ADİL DÜZEN 435
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 97. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا تَدَايَنتُمْ بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُبْ بَيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلاَ يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللَّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلْ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللَّهَ رَبَّهُ وَلاَ يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا فَإِنْ كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهًا أَوْ ضَعِيفًا أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَنْ يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ وَاسْتَشْهِدُوا شَهِيدَيْنِ مِنْ رِجَالِكُمْ فَإِنْ لَمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّنْ تَرْضَوْنَ مِنْ الشُّهَدَاءِ أَنْ تَضِلَّ إِحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الْأُخْرَى وَلاَ يَأْبَ الشُّهَدَاءُ إِذَا مَا دُعُوا وَلاَ تَسْأَمُوا أَنْ تَكْتُبُوهُ صَغِيرًا أَوْ كَبِيرًا إِلَى أَجَلِهِ ذَلِكُمْ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ وَأَقْوَمُ لِلشَّهَادَةِ وَأَدْنَى أَلاَّ تَرْتَابُوا إِلاَّ أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلاَّ تَكْتُبُوهَا وَأَشْهِدُوا إِذَا تَبَايَعْتُمْ وَلاَ يُضَارَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ وَإِنْ تَفْعَلُوا فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ وَيُعَلِّمُكُمْ اللَّهُ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (282)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHav elLAÖIyNa EaMaNUv)
“Ey iman etmiş olan kimseler.”
“Ey iman etmiş olanlar” if’al bâbından gelmiş olabilir. O takdirde “Emine” güven içinde oldu, güvendedir demektir. “Âmene” de başkasını güven altına almak demektir. “Ellezîne Âmenû” geldiğine göre başkalarını güven altına alan teşkilat demek olur.
Burada hem güvene alanlar marifedir hem de güvene alma şekli marifedir. Yani belli kimseler güven altına alacaklar. Güvene alma şekli de belli olmalıdır.
Medine Sözleşmesi’ni yapan kimselere bu ad verilmiştir. Çünkü onlar Medine kentini ve halkını güven altına aldılar. Savaşmayı göze aldılar ve buna göre örgütlendiler. Bu güven altına alma sonra tüm Arapları ve Arabistan’ı, sonra da geniş coğrafyayı kapsadı.
Şimdi Adil Düzen Çalışanları dünyayı güven altına almak için hazırlanıyorlar...
Gelecekte büyük dinler birleşecek ve bir barış düzeni kuracaklar. Bunlar sorunlarını savaşla değil barışla çözecekler. Barışın temel dayanağı hakemler olacak. Çıkacak ihtilafları hakemler çözecek. Hakemlerin kararlarına herkes kendi isteğiyle uyacak. Hakem kararlarına uymayanları etkisiz hâle getirmek için de bir teşkilat kurulacak. Bunlar bedenen askerlik yapan millî ordulardır. Bugün bu ordular oluşmuştur.
Bunların Kur’an’ın emrettiği ordulardan ne farkı vardır?
İki önemli farkı vardır.
Birinci fark; İslâm ordularında zorla askerlik yapmak yoktur. İsteyen bedel verir ve bedenen askere katılmaz, isteyen de bedel vermez ve bedenen askere katılır. Bunlara güven altına alanlar anlamında “mü’min” denir ve bunlardan oluşan cemaate de “iman etmiş olanlar” tâbiri kullanılır.
Bugünkü orduların İslâm ordularından ikinci farkı; İslâm orduları hakem kararlarına uyarlar, onların bekçiliğini yaparlar. Kendi çıkarları için savaşmazlar. Kendilerini hakem kararlarını uygulatma ile görevli görürler.
Bu ordular ulusal ordular olacak ama devletler arasındaki birliği hakem kararları olacaktır. Hakem kararlarına uyan devletler mü’min devletlerdir. Hakem kararlarına uymayan devletler müşrik devletlerdir. Müşriklerle mü’minler arasında savaş devam edecektir. Hakem kararlarına uyan devletler birlik içinde olacaklardır.
“Ellezîne Âmenû” müfâale bâbında da olabilir. Bu takdirde bunun mânâsı dayanışma ortaklığı kuranlar yani sosyal güvenliği tesis edenler demektir. Birine bir şey olduğu zaman diğerlerine de olmuş gibi birlikte karşı koymak demektir.
Medine Sözleşmesi’nde bu da vardır. Dayanışma ortaklıkları kabileler içinde kurulmuştur. Hazreti Ömer komutanlara defter vermiş, askerler istedikleri komutanın emrinde askerlik yapmayı kabul etmişlerdir. Hazreti Ömer dayanışmayı bunlar arasında gerçekleştirmiştir.
Bugün biz de askerlere ordularını seçme yetkisini veriyoruz. Kendi bölgeleri dışında istedikleri orduyu seçer ve askerliklerini orada yaparlar diyoruz. Bunlar aynı zamanda siyasi dayanışma ortaklığını kurmuş olurlar. Biz Kur’an’ın emrine uyarak buna ilmî, dinî ve meslekî dayanışma ortaklıklarını da ekliyoruz.
Dayanışma ortaklıklarının veya güvene alan birliklerin görevi sadece savaşlarda değildir, barış zamanında da görevleri vardır. Bu görev de ekonomik güvenceyi sağlamaktır. Ekonomik güvencenin temeli vergi toplayıp dağıtmaktır. Sosyal güvenlik ve genel güvenlik bununla sağlanmaktadır. Bu birinci görevdir. İkinci görev ise tekelleri önlemek yani insanların birbirlerini sömürmelerinin önüne geçmektir. Bu da faiz yasağı ile sağlanmaktadır.
Bundan önceki âyetlerde bu hususlar anlatılmış oldu. Daha önceki âyetlerde de diğer müesseseler ve aile müessesesi ele alınmış, toplanmalar ele alınmış, yani bir topluluğu ilgilendiren müesseseler ele alınmıştı. Sûrenin sonuna geldiğimizde bütün bunları ilgilendiren bir konuyu ele almaktadır; o da bugünkü para meselesidir.
Para bugün en büyük sömürü aracı hâline getirilmiştir. Karşılıksız para en büyük sömürü aracıdır. Para basan matbaa makinesini çalıştıranlar halkın bütün hayatına girmiş bulunuyorlar. Tüm insanlık bugün esirdir. Para hortumuna bağlanmışlar ve canla başla para babalarına yani Amerika’daki iki yüz Yahudi aileye hizmet ediyorlar.
Bugünkü insanların tanrısı para olmuştur. Herkes paranın peşinde koşuyor. Herkes para ile her türlü sorunlarını çözeceğini sanıyor. Dış borçlanma peşinde koşanlar Allah’tan başka tanrı edinen zavallılardır. Borç verenler doları önce sana borç olarak veriyor, sonra onunla senin her şeyini alıyor. Halbuki sen devlet olarak “Türkiye’de YTL’den başkasını kabul etmem” diyeceksin. Sen Merkez Bankası’nda doları bile alıp satmayacaksın. Altın ve YTL’den başka para geçerli olmamalıdır. Ancak altın karşılığı para geçerli olabilir. Sahte parayı devlet nasıl güvece altına alır? Kalpazanlarla bunlar arasında ne fark vardır? Bunlar da karşılıksız para çıkarıyor, onlar da.
Bu âyetin önemi burada başlar. Bu âyet hem insanlığın hava gibi her nefeste muhtaç olduğu paranın nasıl çıkarılacağını anlatmakta, hem de insanları sömürüden kurtarmaktadır.
Adil Düzen Çalışanları bu âyeti hayata geçirmek için çalışıyorlar...
إِذَا تَدَايَنتُمْ (EiÜAv TaDAYaNTüM) “Tedayün ettiğinizde”
“Ahmet geldiğinde elli lira ver” cümlesi ile “Ahmet gelirse elli lira ver” cümlesi arasında ne fark vardır? Birinde Ahmet’in geleceğini biliyoruz, mutlaka gelecektir. Ona elli lira verilecektir. İkincisinde ise Ahmet’in gelip gelmeyeceği belli değildir. Gelir veya gelmez. Ama gelirse verilecektir.
Arapçada da “izâ” ve “in” vardır. “İzâ” gelirse o olay olacaktır. “İn” olursa olay olabilir de olmayabilir de. Burada “in” değil de “izâ” getirilmiştir. Yani keyfî bir borçlanma değil, bu borçlanma emredilmiş borçlanmadır. Böyle borçlanma farzdır. Onun için “izâ” gelmiştir.
Başka bir ifade ile devlet para çıkaracaktır. Devletin üzerine farzdır. Yani dayanışma ortaklıkları para basacaklardır. Bunu yapmak onlar üzerine farzdır. Nitekim bugün bütün dünya devletleri para çıkarmakta, tav’an veya kerhen buna itaat etmektedirler.
İlk para çıkaranlar Lidyalılardır, yani Yahudilerdir. Altını sikke hâline getirdiler. Üzerine kaç gram olduğunu yazdılar. İlk kâğıt parayı çıkaranlar da Sasanilerdir. Devlet halktan vergileri topluyordu. Bu vergi para değil mal idi. Sonra bu malları satın alsınlar diye “çek” diye bir belge veriyorlardı. Bu Arapçaya “cek” veya “şek” olarak geçti, çünkü Araplarda “ç” harfi yoktur. Araplardan da “çek” olarak batıya geçti. Bankalar bugün hâlâ bu kelimeyi kullanıyorlar.
İşte, Kur’an böyle bir çekin çıkarılmasını devlete emretmektedir. Bu âyet o âyettir. Bütün bunları “in” değil de “izâ” gelmesinden öğreniyoruz.
“Tedayentüm” kelimesi de “izâ”yı teyit etmektedir. Bu borç alelade borç değildir. Alelade borç olsaydı “dayene ehadun ehaden” olurdu, biri diğeri ile borçlaşırsa demek olurdu. Oysa bu tefaul bâbındandır. Yani ikiden fazla kişilerin birbirleri ile borçlandıkları zaman, yani dayanışma ortaklıkları birbirine borç verdiği zaman. Dayanışma ile güvenceye alınan borç demektir.
Ahmet Hasan’a beş yüz lira verecektir ama biz diyoruz ki, eğer Hasan ödemezse biz birleşir hepimiz o borcu sana öderiz. İşte bu tedayündür. Birinin borcuna hepimiz kefil olunca o borç hepimizin borcu olmuş olur. O halde tefaul bâbı gösteriyor ki bu basit borçlanma değildir. Topluluğun garanti ettiği bir borçlanmadır. Aslında para budur. Kişi malı tüccara verir. Tüccar ona para verir. Bu bir senettir. Tüccarlarda bunun karşılığının olduğunu belgeleyen bir belgedir.
Farkı nedir?
Alacaklı adı yazılı değildir, hamiline yazılıdır. Bu Kur’an’a göre de böyledir. Ama iki bakımdan Kur’an parası ile bugünkü para arasında fark vardır. Kur’an’a göre parada neyin borç olduğu yazılmalıdır, yani karşılığı bilinmelidir. On kilo patates gibi belirlenmiş bir mal olmalıdır. YTL veya dolar veya euro olmamalıdır. İkincisi de borçlu bilinmelidir. En sonunda hamili olan kimse alacağını ve kişiden ne isteyeceğini bilmelidir.
İşte, Kur’an bize böyle bir paranın çıkarılmasını emretmektedir. Tefaul bâbı ile bunun kamuya emir olduğu ortaya çıktığı gibi “tümâ” değil de “tüm” zamiri getirilmesi bunu teyit eder. Çünkü alelade bir borç iki kişi arasında olur. ‘Biri diğerine borç verdi’ şeklinde diyebilirdi. Burada tüm mü’minlerin birbirleri ile borç alıp verdikleri şeklinde ifade edilmiştir.
Burada bir şey daha ortaya çıkıyor; borç verme veya borç alma değil borçlaşma sözkonusudur. İşte bu da bize kredileşmeyi öğretmektedir. Yani ben sana bugün borç vereceğim ama yarın da sen ona mukabil bana borç vereceksin. Başka bir ifade ile; ben bankaya para yatırıyorum, karşılığında faizi almıyorum ama benim bankadan borç alma hakkım doğar. Yani tekaruz/ kredileşme yerine Kur’an tedayünü/ borçlaşmayı kullanıyor.
Burada şimdi sorulacak soru şudur: Buradaki “tüm” zamiri kimlere gidiyor, muhatapları kimlerdir? Dayanışma ortaklığı kuranlara gidiyor. Peki, bunlar kimlerdir? İşte o zaman yine Kur’an’a başvuruyoruz. Çalışmada yani mâli işlerde ilk dayanışma bucaklarda kurulmakta yani kabileler arasında oluşmaktadır. Bunlar Cuma cemaatidir. Her gün iş hayatında birbirleriyle karşılaşan kimselerdir. Kabile, karşılaşan kimseler demektir.
Her bucak bir dayanışma parası çıkarmalıdır. Çünkü onlar arasında dayanışma vardır. Dayanışma da parasız olmaz ama bu parayı neye karşılık çıkaracaktır?
a) Kişi sipariş verecek, bana şunu üret diyecektir. Sipariş edilen mal karşılığı bir para çıkarılacaktır. Böylece Cuma cemaati bu emri yerine getirmiş olacaktır. Sipariş mallarını gösteren senetlere de “selem senedi” diyoruz. Buğday parası selem senetleri karşılığı çıkarılacaktır.
b) Yine bu tüm ilçe ikinci cemaat olan şa’bı yani ili muhatap almıştır. Şa’b, dal demektir. Devletin bir dalı olarak görülür. İlde demir parası çıkarılacak, bununla inşaat malzemesi alınıp satılacaktır. İnşaat malzemesi için selem senedi çıkarılmaz, ama onun yerine mal senetleri çıkarılır. Mesela fayans senedi. Tüccar fayansı alır, fayans senedini verir. Mal senedine karşılık demir para çıkarılmıştır. Mal senedini alır, parayı verir yahut malzemeyi alır, parayı verir.
c) Devlet ise toprak parasını çıkarır. Taşınmazları alır, bu parayı halka verir. Yahut taşınmazları satar, halktan bu parayı geri çeker. İnşaatta ne selem ne de mal senedi geçerlidir. Burada da hisse senedi geçerlidir. Demir para hisse senedi mukabili piyasaya sürülür.
d) Nihayet tümüyle bütün insanlık muhataptır. Onlar da altın para çıkarır. Altını alır parayı verir, parayı verir altını alır. Altın para ile diğer paralar alınıp satılır. Buğday, demir, toprak paralar alınıp satılır. Yüze yakın toprak parası vardır. Onbine yakın demir parası vardır. Bir milyona yakın bucak vardır. O kadar da buğday parası vardır demektir. Bunlar altın para ile alınıp satılır.
بِدَيْنٍ (Bi DaYNın) “Bir deyn ile.”
Kur’an’ın mucizesi devam ediyor. “Yâ Eyyühennâs” denmemiş de “Ellezine Âmenû” denmiş; “in” denmemiş de “iz” denmiş; “dayena” (دَايَنَا) veya “dayentüma” (دَايَنْتُمَا) denmemiş de “tedayentüm” (تَدَايَنْتُمْ) denmiş. Bütün bunlar bize bunun şahsi borçlanmalar olmadığını ifade ettiği gibi şimdi de başka bir belagatı ortaya koymaktadır.
Burada “bideynin” kelimesine gerek yoktu, çünkü zaten “tedayün”de deyn vardır. Gerekse bile “bi”siz gelerek mef’ulü mutlak olması gerekirdi. “Tedayünen” (تَدَايُنًا) denirdi (tefâül babının mastarı) yahut “deynen” (دَيْنًا) (sülasi mastar) denirdi. Oysa “bi” ile gelmesiyle bunun masdar olmadığı açıkça ifade edilmiş olmaktadır. Diğer taraftan borçlananlar çok olduğu için borcun da çok olması gerekir; “bi duyunin” (بِدُيُونٍ) denmeli idi. Böyle değil de “bi deynin” denmiştir.
Müfessirler bunu bir türlü izah edememişler, değişik zorlamalı yorumlar getirmişlerdir. Oysa bu çok büyük belagatla şunu ifade ediyor. Borç bir tanedir. Beş altın karşılığı ve elli kilo karşılığı çıkarılan senettir. Borç alınan ve verilen bir tanedir. Ama bizler ona kefil olmakla onu güvence altına alınca o zaman o tedayün oluyor. Bir borç tüm cemaatin borcu hâline geliyor. Borç bir ama borçlananlar çok. Hamiline yazılı olduğu için de alacaklılar çok. Herhangi biri olabilir.
“Bi” harfini alet olarak kullanıyoruz. Biz bir borç senedi yazıyoruz ama o borç senedi kendisi artık bir değer oluyor ve para görevini görmeye başlıyor. Borcun kendisi sadece araç oluyor.
“Bi” harfi aynı zamanda paranın felsefesini de bize öğretmektedir.
Para dört fonksiyon ifa eder.
a) Para değer ölçüsüdür. Üzerinde yazılan malın karşılığı demektir. Halbuki bugünkü parada böyle bir şey yoktur. Onun için günümüzdeki para kandırma aracı olmuştur.
b) Para mübadele aracıdır. Siz bir şeyi para ile satarsınız, başka bir şeyi onunla alırsınız. Paranın üzerinde karşılık yazılmamışsa o zaman para boştadır demektir.
c) Para aynı zamanda kredileşme aracıdır. Başkasına verir ve ona kullandırırsınız, sonra da siz alır kullanırsınız.
d) Para dördüncü olarak biriktirme yani tasarruf aracıdır.
Karşılıksız para bu özelliklerinin hepsini eksik ve hileli olarak yapar.
“Deyn” burada nekiredir. Çünkü her türlü borç senede konu olabilir.
إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى (EiLAv EaCaLin MuSamMan)
“Tesmiye edilmiş ecele dek. Belirlenmiş ecele dek.”
“Icl” buzağıdır. Buzağı yerinde duramaz, oraya gider buraya gider. “Acele” kelimesi bundan türemiştir. Bir şeyi hemen istemek demektir. “Ecel” de “acele”nin zıddıdır. Türkçede nasıl “olmak” ve “ölmek” birbirinin zıddıysa, Arapçada da “ecele” ile “acele” de böyle birbirinin zıddı anlamlar taşır.
“Tesmiye edilmiş” demek belirlenmiş demektir. Bu da bir tarihe bağlanabilir yahut bir olaya bağlanabilir. Fıkıhçılar kabul etmiyorsa da bizce çok geçerlidir. Mesela, bir mal karşılığı kredi alınır, sattığımda paranı ödeyeceğim denirse bu geçerlidir. Alacaklı borçluyu satışa zorlayamaz. Borçlunun kredisi hapsolduğu için o da satmak ister. O halde satıldığında ödeme şartı geçerlidir ve “eceli müsemma”dır.
“Ecel” de nekredir. Değişik eceller olabilir. Hem değişik tarihler olabilir hem de değişik olaylar olabilir. “Müsemma” da nekiredir. Onun için ille zaman tarihi olması gerekmez; gerekseydi “Li’l-Müsemma” denirdi, müsemma marife olurdu. O zaman cinsinden olması gerekirdi.
“Eceli müsemma” ya “tedayentüm”e bağlanır, lüğevi zarf olur. Ödemeyi zamana bırakırsınız. Ya da borcun kendisine gider. O zaman zarfı müstakar olur. İkisi arasındaki fark, borç müeccel olur, alan ve satan o şekliyle alır ve satar. Borç normal borç olur. Sadece ödeme tehir edilmiş olur.
Eğer borç para ise fazlalık ve eksiklik faizdir. Borç mal ise o zaman selem farkı caizdir ve helaldir. Veresiye malı önce verip parayı sonraya almaktır. Bunun kredisi haramdır. Ancak rehinli olursa meşrudur. O taktirde de fazlalık faizdir. Selem ise önce parayı verip sonra malı almaktır. Bu helal olduğu gibi parayı peşin verdiğinizden dolayı ucuz almak da helaldir. Ama parayı sonra verip fazla vermek faizdir, haramdır.
