece Hazreti Adem maymun anadan ama babasız var olmuştur. Onların mutasyon teorilerini de böyle izah edebiliriz.
وَكُلَا مِنْهَا رَغَدًا (VaKuLAv MıNHAv RaĞaDan)
“O bahçeden rağad olarak ekl edin.”
“Rağd” “Rakd” kelimesine akrabadır. “Rakd etmek” uzanmak, yatmak demektir.
Çalışmadan yatıp yiyiniz diyor. Diğer canlılar tüm vakitlerini besinlerle geçirdikleri halde, insanlara karı koca olarak bol meyveli bahçede cennette olduğu gibi zahmetsiz ve emeksiz yeyin demektedir.
Bu âyetin delâleti Hazreti Adem’in âhiretteki cennet gibi bir yerde bulunmasına işaret etmektedir. Bolluğuna binaen bu ifade kullanılmıştır şeklinde yorumlayabiliriz.
“Fîhâ” denmesi gerekirken “Minhâ” denmiştir. Buradaki “Min” teb’iz içindir. Yani, bahçeden her şey yenmeyecek, ancak helal olanlar yenecektir. Bu da bu cennetin dünyadaki cennet olduğuna işaret eder.
حَيْثُ شِئْتُمَا (XaYÇu ŞiETuMAv) “Meşiet neresi olursa.”
Yani, her taraf serbest, sadece bir yer yasaklanmış olacaktır.
Yeryüzü insanlar için yaratılmıştır. Genel olarak hepsi helal kabul edilebilir. Ancak canlıların yiyecekleri biraz farklıdır. Her canlının kendi rızkı vardır. Diğerleri haramdır. Cennette serbestlik veriliyor.
Bir de “istediğiniz şekilde yeyin” anlamında olur. Eğer tatlı ise yararlıdır ve bize helaldir. Acı ise zararlıdır ve bize helaldir. Hayvanlarda başka kurallara gerek kalmaksızın bu mekanizma yeterli olmaktadır.
İnsan da ilk yaratıldığı zaman durum böyle idi. Tıpkı diğer hayvanlar gibi acı tatlı aynı zamanda helal ve haramı bildiriyordu. Bedeni de tüysüz değildi. Diğer hayvanlar gibi kürklü idi. Tevrat’a göre utanma melekesi yoktu. Tevrat’ın ilahi kitap olduğu bu tür bilgilerle bilinmektedir. Hayvanlarda utanma yoktur. İnsandaki utanma melekesi, insanları giyinmeye zorlamak içindir.
وَلَا تَقْرَبَا هَذِهِ الشَّجَرَةَ (Va Lav TaQRaBAv HaÜiHi elŞaCaRaTa)
“Bu şecere takarrub etmeyiniz.”
İnsanın insanlık genleri oluşmuş ama henüz hayvanlık genleri hakimdir. Birçok yerlerde artık insan olmuştur ama henüz tamamlanmamıştır. Bunun için o cennette bir ağaç vardır. Onun yenmesi halinde tüyler dökülecek, insan çıplak olacak, utanmaya başlayacak ve yapraklar ile örtünecektir.
“Bunlara yaklaşmayın” deniyor. Çünkü ağaçtan çıkan kokular bile genetik değişikliklere sebep olabilir. Buna yaklaşmaktan nehy etmektedir. Bu ağaçtan yemedikçe insan kötülük yapmaya meyilli değildir. Yani, düzeni bozacak işler yapmamaktadır. Utanması olmadığı gibi diğer kötü duyguları, mesela kıskançlık duygusu da yoktur. Oysa, Allah insanı kötülük de yapacak şekilde var etmiştir. Kaderde o ağaçtan yeme vardır.
