BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
Süleyman Karagülle
2750 Okunma
bakara 77-83

ADİL DÜZEN 359

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 21. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

أَوَلَا يَعْلَمُونَ أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ مَا يُسِرُّونَ وَمَا يُعْلِنُونَ(77) وَمِنْهُمْ أُمِّيُّونَ لَا يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ إِلَّا أَمَانِيَّ وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّونَ(78) فَوَيْلٌ لِلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ ثُمَّ يَقُولُونَ هَذَا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ لِيَشْتَرُوا بِهِ ثَمَنًا قَلِيلًا فَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا كَتَبَتْ أَيْدِيهِمْ وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ(79) وَقَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ إِلَّا أَيَّامًا مَعْدُودَةً قُلْ أَاتَّخَذْتُمْ عِنْدَ اللَّهِ عَهْدًا فَلَنْ يُخْلِفَ اللَّهُ عَهْدَهُ أَمْ تَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ مَا لَا تَعْلَمُونَ(80)

أَوَلَا يَعْلَمُونَ (Ea Va LAv YaGLaMUvNa)  “İlmetmiyorlar mı, bilmiyorlar mı?”

Bundan önceki âyette; neden onlara ilmî hakikatleri açıklıyorsunuz, sonunda sizin aleyhinize delil olur, onları kullanır ve ateizmden vazgeçerler demişlerdir. Oradaki Allah’tan kasıtları insanlık idi.

Burada çok önemli bir husus vardır. Allah insanı kendisine halife kılmıştır.

Bu halifelik kademe kademedir.

a)      Her insan kendi yapacağı işlerde halifedir. Allah’ın halifesi olarak içtihat yapar ve onun kulu olarak O’na kul olur, yani görevli olur, icra eder. Burada melekler gibi görevlidir. Bu meleklere imana benzer.

b)      İnsanlar başkaları ile anlaşarak sözleşme yaparlar. Bu sözleşmeleri yaparlarken taraflar Allah’ın halifesi olarak ortak içtihat yapmış olurlar. Böylece sözleşme Allah ile yapılmış olur ve taraflar sözleşmeye uyarak Allah adına amel ederler. Bu da kitaplara iman gibidir. Toplulukların mevzuatı böyledir. Ocak, bucak ve ülke mevzuatı bu tür sözleşmelerdir. Bir yönüyle icma gibidir, çünkü topluluğun bütün fertlerini bağlar, diğer taraftan içtihat gibidir, çünkü bütün insanları bağlamaz.

c)       Hâlen yeryüzünde yaşayan tüm insanları bağlayan insanlığın icmasıdır. Bugün yaşayan müçtehitlerin içtihatlarındaki birliktir. Bunun hükmü sünnet mahiyetindedir. Resul hükmündedir. Yani, Hazreti Peygamber’e gelen yazılı olmayan vahiy mertebesindedir. Burada artık içtihattan daha fazla icma vardır. Bununla beraber, geçmiş ve gelecek insanları bağlamadığı için bunda içtihat şeçmesi vardır.

d)      Nihayet, öyle icmalar vardır ki insanlık icmasıdır. Yani, geçmişte sahabelerin yaptığı ve günümüze kadar gelen icmalardır. Bunlar Kur’an gibidir. Bu icmalarla sabit olanlar, Allah’ın son mucizeli Kur’an’ı gibi ilâhidir.

İşte yukarıdakileri Allah’ın yanında lehimizde delil olarak kullanırlar, neden onlara bu ilmî hakikatleri açıklıyoruz, diyorlar. Burada kastettikleri tüm insanlıktır; geçmiş ve gelecek nesillerle birlikte insanlıktır.

أَنَّ اللَّهَ يَعْلَمُ (EanNa elLAvHa YaGLaMu)  “Allah’ın ilmettiğini bilmiyorlar mı?”

Burada geçen “Allah” kâinatı ve insanı var eden Allah’tır. Bunun için “Allah” kelimesi tekrar edilmiştir. Yoksa “EnneHu” şeklinde zamirle ifade edilirdi. Bununla beraber başka bir şey vardır.

Faili meçhul cinayetler olur, failini mahkemeler bulup mahkum edemez. Halka malum olur. Kısa zamanda halk kandırılabilir ama, zaman geçince bir bakarsınız ki gerçekler ortaya çıkar ve herkes ispat edemese de onun gerçeğini bilebilir. Tarih zaten bunun ilmidir. Zamanında kandırılan ve aldatılan insanların torunları gerçekleri öğrenirler. Bu manâ da verilebilir.

Birincideki “Allah” insanlığı, ikincideki “Allah” ise insanları murad etmiş olabilir. Çünkü ikincisi kısmî içtihattır. Aksi de düşünülebilir. Günün insanları birincide kastedilmiş, ikincide ise insanlık kastedilmiş olabilir.

مَا يُسِرُّونَ (MAy YuSirRUvNa)  “Neyi isra ediyorlarsa.”

“Serir” sedir demek, koltuk demektir. Görünmemesi için sedir altına koymaya esrar denir. Halkın görmeyeceği yere koyma anlamına gelir. Esrar etmekten maksat budur.

Kur’an’da sır var, aleniyet var; gayb var, şehadet var; cehr var, hafi var; zâhir var, bâtın var.

Kâinatta bunların farklı görüntüleri vardır.

a)      Sır ve aleniyet, perdelendiği için görünmeyenlerdir. Dört ve beş boyutlu uzayı bunun için göremiyoruz.

b)      Zâhir ve bâtın, gerçek uzay dışında eksi birin kare kökü ile tanımlanmış uzaydır. Batılıların imajiner, sanal, hayali uzay dedikleri uzay bâtındır.

c)       Cehr ve hafi ise bizim duygu organlarımızın alanı içine girmeyen dalgalardır ve hafidir. Az şiddette de olabilir, yahut bizim alıcımız algılamayabilir.

d)      Gayb ve şehadet ise geçmişte ve gelecekte olanlar gaybdır. Şimdi var olanlar ise şehadettir, gözümüzün önündedir. Sır ve aleniyet ile aynı manâdadır. Sır ve aleniyet mekânda, gayb ve şehadet zamandadır. Sekizyüzlüde ikisi aynı eksende yer alırlar. Dört boyutlu uzay üç boyutluya irca edilir.