فَاكْتُبُوهُ (FaKTuBUvHUv) “Onu yazınız.”
Buradaki zamir “deyn”e gitmektedir. Yazılan borçlanma değildir, yazılan borçtur. Kâğıt mal yerine geçmiştir. Artık o elden ele dolaşacak, borç para olacaktır. Onun için zamir ona gitmektedir. “Tedayünen” mastarı getirilseydi, o zaman “onu yazın” deyince borçlanmayı yazın denmektedir.
“Kitabet etmek” deriyi çift dikişle dikmek demektir. Hem yazı dikişe benzediği için hem de borç-alacak ilişkisi ile insanları birbirlerine bağladığı için yazın denmektedir. Yazı topluluğun hafızasıdır. Yazı hâline geldiğinde hem kişilere yayarsınız, herkes okuyabilir, hem de zamana yayarsınız. Kitabet hat gibi değildir. Her yazı hattır. Oysa roman kitap değildir. Kuralları ve kaideleri içeren, sonunda şeriat olan metinler kitaptır. Borç yazılacak, borçlu belirlenecek ama alacaklı belirlenmeyecektir. Hamili nakit alacaklı olacaktır. Bunlar yazılacaktır.
Şimdi borç türlerini sıralayalım:
1- Borç verirseniz ve belli tarih koysanız, o tarihte kişi kendiliğinden borcunu öder. Buna “matlup borç” denir. Ezan okunduğu zaman namaz borcu matlup borç olur. Bunun da dört türlüsü vardır: a) Günü gelmeden alacaklı alacağını isteyemez. b) Günü gelmeden borçlu borcunu ödeyemez. c) İkisi isteyebilir. d) İkisi isteyemez.
2- Borcun günü gelmiştir ama talep edilmemiştir. Bu muaccel borçtur. Matlup borç değildir. Ödemek isteyen veya alacaklı olan talep ettiği taktirde karşı taraf onu kabul etmek zorundadır. Vakit gelmiş ama henüz ezan okunmamışsa namaz borcu muaccel borçtur. Bu da dört türlü olabilir. A) Günü gelmeden borçlu borcunu ödeyemez. B) Alacaklı alacağını isteyemez. C) Biri talep edebilir. D) Her ikisi de talep edebilir. Deyn ve tesmiye nekre geldiği için bunların hepsi caizdir demektir.
Burada emir kimedir?
Emir topluluğadır, kişilere değildir. Yani, borçlanan veya alacaklı yazacaktır demiyor; “siz yazın” diyor. O halde görev kamuya aittir; görev borçlu veya alacaklıya ait değildir.
Bundan sonra yine farzları kısımlara ayırabiliriz.
a) Emir kişiye verilmiştir. Kişi yapacaktır. Buna “farzı ayn” denir. Topuluğu ilgilendirmez.
b) Emir topluluğa verilmiştir. Namazı kılın benzeri emirdir. Herkes namazı kılacaktır ama birlikte kılacaklardır. Bu da farzı ayndır, herkese farzdır ama birlikte yapılması farzdır. Ayrı ayrı yapılması caiz midir? Beş vakit namaz caizdir ama cuma namazı ayrı ayrı kılınamaz. Yani burada da iki türlü farz vardır.
c) Farzı kifaye vardır. Topluluğa emredilmiştir. Ama topluluktan biri o emri yerine getirince diğerlerinden sakıt olur. Mesela, ezan okumak böyle farzdır. Bunun bir kısmı herkes tarafından da yapılabilir. Cenaze namazı böyledir. Herkes kılabilir. Ama farz olan bir kısmın yapmasıdır.
d) Farzı kifayenin ikinci kısmını yalnız topluluk yapabilir. İki defa yapılamazsa diğerleri yapamaz.
İşte burada emredilen nedir? Yazma farzı kifayedir. Yani bir kimse yazdı mı başkasının yazması gerekmez. Herkes yazabilir mi? Hayır, ancak bir defa yazılır ve yetkili tarafından yazılır.
“Sizden birisi yazsın” denmemiş de, “yazınız” denmiştir. En az üç defa yazılacak demektir. Borçlunun muhasibi yazacak, alacaklının muhasibi yazacak, bir de yevmiye muhasibi yazacaktır. Yahut bilgisayara yazılacaktır. Borçlunun muhasibi yazacaktır. Ama artık o herkese açık olacak ve herkes onu okuyacaktır. Kimse onu silemeyecektir.
Demek ki cemaatlere emredilmesinin sebebi, herkesin onu okuyabilmesi ve yazılanın artık silinememesi, topluluğun olması demektir. Bu sebeple emir çoğuldur.
وَلْيَكْتُبْ بَيْنَكُمْ (Va elYaKTuB BeYNaKuM) “Aranızda kitabet etsin.”
Buradaki “kitabet/yazı” yukarıdaki yazının dışındadır. Müfessirler onun izahı olarak almışlarsa da, “Ve” harfi ile izah olmaz. İzah ya fasl ile olur yahut “Fa” ile olur. “Ve” ile yukarıdaki kayıttan başka bir kayıttır. Adl ile yazan kâtiptir, sözleşme yapan kâtiptir.
Diller derece derecedir. Konuşma dili vardır, ocaklarda kullanılır, somut dildir. Bucaklarda yazı dili vardır, soyut dildir. İllerde sanat dili vardır, mecaz ve teşbihlerle kullanılır. Ülkelerde hukuk dili vardır. Halkın kullandığı sözlere hukuki mânâ verilir. Böylece zamanla yorum dili doğar, hukuk dili oluşur. Kavramları halk ortaya koyar ama onları tanımlamak hukukçulara ait olur. Bir de ilim dili vardır. Kavramları âlimler koyar, tanımlarını da kendileri yaparlar.
Burada emredilen hukuk dili ile yazmadır. O da tip sözleşmelerle oluşur.
“Beyneküm/aranızda” denmektedir. Aranızda tabiri kullanılıyor. Kâtipler tip mukavele yaparlar. Bu mukavele taraflar kabul ettiği zaman geçerli olur.
Roma’da sadece tip mukaveleler vardı. Halk ancak o mukaveleden birisi ile sözleşme yapabilirdi. Bugünkü Batılılar tip mukaveleleri de kaldırdılar. Günümüzde serbest mukavele yapılmaktadır. Bu sebeple hukuk içinden çıkılmaz hal almaktadır. Halbuki İslâmiyet’te tip sözleşmeler vardır. Halk bunlardan istediğini kullanır, isterse kendisi de sözleşme yapar. Başkaları da kullanırlarsa bir müddet sonra tip sözleşme olur.
Burada emredilen tip sözleşmelerin hazırlanmasıdır. Bir sözleşme yapılacaksa, hukuk kurallarına göre hazırlanır ve tip sözleşme olur.
“Beyneküm” kelimesi ile anlıyoruz ki sözleşmeyi hazırlamak ayrı şeydir, onu yürürlüğe koymak ayrı şeydir. Halkın aralarında ortaya koyacağı sözleşmeler bir kâtip tarafından hazırlanmalıdır. Herkes sözleşme yapamaz. Para ihracı senedi yahut selem, hisse, mal senedi gibi senetlerin tanzimi fıkha uygun olmalıdır. Dolayısıyla ancak ehliyetli kimseler yapabilir. Yirmi beş hizmetten biri sözleşme hazırlama hizmetidir.
Kanun hazırlamak da sözleşme hazırlama gibi ihtisas isteyen bir iştir.
Burada “hu” zamiri getirilmemiştir, “el-yektubhu” denmemiştir. Çünkü yazılacak şey borç değil borçlanacak senet tipidir.
كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ (KAvTiBun Bi elGaDLı)
“Bir kâtip adl ile yazsın” veya “Adl ile olan bir kâtip yazsın.”
Yani adalet sahibi kâtip yazsın, adil olduğu yerde yazsın.
“Adl” demek denge demektir. “Adl ile yazmak” demek, denge ile hak ile yazsın demektir.
“Kâtib” kelimesi burada ismi faildir. Ancak eğer ismi fail cümlede fail olduğu fiilin kökü ile gelirse o zaman ismi failden çıkar. Çünkü fiilde zaten fail vardır. “Ketebe Ahmedün” dediğimizde, “Ketebe el-Kâtibu Ahmedü” demektir. Yani zaten fiilde zikredilen fail o fiili işleyendir. Fail eğer tavsif edilecekse o zaman zikredilir. “Darabe darıbun zalimun” dersiniz.
Burada da zikredilen “adil olan kâtip yazsın” demek olur.
İzafet “lam” veya “min” ile yapılmaktadır. Ancak “bi” ile de yapılabilir. Adaletin kâtibi yazsın, dengenin kâtibi yazsın demek olur. Bakanlığın kâtibi yazsın gibi bir mânâ verilir. Yani görevli kâtip yazsın demek olur. “Bi” “Fî” mânâsındadır, yani kamu işlerinde, adalet işlerinde görevli kimse yazsın, ama adalet bakanlığında görevli kimse yazsın demek olur. “Bi” yeri muayyen kılar. O halde kamu hizmetlerinde herkes her işi yapmaz. Belli yerlerde görevli kişiler vardır, onlar o işleri yaparlar.
“El-Adl” marifedir. “Adl” aslında devlet demektir. Çünkü devlet adaleti tesis etmek için kurulur. Herkes kendisi iş yapar. Ancak denge bozulmamalı, tekel oluşmamalıdır. Serbest rekabet içinde herkes kendisi iş yapacaktır. Bu bakımdan Adam Smith tamamen haklıdır. Yalnız serbest rekabet kendi hâline bırakılırsa tekele gider ve denge bozulur. İşte devlet bu dengeyi korumak içindir.
Serbest ticaret içinde rekabet ne kadar yararlı ise, ticareti ekonomik veya siyasi baskı içine almak o kadar kötüdür. Devlet demek adalet demektir. ‘El-adlü esasü’l-mülk/ devletin dayanağı adalettir’ sözü bunun için pek revaçtadır.
Burada “min” veya “li” yerine “bi”nin gelmesi, “adl” kelimesinin marife olması; devlet düzenini tamamen kadrolaşma sistemi içinde herkes kamuya ait belirli bir görevi ifa edecektir demektir. Bununla beraber “kâtib” kelimesinin nekre olması da bir görevde birden fazla görevlinin olacağını ifade etmektedir.
Yani; bir noter olmayacak, birkaç noter olacak, halk bu noterlerden birini tercih edecektir. Buna “paralel sistem” diyoruz. Tüm kamu görevlerinde bir yerde birden fazla ve 10’a yakın görevli bulunur, halk bunlardan birini seçer ve orada işini bitirir.
Emredilen herhangi bir kâtibin yazmasıdır. O halde tercih nekrede me’murun bihe aittir. İşte tüm kamu görevlerinde biz bu sistemi uyguluyoruz. Ordular bile on civarındadır. Vatandaş askerliğini istediği orduda yapar. Bu âyette “kâtib” kelimesinin nekre olması bunu ifade eder.
وَلاَ يَأْبَ كَاتِبٌ (Va LAv YaEBa KAvTiBun) “Kâtib i’ba etmesin.”
Burada yine “Ve” harfi ile atfedilmiştir. Emir yerine nehiy sigası kullanılmıştır.
Bundan evvel yazılan senedin tipi idi. Yazılan senette borç miktarı belli değildir, borçlu belli değildir, tarihi belli değildir. Başka bir kâtip bunu dolduracak. Borçluyu, miktarı, vade tarihi ile eda yerini gösterecek. Bu “kâtib” başka kâtiptir, burada yazılan da başka yazıdır. Bu da nekre gelmiştir. Başka görevliyi göstermektedir. Herkesin bir kâtibi vardır. Borçlunun ve alacaklının kâtibi vardır. Senedi bu kâtiplerden borçlu olanın kâtibi doldurur. Kâtip bundan kaçamaz.
Daha önceki işlem yani kâtibin sözleşme hazırlaması kamu görevi idi. Bunları doldurup da borçlandırma ise genel hizmettir. Kamu görevi yapan kâtip başka, genel hizmet gören kimse başkadır. O sebeple “Ve” ile atfedilmiştir ve her ikisi de nekre getirilmiştir. Genel hizmet veren kâtip tembellik edip yazmaktan kaçınamaz. Kâtip burada içtihat yapmaktadır. Dolayısıyla şöyle veya böyle yazma durumunda değildir. Nasıl yazılması gerekiyorsa öyle yazsın. Onun için nehiy sigası ile gelmiştir.
أَنْ يَكْتُبَ (EaN YakTuBa) “Yazmaktan kaçınmasın.”
Neyi yazmaktan kaçınmasın? Kâtip malın cinsini, miktarını, teslim tarihini ve yerini yazmaktan üşenmesin. Burada da zamir getirilmemiştir. Çünkü yazılan şey yalnız deyn değildir, borç değildir. Yazılan şey bir paradır. Hamiline yazılmış tedavül eden senettir.
كَمَا عَلَّمَهُ اللَّهُ (KaMAv GalLaMaHU elLAHu)
“Allah ona nasıl talim etmişse öyle yazmaktan çekinmesin.”
Yukarıda “adl ile yazsın” dendiği halde, burada “Allah ona nasıl öğretmişse öyle yazsın” deniyor. Yukarıda hukuk kavramları ortaya konuyor, tip sözleşme yazılıyor. Burada ise o sözleşmenin uygulaması yapılıyor. Birincisinde ilmî içtihat vardır. Orada takdir, hesap, kitap sözkonusudur. İkincisi ise açıkça yazılmış formu doldurmaktır. Burada kişi kendisi içtihat yapmaz, formu hazırlayan kâtibin içtihadına göre hükmeder. Hakemler karar verirken kendi anlayışlarındaki doğrularla değil, sözleşmelerdeki yazışmalara göre hükmederler. Yani sözleşmeler hâkimlere hükmeder.
Bugün de hâkimler kanunlara uymak zorundadırlar. Zorundadırlar ama uymazlarsa ne olur? Hiçbir şey olmaz. İktidarda isen alıp oradan oraya nakledersin.
Kur’an’a göre ise sözleşmelere uymayan kâtipler hakemler tarafından mahkûm edilir ve tazminat ödetilir. Nerden biliyoruz? Bu âyetten biliyoruz. Emir şeklinde değil de nehiy şeklinde ifade edilmesinin mânâsı budur.
Buradaki ke harfi “yektub”e atfedilmiştir. Talim eden de Allah’tır; yani şeriattır, mevzuattır. Eğer bir şey mevzuatta çok açık şekilde belirtilmişse, yanlış da olsa uygulayıcılar onu uygulamakla yükümlüdürler; hakemler de ona göre karar verirler. Hüküm çok açık olarak icmalara veya maslahata aykırı ise önce o hükmü iptal ederler, sonra kararlarını verirler. İptallere itiraz edilebilir. Haksız bulunurlarsa karar iptal edilir. Hakemlerin kararları burada iptal edilir. Çünkü içtihattaki hatadan dolayı karar vermiştir. Hakemler cezalandırılamaz.
Bu ifade şart ifadesi olarak kabul edilebilir. Bundan sonra gelen “Fe’l-Yektub” cevap cümlesi olur. Kıraate göre geri dönüşlü okunur. Önce baştakine eklenir. O mânâ verilir. Sonra da “Kema Allemehullahu” tekrar edilir, ikinci “Fe’l-Yektub” denir. Böylece her iki mânâ da doğru olur. Sonunda mânâ aynı olur. Sadece teyitli olur. Şart cümlesi getiriliyor. “Fa” harfi ile getiriliyor. Yani her zaman Allah’ın öğrettiği ile amel etsin denmiş olur. Kural şudur: İcmanın olduğu yerde içtihada mesağ yoktur. Nassın olduğu yerde de kıyasa mesağ yoktur.
“Allah’ın öğrettiği” demek, icma ile sabit olan demektir. İcma demek her zaman aynı hükmü ifade etmez. Hanefilerde hüküm böyledir. ‘Hanefi mezhebinde olanlar ona uymalıdır’ dediğimiz zaman bu icma olur ama Şafiiler ona uymamaktadırlar. Allah’ın öğrettikleri bunlar olmaktadır. Her müçtehit kendisi kendi içtihadını yapar. Elbette içtihadını yaparken kendi görüşüne dayanır. Ama içtihat yaptıktan sonra artık ona hem kendisi hem de ona tâbi olanlar uymalıdır. Yeniden içtihat yaparsa ondan sonrası için değiştirmiş olur. Müçtehit uyduğu gibi mukallitler de uyar. Ayrıca hakemler karar verirken tarafların içtihatlarını göz önüne alırlar.
فَلْيَكْتُبْ (FaLYaKTuBu) “Öyle yazsın”
Kendisine nasıl öğretilmişse öyle yazsın. Allah yani topluluk ona nasıl öğretmişse öyle yazsın. Orada kendi reyini değil icmanın reyini kullansın.
Burada içtihatla ilgili çok önemli hususu ortaya koyar. İlmî içtihat vardır, amelî içtihat vardır. İlmî içtihatta varsayımları koyarsınız ve o varsayımlara göre tüm konularda içtihat yaparsınız, sonra edilleyi erbeaya veya edilleyi semaniyeye bakarsınız. Kitab, sünnet, icma ve kıyas ile maslahat, istishab, örf ve istihsan ile olur. O varsayımınız bu delillerle de çelişmiyorsa içtihadınızı doğru yaptınız demektir. Bu ilmî içtihattır. Amelî içtihat ise içtihatla ortaya konan hükümleri uygulamaktır.
‘Deve kurban edilir’ ilmî içtihattır. Bu devedir. ‘Bunu kurban edelim’ demek amelî içtihattır.
Bu âyette birinci kâtib ile ilmî içtihadı, bununla da amelî içtihadı anlatmaktadır.
Burada içtihat yapmıyorsunuz, içtihatla ortaya çıkan hükümleri içtihadınızla nasıl uygulayacağınızı içtihat ediyorsunuz. Mevzuata uymak zorundasınız. İlmî içtihatta ise mevzuat size uyacaktır. Böylece birinci kâtip sözleşme yapıyor, ikinci kâtip sözleşmelere göre borçlandırıyor, alacaklandırıyor. Sonra üç kâtip daha yazıyor yahut üç defa yazılıyor. Alacaklının kâtibi yazıyor, yevmiye kâtibi yazıyor, borçlunun kâtibi yazıyor. İşte Kur’an burada bu işlemleri sayıyor. Yalnız baştan yazmayı emrediyor. Çünkü mukavele yokken de kişiler serbestçe akit yapıyor, hukuk dilinde olmasa da yazıyor. Taraflar imza ediyor. Onun standardını kâtip bulabilirse onu dolduruyor. Bulamıyorsa o zaman rasih kâtibe gidiyor. Yani diğer iki kâtip yedektir. Muhasipler halledemiyorlarsa onlara gidiyorlar. Böylece muhasip hem kâtip hem de muhasip olabiliyor.
وَلْيُمْلِلْ (Va eLYuMLiL) “Ve imlâl etsin.”
Buradaki “Ve” harfi bundan önceki “yektub” fiiline bağlanmaktadır. Şartın cevabı içindedir. Allah’ın öğrettiği gibi yazsın, borçlu da Allah’ın öğrettiği gibi imzalasın. Yani imzalama da belli sistem içinde olmaktadır. İçtihada mesağ yoktur.
“Mülle” dolu demektir. Bir çuvalı doldurma “imla etmek”tir. Çuvalı ağzına kadar doldurup onu çuvaldızla dikmek de “imlal”dır. Senet yazılacak yahut boş yerler doldurulacak. Sonunda imlal edilmiş olacaktır. Borçlu imzalayacaktır. İmza müessesesi de tedvin edilmiş bulunmaktadır.