Nehy etmesi, onun kendisini tutmaya çalışması içindir. Başaramayabilir. Ama çalışması gerekmektedir. Böylece insan elde ettiği sonuçtan değil, çaba göstermesinden sorumlu olacaktır. Nitekim Hazreti Adem yasağa uymamış ama Allah onun tevbesini kabul etmiştir. Bu günahı işlediğinden dolayı uhrevi sorumluluğu olmayacaktır. Kaderde ne ise o gerçekleşir, ama insan niyetinden sorumludur.
فَتَكُونَا مِنْ الظَّالِمِينَ(35) (Fa TaKUvNAv MiNa eLJAvLıMIyNa) “Yoksa zalimlerden olur.”
Hayvanlardan zalim olan yoktur. Biz nasıl ineği keserken zalim olmuyorsak, canavar da bir yere saldırdığı zaman zalim olmaz. Çünkü ona onu yapmak helal kılınmıştır. Mesela, Allah bize deseydi ki, altmış yaşına gelenleri öldürün, bedava yük olmasınlar, o zaman biz onu yapsaydık zalim olmazdık.
Zalim olan tek varlık vardır, insan. Cinlerin kendi âlemlerinde de zalim olanlar vardır.
Adem zalimlerden olamazdı. Ağaca yaklaşıldığında insan artık irade sahibi olmağa başlıyor, günah işleyebilecek melekeye ulaşıyor. Hazreti Adem zaten bu amaçla yaratılmıştır. Yaklaşması mukadderdir. Kaderi kimse değiştiremez, ama yaklaşmamaya gayret göstermelidir. İnsan kendisini ölümden kurtaramaz. Ama insanın görevi ölümden kaçınmadır. Yoksa, nasılsa öleceğim der de ölüme teslim olursa, intihar etmiş olur, en büyük günah olur. Bu hitap yapılırken onun henüz başka çocukları yoktur. Onun için tesniye sığasını kullanıyor.
***
فَأَزَلَّهُمَا الشَّيْطَانُ عَنْهَا (Fa EaZalLaHuMAv elŞaYOAvNu GaNHAv)
“Şeytan onları oradan izlal etti.”
Şeytan cennetten kaydırdı.
Ayağı kayma “Zilal” ile ifade edilmektedir. “Zelzele” ile akraba bir kelimedir. Düşmeden, yıkılmadan kaymadır. Ayağın kayar, sonra durursun. Bahçeden kaydırdı ama yıkmadı, yeryüzünde yerleştirdi.
Bu ifadeye göre Hazreti Adem üzerinde yaşadığımız kürede değil, başka gezegenlerde yaratılmış, dünyaya oradan getirilmiştir. Gezegenden getirilen insana “Adem” dendi.
Burada “Şeytan” kelimesi geçmektedir. İblisin şeytan olduğu bildirilmiştir.
“Şeytan” yılan demektir. Çift kuyruklu yılandır. Sinsiliği ile “şeytan” kelimesi bugün bizim bildiğimiz şeytanın adı olmuştur. Kur’an bunu bu adla anlatmaktadır. Tevrat İbraniceden tercüme edilirken ilk anlamıyla tercüme edilmiş ve şeytan yılan olarak ifade edilmiştir. Bu misalden Tevrat’ın nasıl tahrif edildiğini öğreniyoruz. Eğer Kur’an’dan bunu bilmeseydik, ormanlardaki yılanın bunu yaptığını sanmış olacaktık.
Şeytan cinden olan bir varlıktır. Yalnız burada bir hususu daha belirtelim.
Nasıl insana benzeyen ateş âlemi vardır. Çekirdek yapısından dolayı moleküler yapıya sahip değildir. Aynı zamanda ateş halkı içinde diğer hayvanlar ve bitkiler de vardır. Bu arada ateşten yılan da vardır. Şeytan onların yılanı şeklinde de ifade edilebilir. Yalnız insanlar arasında değil de, cinler arasında da sinsiliği olabilir. Gerçi İslâm geleneğinde şeytanın çok muttaki olduğu, sonra mazul olduğu şeklindedir. Ancak bu âyette buna delalet eden bir ifade yoktur. Bu takdirde meleklerle toplantıya çağırdığı zaman Allah zaten sinsi olanı çağırmıştır. Yani, şeytan zaten şeytan idi şeklinde yorumlayabiliriz.