وَمَا يُعْلِنُونَ(77)  (Va MAv YuGLıNUvNa)  “İlan ettiklerini de.”

GLN” kelimesi “GLV” kelimesi ile akrabadır. “Y” yani “V” “N”ye hep dönüşmektedir. “Katıyı” deriz ama “katıyın” değil de “katının” deriz.

İlan etmek” yükseltmek, açığa çıkarmak, sedirden dışarı almak demektir. Allah onların sedir altında sakladıklarını da, sedirin üstüne çıkardıklarını da bilir demektedir. Açıkladıklarını da, sakladıklarını da bilmektedir. Türkçedeki “alın” kelimesi ile “aleniyet” kelimesi arasında akrabalık vardır.

***

وَمِنْهُمْ أُمِّيُّونَ (Va MiNHuM EumMıyYUvNa)  “Onların içinde ümmiler vardır.”

Ümmi” anadan doğma demektir. Yani okumamış, eğitilmemiş demektir.

“Onların içinde ümmiler vardır” denmektedir. Buradaki “onlar” İsrail oğullarıdır. Kur’an’da “Ey İsrail oğulları” diye doğrudan İsrail oğulları muhatap alınmış, Kur’an’da onlara mesaj yollanmıştır. Bizim aracılığımızla değil, doğrudan onlara hitap edilmiştir. Birkaç sahife sonra arada bize içlerinden mesaj yollanmıştır. Şimdi bize hitap ederek onları anlatmakta, onların içinde ümmiler olduğunu bildirmektedir.

İsrail oğulları seçilmiş kavim olmakla beraber, bu seçilme onların üstün yaratılmış olmalarından ileri gelmemekte, onlara tebliğ bakımından öncelik verilmesinden ileri gelmektedir. Dolayısıyla diğer kavimlerde olduğu gibi onların içinde de ümmiler vardır. Ümmiler, arkadan gidenler, başkalarını taklit edenler demektir.

لَا يَعْلَمُونَ الْكِتَابَ (Lav YaGLaMUvNa eLKiTABa)  “Kitabı bilmemektedirler.”

Kitap” okuyup yazma demek değildir. “Kitap” içeriği de bilmemektir. Hazreti Peygamber aleyhisselâm ümmi idi ama Kitab’ı biliyor ve insanlığa öğretiyordu. Yani, buradaki “Kitab’ı bilmiyorlar” sıfatı, ümmileri tavzih sıfatı değil, takyit sıfatıdır. Haberden sonra haberdir. Ümmiler vardır, Kitab’ı bilmeyenler vardır denmektedir. Hz. Peygamber aleyhisselâm dışında, bilmek için ümmi olmamak gerektiğini de ifade etmektedir.

Kitap” hat değildir, “Kitap” kurallardır, yazılı kaidelerdir. Kurallar yazılı olmalıdır.

“Borcun azı olsun, çoğu olsun yazmaktan üşenmeyin.” diyerek her şeyi yazmamızı emrettiğine göre, her türlü sözleşmeler yazılmaktadır. Sözleşmeler yapılırken müzakere ederiz. Müzakere esnasında konuşmalarımız teklif ve icap ile olmaktadır. Fıkıhta meclis dağıldıktan sonra kesinleşme meydana gelir. Sözlü anlaşmalarda el ele tutulur, o esnada söylenmiş sözler teklif ve icaptır. Eller serbest bırakıldıktan sonra artık akit kesinleşmiştir. Tek taraflı rücu caiz değildir. Bey’ ve biat kelimeleri el ele tutuşmak demektir. Bütün bunlardan daha kesin ve açık olanı ise yazmak ve yazının altına imza atmaktır. Böylece sözleşmeler kesinleşir.

Peygamberler Allah’tan kitaplar getirdiler ve insanlara yazdırdılar. İşte o Allah’ın Kitabı’dır. Ümmete o Kitab’ı bilmek gerekmektedir.

Bugünkü hayatımızda tüm insanlar ümmidir. Kitapları bilmemekte, sadece emaniyleri (gelenekleri) bilmektedirler. Bir işletmeye giderseniz, herkes iş yapmaktadır. Ama bunu ondan bundan görerek yapmaktadır.

Devlet daireleri öyle, yargıçlar ve hakimler öyle. Çünkü o kadar çok kanun ve mevzuat vardır ki, insanın bütün bunları bilmesine imkan yoktur. Bugünkü insanlar cahiliye döneminde yaşıyorlar.

Ne kadar çok metin varsa, işte o kadar o metin bilinmemektedir.

Herkesin bilmesi gereken kanunların büyüklüğü Kur’an’dan büyük olmamalıdır. O kadar mevzuatı tüm insanların öğrenmesi farzdır. Ondan sonrasında halkın değil de, görevlilerin bilmesi gereken yazılı metin de 600 sahifeyi yani Kur’an sahifelerini geçmemelidir. O zaman insanlık cahiliye döneminden çıkar.

Buralarda yazılı olanların dışında kalan kısımlar, kıyas yoluyla içtihatla bilinecektir.

إِلَّا أَمَانِيَّ (EilLAy EaMaNiyYa)  “Yalnız emaniyyi biliyorlar.”

Emaniy” gelenek demektir. Babadan oğula aktarılan söylentilerdir. Kıdemli görevlilerin yeni görevlilere öğrettikleri şeylerdir.