Mezopotamyalılar tuğla üzerinde imza zor olduğu için mühür sistemini geliştirmişlerdir. Mühür hâlâ kullanılmaktadır. İlk matbaadır. Mısırlılar da onlardan almışlardır. Hazreti Peygamber de mühür kullanmıştır. İmza sistemi henüz bilinmemektedir. Ama Kur’an’da geçmektedir. İmzanın en önemli hususiyeti bir başkasının onu taklit edememesidir. Her insan çizgi çizerken eli titremekte, kendisine özgü bir zikzak oluşmakta, böylece imza sahibi tanınmaktadır. İmza edemeyenler parmak basmaktadır. Parmak da tanınmaktadır. Kur’an parmağın özelliğinden de bahsetmektedir, yani bugün keşfedilmiş şeyler Kur’an’da yer almaktadır. Müfessirler imla ile imlalı aynı mânâda anlamışlardır.
الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ (elLAÜIy GaLAyHı eLXaqQu)
“Hakkın üzerinde olduğu kimse imzalasın.”
“Borçlu imzalasın” diyor. Burada borç da marifedir borçlu da marifedir. Onun için bunu kullanmıştır. Bu alacaklı karşılığıdır. “Ellezî Lehu’l-Hak” da alacaklıdır. Burada önemli olan husus, senedi alacaklı imza etmiyor, alacaklının adı yazılmıyor, borçlunun adı yazılıyor. Çünkü alacaklıda kim hamil ise o alacaklıdır. Bey’de borçlu vardır, alacaklı vardır. Alacaklı borcu havale edebilir ama eğer borçlu ödemezse alacaklı ilk borçludan talep edebilir. Mal sattığınızda malı alan başkasına satabilir ama eğer bozuk olursa aracılar da sorumlu olurlar. Herkes kendine satana müracaat edebilir. Oysa böyle hamiline yazılmış senette alacaklılar tamamen beraat etmektedirler. Hiçbir sorumlulukları kalmamaktadır. Elinde senedi bulunduran ancak ilk borçluya gidebilir. Böylece senet para şeklinde kullanılmaya başlanır.
“Selem” adı verilen müessese daha önce vardı ama “senet” yoktu. Kur’an geldiğinde senedi tedvin etti ama 20. yüzyıla kadar bu anlaşılamadı. 20. yüzyılda çek, senet, bono ve banka parası ortaya çıkınca zor olarak anlayabildik. İslâm âlemi hâlâ anlamamıştır. Batı ise senedi kullanıyor ama mal senedi olarak değil, nakit senedi olarak kullanıyor. Dolayısıyla bu senet anlaşılmamıştır.
Sizlere senetleri tanımlamaya çalışacağım. Nedense zor kavranıyor.
a) Selem senedi. Tüketim malları içindir. Bir malı sipariş verirsiniz. Malın vasıfları bellidir, miktarı bellidir. Bu senet selem senedidir. Üzerinde talep tarihi yazılıdır. O tarihten evvel istenemez. Bu senet piyasaya ucuz olarak satılmaya başlanır. Kim malı kullanmak isterse o ambara gider ve malı oradan çeker.
b) Malzeme senedi. İnşaatta kullanılan malzeme içindir. Selemden farkı, selem üretilecek bir mal için çıkarılmaktadır. Malzeme senedi ise üretilmiş bir mal için, mesela fayans için çıkarılmıştır. Ambara malı koyan senedi piyasada satar.
c) Hisse senedi taşınmazdaki payı gösteren senettir. Yararlanma mülkiyeti karşılığı çıkarılır. Elden ele gezer. Gelirinden pay istihkak eder.
d) İşletme senedi de mal senedi gibidir. Birçok mallar için bir malın senedi çıkarılır. Diğer mallar o senede göre fiyatlandırılır. Ana mal ise senetle bire bir satılır.
Senetlerin özelliği, elden ele dolaştıktan sonra sonunda onu borçluya verir. Borçlu da ona malı teslim eder. Senet iptal edilmiş olur. Borçlu onu bir daha kullanamaz.
Bu senetlerde vade tarihi vardır, o tarih gelmeden önce istenemez. Ama vade geldikten sonra ertelenebilir. Bir de borçlu kendisine dönen bir senedi tekrar kullanabilir. Tekrar o kadar mal borçlu hâle gelir. Buna “para” diyoruz. Dört çeşit para çıkarılır.
a) Buğday parası. Bununla buğday alınıp satılır. Ama bu paranın asıl işi selem senetlerini alıp satmadır. Selem senedi kasaya girer. Buğday parası devreye girer. Halka kredi olarak verirsiniz. Selem senedini alır, buğday parasını verir.
b) Demir parası. Bu da malzeme senetlerini alıp satar. Malzeme senetleri kasaya girer, demir parası dışarıya çıkar.
c) Toprak parası, hisse senetleri karşılığı çıkarılır. Hisse senetleri kasaya girer, toprak parası piyasaya çıkar.
d) Altın parası, altın karşılığı çıkarılır. İşletme senetleri alınıp satılır.
İşte burada hep bir borçlu vardır. Borç da bellidir. Ama alacaklı belli değildir. Elden ele dolaşır. Kur’an bunu tedvin etmiştir.
وَلْيَتَّقِ اللَّهَ رَبَّهُ (Vla eLYatTAQı elLAHa RabBaHUv) “Rabbi olan Allah’a ittika etsin.”
Bu borçlu olan yazsın, borçlu olan imlal etsin. Borçlu olan Rabb’ine ittika etsin. Kâtip Allah’ın öğrettiği gibi yazsın. Borçlu olan imzalasın ve Rabbi olan Allah’tan korunsun.
Burada “Allah” kelimesi “Rabbi” kelimesi ile getirilmiştir. Bu âyet bize şunu göstermektedir. Hâmiline yazılmış bir senedi veya parayı çıkaran kişi önce dayanışma ortaklıklarından güvence alır. Onlara dayanır. Eğer ödeyemezse dayanışma ortaklığı tazmin eder veya yerine getirir. Ancak dayanışma ortaklığının da gücü yetmezse, o zaman devlet bunu teyit etmektedir.
“Allah” kelimesi burada devleti veya ili veya bucağı temsil etmektedir.
“Rabbi” kelimesi de dayanışma ortaklığını temsil etmektedir.
Yine buradan anlaşılıyor ki kamu yani devlet; il, bucak, hattâ insanlık dayanışma ortaklıklarından oluşmaktadır. Devlet nasıl oluşuyor? Halk bucakta ilmî temsilcilerini seçiyor, bucak ilmî temsilcileri il ilmî temsilcilerini seçiyor, il ilmî temsilcileri de devlet ilmî temsilcilerini seçiyor. Bunlar ülkenin meclisini oluştururlar. Her yüz bin kişi için yaklaşık bir milletvekili seçilmiş olur. Sayıları beş yüz kişi civarındadır. Orada birleşip ilmî dayanışma ortaklıklarını oluştururlar. Bunlar ilmî dayanışmanın sorumlularıdır. Her biri üniversitelerin rektörüdür. Aynı zamanda ilmî şuranın üyeleridir. Bunlar kendilerine bir ortak vekil atarlar. Bu devlet başkanıdır.
Devlet başkanı her bölgeye birer komutan atar; ordu komutanı atar. Halk bu komutanlardan birinin askeri olur. Bir komutan eğer yüzde 5 asker toplamışsa komutanlığı onaylanmış olur. Yoksa komutan değildir. Bütün bölgelerde ordu komutanlarını onaylatırsa devlet başkanının başkanlığı kesinleşir. Böylece devlet oluşmuş olur.
O halde devlet ilmî dayanışma temsilcilerinden oluşan meclis ile siyasi dayanışma ortaklıklarından oluşan ordulardan ibarettir. Kılıç ve kalem. “Rabbi olan Allah” kelimeleri bunu ifade etmektedir. Devletin dayanışma ortaklıklarından ibaret olduğunu ifade etmektedir.
“Buna ittika etsin” demek, devlete dayansın demektir. Yani borçlanma yetkisini devlet versin demektir. Bu nasıl olacaktır? Biz bunu şöyle bir mekanizma ile gerçekleştiriyoruz.
a) İnsanlık başkanı imzaladığı çek ile yeryüzündeki bütün ilçelerdeki bankalarına altın para çekini gönderir. İlçe kuyumcularına bunları kredi olarak verir. Kuyumcular bununla altın satın alırlar. Böylece yeryüzündeki bütün kuyumculardaki altın kadar altın para piyasaya çıkmış olur.
b) İnsanlık başkanı kuyumculardaki altın kadar altın paraya ait çeki ülke başkanına gönderir. Ülke başkanı bu çek karşılığı beş misli toprak parası çekini ilçedeki bankalara gönderir. Onlar bunları komisyonculara kredi olarak verirler. Komisyoncular bununla ilçedeki taşınmazları alıp satarlar.
c) İnsanlık başkanı kuyumculardaki altın kadar üçüncü olarak altın parayı çek hâline getirir ve il başkanlarına gönderir. İl başkanları da bunun beş katı demir parayı çoğaltıp ilçe bankalarına verirler. İlçe bankaları bunları inşaat malzemesi satan depolara verir ve onlar da bununla inşaat malzemesi alıp satarlar.
d) İnsanlık başkanı kuyumcularda mevcut altın kadar altın para çekini yeryüzündeki bucak başkanlarına gönderir. Onlar da buna karşılık beş misli buğday parası çekini ilçe bankalarına verirler. Bankalar da bunları bucak halkına buğday parası olarak kredi verir. Sipariş alan işyerlerine vermiş olur.
e) İnsanlık başkanı yine beşinci olarak kuyumculardaki altın kadar altın para çekini ilçe bankalarına gönderir. Bunu da döviz bürolarına kredi olarak verir veya kendileri döviz bürosu olarak çalışırlar. Bu altın para ile diğer toprak, demir ve buğday paralarını alıp satarlar.
İşte burada kredi alan herkes dayanışma ortaklıklarına dayandığı gibi ana çekleri insanlık, devlet, il ve bucak başkanları imzalamaktadır. Yani tüm insanlık dayanışma içindedir. Karşılığı olmayan para piyasaya çıkmamaktadır.
Bu paralara dayanılarak sipariş senetleri, mal senetleri, hisse senetleri ve işletme senetleri satılmaktadır.
وَلاَ يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا (Va LAv YaBPaÇ MiNHUv ŞaYEan)
“Ondan hiçbir şeyi bahs etmesin.”
Buradaki “bahs” kelimesini ele alalım. “Bahş” kelimesi bağış demektir. Hattâ Türkçedeki bağış yani hediye de buradan gelir. “Bahs” ise malın değeri demektir. Aslında değerin tersidir.
Gürcüce’de fiyatın adı “pas”tır. Aslında fiyat baha yakın kelimedir. Kur’an’da ucuz mânâsında kullanılmaktadır. Bir malın iki değeri vardır. Bir malın yararlanma değeri vardır. İnsana sağladığı menfaattir. Nef’ denmektedir. Diğeri de alış değeridir. İnsanın bir şeyi satın alması için onun alış değeri yararlanma değerinden az olmalıdır, yani alıcı kâr etmelidir. Satıcı için ise zaten hepsi kârdır. Çünkü ondan yararlanmaktadır. İşte bu alış değerine yani müşteriyi bulan değere “bahs” denmektedir. Bu değerinden daha düşüktür.
“Ondan hiçbir şeyi eksik etmesin.” Kim eksik etmesin? Satıcı eksik etmesin.
Kişi 5 kilo patates taahhüt etmişse öderken eksik etmesin, 5 kilo patatesi aynen teslim etsin.
Peki, kâr nereden olacaktır?
Kâr alınan paranın azlığından olacaktır. Yahut malın fazlalığından olacaktır.
Ambara 11 kilo mal teslim edip ona karşılık 10 kiloluk senet alıyorsun. Ambarcı artık 10 kilo borçludur. Kârın nerede? Alırken 10 kilo alacağına 11 kilo aldın. Yahut 11 kiloluk para aldın 10 kilo borçlandın. Sonra artık bu 10 kilo üzerine bir eksiltme yapmazsın.
Kabul ettiğimiz bir ilke vardır. Kişi satarken kâr etmez, alırken kâr eder. Mallar senetleri ile satıldığı zaman senette yazılı değer ödenecektir.
Buradaki “hu” zamiri nereye gidiyor? “Hu” zamiri tâ baştaki “deyn”e gidiyor. Borç üzerinde bir eksiklik yapmasın demektir. Borç artmasın, eksilmesin anlamı da çıkar. Değiştirmesin. Borç ne ise o kalsın. Zamanla borç artmasın demektir. Yani faizli işlem yapılmasın demektir. Fazla ödemek faiz olduğu gibi eksik ödeme de faizdir.
Burada “noksan etmesin” demiyor, “bahs etmesin” diyor.
Başka bir ifade de şudur. Sonbaharda teslim edilmek üzere bugün pamuk alınıyor, sonbaharda fiyatlar ilan ediliyor, o fiyatlarla ödeniyor, işte bu bahsdir. Böyle yapmayın diyor. Fiyat şimdi belirlenecek ve o ödenecektir. Hattâ peşin alınacaktır. Senetteki mal değişmeyecektir.
Burada yazılanlarda eksik yazmayın anlamı çıkmaz. Çünkü yazma işi kâtiplere aittir. Buradaki “bahs” teslim ederken malın eksik teslim edilmesidir. Senette ne yazılmış ise o aynen teslim edilecektir. Noksan mallar kabul edilmeyecektir. Bozuk mallar iade edilecektir. Bu da şöyle sağlanıyor. Taahhüt eden kişi mallarını ürettiği zaman kontrole götürüyor. Eksiksiz ise mal damgalanıyor. Az bir şeyi eksik olursa o damgalanmıyor, kabul olunmuyor. Oysa bey’de böyle değildir. Bey’de yani peşin alınıp satılan mallarda küçük eksiklik varsa o tazmin edilir, mal yine kabul edilmiş olur. Bu ifade bize selemde malın kusursuz olmasını istemektedir.
Burada “bahs etmesin” emri genel alınır. Devlet toprak parasını, bucak buğday parasını veya mağaza mal senedini alıp verirken denge korunsun, kimse kaçak yapmasın. Yani altını almadan altın parayı vermesin yahut malı sipariş vermeden sipariş almasın. Her şey serbest piyasada dengeli değişsin demektir. Karşılıksız para veya senet çıkmasın.
Şimdi bütün bunlar muhasebeye dayanmaktadır.
Muhasebe için yeni bir form geliştirmekteyiz.
a) Hareket tipi evrak, zimmet, envanter veya demirbaş türleridir.
b) Yevmiye numarası
c) Üst yevmiye numarası
d) Muamele tarihi
e) Vade tarihi
f) Borçlu
g) Temsilen alan
h) Birimi ile birlikte borcun cinsi
i) Borcun miktarı
j) Borç türü
k) Değer birimi
l) Değerin miktarı
m) Temsilen veren
n) Alacaklı
Her borçlanma bu belge ile muhasebeye gitmekte ve az olsun çok olsun muhasebe kayıtlarında yer almaktadır. Kur’an bunu emretmektedir. Bu emir ancak bugün bilgisayarların olduğu zamanda yerine getirilebilmektedir.
Kur’an’ın uygulaması içinde bulunduğumuz bin yılımızda daha da belirgin olacaktır.
ADİL DÜZEN 436
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 98. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا تَدَايَنتُمْ بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُبْ بَيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلاَ يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللَّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلْ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللَّهَ رَبَّهُ وَلاَ يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا فَإِنْ كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهًا أَوْ ضَعِيفًا أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَنْ يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ وَاسْتَشْهِدُوا شَهِيدَيْنِ مِنْ رِجَالِكُمْ فَإِنْ لَمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّنْ تَرْضَوْنَ مِنْ الشُّهَدَاءِ أَنْ تَضِلَّ إِحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الْأُخْرَى وَلاَ يَأْبَ الشُّهَدَاءُ إِذَا مَا دُعُوا وَلاَ تَسْأَمُوا أَنْ تَكْتُبُوهُ صَغِيرًا أَوْ كَبِيرًا إِلَى أَجَلِهِ ذَلِكُمْ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ وَأَقْوَمُ لِلشَّهَادَةِ وَأَدْنَى أَلَّا تَرْتَابُوا إِلَّا أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلَّا تَكْتُبُوهَا وَأَشْهِدُوا إِذَا تَبَايَعْتُمْ وَلاَ يُضَارَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ وَإِنْ تَفْعَلُوا فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ وَيُعَلِّمُكُمْ اللَّهُ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (282)
فَإِنْ كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ (Fa EiN KAvNa lLaÜIy GaLaYHi lXaqQu)
“Aleyhinde hak olan kimseyle ise.”
“Fa” harfi getirilerek ehliyeti kısıtlı olan kimseler hakkında hüküm koymaktadır. Yani arıza hallerinde nasıl hareket edileceğini burada bize anlatmaktadır. İstisna ile getirseydi kıyas yapılmazdı. “Va” ile getirseydi kıyas yapılırdı ama genel hüküm olmazdı. “Fa” harfi ile zikretmekle bu hususlar yalnız senet tanzim ederken değil, her zaman geçerlidir demektir. Zayıf, küçük, sefih kim olursa olsun aynı kurallara tâbidir.
“İn Kâne” ile getirilmiştir. Çünkü istisnai durumdur, olması beklenmemektedir.
Burada borçlu olan zikredilmektedir. Zamirle işaret edilmemiştir. Bu da yine borcun tamimi içindir. Yukarıdaki “ellezî aleyhi’l-hakku”dan maksat, sözleşme yapan borçlu idi. Bütün borçlular kastedilmemiştir. Oysa burada bütün borçlular kastedilmektedir. Marifeli gelen kelime eğer aynı şeyi veya kimseyi kastediyorsa zamirle işaret edilir. Ama kastedilen başka kimse ise zamirle zikredilmez. “Raeytu erracüle ve darabtuhu” dersin, adamı gördüm ve onu darbettim. Burada gördüğün adam ile dövdüğün adam aynıdır. “Raeytü recülen ve darabtü erracüle” yani adamı gördüm ve o adamı dövdüm dersen, gördüğün için o adamı dövmüş olursun.
Tekrar etmenin bir sebebi olmalıdır. Burada da borçlu olanın borçlu olduğunu itirafı anlamında imzalamasının mânâsı vardır. Borç imza ile tamamlanmış olur.
Tarihte akdin yapılış şekli üzerinde çok durulmuştur. Roma’da akit tamamen şeklî idi. Bir görevlinin huzurunda taraflar icab ve kabulü yapar, görevli de ‘akdettim’ derse akit olmuş olurdu. Bugün tapuda ve nikâhta hâlâ aynı usul kullanılmaktadır. Araplar ise ellerini tutar ve tutulmuş iken ‘aldım-sattım’ derlerse geçerli sayılırdı.
Fıkıhçılar akit serbestliği ilkesi içinde tarafların tokalaşmalarını kaldırıp aynı mecliste olmayı şart koşmuşlardır. Yani ‘ben sana 50 liraya bu elbiseyi satıyorum’ dese, aynı mecliste bir diğeri de ‘aldım’ dese akit tamam olmuş olur. Ne satan ne de alan rücu edemez. Ama meclis dağıldıktan sonra ‘aldım’ dese, satan vermeyebilir.
Gelişen dünyada bunların hiçbirisi geçerli sayılmamaktadır. Tesbit de zor olmaktadır.
Kur’an’ın bu âyette “ellezî aleyhi el-hakku” demiş olması, zamir göndermemesi ve “Fa” ile başlaması delaleti ile akdin tamamlanması imza ile olmaktadır. Herhangi bir anlaşma imza atılınca tamam olmuş olur.