فَأَخْرَجَهُمَا مِمَّا كَانَا فِيهِ (Fa EaPRaCaHuMAv MimMAv KAvNAy FIyHi)
“İçinde oldukları yerden ihraç etti.”
Ayağı kaydı, düşmedi ama bulundukları halden ihraç edildiler. “Fîhi”deki zamir erkek tekil zamirdir, “Mâ”ya racidir. “Onları cennetten çıkardı” demiyor da, “bulundukları hâlden çıkardı” diyor. Yani, yer yerine hâle de delâlet eder. O zaman gezegendeki cennetten değil de, yeryüzü cennetindeki durumlarından çıkarılmış olurlar. Buraya kadar muhatap olanlar eşlerdir. Henüz çocukları yoktur. Yani, ağaçtan yediler ve irade sahibi oldular. Ondan sonra çocukları olmuştur.
İnsandan önce Neanderthal bir varlık yaşamıştır. İnsana çok benzemiştir. Bu soyun Hazreti Adem’in ağaçtan yemeden önceki nesil olacağını varsayıyorduk. Ancak buradaki ifade bu yorumu zorluyor.
Hazreti Adem yasak ağaçtan yemeden önce çocuğa sahip olsaydı, onlar da ayrılıp bir nesil üretseydi, o insan kabiliyetinde ama insan gibi iradesi olmayan bir varlık olabilirdi. Neanderthal varlık, böyle bir varlıktır. Hazreti Adem’in çocuğu olsa da o bu tür varlıktır.
“Mâ” gökteki cennete de, âhiretteki cennete de delâlet eder. Ancak, bu delâlet ikinci derecededir. Çünkü “Hu” zamiri cennete doğrudan gitmez.
وَقُلْنَا اهْبِطُوا (Va QuLNAv iHBiOUv) “Hubut edin dedik.”
“Hubut etmek” bir yerden diğer yere gitmek demektir. Aşağı inin manâsı da vardır.
Buna göre ilk insanın Nil’in yukarı yerlerinde yaratıldığı hususu burada anlaşılmış bulunmaktadır.
“İkiniz inin” demiyor da, çoğul olarak “inin” deniyor. Belki de yasak ağacı yediklerinde çocukları vardır. Ama onlar küçüktü veya yememişlerdi, dolayısıyla onlar irade sahibi olmamışlardı. Yani, günah işleyen kimseler olmamışlardı. Ekvator’dan Nil’in deltasına indiler. Belki de eski yasak ağacı yemeden önceki çocuklar Neanderthal insanı oluşturdular. Onlar çabuk olarak yayıldılar. Ama o nesil sonra ortadan kalktı. Yahut yasak ağacı yediklerinde çocukları yoktu. Sonradan oldu. Çocukları olduktan sonra kalabalıklaşınca aşağı inin emri verildi. “Fa Kulnâ” demiyor, “Sümme Kulnâ” demiyor, “Ve Kulnâ” diyor. Bu iki duruma da delâlet eder.
بَعْضُكُمْ لِبَعْضٍ عَدُوٌّ (BaGWuKuM LiBaGWin GaWuvVun) “Bazınız bazınıza aduvsunuz.”