Bir hakim hanım şöyle anlatıyordu: Ben ilk hakim olduğumda ne yapacağımı bilmiyordum. Emrime çok tecrübeli bir kâtip vermişlerdi. Ben sessiz konuşur, kâtibe istediği gibi yazmasını bırakırdım. Hakimliği kâtibimden öğrendim. Başka türlü olması bugünkü bu sistemde mümkün değildir.

Sorun ancak içtihatla çözülebilir, istişare ile çözülebilir, hakemlik sistemi ile çözülebilir.

Davalı ve davacı hakemleri ile baş hakem mevzuatı öğrenmiş olurlar. Genel fıkıh usûlü ilmiyle içtihat yapar ve karar verirler. Bu sebepledir ki hakemlik sisteminden başka çözüm yoktur. Bugün avukatlık bu görevi yapmaktadır. Ne var ki avukat tutmak zorunlu değildir. Avukatlık paralıdır. Görev istenildiği kadar yerine getirilmiştir. “Adil Düzen”de herkesin bir hukuk danışmanı vardır. O danışmanların da mütehassıs danışmanları vardır. O mütehassıs danışmanların üstat araştırmacıları vardır.

İşte ancak “Adil Düzen Anayasası”nda oluşturulan bu sistemle ümmilikten çıkabilir, kitabı öğreniriz. Kitap yalnız Tevrat veya Kur’an değildir. İçtihatlar da yazılı hâle getirilince kitap olmaktadır. Bundan dolayı “Lâ Yezkürûne’l-Kitabe” denmiyor da, “Lâ Ya’lemûne’l-Kitabe” deniyor.

وَإِنْ هُمْ إِلَّا يَظُنُّونَ(78)  (VaEiN HuM EilLAv YaJunNUvNa)  “Onlar yalnız zannediyorlar.”

İçtihat yaparken zanlar delildir. Zannî delillere dayanarak içtihat yapılabilir. Ama içtihat yapılıp yazıldıktan sonra artık o ilim olur. Orada artık zan geçerli değildir. Yazılmış ne ise hüküm odur ve kesindir.

Sözleşmeler de öyledir. Sözleşmede anlaşma yapılırken zannî delilleri kullanırsınız ama, yazıldıktan sonra o artık kesindir. Hükümler açık ve kesin olmalıdır. Orada zannî deliller delil değildir. Hükümler yorumlanarak uygulanmaz. İcma ile anlaşılan kadar açık olmalıdır.

Kur’an’da müteşabihler vardır. Muhkemler vardır demiyor, amel yalnız muhkemlerle yapılır.

***

فَوَيْلٌ (Fa VaYLun)  “Veyl vardır.”

Parmağınız bir yerde sıkışsa yüksek sesle bağırmaya başlarsınız. Bu bağırmalar işaret değildir. Bir topluluğa da bir afet gelince ahu figana, ağlamağa ve bağırmaya başlarlar. Buna “vaveylâ” denir.

Veyl” vah demektir, ah vahtır. Bir topluluğun bu hâle düşmesi veyldir.

İşte böyle “kitabî düzen” yerine “gelenek düzeni” ile yaşayanların akıbetleri veyldir.

Bugünkü insanlığın içinde bulunduğu zulüm ve fitnenin kaynağı budur. Kabile toplulukları birbirini tanıyan kimselerden oluşur, orada şifahi gelenekler yeterli olur. Ama artık milyonların, hattâ milyarların birlikte yaşamak zorunda olduğu bugünkü dünyada ancak yazılı kurallar bu kadar büyük toplulukları yönetebilir. Buna sahip olmayanlar anarşi ve zulüm içine, fitne ve baskı içine düşerler. Bugünkü insanlık bu durumdadır.

“Adil Düzen” insanlığı cahiliye yönetiminden çıkarıp kitabî yani kanuni yönetime sokacaktır. Böyle bir düzene ulaşan topluluklar yaşayacak, diğerleri silinip tarih olacaklardır.

Basit bir market çalıştırırken bile bu yazıların ne derece önemli olduğunu hepimiz görüyoruz. Muhasebenin özelliği orada zannın bulunmaması, rakamların kesin olmasıdır. Bilgisayarlar da sayısaldır. Teknikte de araçlar sayısala, adediyeye geçmektedir. Dijital haberleşmede parazit olmaz.

لِلَّذِينَ يَكْتُبُونَ الْكِتَابَ بِأَيْدِيهِمْ (LilLaÜIyNa YakTUvBUvNa elKiTAvBa BiEYDiyHiM)  

“Kitab’ı yedleri ile yazıyorlar.”

Buradaki “Yed” kendi güçleri ile demektir, zorlamaları ile demektir. “Eyd” eller, kollar demek ise de, güç anlamına da gelmektedir. “Semayı kendi yedlerimizle bina ettik” deniyor.

Sözleşmelerini dayatarak yaptıranlar, kanunları Avrupa’dan aktararak zorla insanlara dayatıp kanunlaştıranlar... Ümmilikten sonra bunlar arasında ne gibi ilişki olduğunu düşünebiliriz. Oysa kanunları başka uluslardan tercüme edip onları dayatarak anlamadan ve okumadan ulusa kabul ettirmek, işte bundan bahsetmektedir. AK Parti’nin Avrupa’dan anlamadan ve okumadan aktardığı kanunlar için bunlar söylenmektedir. Halkın okuyup anlamadığı çeşitli ve çelişkili kanunları bir ülkeye dikte ettiğiniz zaman, bunun tek faydası o kanunları istismar eden kimselerin onlardan yararlanarak kendi çıkarlarını sağlamaya çalışmalarıdır. Bu da vatandaşlara zulüm olur, işkence olur, anarşi olur; bunun sonucu olarak o topluluk vaveylayı basar. Cumhuriyetin ilk yıllarında böyle tercüme edilen kanunlar uygulanırken bürokratlar siyasilerin zulmüne araç edilmiştir. Onlar hiç olmazsa kanunları anlayarak tercüme ettiler.