Bugün bu hususlara asla riayet etmiyoruz. Hepimiz şifahi anlaşmalarla işimizi tamamlıyoruz. Oysa her şey yazılacak ve imzalandığı zaman geçerli olacaktır.
Mekke’de on yedi kişi okuma yazma biliyordu. Medine’de Yahudiler biliyordu. Ama Araplar belki o kadar da bilmiyordu. Bu âyetlerin o zaman nâzil olması bir mucizedir. Bu bugün bile uygulayamadığımız bir emirdir. Ama insanlık buna dayanacaktır.
Bu âyetin gereğini yapmadığımız müddetçe tekel yönetimi bizi hep sömürecektir, çünkü o yazıyor. İstanbul Yenibosna’daki çabamız ve çalışmalarımız bunun içindir.
سَفِيهًا (SaFIyHan) “Sefih ise”
“Sefh” “sefk”den gelir. Kanı akıtmak, suyu akıtmak, saçmak, heder etmek anlamındadır. Mallarını hesapsız kitapsız akıtıyorsa ona “sefih” denmektedir. Sefihlere mallarını vermeyin âyeti ile bunların hacredileceğini (mallarında tasarruf edemezler) anlatmaktadır.
Sefih olan kimse hacredilir. Kendisine miras yoluyla intikal eden malları alamaz, satamaz. Velisinin izniyle alıp satabilir. Sefih babasından kalan malları alıp satamaz ama kendi kazandığı mallar üzerinde tasarruf hakkı devam eder. Ne var ki evlenmişse, çoluk çocuk sahibi olmuşsa, o mallar üzerinde tasarruf edebilir mi? Bu hususta nass yoktur.
Biz kıyas yoluyla şu hükümlere varıyoruz. Evlenme esnasında sahip olduğu mallarda da evlendikten sonra savurganlık yapamaz, çünkü eşin nafakasını temin etmekle mükelleftir. Ama evlendikten sonra edindiği mallar üzerinde istediği tasarrufu yapabilir. Bir çocuğu doğarsa, çocuk doğmadan önceki mallarda savurganlık yapamaz, ama çocuk doğduktan sonra elde ettiği mallar üzerinde istediği tasarruflarda bulunabilir. İşte bu şartlar altında mağdur olanlar veya yakınları hakemlere giderek hacrettirirler. Mahcur olanlar hacrden evvel elde ettikleri mallar üzerinde istedikleri tasarrufları yapamazlar. Ama hacrden sonra kazandıklarında istedikleri tasarrufta bulunurlar. Sefih olan borçlanma ehliyetine sahiptir ama eski mallar üzerinde alacaklılar bir hak iddia edemezler.
Bundan sonra başka hükümler ortaya çıkmaktadır. Bir kimse alışveriş yaptığı zaman, borçlu ve alacaklı olduğu zaman bütün mallardan sorumlu olur. Ama eğer baştan benim bu mallarım üzerinde alacaklılar bir hak iddia edemez deyip tasarrufunu durdurursa, o mallar üzerinde alacaklılar bir hak iddia edemezler. Yani ona borç verenler bilirler ki bu mallardan biz alacağımızı tahsil edemeyiz.
Evlenme esnasında eşler böyle mallarının bir kısmını koruma hakkına sahip olurlar. İş yapanlar da mallarını başkasına devretmeye gerek kalmadan bir kısım mallarını korumuş olurlar. Bunların muhasebede işlenmiş olması gerekir. Bu hüküm de sefihler için madem mallar tasarruftan ayrılabiliyorsa iradi olarak da ayrılabilmedir. Mahkeme kararı olmadan da mallarının bir kısmını iş hayatından uzak tutabilmelidir. İşte bugün geliştirilmiş bulunan limitet şirket budur. Ortaklar belli mallar koyarlar ve bu mallarla rizikoya girerler. Biz bunu tek kişi için de kabul ediyoruz. Muhasebeye bu şartlarla girmesi hâlinde, onunla işlem yapanlar bunu bilerek öyle yapacakları için sonuçlara katlanma durumunda olurlar. Mecnunlar evleviyetle sefihler hükmündedirler.
أَوْ ضَعِيفًا (EaV WaGIyFan) “Yahut zayıf ise”
Küçükler zayıf kimselerdir. Burada “sagiran” denmemiş de “daifan” denmiştir.
15 yaşından küçük olanlar yahut baliğ olmayanlar imza koyamazlar. Burada yaşlılar da imza koyamazlar demektir. O halde 63 yaşını geçmiş veya emekli olmuş kimse de imza koyamaz demektir. Ama onların malları da çocukların malları hükmündedir.
Şimdi selem senedi tanzim ederek bunların katılmasına neden gerek görülmüştür? Kendileri üretmeyeceklerine göre onlar nasıl taahhüt etmektedirler?
Buradan şunu öğreniyoruz ki, senet veya para çıkarılırken bir taşınmazın ipotek edilmesi gerekir. Borç öyle hamiline yazılmış hâle gelir. Dayanışma ortaklıklarının imzalaması gerektiği gibi kişinin bir de mal varlığını koymalıdır. Yani senet bir taşınmaz karşılığı çıkar. Yeryüzünde toprak sınırlıdır, yapılar da sınırlıdır. Sınırlı olan bir şey para olabilir. Sonsuz olan bir şey para olamaz. Hava çok kıymetlidir ama sonsuz olduğu için değeri yoktur. Senedi veya parayı da sınırlandırmamız gerekir.
Bu sınırlandırma mesela fayans miktarı ile olamaz mı? Fayans senedinin miktarı fayansla sınırlandırılacaktır. Ama fayans senedinin değeri nasıl tesbit edilecektir? Para ile tesbit edilecektir. O halde bunun sınırlandırılması gerekir.
Kur’an iki şeyi sınırlı kabul etmiştir. Biri altın ve gümüştür. Bunlar sınırlı yaratılmış ve kıymetli madenlerden olmuştur. Para altın miktarı ile sınırlı olmalıdır. Bir de toprak sınırlıdır. O halde para toprak karşılığı veya altın karşılığı olmalıdır. Malların muhafazasını denetlemek zor olduğu için senet veya parayı taşınmaz karşılığı tanzim ediyoruz. Mevcut olan bütün toprakların ve binaların devreye girmesi için çocukların ve yaşlıların malları da senet karşılığı konabiliyor demektir. Bugün de ipotek senedi veya ipotekli taşınmaz senedi gibi senetler medeni kanunda yer almıştır.
أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَنْ يُمِلَّ هُوَ (EaV LAv YaSTaQIyGu EaN YuMilLa HuVa)
“Kendisi imlala istitae edemez ise”
Burada cümle gelmiştir. Cümle أن (En) siz geldiği için mef’ul olamaz, sıfat veya hâl olabilir. Marifeye sıfat olamayacağı için hâldir. Demek ki yukarıdaki sefih ve daif/zayıf da hâldir. Haller birbirine “ev/veya” ile atfedilmiştir. Hâl arızi olan bir şeydir. Sefihlik de zayıflık da kalkabilir demektir. Mahkeme kararı ile sefahatine mahkum edilen kimsenin durumu düzelirse yine mahkeme kararı ile kalkar anlamındadır. Yahut emekli olan kimse emekli maaşından vazgeçip tekrar işe döner demektir.
Burada gelen “Hüve” “İstitaa” fiilinin failini teyittir. Neden bu teyide gerek görülmüştür? Sefih ve daif/zayıf olan velisini kendisi seçmemektedir. Doğal velisi ona velayet etmektedir. Oysa burada imza etmeyi bilmeyen kişi imza edecek velisini kendisi seçmektedir. Vekilin yaptığı imza da müvekkilin yaptığı imza olduğu için sadece “lâ yestetıu en yümille” deseydi, velisini de seçemez durumda ise mânâsı çıkabilirdi. Oysa burada kastedilen velisini seçebiliyor ama kendisi imza edemiyor. Böylece yeni bir müessese ortaya çıkıyor. Kişi kendisi bir şeyi yapamıyorsa, seçeceği vekiline veya velisine bunu yaptırabilir. Eğer seçme gücüne sahip değilse o zaman onun fıtri velisi velayet eder. Yeter sayının vekili olmadığı veya yeter tahsili olmadığı için mecliste kendisini temsil edemeyen kimse kendisine vekil seçer demektir. Böylece temsili sistemin meşruiyeti ortaya çıkar.
Yetmiş milyon insan Ankara’ya gidemeyeceğine göre kendisini bizzat temsil etmesi mümkün değildir. Buna istitaası yoktur demektir. 25 bin kişinin vekaletini alan Ankara’ya meclise gider kuralını koyduğumuz zaman onu dolduran bir kişi kendisine vekil seçmelidir. Bunu uygulayabilmek için seçmene seçim kartını veriyoruz, o birisini tevkil ediyor. Vekilin vekil tayin etmesi caiz olduğu için o da birilerini vekil yapıyor. Seçmen kartını ciro ederek veriyor. Sonunda 25 bin kişinin vekili olan milletvekili oluyor. Vekilin azli caizdir. Ancak başkasını tevkil etmesi gerekir 25 binden aşağı düştüğü zaman azledilmiş olur. Bunun tesbiti yıl sonunda yapılmaktadır. Dolayısıyla azledilenin milletvekilliği yıl sonunda sona erer.
فَلْيُمْلِلْ (Fa eL YuMLiLu) “İmlâl etsin. İmza atsın. Sözleşmeyi kapatsın.”
Sözleşme aralarında boşluk bırakılmadan yazılır. Satır başları da bırakılmaz. Yazılacaklar yazılır ve son satırda borçlunun adı ve imzası bulunur. Tarih baştan atılır. Yani öyle form kabul edilmelidir ki sonra ilave yapılmamalıdır.
Bugün bu senetler matbaa ile basılarak çoğaltılmaktadır. Bu caiz midir? Çünkü imza edilmeden çoğaltılıyor. Para böyle basılıyor. Burada istenen ve beklenen başkalarının taklit edememesidir, sahtesinin çıkmamasıdır.
Bunu sağlamanın yolu kullanılacak mürekkeptir. Gelişigüzel bir boya yapılır. Boyada oluşacak doğal elementlerin yüzdesini tutturmak çok zordur. Çünkü ölçü üretimden ileridedir.
Şöyle ki, bir sopa yapsanız, 100 santim olacak deseniz, bunu hiçbir zaman yüzde yüz tutturamazsınız; ya küçük ya da büyük olur. Buna ‘imalat aralığı’ diyoruz. Bir de ‘ölçü aralığı’ vardır. Herhangi bir sopanın uzunluğunu ölçmek isterseniz hiçbir zaman yüzde yüz ölçemezsiniz. Mutlaka sopanın uzunluğu ile sizin cetvelin ölçtüğü uzunluk farklıdır. Genel kanun şudur; ölçü aralığı her zaman imalat aralığından küçük yapılabilir. Böylece mürekkepteki bir maddenin imalat aralığı ölçü aralığından büyüktür. Dolayısıyla yaptığınız bir mürekkebi bir daha yapmanız mümkün değildir. İşte bu tip çoğaltılan para veya senetleri özel mürekkeple imzalar, sonra da onu dökerseniz, yani piyasada o mürekkebi bırakmazsanız, bir daha sizi hiç kimse taklit edemez. Matbaada da aynı mürekkebi kullanarak basarsanız ve sonra o mürekkepten arta kalanı yok ederseniz bir daha onu kimse basamaz.
Buna cevaz kıyas yoluyla verilmiş olur. İllet, bir daha taklit edilmemesidir. Senetlerde kuyumcuların, mağazaların, komisyoncuların, müteahhitlerin imzası vardır. Onlar az sayıda olduğu için doğrudan imzalanmaktadır.
وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ (VaLıyYuHUv Bi eLGaDLı) “Velisi adl ile imzalasın.”
Bu ifadede iki mânâ vardır. “Adl ile olan velisi imzalasın” veya “velisi adl ile imzalasın”.
Birinci anlamını verdiğimizde “adl olmayanlar veli olamazlar” demektir. Bu şart dayanışma ortaklıklarına konmuş bir şart olmaktadır. Sonuç olarak dayanışma ortaklığı kurabilmek için adil olma şartı burada getirilmiştir. Dayanışma ortaklığı kurabilmek için bucakta orta, ilde yüksek, ülkede üstün ehliyet sahibi olunmalıdır. Bu ilmî ehliyet şartıdır.
Bunun yanında bucakta kurabilmek için bucakta, ilde kurabilmek için ilde, ülkede kurabilmek için ülkede, insanlıkta kurabilmek için insanlıkta tezkiye edilmiş olması gerekir. Bu tezkiyeyi dinî dayanışma ortaklıkları yaparlar. Üç sınıf vardır. Bunlar adil olanlar, meçhul olanlar, mecruh olanlardır.
Tadil etmek (değiştirme) için ortaya koyduğumuz mekanizma şudur. Dinî dayanışma sorumluları kendi cemaatlerini ahlâklarına göre sıralarlar. Bunların tersi alınır ve kişinin dini içindeki ahlâkî derecesi bulunur. Dinleri ise bucaklarda aşiret; illerde bucak; ülkelerde il ve insanlıkta ise ülke başkanları tezkiye ederler. Bunların terslerinin toplamı ile dinin derecesi ortaya çıkar, kişinin din içindeki derecesi ile dinin derecesi çarpılırsa adalet derecesi ortaya çıkar. İnsanlar buna göre üç sınıfa ayrılırlar. Başkanın koyacağı sınırlarla adil, meçhul ve mecruh ortaya çıkar. Toplulukta mecruhlar (şahadeti kabul edilmeyenler) kararla ortaya çıkmazlar. Yalnız mahkum olanlar mecruh grubunda yer alır. İşte, bir dayanışma ortaklığı kurabilmek için adil olma şartı getirilmiş olmaktadır. Yani burada velinin adil olması istenmektedir.
Başka bir özellik de, velinin oy sahibi olması sadece imza bilmesi ile değil yani okuryazar olması ile değil, aynı zamanda muhteviyatı yani senedin muhteviyatını bilmesi ile olur. Dolaysıyla yapılan senetleri belli ehliyete sahip olanlar çıkarabilirler. Hamiline yazılmış senetleri ihraç edebilmek için bucaklarda orta ehliyetli, illerde yüksek ehliyetli ve ülkede üstün ehliyetli olmak şarttır.
“Velisi” burada marifedir. Demek ki herkesin bir velisi vardır. Yoksa “veliyyün lehu” denirdi, yani sadece o imzayı atacak veli demek olurdu. Oysa burada daha önce bilinen velisi vardır demektir.
Burada da senet veya para ihracı için dayanışma ortaklığının kefaleti söz konusudur. Kişilere senet imzalama yetkisi diye bir ehliyet verilir. O zaman kendisi imzalar. Yahut onu imzalamaya yetkili kılmaz, veli yani dayanışma sorumlusu doğrudan kendisi imzalamış olur.
Demek ki senet ve paralarda hem maddi hem de şahsi kefalet vardır.
a) Bir kişi şahsen borçlanmaktadır. b) Karşılığı ambara veya inşaata gitmektedir. c) Bir taşınmaz borca ipotek edilmektedir. d) Bir dayanışma ortaklığı borcu yüklenmektedir.
Dört güvence ile para veya senet çıkmaktadır. Önce borç ödenir, sonra mal varsa mala el konur. Ortak ambardan çekilir. Ambarda mal yoksa dayanışma ortaklığına gidilir. Borcu öder, taşınmaza el koyar. Bunlar muhasebede hep otomatikman işlenir.
وَاسْتَشْهِدُوا (Va iSTaŞHıDUv) “İstişhad ediniz.”
“Şuhd” petekteki baldır, hilesiz olduğu bilinen baldır.
İnsanlar peteklere bal yerleştirmezler, dolayısıyla hile yoktur. Oysa sıkılmış bala su eklenebilir, şeker eklenebilir.
Kur’an şehadeti gayba karşı kullanmaktadır. Şehadette olayın cereyan şeklini tesbit vardır. Gaybda ise sadece olayın varlığı bilinir, oluş şekli bilinmez. Şahidlerden istenen olayın cereyan şeklini aydınlatmaktır. Bunun için olayın cereyan şekline de vâkıf olmak gerekir.
Şahidlik var, şehidlik var.
Şahidlik, (İsm-i fâil) olayı gören kimsenin olayı nakletmesidir.
Şehidlik (Sıfat-ı müşebbehe) ise olayın cereyanını soruşturmak suretiyle tesbittir. Yani şehitlik bir meslektir, soruşturmacıdır.
Bugün soruşturmayı polis, savcı ve hâkim yapmaktadır. İslâmiyet’te ise soruşturma ayrı bir müessesedir. Soruşturmacılar soruşturma yaparlar ve sonunda vardıkları sonucu beyan ederler. Hakemler veya hâkimler baştan soruşturmacıyı kabul veya reddedebilirler. Ama kabul ettikten sonra duruşmada soruşturmacı ne beyan etmişse ona göre hüküm vermekle yükümlüdürler.
Bir de istişhad var (istif’âl babı), işhad (if’âl babı) var.
“İstişhad” olay mahkemeye gitmeden, buna gerek olmadan şahitleri tutmaktır. Resmi belgeler bugün noterlere teslim edilmektedir. Kur’an ise bu görevi soruşturmacılara yani polislere vermektedir. Kâtib yazar ama kâtib saklamaz, şehid saklar. Çünkü kâtib saklarsa onda değişiklik yapabilir. Oysa şehidde durursa o değişiklik yapamaz, çünkü yazılar birbirine uymaz.
“İşhad” ise mahkemeye gidip şahitlik yapmaktır, soruşturma yapmaktır.
Kur’an bu dört kavramı da zikretmektedir. Şahid, şehid, istişhad ve işhad.
Bunlar yargılamadaki şehadettir. Bilirkişilerin konuşmadaki şehadeti ise sülasi olarak gelmektedir. Kadının ehlinden bir şahit şehadet etti diyor.
شَهِيدَيْنِ (ŞaHIyDaYNı) “İki şehidi istişhad ediniz.”
Bir senet veya para çıkarırken iki soruşturmacı istişhad edilecektir. Senet bucakta çıkarılıyorsa bu iki şehid ilçedeki soruşturmacı olacaktır. Senet ilde çıkarılıyorsa bu iki şehid bölgedeki yüksek soruşturmacılardan olacaktır. Ülke çapında bir senet çıkarılacaksa bu da üstün şehidlerden olacak, o ülkenin üstün şehidlerinden olacaktır.
“Şehideyn” burada nekre gelmiştir. Onun ehliyetli biri olacağı, şehid kalıbından sıfatı müşebbehe olmasından ileri gelmektedir. Belgelerin suretlerinden birini bir şehid alır, diğerini diğer şehid alır ve bunları muhafaza ederler. İki yerde muhafaza edilmiş olur, birine bir şey olursa diğerinde kalsın. Bunlar olaya şahid olurlar. Belgelerin kâtib tarafından tanzim edildiğine, borçlunun imzaladığına ve o belgenin bu olduğuna şehadet ederler. Şehitler içeriği hususunda şehadette bulunmazlar. İçeriği hakkındaki bilgi yazısından anlaşılacaktır, onları yorumlamak da hakemlere aittir.
Burada önemli bir husus ortaya çıkmaktadır.
Resmi belgeleri değerlendirme soruşturmacılara değil hakemlere aittir. Ama gelişigüzel yazıları değerlendirme veya sözleri değerlendirme hakemlere aittir. Tarafların veya şahitlerin dışarıda söyledikleri hususları değerlendirme soruşturmacılara aittir. Resmi olmayan yazılı belgeleri değerlendirme soruşturmacılara aittir. Katiplerin yazdığı belgeleri değerlendirme hakemlere aittir. Soruşturmacılar sadece onun resmi belge olup olmadığını tesbit ederler.