İnsan türünden başka kendi aralarında düşmanlık yapan herhangi bir canlı yoktur. Diğer canlılarda nüfusun dengelenmesi türler arasındaki mücadele ile sağlanmaktadır. Oysa insanlardaki dengeleme başka canlılarla olmamaktadır. Onların gücü yetmiyor. Ancak insanlar birbirine düşman ediliyor, denge böyle sağlanıyor. Neanderthal insanın birden ortadan kalkmasını böyle izah edebiliriz. Neanderthal insanda kendi soyuna düşmanlık melekesi DNA’sı yoktu. Oysa Homo sapiens insanda, Hazreti Adem’in sonraki çocuklarında, Habil ve Kabil’de olduğu gibi birbirini öldürme vardı. Neanderthal insan kendisini savunmadı. Oysa homo sapiens ona saldırdı ve böylece o tür insanın yayılması ile ortadan kalktı. Bu ifadeden insanlar arasında savaşın kıyamete kadar süreceği anlaşılmaktadır. Son Nebi de bunu söylemiştir. Bugünkü savaş hazırlıkları da bunu teyit etmektedir. Savaş karşıtı propagandalar düşmanı gafil avlamak için yapılmaktadır.
وَلَكُمْ فِي الْأَرْضِ مُسْتَقَرٌّ وَمَتَاعٌ (Va LaKuM FIy eLEaRWı MuSTaQarRun Va MaTAvGun)
“Sizin için arzda müstakar ve mata’ vardır.”
Yeryüzünde sizin için müstakar ve meta’ vardır. “Mustakarrukum ve Metaukum Fi’l-Erdi” denmemiştir. Nekire yapılmıştır. Çünkü insanların arzdan başka da müstakar ve metaları olacaktır. Göklere çıkacaklar, uzaya açılacaklardır. Buradaki arz tüm yeryüzüdür. Bu arzda kalacak ve arzda yaşayacaktır.
İlk bakışta bu ifade insanın gökten geldiği şeklindedir. Ancak, burada Nil’in aşağısına inen insan için tüm arzın vatan yapıldığı bildirilmektedir. Hazreti Adem’in ilk yaratıldığı Nil vadisinin yukarısında olan adn bahçesi çok rahat yaşanacak bir yerdi. Araştırılsa bu yerin neresi olduğu bulunur. Ne var ki burası küçük bir yerdi. Çoğalınca buraya sığamaz oldular ve aşağı inme emrini aldılar.
إِلَى حِينٍ(36) (EiLAv XIyNin) “İlâ Hîn”
“İlâ Vaktin Ma’lûm” demeyip “İlâ Hîn” denmiştir. Yani, burada kastedilen kıyamet vakti değildir.
Burada insanlar için belirlenmiş bir müddettir.
Peki, ondan sonra ne olacaktır? Arzın dışına çıkılacaktır.
Bu “Hîn” 20nci yüzyıla kadar demektir. Çünkü 20nci yüzyılda uzaya çıkıldı.
Acaba ne zaman gerçekten orada yerleşeceğiz? Artık orada yerleşecek ve orada yaşayacağız.
Bu âyetin ebcedine bakacak olursak 3500 tarihleri ortaya çıkmaktadır.
Bizim “Adil Düzen” dediğimiz uygarlık değil, bugünkü Batı uygarlığı değil, dördüncü bin yıl ortalarında İslâm uygarlığının en yüksek seviyede olduğu tarihlerde artık insanlar uzayda yerleşmiş ve orada yaşamağa başlamış olacaklardır. Verdiğimiz tarih hatalı olabilir, ama insanların göklerde yerleşip ekip biçeceklerine dair başka âyette sarahat vardır. “Ve Fi’s-Semâi Rızkun Leküm/ Semada sizin için rızık vardır.” deniyor. Bu âyette göğe çıkma değil, gökte yerleşme sözkonusu olduğu için bu tarih bugünkü tarihe işaret etmemektedir. Ama bugün uzaya çıkmış bulunuyoruz. Bu âyetteki “Hîn”in ucu görünmüştür.
***
فَتَلَقَّى آدَمُ (Fa TaLaqQAy EAvDaMu) “Adem telakki etti.”
Mürselât Sûresi’nde “Mulkıyati Zikra/ Allah’tan gelen zikri telakki etmiştir.” Allah’ın irade ettiği şekilde anlamıştır. Çünkü söyleyenin kasdını muhatabın anlaması pek mümkün olmamaktadır.