Şimdi dayatma ile yapılanlarda ise kanunlar tercüme edenler tarafından da anlaşılmadan tercüme ediliyor. Sadece bu ülkeyi yıkmak için hazırladıkları bu kanunlar Türkiye’de zorla kanun hâline getiriliyor. Sizi Avrupa Birliği’ne alacağız diyorlar. Sonra bir hakimi öldürüyorlar. Devlet olaylara müdahale edince de, siz insan haklarını çiğnediniz diye almıyorlar! Böylece Türkleri yalancı bir hayale koşturup koşturup helâk ediyorlar.

ثُمَّ يَقُولُونَ هَذَا مِنْ عِنْدِ اللَّهِ (ÇümMa YaQUvLUvNa HAvÜAv MiN GıNDilLAHi)  

“Sonra da bu Allah’ın indindendir diyorlar.”

Güçleri ile ve zorla dayatarak kanunlar yapıyorlar, sonra da; ‘Bunlar millî irade ile oluşan kanunlardır, Meclis’in çıkardığı kanunlardır, milletvekillerinin yaptığı kanunlardır!’ diyorlar. Vekillere dayatarak ve sadece parmak kaldırtarak kanunlar yaptırıyorlar. Anayasalarda ‘yasama’ ile ‘yürütme’nin ayrıldığı yazılıdır. Ama bir hile ile yasama yürütmenin emrine verilmiş, yürütme de seçilmiş olmayanların ve dış sermayenin emrinde olanların dümenine sokulmuş; ondan sonra da utanıp sıkılmadan padişahları kötüleyip cumhuriyeti ve demokrasiyi getirdiklerini söylemektedirler! İşte bunlara ‘veyl’ vardır.

Daha yakın zamanlarda faşistler, nazistler, Leninistler, Maocular böyle yaptılar. Yaptılar da ne oldu, akıbetleri veyl olmadı mı? Şimdi İsrail’de veyl yok mudur? Irak’ta veyl yok mudur?

İşte Allah İsrail oğullarını örnek yaparak bize bunları bildirmektedir.

Ülkemizde de veyl vardır ama henüz onların ve oraların seviyesine erişmemiştir.

“Adil Düzen”i benimserlerse bu veylden kurtulacaklardır. “Adil Düzen” nedir? “Adil Düzen” her şeyden önce yerinden yönetimdir. Sonra içtihat ve icma sistemidir, istişare sistemidir. En önemlisi hakemlik sistemidir. “Adil Düzen”de sahtekârlık yoktur. Güç kullanarak kanunlar çıkaracaksınız, sonra ‘bunu ulusun iradesi yaptı’ diyeceksiniz. İşte veylin/vaveylanın kaynağı budur. “Adil Düzen” işte bu dayatmaya karşı oluşturulan güçtür. Şimdilik çok zayıf görünüyor ama haklı olduğu için galip gelecektir. Çünkü Kâinatı var eden Allah’tan daha güçlü kimse yoktur ve O’nun halifesi olan ulustan daha güçlü güç de yoktur. Er veya geç, ama bir gün mutlaka halkımız kendi kanunlarını kendileri yapmaya başlayacaktır.

لِيَشْتَرُوا بِهِ ثَمَنًا قَلِيلًا (LiYaŞTaRUv BiHIy ÇaMaNan QaLıyLan)

“Onunla kalil semeni iştira etsinler diye bunu yapıyorlar.”

Avrupa Birliği’ne gireceğiz diye böylesine millî iradeye dayanmayan kanunlar çıkarılıyor. Bunu yapanlara ‘veyl’ vardır. Cumhuriyet’in ilk döneminde çıkarılan kanunlarda böyle çıkar hesapları yoktu. O dönemde gelişen dünyada yaşamamız için mevcut kanunlarımız yoktu. Geçici olarak onların kanunlarını aktarmak zorunda idik. Zaten benzer kanunların aktarılmasına Osmanlıların son zamanında başlanmıştı.

Sonra, o kanunlar bilerek ve anlayarak aktarıldı. Savunma zorunluluğundan aktarıldı. Savunmada zaruret vardır. Zorunlu hallerde şeriat dışına çıkılabilir. Oysa Avrupa Birliği’ne girme savunma amaçlı değil, çıkar amaçlıdır. Üç-beş kuruş gelecektir diye millî hakimiyeti satmaktır. İşte bunlara ‘veyl’ vardır. Danıştay’da öldürülen üyenin cenazesinde bu vaveylayı duyduk. Küçük çıkarlar için binlerce yıldır ulusumuzun yaptığı istiklâl mücadelelerimizi ayaklarınızın altına aldıktan sonra rahat edeceğinizi sanıyorsanız, yanılıyorsunuz.

İsrail devleti de dayatma ile oluşturuldu, şimdi kan kusuyor. Eskiden Müslüman memleketlerde Yahudilerin bir itibarı vardı, halk onları sevmese de sempati duyardı. Şimdi Müslümanlar tüm Yahudilere düşman edildi. Hıristiyanlar arasındaki tarihi kin şimdi Müslümanlar arasında da başladı. Dünyayı birbirine düşürüp savaştırırken, şimdi bütün dünya onlara düşman olmuştur. Çinliler ve Hintliler de onların yanında yer almıyorlar. Rusya Devlet Başkanı Putin İslâm Konferansı Örgütü üyesi olmak istemektedir.