مِنْ رِجَالِكُمْ (MiN RiCaLiKuM) “Recüllerinizden”
Bu kayıtla şehadet ancak mü’minlere verilen bir yetkidir, yani nöbetli olanlar soruşturma yapabilirler. Müslimlerin şehadetleri kendi bucaklarında geçerli olur. Orada da nöbetli olanların şehadetleri geçerli olur. Buradaki “küm” zamiri bunu ifade eder.
“Rical” erkek demek değildir. “Rical” nöbet tutan, gerektiğinde savaşan, diyeti tediye eden kimselerdir. Küçük çocuklar ve yaşlılar bunlardan değildir.
Buradaki “min” cinsin beyanı içindir. İslâm bucaklarında kişiler ikiye ayrılırlar; bedelli müslimler ve nöbetli mü’minler. Mü’minler de nöbet tutma ve diyete katılma görevlerini yapmakla mükellef olan erkekler ile yapma ehliyetine sahip oldukları halde yapmakla yükümlü olmayan kadın, çocuk ve yaşlılar. Erkeklerden şahit tutmak gerekir. Çünkü biz ancak bunları mahkemeye çağırıp şahitlik yapmalarına zorlayabiliriz. Kadınlar mahkemeye gelip de şahitlik yapmak zorunda değildirler. Onları şahit yaparsak sonra mahkemede hakkımızı savunamayız.
فَإِنْ لَمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ (Fa EiN LaM YaKUvNAy RaCuLaYNı) “Eğer iki erkek olmazlarsa”
Yani kadın olacaklarsa o zaman bir erkek iki kadın olsun. Burada kadının şahitlik ehliyetinin yarım olması mânâsı çıkmaz. İllet ehliyet noksanlığından değil, şehadeti eda etmek zorunda olmayışından ileri gelmektedir. Sonra burada iki erkek bulamazsanız demiyor, iki erkek olmayacak da kadınlar katılacaksa, bir erkek yerine iki kadın şahit olarak tutulsun denmektedir. O halde erkekleri tercih sözkonusu değildir.
فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ (Fa RaCuLun VaEiMRaEaTANı) “Bir racul ve iki kadın olsun.”
Burada “Fa” harfi getirilmiştir. Bunun anlamı, her yerde işhad edilirken, şahit tutulurken bir erkek yerine iki kadın şahit olsun anlamı çıkar. “İn”den sonra “Fa” gelirse şartın cezasını tamim eder yani her zaman bu böyledir demektir.
Buradaki anlayış yine karşımıza çıkıyor. Kıyas yoluyla hareket ettiğimizde istişhadda dört tane kadın olabilir. Kıyas bizi buna götürür. Bir şahitte iki kadın geçebildiğine göre iki şahitte de dört kadın geçer. Mefhuma muhalefetten gidersek bir tanesinin mutlaka erkek olması gerekir. Dört tane kadının istişhadı yeterli değildir. Başka bir düşünüşte de üç kadın yeterlidir. Biz Hanefilerin görüşünü kabul ettiğimiz, kıyası muhalefete tercih ettiğimiz için dört kadının şehadeti yeterlidir diyoruz.
مِمَّنْ تَرْضَوْنَ مِنْ الشُّهَدَاءِ (MınMaN TaRWaVNa MıNa elŞuHaDAEı)
“Şehîdlerden razı olduğunuz kimselerden biri iki kadın olsun.”
Buradaki “Mimmen Terdavne” neyin zarfı müstakarrıdır; “şehideyni”nin mi yoksa “imraetani”nin mi, açık değildir. Yani razı olduğunuz iki şahit midir, yoksa iki kadın mıdır, yoksa “vesteşhedu”ya mı muteallaktır? Bilinemiyor. Bunlardan biri olsa bile diğerleri kıyasla bunun içine girer. ‘Şahitler çağırıldığında şahitliği yüklenmek zorunda değildir’ hükmü esas alınabilir.
Hiçbir şahidin şehadet etmediği senet çıkarılamayacak mıdır yahut hiçbir şahidin şehadet etmediği boşanma olmayacak mıdır? Bu şöyle hallolabilir. Herkesin bir danışman şehidi vardır. Onun şehadetliği kabul etmesi gerekir, diğerlerinin şehadeti kabul etmeleri gerekmez. Halkın önünde açık yapılması yeterli sayılabilir.
“Şüheda” marife gelmiştir. Gelişigüzel şahitler değildir. Şüheda şahidin değil şehidin çoğuludur. O halde soruşturmacılardan şahit kılınması şarttır demektir. Buradaki “Şüheda”nın marifeli gelmesi demek, bunlar değişik dayanışmalara bağlı olanlardan seçilebilir demektir.
Buradan anlıyoruz ki, kadınlar da şehadete ehildir demektir, soruşturma yapabilirler. Bu meslekte çalışırlar. Genel hizmet yaparlar. Yani kişilerin soruşturma danışmanı olurlar demektir. Buradan daha genel kaideye varırlar. Kadınlar kamu görevleri yüklenip yüklenmemekte serbesttirler. Bu sebeple zorunlu olan işlerin bazılarını yapamazlar. Mesela komutan olamazlar, zorunlu görevlilere komuta edemezler. Ama kadınlar genel hizmetlerin hepsinde görev alabilirler. Hizmetli olabilirler. Genel hizmet sorumlusu olabilirler. Hakemlik yapabilirler.
أَنْ تَضِلَّ إِحْدَاهُمَا (EaN TaWılLa EoXDAyHuMAy) “İkisinden biri dalalet etmesi hâlinde.”
“En” burada şart sigası değildir, masdar sigasıdır. Masdarlar nekre de olsa fail olabilirler.
“Darbu bairin elimün/ Devenin vurması acıdır.” “En tadribe’l-bairu kâne elimün/ Devenin vurması acıklı oldu.” Burada da masdarla getirilen cümle nekre de olsa mübteda olabilir. Birinin şaşırması durumunda diğeri tezkir eder, yani kadının bulunmaması durumunda diğeri tezkir eder.
“Dalâlet etmek” kaybolmak demektir. “Dalla el-Baıru/ Deve kayboldu” derler. Yani kadın tanıklardan biri bulunmazsa diğeri şahitlik yapsın diye iki kadın şahit olsun denmiş olur. Eğer razı olduğunuz şahitler sözkonusu ise o zaman buradaki “te’nis te”si şühedanın çoğuludur. Şahitlerden biri hata yaparsa diğeri hatırlatsın.
Şahitler değişik dayanışma ortaklıklarından olmalıdır. Şahitlerin ayrı ayrı şehadeti yüklenmeleri gerekir. Ayrı ayrı dayanışmalardan olması gerekmektedir. Çünkü hamiline yazılmış senet ortalıkta dolaşacaktır. Tezkir etmek demektir. Birileri şehadeti hatalı yapıyorsa diğeri onu dengelesin.
فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الْأُخْرَى (Fa TüÜakKiRa EıXDAyHUMAv eLEuPRAy)
“İkisinden biri diğerini tezkir eder.”
“Fa” harfinin getirilmesi daha önceki cümlenin şart cümlesi olduğunu ifade eder. Sılalı cümleler şart cümlesi olabildiği gibi masdar cümleleri de şart cümlesi olabilir. Burada bir kadın şahid bulunamazsa, kaybolursa, gelmezse diğeri gelip tezkir eder. Şahitlik yapar anlamına geldiği gibi eğer şahidin biri başka türlü diğeri başka türlü şehadet ederse, bunların dayanışma ortaklıkları sorumlu olmaktadır. Buradaki ifadenin müennes olması kadına değil çoğula delâlet etmiş olur. Yani şahitlerden bir grup şaşarsa diğer grup tezkir eder.
“Tezkir etmek” dengeye getirmek demektir. Bir çalı fidanını eğip de sonra bırakırsanız tekrar yerine gelir. Çeliğin adı da zekr dir. Eski yerine getirmek demektir. Erkek ve kadın için söylenmiş olur. Soruşturma yapılırken dayanışma ortaklığına dayanmaktadır. Çünkü soruşturmalar birtakım bilgi ve belgelere dayanır. Birçok soruşturmacının ortak çalışmasına dayanır. Tek soruşturmacı grubun soruşturması yeterli görülmüyor. Aynı soruşturmacılardan iki eleman değil, iki soruşturma grubunun iki elemanı soruşturmalıdır. Bunlar arasında dengeleme söz konusudur.
Burada kadın iki şahitten biri şaşırmazsa o zaman diğer şahide gerek yok demektir. Sadece dalâlette olması hâlinde diğeri hatırlatacaktır. Yani şehadette sadece kadınlardan biri bulunur, biri şehadet yapar, diğeri ise sadece dinler. İtiraz etmemekle o da ona şehadet etmiş olur. Üç kadının şehadet etmemesi gerektiği ifade edilmiştir. Diğerinin itiraz etmemesi yeterli görülür.
Burada şu husus ortaya çıkar. Kadınlardan biri duruşmaya gelmezse şehadeti geçerli midir? Soruşturmayı ikisinin birden mi yapması gerekir? Soruşturmayı birisi yüklenir. Ama diğerinden yardım alabilir. Sorduğu sorulara cevap verir. Soruşturma dosyasını hakemlere verir. Hakemler dosyayı ikinci kadına da verirler. İtirazı varsa dinlerler, ona göre şehadeti reddeder veya kabul ederler. Kabul ettikleri takdirde soruşturan gelip şehadet eder.
وَلاَ يَأْبَ الشُّهَدَاءُ (Va LAv YaEBa elŞuHADAEu) “Şühedâ’ i’ba etmesin.”
Şahitlerin şehadetten kaçınması yasaklanmıştır. Buradaki şahitler soruşturmacılardır yani polislerdir. Bunlar şehadet etmekle görevlidirler. Kadın da olsa, eğer görev yüklenmişse onu yerine getirmekle yükümlüdür. Ancak erkek soruşturmacılar görev yerlerini uzun zaman terk edemezler. Oysa kadınlar terk edebilirler. Onlar uzakta iseler çağrılmazlar. Soruşturma görevini yüklenme zorunlulukları yoktur. Ancak yüklendikten sonra ifa zorunluluğu vardır. Dolayısıyla kadınlar da şahitliğe çağrıldıkları zaman gitmek durumundadırlar. Şühedâ’ kelimesi onları da içerir.
إِذَا مَا دُعُوا (EiÜAv MAv WuGUv) “Dâvet olunduklarında”
Buradaki “İzâ” şart değil zarftır. Davet olundukları zaman ve davet olundukları yerde hazır olsunlar demektir. “İzâ Mâ” ile geldiği zaman şart mânâsını kaybeder. Dolayısıyla cümlenin başında olma durumunda değildir. “Mâ” tamim için gelir. Her davet olundukları zaman demektir.
Buradan şunu anlıyoruz ki, hâkimler nasıl dava açılmadığı zaman yargılama durumunda ve yetkisinde değil iseler, şahitler de kendiliklerinden gidip de şehadette bulunmazlar, şehadete davet olunurlar. Kişi kendi kendine soruşturma yapamaz. Kişi bildiklerini sokakta beyanda bulunamaz. Ancak davet edildikten sonra beyanda bulunabilir. “İzâ”nın sona alınmış olmasının hikmeti budur. Nehiyde umumilik olduğu için davet olundukları zaman gidecekler ama davet olunmadan da şehadette bulunmazlar. Buradan ne ortaya çıkar?
Bir soruşturmacı birinin zani olduğunu tesbit etse, onu beyan edemez. Ancak mahkemeye çağrıldığı zaman şehadette bulunur. Mahkemeye çağrılması için dört şahidin hakemlere şehadet edeceklerine dair beyanda bulunmaları gerekir. Hakemler ancak ondan sonra şehadete davet ederler. Dört şahit baştan şehadet edeceklerini hakemlere bildirdiği halde biri gelmezse diğerlerine şehadette bulundurmazlar. Fıkıhçılar dördünün de birlikte şehadet salonuna ayrı ayrı girmelerini bile meşru görmemişlerdir. Hukuk davalarında ayrı ayrı girebilirler. Ama ceza davalarında birlikte girme zorunluluğu da getirilmiştir. Girip de biri şehadetten vazgeçse, şehadet etmeyene seksen sopa vurulur. Diğerleri ise davet olundukları için şehadet etmişlerdir. İftira cezasından kurtulmuş olurlar.
Buradaki “İzâ Mâ” bunu anlatır. Davete icabet tekid edilmiştir. Hakemlere ben şehadet edeceğim dendiği halde sonra şehadetten i’ba edene seksen sopa vurulacaktır. Buna kıyasen şehadetten kaçınan kimselere adl olmaktan iskat edilir, yani bir daha şehadeti yüklenmezler ama yüklendikleri şehadeti ifa etmeyenlere seksen sopa ceza olarak verilebilir.
Burada önemli olan husus, emrin kadınlara da şamil olması nedeniyle edada erkeklerden farklarının olmamasıdır. Çünkü eğer iki kadın bir arada olduklarında şehadet ederlerse biri gelemediği zaman diğerinin de gelmesi gerekir. Oysa bu “İzâ Mâ” emrine aykırıdır. Kollektif sorumluluk olmadığı için her biri ayrı ayrı şehadet eder. İkincisinin görevi tezkir olduğu için şehadeti ifa etmede kadın erkek birdir. Yani bir kadın bir erkek veya iki kadının şehadeti ile hükmedilebilir.
Ceza davalarında da kadınların şehadeti geçerlidir. Dört adil soruşturmacı kadının şehadeti ile kişiye kısas uygulanabilir. Hanefiler mutlak mutlak ile mukayyed mukayyed ile delalet eder kuralını kabul etmişler ama dört halifenin uygulamasını esas alarak Kur’an’ın ifadelerine aykırı olarak cinayetlerde kadınların şehadetini kabul etmemişlerdir.
Bizim usulümüzde Kur’an asıldır. Kur’an’ın usulüne uygun delaleti varken başka delillere biz itibar etmeyiz. Bunu yaparken sünneti ikinci derecede saydığımız zannedilmesin. Dört delil masanın dört ayağıdır. Biri olmadan olmaz. Çünkü biz Kur’an’ı sünnetlerle anlıyoruz. Ancak uygulamada ve teferruatta âyeti esas alırız. Çünkü:
a) Sünnet âyetten önceki uygulama olabilir. Âyet onu neshetmiştir.
b) Sünnet o zamanın icapları olarak uygulanmış olabilir. Aynı şartlar olursa biz de uygularız. Şartların farklı olmasından dolayı sünnetten önce âyeti uygularız.
c) Sünnet bize Kur’an gibi mütevatir gelmemiştir. Dolayısıyla sünnet olup olmadığı belirsizdir. Hazreti Peygamber şüpheliyi bırak, kesine git diyor. O halde bize kesin olarak gelmemiş olana gelmiş olanı tercih ederiz.
d) Kur’an bize bunu emretmektedir. “Sana ne vahyolunuyorsa onu aktar. Onun kelimelerini değiştirecek yoktur. Ondan başka tutunacak dal bulamazsın.”
Demek ki fıkıhçılardan şehadette ayrıldığımız iki nokta vardır. İstişhadda iki kadın gerekiyor ama bize göre işhadda yani şehadeti ifada bir kadın bir erkek gibidir. Sonra kadın şahitler de ceza hukukunda erkek gibidirler. Bu icmaa aykırı değil midir? Bu husustaki icmalar sükuti icma olup ancak amelde delil olur. Ona muhalefet caizdir. Bizim için icma kesin delil olmakla beraber icma olduğunda bizim de kanaatimiz gelmelidir yahut çağımızda icma olduğuna icma olmalıdır. Bu hususta icma yoktur kanaatindeyiz.
وَلاَ تَسْأَمُوا (Va Lav TaSEaMUv) “Seamet etmeyin”
“Saim” meraya salınmış deve veya diğer benzeri hayvanlardır. Onlar ahırda alaf/yem tüketmedikleri için onlara “saim” denir. “Savm” kelimesi ile akrabalığı vardır.
İştahı kesilmiş hayvanlar vardır, insanlar vardır. Yemek yemek istemezler. İşte onlar için “seime’l-bair/ deve yemez oldu” demektir. İsteksizlik anlamındadır. Türkçede üşenmek olarak ifade etmekteyiz. Burada nehy edilmiştir. Üşenmeyin denmiştir.
Uygarlaşma yazının icadı ile başlamıştır. Uygarlaşmanın tamamlanması için yazının hayatın her tarafını kaplaması gerekir. Küçük-büyük demeden her şeyin yazılması istenmektedir. İşte bu yazının uygulanır hâle gelmesi için namaz kılmaya başladığımız gibi yazışmaya da başlamalıyız.
Nelerin yazılması gerekir?
Evinize bir çuval un aldınız. 100 YTL verdiniz. Bunu yazmalısınız. Çünkü cebinizdeki para eksildi. Hafta sonunda cebinizdeki paraları sayarsınız. O hafta gelenleri sayarsınız, o hafta gidenleri sayarsınız. Bakiyeyi bulursunuz. Hata yapmışsanız kontrol edersiniz. Sonra bir çuval ununuz tükendiği zaman da çuvalın bittiğini defterinize kaydedersiniz. Bu ne işinize yarar? İleride senede ne kadar un tükettiğinizi tesbit edersiniz. Yılbaşında mağazalara onları sipariş edersiniz. İşte kendi işlerinizde bile azını çoğunu yazmak zorundasınız. Çünkü sonra denge tutmaz. Bir muhasip hesap yapmış ve bir kuruşu bir türlü tutturamamış. O zaman delikli bir kuruşluklar varmış, dosyaya iplikle o parayı bağlayarak takdim etmiş. O bir kuruşu bulup düzeltmişler ama muhasibin de işine son vermişler. Artık uygar olma demek her şeyi yazma demektir. Bu son derece zordur. Onun için yapmamız gerekir.
Herkes cebinde bir kağıt taşıyacak, aldıklarını ve verdiklerini ona yazacak, haftanın sonunda muhasibine verecektir. Muhasip de bunu bilgisayara geçirecektir. Böylece üşenmeden yazılmış olacaktır. Muasır medeniyetin fevkine çıkmak mı istiyoruz? O halde azını ve çoğunu yazmamız gerekmektedir. Bunun kolay başarılabilmesi ve insanların buna alıştırılması için ne yapmalıyız?
Önce biz muhasebemizi kurmalıyız. Bu muhasebenin kurulması için Yenibosna’da bir ekip oluşturuyoruz. Çalışmalarımız devam etmektedir. Marketimizde ilk uygulamasını yapacağız. Katılacak ortaklarımız iki çeşit olacaktır. Biri yalnız kooperatifle ilgili hesap tutulacaktır. Diğeri ise tüm gelir-gider bu muhasebede tutulacaktır. Bu muhasebenin çalışması için en az iki kimsenin tam mesaisini buraya vermesi gerekir. 1000’er lira versek 2000 lira eder. Cirodan % 5 genel hizmet ayırıyoruz. Yarısını buna harcasak 40 000 liralık aylık ciromuz olmalıdır. Yani senede 500 000 liralık iş yapabilirsek bu sistemi çalıştırabiliriz. Marketteki ciromuz ayda ancak 10 000 YTL olur. 30 bin lirayı da başka yerden temin etmeliyiz. Bu da inşaat olacaktır. Her sene 90 binlik daireden dört daire inşa etsek yeterli olacaktır.
أَنْ تَكْتُبُوهُ (EaN TaKTuBUvHu) “Onu yazmaktan i’ba etmesin.”
Buradaki zamir nereye gidiyor?
Buradaki zamir borca gitmektedir. Borcun azını veya çoğunu kitabet etmekten üşenmeyin denmektedir. Burada borç yazılacak. Buradan çıkan mânâ şudur ki, yazılmayan bir borç borç değildir. Davada mesmu’ olmaz. Bir şeyin dava konusu olması için mutlaka yazılması gerekir. Bunun da iki yolu vardır. Ya hepimizde defter olacak, herkes o defterde borcunu-alacağını yazacak, karşı tarafa imza ettirecek, böylece yazılmış olacaktır. Ne var ki burada cem/çoğul sigası ile emir vardır. O halde bunu resmi muhasebe yazacaktır. Caminin çıkışında para toplanıyor. Çünkü sonra kanunlar karşısında bunlar suç teşkil eder. Kanunda gösterilen yer dışında harcayamazsınız.