Mürselât Sûresi’nde “Üzren ve Nüzren/ yani tam veya eksik” demektedir. Telakki tam olmuştur.
“Adem” kelimesinin tekrar edilmesi, vahyin sadece ona yapıldığını ifade etmesi içindir.
مِنْ رَبِّهِ (MiN RabBiHİy) “Rabb’inden telakki etmiştir.”
“Allah’tan” demiyor da, “Rabb’inden” diyor. Çünkü insan sosyal evrim içindedir demektir.
Daha önce canlılarda türlerden türlere evrim olduğu ve bunu Allah’ın talimi ile meleklerin düzenlediğini söylemiştir. Biyolojik evrimde sıçrama vardır. Hılkata dayanan bir evrimdir. Halbuki insandaki evrim sosyaldir, sıçrama şeklinde, tedrici gelişme şeklinde olmaktadır. Hız artıp eksilmektedir. Ama sıçrama olmamaktadır. Allah vahiy ile evrimi başlatmakta, o da zamanla yeni uygarlığı doğurmaktadır.
كَلِمَاتٍ (KaLiMAvTın) “Kelimeleri.”
“Rabb’inden gelen kelimeleri telakki etti.”, “Rabb’inden kelimeleri tab etti.” ifadelerini Kur’an kullanmaktadır. İlahi vahiydir. Yani, Hazreti Adem vahyi telakki etmiştir.
Gerçi Hazreti Adem döneminde yazı bilinmemektedir. Bu kazılarda çok açık olarak ortaya çıkmaktadır.
Yazı Sümerlerde yaygınlaşmıştır. Sümerce ileri bir yazı tekniğine sahiptir. Ancak Sümer tabletlerinde yazı evrimi ile karşılaşmıyoruz. 3000 yıl Sümerce gelişmiş bir yazı olarak ortadadır. Diğer bütün yazılar Sümerce’den yararlanarak gelişmiştir.
Dolayısıyla, Hazreti Adem zamanında da dil öğretildiği gibi yazı da öğretilmiş olabilir. Bu yazı tabletlere yazılmadığı için uygarlıkta etkili olmamış ve zamanımıza kadar da kalıntıları kalmamıştır.
Ama bildiğimiz bir şey vardır ki, Sümerler Mezopotamya’ya geldiğinde biliniyordu ancak yaygın değildi. Yazının fonksiyonel hâle gelmesi Sümerlerde başlar. Hazreti Adem’e gelen vahiy kelimeleri içermekte ve Kur’an’da olduğu gibi hafızlar onu beyinlerinde kaydetmektedirler.
Burada “Kelime” sözü dişi kurallı çoğul olarak kullanılmıştır. Buradan anlıyoruz ki, bu sözler yani kelimeler bir sistemi, bir düzeni ifade etmektedir.
Ailesi veya kabilesiyle Nil’in membalarından olan ve yaz kış meyve veren adn bahçesinden aşağıya doğru yani Mısır’a doğru inmiş ve orada yasak meyveyi yemiş olmasından dolayı günahkar olarak yaşarken, Hazreti Adem aleyhisselâma melek gelerek vahyetmiş ve Adem bu vahyi sadece duymamış, aynı zamanda onu yaşamağa başlamış, yani peygamber olmuştur.
Peygamberlerin peygamber olmadan da masum olduğu iddiası tamamen hayalidir ve bu âyete muhaliftir. “Biz resuller arasında fark yapmayız” dediğinde, demek ki peygamberler vahiyden evvel büyük günah da işleyebilmektedirler.
İnsanlarda şirk virüsü vardır. Peygamberleri putlaştırarak şirk yaparlar. Bunun en tipik misali Hıristiyanlardır. Budistler de bir peygamber olan Buda’yı put yapmışlardır ve ona tapmaktadırlar. Müslümanlar bu kadarını beceremediler ama bunun gayreti içindedirler.