Dünya zalim sermayeye karşı örgütleniyor. Onların yanında yer alanlar da yakında onlarla beraber boğulup gideceklerdir. Tarihte hiçbir zaman ‘zulüm’ galip gelmemiş, hep ‘adalet’ galip gelmiştir. Zulüm galip gelseydi zaten bugün insanlık olmazdı. Canlılar arasında militaral savaş vardır. Yaşlananları ve hastaları günü gelince mikroplar ortadan kaldırırlar, ama onları ortadan kaldıran mikropların kendileri de yok olurlar. Diğer canlılar hep savaşı kazanmışlardır. Bugün yeryüzünü dolduran kişiler ve hayvanlar o muzaffer canlıların nesilleridir. İnsanlık içinde böyle mikroplar hep var olmuş, bozulmuş ve yaşlanmış toplulukları ortadan kaldırmışlar ama sonunda kendileri de yok olmuş, oysa uygarlık gelişerek bugünkü hâle gelmiştir.

Birkaç kuruş için başörtüsü düşmanlığı çığlıkları atanlar, AK Parti ve Saadet Partisi’ni uyandırma bakımından işe yarayacaktır. Ama lâikliği ters çevirip tam aksini savunanlar birer zavallıdır, ‘veyl’ vardır onlara.

İnsanların zorla başlarını örtmeleri lâikliğe aykırıdır. Bu bakımdan İran ve Suudi Arabistan’da lâiklik yoktur. Ama zorla baş açtırmak da lâikliğe aykırıdır. Türkiye’de ve Fransa’da bu yapılmak isteniyor. Bu da lâikliğe aykırıdır. Bunu herkes biliyor.

Buna rağmen başını açmayanların haklarını istemeleri lâikliğe aykırıdır diye beyanlarda bulunmak sahtekârlıktır. Gerçek lâikliğe tam aykırı bir iddiadır. Onlar kelimelerini mevzilerinden değiştiriyorlar. Onuna birkaç kuruşluk çıkar elde etmeğe uğraşıyorlar. Kur’an ‘onlara veyl vardır’ diyor.

Bizim korkumuz, bu ifrat tefriti dâvet edecek ve yarın Türkiye’nin İran ve Suudi Arabistan’a dönmesini sağlayacak, yine lâiklik elden gidecektir. Adil Düzenciler böyle bir yanlışlığa düşmemelidir.

Önce, yerinden yönetimlerde her bucak kendi kıyafetini kendileri belirlemelidir. Merkezî yönetimler kıyafetleri dayatmamalıdırlar. İkincisi, “Adil Düzen” bucaklarında müsbet ilmin söylediklerine uyulacaktır. Müsbet ilim çıplak gezmemizi istiyorsa çıplak dolaşırız, müsbet ilim çarşafla dolaşmamızı istiyorsa çarşafla dolaşırız, müsbet ilim hangi sınırları koyarsa bizim şeriatımız odur. Buna karar verecek olanlar da her zaman ve her yerde tarafların seçecekleri birer hakem ile hakemlerin seçeceği baş hakem olacaktır. Taraflar hakem kararlarını da her zaman hakemlere götürebileceklerdir.

فَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا كَتَبَتْ أَيْدِيهِمْ  “Yedleri ile ketbettiklerinden dolayı onlara veyl vardır.”

Buradaki “Fa” yukarıdaki veyli açıklamak içindir. Böyle dayatanlara, zorla kanunları çıkartanlara, baskı yapanlara veyl vardır. Türkiye’ye baskı yapan Avrupalılara veyl vardır. Onlara baskı yapan zalim sermayeye veyl vardır. Türkiye’de baskı yaparak kanun çıkartanlara da veyl vardır. Güçleri ile yazılanlara da veyl vardır.

Bu veyl yukarıdaki veylin bedeli olduğu için nekiredir. Ondan ayrı değildir. Gelecek veyl birçok taraftan olacaktır. Yazılanlar veyli içermektedir. 1) Çünkü yazılanlar yabancıdır, kan uyuşmazlığı vardır. 2) Merkezîdir, değişik şartlara uyumlu değildir. 3) Çoktur, öğrenilmesi mümkün değildir. 4) Çelişkilidir, aralarında uyum yoktur. Çünkü bu maksatla hazırlanmıştır, değişik ülkelerden aktarılmıştır. Bunun sonucunda topluluğa uçuruma götürmektedir. Ahu figanlar yükselmeye başlamıştır bile, vaveyla kopacaktır.

وَوَيْلٌ لَهُمْ مِمَّا يَكْسِبُونَ(79)  (Va VayLun MimMAv YaKSiBUvNa)

“Kesbettiklerinden dolayı da onlara veyl vardır.”

Dinsizleşecekler, veya Avrupa Birliği’ne girecekler de ne kazanacaklar?

1924’lerde lâiklik getirildi ama lâiklik dinsizlik olarak takdim edildiği için halk karşı geldi, Mustafa Kemal’den ve ordudan soğudu. Bu soğukluk o kadar sürdü ki, düşmanlık hâline dönüşmemesi ancak baskıcı kanunlarla sağlandı. Bu soğukluk ordu ile ulus arasında hâlâ sürmektedir. Bu veyl değil midir?

Daha sonra 1930’lara gelindiğinde işi daha ileri götürdüler. Başörtüsü, sakal, dans ve içki zorlaması ile inanmış kimseleri devlet yönetiminden uzaklaştırdılar. Kadroları hortumcular doldurdu, hâlâ temizleyemiyoruz.

Bu onlara veyl olmadı mı?

Daha sonra Köy Enstitülerini kurdular. Solculuk başlarına bela oldu. Kaç defa onların yüzünden devlet yönetimine ordu el koydu. Bu onlara veyl değil midir? 28 Şubat bu millete nelere mâl oldu?

İşte buradaki veyl, yazdıklarının ötesinde yaptıklarından dolayı oluşmuş veyldir. Bu veyl mevzuatın uygulanmamasından doğan veyldir. Uygulanamayacak kanunlarla ülkeyi doldurursanız kimse ona uymaz, dolayısıyla bu sefer hukuk dışına çıkmadan doğan bir veyl olur.