İşte bu âyet bu devletin, halkı yazmadan uzaklaştıran devletin muhasebe sistemini nehy etmektedir. Vergi resmi defterlere göre toplanmayacaktır, vergi kişinin beyanına göre ödenecektir. Az beyan ettiği zaman da sorumlu olmayacaktır. Defterdeki kayıtlar ise kişinin başka işlerine yaramaktadır. Kayıtlara gidebilmek için kayıtlar vatandaş aleyhinde olmamalıdır. Bütün kayıtları kayıt tutulan lehine kullanabilmelidir. Ama hiçbir kayıt kişi aleyhinde kullanılamamalıdır.
Hayatım boyunca beş vakit namazı cemaatle kılacak bir aşireti oluşturmak için çalıştım; başaramadım. Bir de bu kayıt sistemini yerleştirmek için çalıştım; başaramadım. Benden sonra yapan olur diye ona katkıda bulunmak için çaba gösteriyorum.
“Adil Düzen” ülke içinde yayılmıştır. Bir gün gelecek insanlar fevc fevc “Adil Düzen”e geleceklerdir. “Adil Düzen” demek, aşiretler ve kabileler oluşturup yani ocaklar ve bucaklar kurup beş vakit ve cuma namazlarını birlikte kılabilmek, bir de muhasebe sistemini kurup bu âyetin emrini uygulamak demektir. Biz küçük bir işe talip değiliz…
1400 sene önce gelen bu emri Müslümanlar bugüne kadar uygulayamadılar. Bunun farkındadırlar ve kendilerini savunmak için çeşitli yollar aramışlardır. İşte bunu başardığımız zaman 1400 senelik sorunu çözme ihsanında biz olacağız.
صَغِيرًا (SaĞıRan) “Küçük iken yazın, küçük olduğu halde yazın.”
“Sagiran” burada “hu” zamirinin hâlidir. Mensubdur ve nekredir.
Küçük nedir? Miktarda küçük veya değerde küçük demektir. Değersiz de olsa yazılacaktır, değerli de olsa yazılacaktır.
“Sagura” lazım fiildir. İsmi faili fail vezni üzere gelir. Her zaman sagir olması gerekmez. Sonra büyüyecek olanı yazın.
أَوْ كَبِيرًا (EaV KaBIyRan) “Veya büyük”
“Kebiran/Büyük” de miktarda veya değerde olabilir. Büyük-küçük demeyin, her şeyi yazın demek olur. Eğer “ve” getirilseydi aynı sözleşmede az-çok demeden her şeyi yazın, eksik bir şey bırakmayın demek olurdu. Oysa burada “ev/veya” getirilmiştir, yani borcun küçüğüne büyüğüne bakmayın, mutlaka yazın demek olmaktadır.
Camiden çıkıyorsunuz, elinizde 1 YTL var, onu veriyorsunuz. Siz onu camiye tasadduk ettiniz. Küçük olan bu şeyi yazmanıza gerek yok, çünkü siz alacaklı değilsiniz. Ama o parayı alan kimse camiye vermek üzere aldı. O kişi borçlu hâle geldi. Onun yazması gerekir. Toplanıyor, sayılıyor, caminin mütevellisine gidiyor. Ne kadarı yerine gidiyor; bilinmiyor. Bunun da yararı var, bu sayede mabetler yapılıyor.
Yahut diyoruz ki, Karabağ’da savaş var, onlara yardım edelim. Parayı topluyor ve gönderiyoruz. Lübnan’a gönderiyoruz. Bunlar nereye gidiyor? Elbette bunların samimi olanları vardır, bir yardım oraya ulaşıyor ama bunun istismarcıları vardır. Bundan yararlanmak için bu savaşın devam etmesini isteyenler vardır.
Bu sebepledir ki Allah “yazın” emrini veriyor. Parayı toplayan kişinin bir defteri olacak, verilen paraları sıra ile yazacak, yevmiye defteri gibi yazacaktır. Sonra toplayıp kime teslim etmişse onu da çıkış gösterecektir. O da kime vermişse çıkış gösterecektir. Dağıtan kişi de dağıttığı kimselerin adlarını yazarak dağıtacaktır. Böylece ortada kaybolmuş olsa bile ne kadar kaybolduğu bilinecektir. Bugün bunlar internete geçirilir. Kişi kendi verdiklerinin kimlerden geçerek nereye vardığını bilecektir.
Bir işletme ortaklıktır. Çünkü işletmenin sekiz girdisi vardır. Altyapı, yapı, işçi, bakım işçisi, hammadde, yardımcı madde (elektrik-su-gaz), genel hizmet ortakları, dayanışma ortakları. Bunlar olmadan işletme olmaz. O halde bir bakkalın arkasında yüzlere varan insan çalışmaktadır. Bakkalın sattığı sakızdan onların hepsi yararlanmaktadır. Yazılacak demektir. Bugün kanunlar bunu emretmektedir. Bunun için makineler icat edilmiş, kontroller yapılmaktadır. Buna “kayıtlı ekonomi” denmektedir. O halde Kur’an’ın emrettiğini bugün devletler zorunlu hâle getirmişlerdir.
Ne var ki onlar bunun mekanizmasını kurmamışlardır. Kim yazacak, belli değildir. Bir bakkal yazsın diyor. Yazamıyor, hesap veremiyor, bu sebeple kayıtsız ekonomi ortaya çıkmaktadır.
İşte, “Adil Düzen”de muhasebe hizmetleri ucuzlaştırılıyor. İşletmeler cirodan küçük bir pay veriyorlar. Böylece herkes muhasebeyi rahatlıkla tutmaktadır.
“Onu yazın” demek suretiyle emir verilmiştir.
إِلَى أَجَلِهِ (EiLAy EaCaLiHIy) “Eceline kadar yazın.”
Yani tarihi ile yazın. Ben camiye bir lira verdim, deftere yazıldı ama hangi gün verdim? O da yazılmalıdır. Böylece o günkü hesaplar deftere geçmeli ve toplanmalıdır.
Tarihleme de yazışmalarda önemli yer tutar. Tarih belirleme de en önemli etkendir. Birçok ortak adlar vardır, soyadları da uyar. Ama yer ve tarih belirlersek o yerde ve o tarihte aynı adlı birisinin olması imkansızdır. Dolayısıyla karışıklık sözkonusu olmaz. Muamelelerde de tarihler yazılırsa mükerrer olup olmadığı kolayca anlaşılır.
“Deyni eceli ile yazın”ın bir mânâsı budur; yani tarihi ile yazın, borçlanma tarihi ile yazın.
O zaman buradaki “ilâ” hattâ mânâsına gelir. Tarihine varıncaya kadar her şeyin azını çoğunu yazın anlamı çıkar. Az olsun çok olsun üşenmeden tarihine kadar yazın denmiş olur. Eğer vadeli ise yani bir taahhütse, iade edilecekse, o zaman muamele ödeme zamanını yazın denmiş olur.
Burada borçları tekrar edelim.
a) Matlup borçlar. Kişinin hemen ödemesi gereken borçtur. Alacaklının ondan onu bir daha istemesi gerekmez.
b) Vadeli matlup borçlar. Vadesi geldiğinde talebe gerek kalmaksızın ödenmesi gereken borçlar. Çek borçları böyledir. Bunlar da çeşit çeşittir.
1) Vadesinden önce istenemeyeceği gibi teslime de icbar edilemez yani daha önce ödenmez.
2) Borçlu daha önce isterse ödeyebilir, alacaklı almak zorundadır.
c) Vadesiz karzlar. Bunlar talep edilmiş borçlardır. Borçlu talepten önce ödemekle mükellef değildir. Ama talepten önce ödeyebilir. Alacaklı teslim almak zorundadır.
d) Vadeli karzlar. Bunlar günü gelmeden istenmez. Günü gelince istenebilir. Ama istenmemişse borçlu ödemekle yükümlü değildir. Bunlar da iki çeşittir.
1) Günü gelmeden borçlu borcunu ödeyebilir, alacaklı teslim almakla yükümlüdür.
2) Günü gelmeden borçlu alacaklıyı teslime zorlayamaz.
Böylece vade bakımından altı çeşit borç doğuyor. Kur’an işte bunu tasrih edin diyor.
Bu açıklamadan çok açık olarak anlaşılıyor ki, sadece vadeli borçlar değil, bütün borçlar yazılacaktır. Ne var ki bütün borçlar, hattâ muameleler yazılacaktır. Ancak hepsine kâtip, hepsine şahid gerekmiyor. Bunu nerden istidlâl ediyoruz?
“Az olsun çok olsun onu yazın” denmiştir. Buradaki zamir “deyne/borca” gidiyor. Yukarıda “müsemma eceliyle yazın” diyor, burada sadece “eceliyle yazın” diyor.
Müsemma eceliyle yazılan borçlunun imzaladığı hamiline yazılmış senedin noter tarafından yazılması ve şahitlerin şehadeti gerekmektedir. Oysa burada sadece eceliyle yazın dendiğine göre yukarıdaki borçtan farklı bir borç ele alınmaktadır. Her borç yazılacak ama bunlardan müsemma ecelle verilen ve hamiline yazılmış senetler şeklinde ortaya çıkan borçlar kâtip ve şahitler tarafından yazılmış olacaktır. Yukarıda “yazın” deniyor, burada “üşenmeyin” deniyor. Yani yukarıda yazmak emrediliyor, burada yazma konusunda üşenilmemesi gerektiği emrediliyor. Yukarıda “kâtib i’ba etmesin” deniyor, burada “siz üşenmeyin” deniyor. Öyleyse buradaki emir kâtibe değil bizedir, yani muhasebe hizmetlilerinedir.
ADİL DÜZEN 437
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 99. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا تَدَايَنتُمْ بِدَيْنٍ إِلَى أَجَلٍ مُسَمًّى فَاكْتُبُوهُ وَلْيَكْتُبْ بَيْنَكُمْ كَاتِبٌ بِالْعَدْلِ وَلاَ يَأْبَ كَاتِبٌ أَنْ يَكْتُبَ كَمَا عَلَّمَهُ اللَّهُ فَلْيَكْتُبْ وَلْيُمْلِلْ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ وَلْيَتَّقِ اللَّهَ رَبَّهُ وَلاَ يَبْخَسْ مِنْهُ شَيْئًا فَإِنْ كَانَ الَّذِي عَلَيْهِ الْحَقُّ سَفِيهًا أَوْ ضَعِيفًا أَوْ لاَ يَسْتَطِيعُ أَنْ يُمِلَّ هُوَ فَلْيُمْلِلْ وَلِيُّهُ بِالْعَدْلِ وَاسْتَشْهِدُوا شَهِيدَيْنِ مِنْ رِجَالِكُمْ فَإِنْ لَمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّنْ تَرْضَوْنَ مِنْ الشُّهَدَاءِ أَنْ تَضِلَّ إِحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الْأُخْرَى وَلاَ يَأْبَ الشُّهَدَاءُ إِذَا مَا دُعُوا وَلاَ تَسْأَمُوا أَنْ تَكْتُبُوهُ صَغِيرًا أَوْ كَبِيرًا إِلَى أَجَلِهِ ذَلِكُمْ أَقْسَطُ عِنْدَ اللَّهِ وَأَقْوَمُ لِلشَّهَادَةِ وَأَدْنَى أَلاَّ تَرْتَابُوا إِلاَّ أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً حَاضِرَةً تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلاَّ تَكْتُبُوهَا وَأَشْهِدُوا إِذَا تَبَايَعْتُمْ وَلاَ يُضَارَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ وَإِنْ تَفْعَلُوا فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ
وَاتَّقُوا اللَّهَ وَيُعَلِّمُكُمْ اللَّهُ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (282)
ذَلِكُمْ أَقْسَطُ (ÜAvLıKuM EaQSaOu) “Bu aksattır.”
Buradaki “zâlike/bu” ism-i işarettir. Konuşmada eğer cümleye işaret edilecekse “za” denir. Anlamına işaret edilecekse “zâlike” denir. Çünkü söz açıktır ama mânâsı kapalıdır, bu nedenle uzak ism-i işaret kullanılmıştır. Burada işaret edilen az olsun çok olsun eceli ile yazılacaktır. “Aksat olan budur.”
Gelecek uygarlık bu yazı üzerinde doğacaktır. Para olmayacak, her şeyin sadece bir hesabı olacak, bir de elektronik kartı olacaktır. İnsanın başkası ile kurduğu her ilişki kartla muhasebeye geçirilmiş olacaktır. Nasıl bugün paranız yoksa bir iş yapamazsanız, nefes kadar para gerekliyse; yarın, daha doğrusu geleceğin dünyasında paranın yerine muhasebe geçecek, her şeyin resmî değeri olacaktır. İnsanların ehliyetlerine, tahsillerine, tecrübelerine, yaşlarına göre dereceleri olacaktır. Malların arz ve talebe göre resmî fiyatları olacaktır. Evlerin ve her türlü gayrimenkullerin resmî kiraları olacaktır. Bunlar bilinecektir. Bir de her senedin resmî kredi değeri olacaktır. Bunlarla hayat sürüp gidecektir.
İki bucak düşünün.
Bir bucağın halkı bugün olduğu gibi muhasebesini tutmuyor. Kimin kimden ne aldığı ve ne verdiği belli değil. Birinin bir malı çalınıyor, çalındığı bilinmiyor veya çalındığı bilinse bile kimin çaldığı bilinmiyor. Çalınıyor, bulunamıyor. Bu bucak böylesine sıkıntılar içinde yaşıyor.
Bir de “Adil Düzen, Adil Ekonomik Düzen bucağı” kurulmuş. Her şey muhasebeye geçiyor. Muhasebe gizli, kimseye gösterilmek zorunda değildir; ama kişi kendi çıkarı için isterse gösterebiliyor. Mesela, evindeki dolapları satmak istiyor. Her dolabın kendisi muhasebede kayıtlı. Müşteri bakıyor ve beğeniyor. Satın alıyor. Kaydına geçiriyor. Bir malın ona ait olduğu belli oluyor. Çünkü o mal yevmiye numarası ile kayıtlı. Masaları üretenler kontrolöre gidiyorlar. Kontrolör damgaladıktan sonra muhasebeye giriyor. Fatura yerine kayıt sistemi. Ondan sonra artık muhasebeden helak olunca, harap olunca düşürülüyor.
Bu bucakta saadet doğuyor; esenlik var, refah var, huzur var.
Öbür bucak ise gittikçe geriliyor, geriliyor ve bir gün çöküyor.
İşte, “Adil Düzen” böyle gelecek. Kur’an’ın emirlerini dinleyip az olsun çok olsun yazanlar dünyaya hakim olacaklardır. Evet, insanlar direnecek ve kabul etmeyecek ama “soysal tufan” olacak ve tüm insanlık helâk olacaktır. Yerine Allah’ın bu ‘yazın’ emrini dinleyen belki de sadece bir avuç insan dünyaya hakim olacaktır.
“Eksat” nedir? En dengeli şekilde olmak. Kast etmek, koparmak demektir. Kesr etmek, ayırmak demektir. Türkçede de aynı anlamı vardır. Kıst etmek, ortadan bölmek, ortadan ayırmak demektir. Taksit, eşit parçalara ayırmak demektir.
“Eksat” kelimesi mecazidir. Çünkü ortanın en ortası yoktur. Ama ortaya en doğru şekilde ayırma demektir. Demek ki en dengeli bir şekilde bölüşmek için her şeyin yazılması gerekir.
عِنْدَ اللَّهِ (GıNDa elLAHı) “Allah’ın indinde aksattır.”
Yani, topluluk için en doğru olan yazılmalıdır. Topluluk ancak onunla düzene girer. Kimin nesi var, neyi harcıyor, ne kazanıyor; bunlar bilinirse ona göre makroda planlama yapılır. Topluluk dengede olur. Yani devletin görevini en iyi şekilde yapması için her şey yazılmalıdır. Mesela, zengin ve fakir böyle belli olacaktır. Zenginden alınıp fakire verilecektir. Yani uygulama yapılırken envanter hesaplarının tutulması gerekir. Nelerin hesabı tutulacak? Verilip alınan belgelerin hesabı tutulacak, verilip alınan eşyanın hesabı tutulacak, kiralanan taşınmazların hesabı tutulacak. Nihayet borçlunun ve alacaklının kayıtları tutulacak, az olsun çok olsun hepsinin hesabı tutulacaktır.
Akevler İstanbul Yenibosna Muhasebesini buna göre düzenlemek için denemeler yapmaktayız. Bu yapılan şey Nuhun Gemisi’dir. Bu muhasebeye dahil olanlar kurtulacak, dahil olmayanlar helâk olacaktır. Hazreti Nuh gemiyi yirmi senede yaptı, tufan ondan sonra geldi. Biz de bu muhasebeyi yapacağız, tufan ondan sonra gelecektir. Başkaları yaparsa biz de boğulanlar arasında oluruz. Bundan dolayı bizden önce yapanlar olursa o yapanlarla hemen birleşmemiz gerekir.
وَأَقْوَمُ لِلشَّهَادَةِ (Va EaQVaMu Lı elŞaHADaTı) “Şahadet için akvamdır.”
Burada çok açık bir husus getirilmektedir. Şahitlerin dayandığı yazılı belgeler olacaktır, muhasebe ve evrak kayıtları olacaktır, kontrolörlerin damgaları olacaktır. Gelecekte şehadet hep bu kayıtların incelenmesinden ibaret olacaktır. Gelecekte kapılar bilgisayarlarla açılacak. Parmak izi ile çalışan bilgisayarlı akbiller kapıdan geçirecektir. Her kapıda kayıt yapılmış olacaktır. Girdiği yer borçlu görünecektir. Girilen alacaklı durumda olacaktır. Çıkarken de aksi olacaktır. Huduttan girene hiçbir şey sormayacağız. Akbile basacak ve geçecek. Arabaya binenler arabaya borçlu görünerek geçerler. Garaja inerler. Garajdan çıkarken akbil ile girerler. Böylece herkesin hangi saatlerde nerelerde olduğunu bilmiş oluruz. Pikniğe çıkanlar bir ormana serbestçe gireceklerdir. Akbille kapıları açılacaktır. Eğer yangın olursa ve çıkaran bilinmezse o gün orada olanların âkileleri zararı öderler.
Burada şehadetteki “lam” cins içindir. Gelecek dünya başka bir dünya olacaktır. Herkesin hesabı var. Herkes sigortalı. Çalışıyorsa kredisi var, çalışmıyorsa yeryüzünün kira payı var. Herkes günlük olarak bunu akbilden harcıyor. Herkesin oturduğu evi var, kirasını ödeyemezse de ölünceye kadar onun içinde oturabilmektedir. Arabaya parasız binebiliyor. Su ve elektrik parasız. İşte, geleceğin dünyasında sosyal güvenlik bu şekilde tam olarak sağlanmış olmaktadır.
Allah bize bu uygarlığı gösterdi; yazıyoruz, okuyoruz, çalışıyoruz...
Kimimize sonuçları görmek nasip olacak, kimimize nasip olmayacaktır.
Adil Düzen Çalışanları bilsinler ki, bu dünyada nasibi olmayanların âhiretteki payları daha büyüktür. Dünyada ücretleri kısmen de olsa ödenmemiş olmaktadır. Zevkle çalışmalıdırlar. Hemen olmasını da istememelidirler. Çünkü âhiretteki paylarından kaybederler.