Bunun böyle kabul edilmesi şu sebeplerden dolayı gereklidir.
a) Herhangi bir peygamber hata yapmış, hattâ günah işlemiş olabilir. Eğer biz onu masum kabul edecek olursak, o zaman yanlışı doğru olarak almak zorunda kalırız ve hata ederiz.
b) Eğer peygamberleri masum kabul edersek, yaptıkları hatada veya herhangi bir günahı yaptığı için onun peygamberliği reddedilir. Bu da küfürdür. O hata yapmış olsa da Allah’ın resulüdür, ona hatalarında değil, sevaplarında tâbi olmamız gerekir.
c) İnsanı masum kabul etmek demek, onu melek kabul etmektir. Bir yakınım İmam-Hatip okuluna girmek istemişti. Ben onu İstanbul İmama-Hatip Okulu’na kaydetmek istedim. Mümkün değil değdiler. Yetkili öğretmenlerle görüşürken onlara dedim ki; “Hazreti Peygamber başvuran herkesin meselesini çözüyordu.” Cevaben “O peygamberdi” dediler. Yani, müslümanlar işin kolayını bulmuşlar; onlar resuldür ve doğru yaparlar, biz resul değiliz, biz günah işleyebiliriz, çünkü biz korunmamışızdır! Oysa peygamberler de bizim gibi insandırlar, onlar ne yapmışlarsa biz de onu yapabiliriz. Hattâ biz de halifesi olarak onun yaptıklarını yapmak zorundayız.
d) Peygamberler kutsileşince insanlar onlara tapmaya başlar ve Allah’ı unuturlar. Başkanlara mutlak itaat ederek topluluğu unutur hâle gelirler. Peygamberleri masum saymak demek, başkanların suç işlemeyeceğini kabul etmek demektir. Bunun pratikteki anlamı, başkan aleyhine dava açılamaz olmasıdır. Oysa şeriatta başkan aleyhinde her zaman hakemlere gidilebilir, eşitlik içinde mahkum edilebilir. Sadece kısas yapılmaz, diyete dönüşür. O da onun makamında bir boşluk olmasın diyedir. Zaten kısas pek çok zaman basit sebeplerle diyete dönüşmektedir.
فَتَابَ عَلَيْهِ (Fa TAvBa GaLaYHi) “Ona tâb etti.”
“Tevbe etmek” “İlâ” ile kullanıldığı zaman ona dönmek olur. “Aleyhi” olarak getirildiği zaman da tevbe edene dönmek demektir. Yani, günah işleyen kimse Allah’ın emirlerinden kaçmıştır.
Hazreti Adem aleyhisselâm Allah’ın takdiri ile dünyaya gelmiştir. Ölüme karşı direndiği gibi yeryüzüne gelmeğe daha çok direnebilirdi. Bunun için günahkar olmuştur. Ama yeryüzüne gelmesi zaten mukadder değil midir? Allah zaten yeryüzüne göndereceğini meleklere daha önce bildirmemiş mi idi? İşte bu sebepledir ki Allah onun dönüşünü hoş karşılamış, o da ona dönmüştür.
إِنَّهُ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ(37) (EinNAHUv HuVa elTavVAvBu elRaXIyMu)
“Tevvabu rahim olan odur.”
Burada marife olarak gelmiştir. Başka tevvab ve rahim olan yoktur.
Günah işleyen tevbe ederse, o günahı işlemeyenden daha fazla lütuf görebiliri.
Şöyle ki, sigaraya alışmamış insanın bir sevabı yoktur, günahı da yoktur. Sigaraya alışan kimse günah işlemektedir. Sonra onu bıraktığı zaman sevab işlemiş olur. Öyle bir durum olabilir ki, bırakma sevabı, içme günahından fazla olabilir. Dolayısıyla sigaraya alışıp bırakmak bazen hiç alışmamaktan daha kârlı olabilir.
“Rahim” ve “Tevvab”ın marife olması, başkalarının bu vasıfları birlikte taşıyamayacağını gösterir.