Ne kadar kötü olursa olsun, kanunlar yürürlükte iken herkes onlara uymalıdır. Kötü kanunlar değiştirilmelidir. Değiştirilmeden önce kimse onları savsaklamamalıdır. Ne var ki, kanunlara uymak bizim gibi saf Adil Düzencilere kalmıştır. Ama siz Adil Düzenciler bundan memnun olmalı, başarısızlığınızdan dolayı asla sıkıntı duymamalısınız. Galip geleceksiniz. İsrail oğulları tarihte hep böyle yapmışlar, sonunda katliamlar ve sürgünlerle karşı karşıya kalmışlardır. Kalacaklardır da. Elbette yalnız İsrail oğulları kalmayacak, onlar misaldir. İlâhi sünnet tüm insanlığı içerir. O sebeple biz Türkiye’de yapılanları örnek verdik.

***

وَقَالُوا لَنْ تَمَسَّنَا النَّارُ (Va QAvLUv LaN TaMasSaNav eLnNAvRu)  

“Nâr bize temas etmez derler.”

Tarih boyunca ve bugün insanlığı kemiren hasatlık budur. Her topluluk kendilerini Allah’ın has kulu kabul etmekte, cennete sadece kendilerinin gideceğine inanmaktadır. Bu inanış maalesef Kur’an’ın açık uyarılarına rağmen Müslümanlar arasından da atılamamıştır. Bu bâtıl inanç insanların kendilerini üstün görme hastalığından doğmaktadır. Bu inanç şirktir, toplulukların kendilerini tanrılaştırmasıdır.

İsrail oğulları bunu çok daha kötü olarak yapmaktadırlar. Diğer dinler üstünlüklerini ırka değil de dine bağlamakta, İsrail oğulları ise ırka bağlamaktadır. Bütün ilâhi kitaplarda istisnasız Allah vardır ve birdir. Âhiret vardır, orada cennet ve cehennem vardır. Bu dünyada iyilik yapanlar orada cennette olacaklar, kötülük yapanlar orada cehennemde olacaklardır. Buraya kadar ihtilaf yoktur. İhtilaf, cennet ve cehennemin şekli ile cehenneme gidenlerin oradan çıkıp çıkmayacağı, cehennemden çıktıktan sonra cennete gideceğidir. Burada da bütün dinlerin prensipte ittifak ettikleri ama uygulamada ihtilafta oldukları hususlar vardır.

Hepsi diyorlar ki; bizden olmayanlar cehenneme gidecekler ve orada devamlı kalacaklar, biz ise günahımız sevabımızdan çok ise cehenneme gideceğiz ama cezamızı çektikten sonra çıkıp cennete gideceğiz.

İşte burada şu inanış yanlıştır; onlar ve biz. Kur’an burada işte buna işaret etmektedir. Eğer cehennemden çıkma varsa, hangi dinden olursa olsun cezasını çektikten sonra kim olursa olsun çıkacaktır. Yok eğer cehennemde bâki kalınacaksa, o zaman kim olursa olsun oraya girdikten sonra bâki kalınacaktır.

Gerçi, ‘Allah şirki affetmez, diğerlerini mağfiret eder’ denmektedir. Ama bu cehennemden önceki aftır. Şirki affetmez ama ona karşı hasenat işlenmişse onu ona keffaret yapar ve cennete gönderir. Ama birisi hem şirk yapmış, hem de amelleri hep kötü ise o artık cehenneme gider ve orada ebedi kalacaktır. Kur’an’ın açık ifadeleri böyledir. Tevil edecek olursak, hepsi için tevil ederiz. Kavim veya din ayrılığı söz konusu değildir.

إِلَّا أَيَّامًا مَعْدُودَةً  “Sadece ma’dut eyyam bize dokunur.”

Bugün Müslümanlar arasında çok yaygın bulunan bu anlayış demek ki genel bir hastalıktır.

Klasik Müslümanların inanışı şudur: Kur’an’ı ve Hazreti Muhammed aleyhisselâmı tasdik etmeyen hiç kimse asla cennete girmeyecek, onlar cehennemde ebedi kalacaklardır.

Kur’an’ı ve Hazreti Muhammed’in resullüğünü tasdik eden hiç kimse de cehennemde devamlı kalmayacaktır. Cehenneme girse bile, cezasını çektikten sonra çıkacak ve cennete gidecektir.

İşte, İsrail oğulları da böyle inanıyorlar, Hıristiyanlar da böyle inanıyorlar.

Doğu dinlerinde de bundan farklı bir şey olacağını sanmıyorum.

Kur’an bu kadar açık bir şekilde reddettiği halde, İsrail oğullarının bu bâtıl inancı nasıl yayılmıştır diyemeyiz. İslâmiyet ve Kur’an doğum günlerinin kutlanmasını teşri etmediği halde, önce kutlu doğum haftası olarak Hazreti Muhammed’in doğumunu kutladılar. Sonra Mustafa Kemal’in doğum haftasını kutlamaya başladılar. Romalılar da Hazreti İsa’yı böyle tanrılaştırdılar, böylece önce Hazreti İsa’nın, sonra da imparatorlarının kutsileştirilmesini sağladılar. Birini Allah-oğul yaptılar, diğerini Allah’ın yeryüzündeki gücü şekline soktular. İşte cennet-cehennem icadı budur. Ne yazık ki “Adil Düzen”e inanan arkadaşların içinde bile bu bâtıl safsatadan kendisini kurtaran çok azdır.

قُلْ أَاتَّخَذْتُمْ عِنْدَ اللَّهِ عَهْدًا (QuL EaAatTaPaÜTuM GıNDa elLAvHi GaHDan)  

“Allah’tan ahit mi aldınız diye kavlet.”

Kur’an’da böyle bir ahit mi var? Tevrat’ta böyle bir ahit mi var? İncil’de böyle bir ahit mi var?