Fıkıhçılar yazılı belgeleri fazla değerlendirmemişler, şifahi anlaşmaları esas almışlar, şehadette de şifahi beyanları esas almışlardır. Oysa bugün yazılı belgeler şifahi beyanların ötesine geçmiştir. Mahkemeler şahitlikten çok yazılı belgeleri esas almaktadırlar.
Kur’an ise bu âyette her şeyin yazılmasını emretmiş, sonra şehadetin yazıya dayanması gerektiğini emretmiş, bu emir ancak III. bin yılda uygulanır hâle gelmiştir.
İşte, Kur’an’daki teşabüh âyetleri budur. Bu emirlerin ifade edildiği tarihte daha kâğıt icat edilmemiştir. Yazıyı deri parçaları, kemik parçaları, tahtalar ve taşlar üzerinde yazıyorlardı. Yazı yazmayı bilen çok az kimse vardı. Ama bugün artık yazı konuşmadan daha kolay hâle gelmiştir.
Kur’an burada bize başka bir konuyu da belirtmektedir. Yazıları sonra kimler değerlendirecek; hakimler mi, yoksa soruşturmacılar mı? Yazıyı bugün hakimler değerlendirmektedirler.
İslâmiyet bu usulü benimsemez. Hakimler sadece şahitlerin şehadetine göre karar verirler. Yazıları soruşturmacılar değerlendirirler. Hakimler soruşturma yapamazlar. İslâm uygulamasına bakarak biz de bu şekilde görüşe sahip olmuştuk. Burada o görüşün Kur’an’da delilini buluyoruz.
Bu da gösteriyor ki; Kur’an Allah’ın kitabıdır ve sünnet onun uygulamasıdır. Fukahanın içtihadı da onun beyanıdır. Kur’an, sünnet ve icma bir yerde birleşiyor.
وَأَدْنَى أَلاَّ تَرْتَابُوا (Va EaDNAy EaN LAv TaRTABUv) “İrtiyab etmemenizin ednasıdır.”
“Rayb” bulanıklık demektir, doğrularla yanlışların birbirine karışması demektir.
Her canlının bir hafızası vardır. Hafıza sayesinde anne yavrusunu tanır. Hattâ bitkilerde bile bu hafıza mevcuttur. Çiçekler kendi cinsleriyle döllenirler. Vücuda giren yabancı derhal kovulur. Bunlar hep hafızaya dayanmaktadır. Ne var ki bu hafızalarla insan hafızası farklıdır. Onların hafızası hep açıktır. Unutmak veya hatırlamak diye bir şey yoktur. Oysa insan hafızası bilgileri bilgisayarda olduğu gibi depolamakta, gerektiği zaman çağırıp şuur üstüne çıkarmaktadır. Freud bilinç altı ve bilinç üstü diye bir kavram geliştirmiştir. Psikolojik bir şey sanılmıştır. Oysa bugün bilgisayarlar sayesinde beyni bilmekteyiz. Bilgisayarda işlemler yapılır. Bunların bir kısmı ekranda görülür. Bir kısmı ise ekranda görülmez, bilgisayar kendisi yapar, sonuçları size gösterir.
İnsan beyni de böyledir. İşlemlerin bir kısmı ruha kapalı olur. Ruh onu bilmez. Bir kısmı ise ruha açık olur. Hafıza da böyledir. Bilgiler depolanır. Sonra ruh onu çağırır ve ekrana gelir. Ne var ki insanların bilgi kapasitesi her gün artmaktadır. Hem günlük hayat karmaşık hâle gelmekte hem de yeni bilgiler eklenmektedir. İnsan beyni ihtiyaca cevap verememiştir. Yazı icat edilerek hafızaya destek olunmuştur. Bunun yanında insan beyni ölümle çürüyüp gitmektedir. Oysa yazılanlar nesilden nesile iletilmektedir. Böylece yazı insan beynindeki hafızadan daha sağlam ve daha yaygın durumda olmaktadır. Onun için her şeyin yazılması istenmektedir.
Bugün yazının yanında bilgisayarlar icat edilmiştir. O da yazıdır. İlle kâğıt ve kalem şart değildir. Nitekim Tûr Sûresi’nde bilgisayarlardan bahsedilmektedir. “Tavur” tavır demektir, karakter demektir. “Mestur” kitap demek, 01’lerle sıralanmış yazı demektir. “Menşur” yapraklar demek, bilgisayar yongalarının şeklini tasvir etmektir. O halde bilgisayarlardan da yararlanarak her şeyi yazma cihetine gitmemiz gerekmektedir.
إِلاَّ أَنْ تَكُونَ تِجَارَةً (EilLAv EaN TaKUvNa TiCARaTan) “Sadece ticaret olması müstesna.”
Yazının dışında tutulan bir şey vardır, o da ticarettir. “Vicar” tilki, sırtlan gibi hayvanların inidir. Türkçedeki “becerikli” kelimesi buna yakındır. “Acar” kelimesi de buradan gelir.
“Tüccar” bir malı bir yerden satın alır, sonra götürüp başka yere satar ve kazanır. En kolay kazanç şeklidir. Ama aynı zamanda tehlikelidir. Çünkü satamazsın.
Ticaret emeksiz kazanç olduğu için helal olarak görülmez. Nitekim Marx emek dışı her türlü kazancı yasaklamak istemiştir. Ticaret Sovyetlerde yasak idi. Yahudilerin finanse ettiği ve Marx’ın geliştirdiği düzende halk vardır, sermaye vardır. Herkes çalışmakta, ücretini almakta ve mallarını satın alarak yaşamaktadır. Herkese iş verilecektir, herkese aş verilecek, çocuklar kreşlerde büyütülecektir. Bugünkü sıkıntıların sebebi ekonomidir, sömürüdür. Ona göre sermaye sömürmektedir, devlet sömürmektedir, din sömürmektedir. Aile sömürünün kaynağı olmaktadır. Bu sebepledir ki ticaret de yasaktır, kâr da yasaktır. Kur’an ise insan için emeği esas almıştır. İnsan için emekten başka bir şey yoktur demiştir. Her emek mutlaka değerlendirilmelidir diyor. Ama ticareti de istisna olarak meşru sayıyor. Çünkü ticaret demek üretici ile tüketiciyi yan yana getirmek demektir. Aralarında mübadeleyi sağlayan kimse demektir.
İşbölümü esastır. Kişi çalışır, bir malı üretir ama o mal kendisine yaramaz. Kime yaradığını bilmez. Tüketicinin de bir mala ihtiyacı vardır ama onu nereden temin edeceğini bilmez. Eğer tüccar olmazsa üreticinin elinde mal çürür, tüketici de açlıktan ölür.
Gelişmekte ve değişmekte olan dünyada her gün kimin ne ürettiğini ve kimin ne tükettiğini araştırmak gerekir. Bunun için ana varsayımlar üzerinde hareket edilecektir.
a) Üretici öyle bir mal üretsin ki maliyeti en az olsun ve en çok para getirsin. Üreticiye bunu bildirecek olan nedir, kimdir?
b) Tüketici öyle mallar satın alsın ki en ucuza satın alsın ve en çok ihtiyacını gidersin. Bunu temin edecek olan nedir, kimdir?
c) Serbest piyasa oluşsun, her malın bir fiyatı oluşsun. Oluşan bu fiyatla üretici en pahalıya satsın ve tüketici de en ucuza alsın. Öyle bir fiyat bulalım ki üreticinin satış fiyatı tüketicinin alış fiyatına eşit olsun. İşte bu piyasayı oluşturma sayesinde üretici ne üreteceğini, ne kadar üreteceğini bilmektedir; tüketici de ne tüketeceğini ve ne kadar tüketeceğini bilmektedir.
d) Bu denge fiyatını bulma serbest rekabet içinde çoklu sistemle olur. Tekelin oluşmaması ile olur. Bunu sağlayan serbest meslek sahiplerine “tüccar” denmektedir. Ticaret serbest bırakılmış, tekel önlenmiştir.
Sosyalistler ticareti yasaklarlar, kapitalistler ticareti tekele götürürler.
Kur’an ise tekelsiz serbest ticareti önermekte, yani tekele dönüşmeyen serbest piyasayı önermektedir. Bunun için dört ana temel getirmiştir.
a) Faizi yasaklamıştır. Sermayenin tekelde toplanmasını önlemiştir.
b) Sermaye vergisini teşri etmiştir. Sermayenin aşırı büyümesini önlemiştir.
c) Faizsiz kredi müessesesi ile serbest müesseseleri desteklemiştir. Böylece tekel önlenmiştir.
d) Herkese aş, sosyal müesseseler ve kamu alanlarının herkese açık olması ile de işçileri işverenlerin sömürmesinden korumuştur.
İşte, ticaretin serbest olması serbest arz ve talep fiyatlarının oluşması içindir. Bu sebepledir ki;
a) Devlet fiyatlara müdahale etmez. Her müdahale zararlıdır.
b) Devlet işveren ile işçi arasına girmez. Tam serbest rekabet içinde üretim vardır.
c) Yeryüzü tüm insanlığındır. Sermaye, emek, mal ve bilgi hareketleri tamamen serbesttir. Gümrükler ve vizeler sözkonusu değildir. Vergisi ödenmiş her malı herkes her yere götürüp satabilir.
d) Hattâ tüccarların aldıklarını ve sattıklarını kayda almalarını istemek sonunda ticareti tekele dönüştürür. Dolayısıyla ticari alışverişler peşin olacaktır. Bunun kaydı yapılmayacaktır. Yapılması zorunlu değildir.
Bugün tekel oluşturulmak istendiği için diğer borçların kaydı serbest bırakılmış, sadece tüccarlara yazma zorunluluğu getirilmiştir. Oysa İslâmiyet tersine ticarette yazmayı istisna etmiş, diğer her konuda yazmayı emretmiştir. Batı’da tüccar olmayanla tüccar ayrılmış, İslâmiyet’te ise işlemin ticareti olup olmadığı ayrılmıştır. Ticarette vergi sene sonunda mevcut mallardan kırkta bir olarak alınır. Ondan sonra bir sene kişi artık hesabı vermez. Alır ve satar, sene sonunda yine beyan ile ve envanterle işi bitirir.
‘Hesapsız ticaret olur mu?’ diyebiliriz.
Hesabı kendisi için elbette tutacaktır. Ama devlet tüccarın muhasebesine göre işlem yapmaz. Oysa diğer bütün hukuk muhasebeye ve yazıya dayanır. Tüccarları serbest bırakarak onların vergi kaçırmaları için sahte defterler tanziminden kurtarmıştır. Herkesin ticareti kolay yapmasını sağlamaktadır. Kâr ve zarardan vergi alınmıyor, servetten vergi alınıyor.
Burada şu sorun ortaya çıkmaktadır. Tüccarın tüccara sattığı mallarda yazmaya gerek yoktur. Ama tüccarın üreticiden aldığı malı yazmak gerekmez mi? Çünkü üretici tüccar değildir.
Bunun için kabul edeceğimiz ilke şudur. Üretici aldığını ve verdiğini yazar ama sadece tüccara verdim der, tüccarın adını belirtmez. Tüketici de tüccardan aldım der, kimden aldığını belirtmez. Bunu şöyle de dengeleyebiliriz. Toplayıcı esnaf yazar. Sattığı tüccar yazmaz. Mağazalar yazar. Aldığı tüccarları yazmaz. Yani resmi defterde yazmaz.
حَاضِرَةً (XAWıRaTan) “Hazır”
Yani mal peşin teslim edilir ve parası da peşin alınır. Ticarette veresiyecilik yoktur. Veresiye satış demek, kişilere hakları olmayan satın alma gücü kazandırma, yani karşılıksız para basmak demektir. Bu sebepledir ki ticaret hazır olacak, yani peşin alışveriş olacaktır. Bu âyet ona delâlet eder.
Şöyle ki, istisnaya kıyas yapılmaz. Hazır ticaret istisnaen meşru kılınmıştır. O halde hazır olmayan ticaret hazır olana kıyas yapılıp hüküm çıkarılamaz. Başka âyette de butlan ile malları yemeyin, sadece rıza ile olan ticaret müstesna denmiştir. Orada “hazıraten” getirilmemiş, burada “hazıraten” getirilmiş ama orada ticaret dışında iktisapları bâtıl saymıştır. Şimdi teradin şartı umumi ise hazıraten şartı da umumidir. Çünkü ikisi de istisna ile getirilmiştir. Rıza şartının umumiliğinde ittifak vardır. Öyleyse “hazıraten” şartının da ortak olduğu kıyas yoluyla tesbit edilebilir. Bu istisnaya kıyas değildir, icmaya kıyastır. Böylece icma da burada nassın dışında kıyasa kaynak olmuş oluyor.
Yani, ticaretin iki şartı vardır; biri rıza olacak, ikincisi de hazır olacak.
Ticarette vekâlet geçerlidir, yani konsinye satış caizdir ama veresiye satış caiz değildir; veresiye satış faizdir. Çünkü satan kâr ediyor, alan ise kâr veya zarar ediyor. Alanda para olmadığına göre onun zararını kim kapatacaktır? Dolayısıyla veresiye satış haramdır. Hazreti Peygamber bunu hadisleri ile çok açık olarak ifade etmiştir. Bugün veresiye satışlarla piyasaya hakim olunmuştur. Faizli düzen çalışmaktadır. İslâmiyet ise faizin tersini getirmiştir, o da selem sistemidir. Veresiye, önce malı alıp sonra parayı ödemedir ve haramdır. Selem ise önce parayı verip sonra malı almadır ve helaldir. Tenzilat yapmak da helaldir, yani daha ucuz almak da helaldir.
Bey’ ticaretten farklıdır. Birbirine atfedilmektedir. Ticaret peşin alınıp verilen bir alışveriştir. Mal da peşin teslim edilir, para da peşin alınır. Dolayısıyla akit yapmadan da ticaret malı mümkündür.
Bir kimse markete gidip fileyi veya alışveriş sepetini doldursa, çıkarken de parayı ödese, bu akit geçerlidir. Sözlü veya yazılı akit yapmaya gerek yoktur. Hattâ burada sözlü akitler geçersizdir. Kişi kasaya geldiği zaman malı almayabilir. Girerken kasaya para yatırsa, çıkarken malı almaz, parayı alabilir. Ticaretin kuralları budur.
Bey’de ise para almak veya malı teslim etmek satış değildir. İkisini bir arada yapmış olsalar bile birinde malı kullandırmış olur, diğerinde borç vermiş olur. Akit önemlidir. Sözleşme yaptınız mı artık siz malı almak ve para vermekle mükellefsiniz, dönemezsiniz, karşı taraf da dönemez. İştirada yazı esastır. Ticarette ise devretmek esastır.
تُدِيرُونَهَا بَيْنَكُمْ (TuDIyRUNaHAy BaYNaKuM) “Onu aranızda idare edersiniz.”
Parayı verip malı teslim aldığınız zaman alışveriş tamamlanmış olur. Ayrıca akde gerek yoktur. Akitten her zaman rücu edebilirsiniz. Ticaret mallarında mülkiyet ile zilyetlik beraber hareket eder. Mal kimin elinde ise onundur. Hayatta ise mal kimin üzerinde kayıtlı ise onundur. Zilyet olma hiçbir zaman malik olma demek değildir. İşte bu sebeple az olsun çok olsun kayıtlı olmak gerekmektedir. Eskiden bu iş kolaydı. Çünkü komşular hep birbirini tanıyor, neyin kime ait olduğu biliniyordu. Bugün ilişkide olan insanlar birbirini tanımıyor. Aynı apartmanda oturanların birbirlerinden haberleri yoktur. Ayrıca eşyalar o kadar çoğalmıştır ki, insanın kendisi bile hangileri benimdir diye bilemez. Onun için ticari olmayan her şeyin kaydedilmesi gerekmektedir.
فَلَيْسَ عَلَيْكُمْ جُنَاحٌ أَلاَّ تَكْتُبُوهَا (Fa LaYSa GaLaYKuM EaN LAv TaKTuBUvHAv)
“Onu yazmamanızda sizin için bir cunah yoktur.”
Bu âyetler sadece yazı olsun, şiir olsun, teganni olsun, okunsun ve dinlensin diye indirilmemiştir. Tüccarın defterine bir şey yazmaması suç oluşturmaz. Devlet ona müdahale edemez. Hattâ tüccarın elindeki mallar da kayıtsızdır diye onu korumamazlık edemez. Sermayesini korumakla yükümlüdür. Ama yazıp yazmamakta yükümlülük yoktur.
Şöyle örnekleyelim. Bir kimse mağazaya gitti ve alışveriş yaptı. Yüz liralık mal aldı, fiş almadı, KDV ödemedi. Maliye tüccarı suçlayamaz, ona bir ceza kesemez. Müşteri de suçlu değildir, cezası yoktur. Ancak fişini almadığı malı devlet korumaz. Eğer biri onu çarpıp götürse, kapkaç yapsa, bunlar benimdi diyemez. Ama eğer fiş almışsa, o zaman devlet onu tazmin eder. Çünkü vergisi ödenmiş bir mal sigortalıdır. Tabii İslâmiyet’te KDV olmadığı için herkes fişini alır. Tüccar da gelir vergisi ödemediği için o da rahatlıkla fiş verir. Böylece kayıtsız ekonomi ortadan kalkar.
وَأَشْهِدُوا (VaEaŞHıDUv) “İşhad ediniz.”
Yukarıda “istişhad ediniz” denmişti. Orada “izâ” getirilmişti. Burada da “tebaye’tüm”ün başında “izâ” vardır. Tedayün gibi tebayu’ da vardır. Yalnız burada “işhad” vardır, “istişhad” yoktur.
“İşhad” ile “istişhad” arasında ne fark vardır?
“İşhad” demek, başkalarının yanında iş yapmak demektir. Onun görmüş olması demektir. “İstişhad” ise doğrudan onları şahid olarak tutmak demektir. İstişhadda şahid olma şartı getirilmiştir. Burada herkes şahid olabilmektedir. Ticaret mallarının alınıp satılmasında işhad yoktur. Ama diğer malların alınıp satılmasında işhad vardır. Baliğ olan herkes şehadet eder demektir. Nikâhta ve talakta da böyle şehadet sözkonusudur. Çünkü “istişhad” kelimesi kullanılmamaktadır, “şehideyn” kelimesi getirilmemektedir. Eğer kâtipler yazıyorsa bu da işhaddır. Akit esnasında bulunma şartı da yoktur. Sonra insanlar haberdar edilebilir. Bize göre bu sebepledir ki nikâh da dahil sonradan ‘biz şu tarihte anlaştık, akit yaptık’ derlerse, o tarihten itibaren geçerli olur. Merasimde şehadete gerek yoktur. Muhasiplere bildirmekle bir şeyde şehadet vardır.
Burada “işhad edin” emri vardır. Kaç kişinin işhad edileceği belirtilmemiştir. Bir tek kimsenin işhadı da yeterli olmalıdır. Yahut en az üç şahidin şehadeti gerekmektedir. Yahut kıyas yoluyla iki şahidin şehadeti yeterli olacaktır.
إِذَا تَبَايَعْتُمْ (EiÜAv TaBAYaGTuM) “Tebayaa ederseniz.”
“Tebayaa” kelimesi geçmektedir. O halde bir kimsenin satın alıp verdiği şey değildir, topluluğun satın aldığı şey demektir. Bunun için işhad vardır. Bu da kontrolörün şehadetidir.
Burada “tebaya’tum” denmiş olmasının sebebi, kontrolden sonra artık mal topluluğun kefaletine girmektedir. Ambara teslim edilmekte ve ambardan alınan kâğıt alınıp satılmaktadır. Yukarıda borç veriliyor ve mal sonra teslim alınıyor. Burada mal teslim ediliyor, senet o zaman alınıyor. Burada mal senedi sözkonusudur, orada selem senedi sözkonusudur. Orada para sözkonusu olabilir, burada senet sözkonusu olabilir. Malı üretenler malı kontrolöre götürüp teslim ederler. Kontrol edenler de damgalarlar. Bir kontrol yeterlidir. Ancak kontrolün arkasında bir dayanışma ortaklığının olması gerekir. O halde burada işhad edilen kontrol yetkilileridir. Tedayünde nasıl dayanışma kefaleti var ise burada da yine dayanışma kefaleti vardır.
Burada şuna dikkat etmek gerekir. Kontrole mal getiren kimse kontrol eder. Eğer standartlara uygunsa numarasını koyar ve damgalar. Eğer standartlara uygun değilse, hangi değerler bulundu ise o değerleri yazar. Bir belge tanzim eder. Mal sahibi malının kalitesini gösteren belgeye sahip olur. Mal da o belge numarası ile damgalanmış ve mühürlenmiştir. Kur’an’da mühürlenmiş şişedeki içeceklerden bahsedilmektedir. Mührü taklit edip mühürlemek suçtur. Cezası kol kesmedir.
Böylece bu âyette genel hizmetlerden bahsedildi, kâtiplerden bahsedildi, soruşturmacılardan bahsedildi, kontrolörlerden bahsedildi, hakemlerden bahsedilmedi ama davet olunduklarında cümlesindeki meçhul zamirler hakemlere gitmektedir. Ayrıca velayet müessesesinden bahsedildi.
وَلاَ يُضَارَّ كَاتِبٌ وَلاَ شَهِيدٌ (Va LAv YuWarRa KaTiBün Va LA ŞaHIyDun)
“Ne kâtib ne de şehid zarara sokulmaz.”
Burada “kâtib” de “şehid” de nekre olarak kullanılmıştır, yani genel hizmetin tamamı ücrete tâbidir, zarara uğratılmaz. Meçhul olarak getirilmiştir. Yani davalı zarar vermez, davacı zarar vermez denmemiştir. Zarardan korunur demektir.
Bu ifadeden iki şey anlıyoruz. Genel hizmeti veya kamu görevini yapanlar ücreti istihkak ederler. Harcadıkları zamanlarına veya yüklendikleri sorumluluklarına göre bunlara ücret verilir. Kamuca bu sorunlar çözülmelidir. Her türlü gelir işletmelerden elde edilmektedir. Yirmi beş (25) genel hizmeti işletmeler almak zorundadırlar. Her işletme kendisine bir genel hizmet sorumlusunu; birer evrak, zimmet, envanter ve demirbaş kayıtçısını; ilmî, meslekî, ahlâkî ve siyasî bilgi danışmanlarını; takip, araştırma, ambar ve kasa hizmetlilerini; planlama, sağlık, bakım ve güvenlik hizmetlilerini seçmek zorundadır; basın, yayın, ulaştırma ve haberleşme hizmetlileri de olacaktır. Bunlar bu hizmetlerinden dolayı ücretlerini alacaklardır.
Devlet aldığı kamu görevi karşılığı zekâtın yanında o kadar da genel hizmet payını alacak ve orada hizmet verenlere bölüştürecektir. Hizmetliler aldıkları payları ortak bir fonda toplayacaklar ve hizmet verdikleri kişiler sayasınca bölüşeceklerdir.
Bunun dışında kamu görevi gören soruşturmacılar da kamu bütçesinden payla soruşturma, kâtiplik, hakemlik gibi hizmetleri vereceklerdir.
Kur’an’ın gösterdiği yoldan yürümeye başlandığında çıkacak sorunlar kendiliğinden çözülecektir. Bazı sorunlar vardır ki uygulamada çözülecektir. Şahitlere şehadet bedeli nasıl verilecektir? Bunun kuralları konmalıdır. Bize göre bu dayanışma ortaklıklarına verilen tahsisatın onlar tarafından bölüştürülmesidir. Bir sorunun aydınlatılması için bunlar tahsisat ayırırlar. Çözenler bunu almayı hak kazanırlar. Çözdüklerini hakemlerin onaylaması gerekir.
Daha açık söyleyelim. Mesela, Üzeyir Garih öldürüldü. İdam cezasının olmadığı ülkede birileri suçu yüklendi ve sorun sona erdi. Bir parti başkanı çıkıp ‘bu cinayetin aydınlatılmasını istiyorum’ der ve kendisine verilen tahsisatı buna ayırır. Sonunda soruşturmacılar ihaleyi yüklenenler araştırmaya girerler. Soruşturmayı isteyen parti başkanına dört soruşturmacı ayrı ayrı şehadet edeceklerini bildirirler. İtham edilen bir devletin gizli teşkilatıdır. Mahkeme bunların bu şehadetini kabul etti ve mahkum etti. İşte o zaman o tahsisatı istihkak ederler; yoksa alamazlar.
“Zarar verilmez”in ikinci yanı ise bunların tehdide karşı korunmasıdır. Mallarına ve canlarına eğer bir zarar gelirse tazmin edilir; hem de iki misli tazmin edilir. Bunların diyetleri normal diyetin iki veya dört katıdır. Buna zarar veren kimselerin âkileleri bu kadar ağır diyet ödeyecektir. Tabii ki kısas hükümleri geçerlidir. Hattâ bunlara zarar veren kimseler affedilmeyecek, asılacaktır. Diyeti devlet ödeyecektir. Âkilesinden kısmen de olsa alacaktır.
وَإِنْ تَفْعَلُوا فَإِنَّهُ فُسُوقٌ بِكُمْ (Va EiN TaFGaLUv Fa EinnaHu FuSUvQun BiKuM)
“Eğer bunu yaparsanız o sizin için füsuktur.”
Kamu görevleri ifa edenlere karşı gelinmeyecek, tamamen teslim olunacaktır. Sadece o bucak terk edilirse o zaman oradakilere itaat etmek gerekmez. Terk eden infazdan kurtulur. Terk etme hakkı da herkese verilmiştir. İdamına karar veren bir baş hakem aleyhine haksız da olsa bir şey diyemez. Bu haksız karara karşı ilçesini terk edecektir. İlçesini terk edecektir, çünkü bucağın hakemleri ilçededir. Gittiği başka ilçede eğer bir bucak başkanı ona sahip çıkar da bucağına kabul ederse idamdan kurtulmuş olabilir. Onu kabul eden bucak başkanı diyeti öder ve sorun çözülmüş olur. Bu kişi artık bu bucağa giremez. Her ne suretle olursa olsun o bucakta kaldıkça o bucaktaki görevlilere itaat edilecek ama aleyhlerine dava açılacaktır. Mesela, yönetimi yöneten başkan kişiyi oturumdan uzaklaştırır. Buna itaat etme zorunluluğu vardır. Ama sonra kişi hakemlere gider ve çıkarıldığı için uğradığı zararları tazmin ettirir. Kararları da iptal ettirebilir. Hukuk devletinde her şey hukuk düzeni içindedir. Yetkiler bellidir. Hukuk dışına çıkanlar da ayrıca cezalandırılır.
ukuık dedvelti buı dmekldir.
وَاتَّقُوا اللَّهَ (Va itTaQUv elLAHa) “Allah’a ittika ediniz.”
Kur’an’da “Allah’a ittika ediniz” deniyorsa, orada onlara takdir yetkisi verilmiş demektir. Kâtip ve şahit zarara sokulmayacaktır ama nasıl sokulmayacaktır? Bunun için bir sistem geliştirilecektir. Bu sistem topluluklara bırakılmıştır. Her topluluk bu hususta çözümü arayacak ve bulacaktır. Ancak bu çözüm şeriat içinde olacaktır. Topluluğun sağlığı ve selameti için olacaktır. Bu sebepledir ki bu hususta üretilen çözümler def’idir, da’vi değildir.
Biz “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nı geliştirdik ve Kur’an’ın emrettiği işleri, ittika içinde kendi ürettikleri sisteme göre çözeceklerdir. Nasıl meclis kanun hükmünde kararname ile hükümete yetki veriyorsa, burada da Kur’an topluluklara bu hususta yetki vermektedir. Ancak bu işin ittika içinde olması gerekmektedir. İttikanın dışına çıkılmışsa o zaman hakemler bu çözümleri iptal veya tashih edeceklerdir demektir.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” III. bin yıl için hazırlanmıştır. Her bin yılda bir uygarlık yenilenecektir. Her uygarlığın kendi anayasası olacaktır, kendi sistemleri olacaktır. III. Bin Yılın Anayasası da Genel Hizmetlere dayanmaktadır. Kamu görevi tarihte her zaman olmuştur. Çeşitli yollarda yapılmıştır. Ama “Genel Hizmet” ise ancak III. bin yıl içinde uygulanacaktır.
“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nın birinci bölümünde kamu görevleri incelenmiştir. Oradakilerde sadece ıslah vardır. Yeni müesseseler yoktur. Meclis vardır, şura vardır. Başkan vardır, asker vardır. İkinci kitapta ise Genel Hizmetler vardır. Genel Hizmetlere ihtiyaç sanayi döneminde doğmuştur. Büyük firmalar bunu firma bazında yapmakta, güçleri yetmektedir. Küçük firmalar ise bu hizmetleri ayrı ayrı yapamadıkları için silinip gitmekte ve karşılarında tekel oluşmaktadır.
İşte 1967’de İzmir’de kurulan Akevler Kredi Ve Yardımlaşma Kooperatifi buna çare aramak için faaliyetler yapmıştır. Küçük firmaların Genel Hizmetlerini yapmak için kurulmuştur. Bu işleri başaramamıştır ama başarmak için zemin hazırlamıştır. Şimdi İstanbul Yenibosna’daki Akevler İstanbul Kooperatifleri bünyesinde aynı işi başarmak için gayret sarf edilmektedir.
İzmir Akevler Genel Hizmeti neden başaramamıştır?
a) Birinci sebep bilgi noksanlığıdır. Akevler buna rağmen bu hususta başarılı olmuştur. Çünkü zamanla Genel Hizmet ile ilgili bilgiyi ortaya koymuştur. Elimizde 25 bin sayfalara varan kaynak vardır. Şimdi uygulama yapılırsa o bilgiler sayesinde olacaktır.
b) İkinci sebep ise Akevler’e devlet güçleri saldırmış ve onun gelişmesini önlemek istemişlerdir. Akevler savunma yapmak için siyaset yapmak zorunda kalmıştır. Akevler bu hususta da başarılı olmuştur. Bugün AK Parti iktidarda ise bu Akevler’de başlayan mücadelenin tesiri sonucudur. Akevler olmasaydı Millî Görüş olmazdı. Millî Görüş olmayınca da AK Parti olmazdı.
c) Başarısızlığın üçüncü sebebi de o zaman bilgisayarların bulunmayışı idi. Bilgisayar olmadan bu kayıt işlerini yürütmek mümkün olmaz. Bugün ise bilgisayar tekniği gelişmiştir. Ancak bu teknik sayesinde bu yazışma sistemi başarılacaktır. Eğer biz on sene önce İstanbul’da faaliyete başlamasaydık, o zarar ettiğimiz teşebbüslere girişmeseydik bugün bu seviyeye gelemezdik.
d) Bu arada bizim Akevler çalışanlarının da kusurları vardır. Akevler’de yetişenler çok başarılı kişiler oldukları için ve Akevler sayesinde her yerde kendilerini kabul ettirdiklerinden, ben dahil hepimiz Akevler’i terk edip başka yerlerde maceralar aradık. Ancak bunun da çok yararı olmuştur. Bugün her yerde Akevler’in temsilcileri vardır. Ama bu durum sonuçta bizim bu Genel Hizmetleri oluşturamayışımızın sebebi olmuştur. Adil Düzen Anayasası metni bile yeterli başarıdır. Bu başarı kolay ve basit olarak elde edilmemiştir. Birçok arkadaşların katkıları sonucu elde edilmiştir. Akevler’in dışında olanlar yaptıklarımızı küçümseyebilirler. Ancak ekilenler biçiliyor. Ama asıl yeniden edindiğimiz tohumlar vardır ki vakti geldiğinde dünyayı meyveliklerle dolduracaktır. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” böyle bir tohumdur. Bu Akevler’in çalışması sonucudur.
وَيُعَلِّمُكُمْ اللَّهُ (Va YuGalLıMuKuMu elLAHu) “Ve Allah size talim edecektir.”
Arapçada geniş zaman fiili vardır. Hal ve istikbal için ayrı siga yoktur. Burada “size edecektir” diye tercüme ettik. Çünkü bu siga eder diyor; edecek, hattâ etmektedir mânâları arasında müşterektir. Sonra bu öğretme devam edecektir.
Hazreti Peygamber aleyhisselâmdan sonra dört halife gelmiş ve birçok yeni uygulamalar yapmışlardır. İslâm devletini imparatorluğa ulaştırdılar. Sonra müçtehitler devri geldi, birçok konularda müçtehitler şeriatı oluşturdular. Allah talim etmiştir.
Sonra kelamcılar döneminde Allah hikmeti talim etti. Sonra Türkler zamanında Allah mü’minlere tasavvufu talim etti. Böylece hep öğreterek insanlığın yüceliğini gerçekleştirdi. Bugün de bize “Adil Düzen”i öğretmektedir.
1400 sene sonra sorunlara ancak Kur’an ile çözüm buluyoruz. Kur’an’ın gücü ve icazı sadece bu kadarı ile kifayet eder. İf’al babından değil de tef’il babından getirilmesi tedrici olarak bu talimi yapacağını ifade eder.
Bu öğretmenin Allah’ın takdiri olduğunu anlamamız için Akevler İstanbul Çalışmalarına bakalım. 1990’larda İstanbul’da Reşat Nuri Erol ile çalışmaya başladık. Gayemiz Ahşap Evler ile ilgili faaliyeti ilerletmek ve bir Market çalışması yapmak idi. Bu arada Cengiz Demirci çalışmalara katıldı. Boğaziçi Üniversitesi mezunu olan Cengiz mastır yapmıştır, Yüksek Matematik ve Arapça bilmektedir. Onun çalışmaları ile DBase üzerinde muhasebeye başlandı. İşler ilerlerken Cengiz beklenmedik bir şekilde Türkmenistan’a gitti, bizim muhasebemiz boşta kaldı. Ama o arada tamamen tesadüflerle veya tevafuklarla M. Lütfi Hocaoğlu Üsküdar toplantılarına katıldı. M. Lütfi Hocaoğlu dahiliye mütehassısıdır. Kendilerinin özel hastahaneleri vardır. Hastahanelerin muhasebe programları ile uğraşmaktadır. Cengiz gitti ama Allah daha çok bilen birini gönderdi. Cengiz gitmeseydi bizim muhasebemiz DBase olarak devam edecekti.
Çatalca’da bir marketi (ÇATMAR) çalıştırmaya başladık. M. Lütfi Hocaoğlu buranın muhasebe programını yazdı. Ancak market değişik sebeplerden çalışmadı. Çalışsaydı biz şimdi orada o durumda olurduk. M. Lütfi Hocaoğlu program çalışmalarını ilerletti ve gördü ki bu alaylılıkla olmaz; yeniden üniversiteye gitti ve bilgisayar mühendisliği fakültesini bitirdi. Böylece yeni döneme girdik. Eğer Çatalca başarılı olsaydı bugün ulaştığımız yere ulaşamazdık. Yenibosna için bir program yaptı ama çalışmadı. Yenibosna’ya taşındılar. Eşi Emine hanımla birlikte şimdi Yenibosna’da Muhasebe ile meşgul oluyorlar...
Başka bir hususa daha işaret edelim. Özket’lerin marketçiliği başarıya ulaşsaydı biz belki İstanbul’a taşınmaz, Hocaoğlu ailesi buraya gelmezdi.
Demek ki başarısızlık nedir?
Hatanız var, düzeltin ihtarıdır.
Kur’an’dan sonra vahiy yoktur.
Günümüzde Allah insanlara nasıl bildirmektedir, nasıl öğretmektedir?
a) Devamlı olarak Kur’an’ı okuyorsunuz ve siz daha evvel hiç duymadığınız mânâyı anlıyorsunuz. O âyeti ezbere biliyorsunuz ama o mânâya şimdi ulaştınız. Demek ki Allah insanlara Kur’an’la konuşur. Kur’an’ı meali ile de olsa okuduğunuzda hep yeni mesajlar alırsınız.
b) İkincisi ise istişaredir. Konularınızı başka insanlarla istişare ettikçe, onlara sorup bilgi almaya çalıştıkça Allah onlara ilham eder ve o sayede size haber gönderir. Onun için her söze kulak vereceksiniz. Onları değerlendireceksiniz. Allah size ilham eder ve doğrusunu bulursunuz.
c) Eğer bir konuda başarıya ulaşamıyorsanız, sonuçlar alamıyorsanız sizde bir hata vardır, onu düzeltin demektir. Başarısızlığınızın kusurunu başkalarında aramayacaksınız. Bizde bir eksiklik var da ondan böyle oldu diyeceksiniz. Kötü insanla, kötü arkadaşla karşılaşmış iseniz onu size musallat eden Allah’tır. Dolayısıyla kusuru kendinizde arayacaksınız. Siz onu terk etmeyeceksiniz, o sizi terk edecektir. Siz onu düzeltmeye çalışacaksınız. Kendinizdeki kusuru düzelttiğinizde ya arkadaş da iyi olur veya sizi bırakıp gider.
d) Dördüncü haberleşme örneği de şudur. Mesela bir şey alıp almayacağınız üzerinde tereddüdünüz varsa istihare edeceksiniz. İçinizde doğan bir şeyi karar için dayanak yapacaksınız. Mesela, birisiyle evlenmek üzerine görüşmektesiniz. Ama tereddüttesiniz. Evleneyim mi evlenmeyeyim mi? Yahut kızımı vereyim mi vermeyeyim mi? Allah çözüm için içinize bir şeyi ilham eder, şunu kabul ederse evleneyim dersiniz. Onu ona önerirsiniz, kabul ederse Allah’a sığınır yaparsınız, etmezse evlenmezsiniz. O basit bir şey olabilir ama Allah size onunla mesaj göndermektedir.
Böylece Allah insanlara öğretmektedir. Ben mesela bir istihare yapıyorum. “Adil Düzen” kelimesini kabul eden partiye girerim. Kurarsam Adil Düzen Partisi’ni kurarım. Kabul ederse onunla aynı partide olurum. Onun dışında bir partiye gitmem ve adaylığımı da koymam. Bu benim için istiharedir. 1973’te Millî Selâmet Partisi’nden ayrıldım. Ondan sonra hiçbir partiye girmedim. Adaylığımı koymadım. Başka bir istiharem var. Kiralık bir dairede parti kurmam. Ankara’da mülk bir dairemiz olursa kurarım. Olmadığı için Allah parti kurmamıza izin vermiyor demektir. Böylece O bize öğretiyor. Başarısızlığımız bizi hak kabul ettiğimiz bir yoldan alıkoymamalıdır.
İman budur. Sabır budur.
وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ (282) (Va elLAHu Bi KulLi ŞaYEiN GaLIyMun)
“Ve Allah her şeyi bilir.”
“Alim” kelimesi nekre gelmiştir. Herkes bilir ki her şeyi bilen yalnız Allah’tır. “Allah her şeyi bilir” diye isim cümlesi ile getirdi. Ancak burada nekre gelmesinin sebebi devletin de her şeyi bilmesi gerektiğidir. Yani az olsun çok olsun yazılacak, her şeyin kaydı devlet arşivinde olacak demektir. Burada “Bi” harfinin gelmesi de nekre olmasına sebep olmaktadır. “Allah her şeyi bilir” demek, devlet her aracı kullanarak ülkesinde olan şeyleri bilmelidir demektir.
Böylece Tedayün âyetini üç derste bitirdik.
Bundan sonra gelen âyet emanetlerle ilgilidir, rehinle ilgilidir. Sûrenin son sayfasına yaklaştık. Allah bize bu çalışmayı nasip ettiği için ona hamd ederiz.