Varsa, buyurun, gösterin de biz de sevinelim. Lâilâheillallah Muhammedenrasulullah” demekle kurtuluyorsak, bu Adil Düzen çalışmalarını bırakalım; ne biz yorulalım, ne de başkalarını yoralım.

Rüşvet alalım, rüşvet verelim! Faizli kazançlara girişelim! Ara sıra içki içelim, kumar oynayalım! İkinci defa evlenmeyelim ama zina yapalım! Oh, ne güzel memleket!..

Oysa, Kur’an’da hep ‘iman edenler ve salih ameller işleyenler’ denmektedir.

Biz böyle bir ahdi Kur’an’da bulamadık.

Ama mahir müfessirler bir yerde buldularsa, bize de bildirsinler.

فَلَنْ يُخْلِفَ اللَّهُ عَهْدَهُ (Fa LaN YuPLiFa elLAvHu GaHDaHu)  

“Allah ahdinden hulfetmez.”

Evet, eğer böyle bir söz almış iseniz, Allah sözünden hulfetmez. Allah böyle ahdi yapmaya da muktedirdir. Ancak, öncelikle böyle bir söz bulmuş olmanız gerekir; biz cennete gideceğiz, kötü de olsak, günahkâr da olsak, hırsız da olsak, zani de olsak, katil de olsak, rüşvetçi de olsak, biz madem ki ‘Lâilâheillallah’ dedik, bir de ‘Muhammedürresulullah’ dedik; öyleyse sorun yok!

Oysa, Allah’ın böyle bir ahdi ne Tevrat’ta, ne İncil’de, ne Furkan’da, ne de Kur’an’da vardır. O kadar tahriflere rağmen yine de yoktur. Zaten bunu söyleyen Müslümanlar da buna inanmıyorlar ki. Öyle olsa, o zaman insanlar niye içki içmekten, zinadan, kumardan kaçınsınlar ki? Laf olsun diye söylüyorlar işte!

Çünkü Kur’an da ‘onlar böyle inanıyorlar’ demiyor ki, ‘böyle diyorlar’ diyor.

Buna getirecekleri tek delil, “Allah şirki affetmez, onun dışında hepsini affeder.” âyetidir.

Her şeyden önce Arapçada ‘edebilir’ sigası yoktur. ‘Affeder’ ile ‘affedebilir’ için aynı siga kullanılır. Yani, Allah şirkten başka hepsini affedebilir, ama affedecektir demek değildir. Burada küfrü affetmez demiyor, şirki affetmez diyor. Kur’an’a ve Hazreti Muhammed aleyhisselâma inanmayanları kâfir kabul etsek bile, müşrik kabul edemeyiz. Dolayısıyla Hıristiyanları affetmez, Mecusileri affetmez demiyor; müşrikleri affetmez diyor.

Buna cevap olarak; onlar müşriktir, çünkü Hazreti İsa’yı Tanrı’nın oğlu olarak görüyorlar denebilir.

Bu tür ifadelerle şirk ithamında bulunduktan sonra, hepimiz müşrikiz. Şimdi biz paraya mı inanıyoruz, yoksa Allah’a mı? Cebimizde para olmadığı zaman hangimiz sıkıntı duymuyoruz? ‘Paramız yok, şimdi hâlimiz ne olacak?’ demiyor muyuz? Allah’ın varlığını unutmuyor muyuz? Endişelere düşmüyor muyuz?..

Dolayısıyla, şirki zihinsel bir fiil olarak tanımlamamız yanlıştır.

Şirk, isyan etmek demektir, kanun ve kural tanımamaktır. Devlet içinde devlet olmaya kalkışmaktır.

Hicret et, karşı çık, ama yaşadığın yerde topluluğun düzenini bozma. Yani, bu hususta Hıristiyanlarla bizim aramızda fark yok. Şimdi biz Avrupa Birliği’nin zinayı kutsi sayan bir anlaşmasına imza koyan bir partiye oy vermedik mi? Ben verdim! Şimdi seçim olsa yine de vereceğim, belki! Bir müşriki nasıl başımıza başbakan yapıyoruz? Demek ki şirki başka türlü tanımlamamız gerekiyor.

Küfür, düzen içinde bile bile gerçekleri inkâr etmektir. Mesela, baş örtüsünün lâikliğe aykırı olduğunu söylemek, anayasa kararlarına aykırı kanun çıkarılamayacağını söylemek küfürdür, ama şirk değildir.

Şirk, başörtülülere saldırmak, veya başı açıklara saldırmaktır. Yargı kararlarını beklemeden ihkak-ı hakka kalkışmaktır. Fikrî saldırma bile şirk değildir, fiilî saldırma şirktir. İtikatla ilgili olan hususlarda zannî delil, delil değildir. Kur’an’da açık ifade olacak ve o ifade üzerinde sahabelerin kavlî icmaı olacaktır.

أَمْ تَقُولُونَ عَلَى اللَّهِ (EaM TaQUvLUvNa GaLAy elLAvHi)

“Yoksa Allah üzerinde ne konuşuyorsunuz?”

“Allah üzerinde konuşma” aynı zamanda topluluk üzerinde konuşmadır. Âhirette cennet ve cehenneme girme hususunda Allah üzerinde konuşma kimsenin yetkisinde değildir. Bundan dolayı burada “Hel” değil “Em” gelmiştir. Kimsenin Allah üzerinde zannî tahminlerle konuşma yetkisi yoktur. Allah üzerinde ancak müsbet ilmin icma ile sabit olan verileriyle konuşabiliriz. Kur’an’ın icma ile sabit olan şeyleriyle konuşabiliriz.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararlarını yorumlama da kimseye verilmemiştir. Herkes uygulama yaparken kendi yorumlarını yaparak uygular. Devlet başkanı başkanlığı ile ilgili konularda yorum yapar ve uygular. Görevliler görevleri ile ilgili hususlarda kendileri yorum yapar ve uygular. Halk ve iş adamları kendi işlerinde kendileri yorum yapar ve uygularlar.

Yorumlarda hata varsa, mağdur olanlar hakemlere gider, hakemlerin verdiği karar o hususta uygulanır. Hakemler yasa mahiyetinde, kural mahiyetinde karar veremezler. Hakemlerin kararı sadece o olayı ve olaya taraf olanları bağlar. Taraflar aynı olsa bile, o olayın dışındaki olay için yeniden muhakeme edilmeleri gerekir.

Bu kadar açık bir mesele için başörtüsü üzerinde Anayasa Mahkemesi kararları vardır deyip insanlara yutturmaya çalışmak küfürdür, ama şirk değildir.

مَا لَا تَعْلَمُونَ(80) (MAv Lav TaGlaMUvNa)  “İlmetmediklerinizi mi söylüyorsunuz?”

Kanunların bir maddesine uymayana onu hatırlatmak herkesin görevidir.

Madem ki onlarla bir arada yaşıyorum, o halde elbette yanlış anlayışları düzeltme durumundayım.

Şimdi ben Anayasa’nın lâikliği tarif eden 24’üncü maddesini yorumluyorum. Ben bu yorumu kimseye dayatamam, ama ben bunu böyle anlıyorum. Yanlışım varsa herkesle her platformda tartışırım.

“Hayır, sen kimsin?!.” diyorsa; işte bunu kim derse, yasaların yorumunu kendi inhisarına alırsa, o küfretmiş, hattâ kendisini devlet yerine, meclis yerine koyduğu için şirk etmiş olur. Bütün insanlar devletin halifesidir, içtihat yapma hakları vardır. Başkalarının içtihatlarını cevaplama görevleri de vardır.

“Kimse devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve hukuki temel düzenini kısmen de olsa din kurallarına dayandırma, siyasi veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlamak amacıyla, her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını, yahut dinde kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz.”

Anayasamızda, Anayasamızın 24. maddesinde lâiklik böyle tanımlanmıştır.

Anayasamızı dil kuralları içinde ne anladığımızı açıklayalım.

a)      “Kimse”: Bu ifade umumidir, bütün ceza ehliyeti olan insanları içerir. Devlet görevlilerini, hakimleri, devlet başkanını, yerli ve yabancı herkesi içermektedir. Yerli ve yabancıları da içermektedir. O halde eğer bir şeyi din görevlisi yapabiliyorsa, onu herkes yapar ve onu yapmak lâikliğe aykırı olamaz. Diyanet İşleri Teşkilatı resmen anayasada yer aldığına göre, kamu alanında dini kıyafet giyilmez denemez. Cami kamu alanı değilse, devletin maaşlı adamı orada ne iş yapıyor?

b)      “Devletin” deniyor, kamunun denmiyor. Devlet; meclis, devlet başkanı, hükümet, yüksek komuta heyeti, yüksek yargıdan oluşan kurumlardır, Ankara’daki karar merkezleridir. Üniversite devlet değildir. Üniversite hükmeden bir kurum değil, hizmet eden bir kurumdur. İller, belediyeler, idare, hattâ ordu devlet değildir. Kamunun veya ulusun veya Türkiye’nin denseydi, başkaları da girerdi. O halde pekala bir belediye belediyesini dini kurallarla yönetebilir. Anayasanın ifadesi budur. Anayasa Mahkemesi de Anayasa’yı ancak kuralları içinde yorumlayabilir, münferit olaylar üzerinde yorum yapabilir. Anayasa Mahkemesi’nin ne kanunları, ne de Anayasa’yı yorumlama yetkisi yoktur. Anayasa ve kanunları yasama mahiyetinde yorumlama yetkisi kimseye verilmemiştir. Herkes kendisi sadece kendi işinde yorum yapma yetkisine sahiptir.

c)       “Sosyal”: Devletin sosyal yapısını, devleti oluşturan halkı bir dinin, zümrenin veya partililerin yapısına dönüştürmeyi isteyemez, devleti Hanefi mezhebi yapamaz, Kürt devleti yapamaz, CHP’lilere teslim edemez, yahut lâiklere veremez. Devletin sosyal yapısı vardır. ‘Ben Türküm’ diyen, Türkçe konuşan, askerlik görevini yapan ve Türk vatandaşı olan herkes Türk’tür. Herkes Artvinlidir demek değildir.

d)      “Ekonomik”: Türkiye devletinin ekonomik yapısı liberalliğe dayanır. Halkın yapamayacağı işleri devlet yapar. Bu da sosyal devlet olma vasfıdır. Kapitalizm veya sosyalizm dayatması, ekonomik yapısını değiştirme demektir. Ama devlet için bu böyledir. Bir il kapitalist olabilir, sosyalist olabilir, bir bucak komünist olabilir, bir site şeriatçı olup faiz yasağı koyabilir. Anayasa böyle diyor.

e)       “Siyasi” demek, demokratik demektir, çok partili seçim sistemi demektir. Devlet bunun dışında bir kural getiremez. Ama bir şirket pekala hanedan tarafından yönetilebilir, nitekim aile şirketleri devletçe beslenmektedir. Bunun gibi bir dernek, bir vakıf, hattâ bir parti bile aile şeklinde kurulabilir.

f)       “Hukuki” demek, devletin garantiye aldığı, muhakeme ettiği bir yapı demektir. Devleti bir dinin veya mezhebin emrine sokamazsınız. Onun bekçiliğini yapamaz. Hukukta eşitlik esastır. O halde lâik yönetimde bir şey dinî olduğu için suç olmaz, suç ise dinî olmaktan da çıkmaz. Diğer ayrıcalıklar demokratik hukuk devletinde olmadığı gibi, dinin de ister lehine, ister aleyhine ayrıcalığı olmayacaktır. Tekrar hatırlatırız. Bu devlet için böyledir. Yerel yönetim, idare veya kooperatif için söz konusu değildir. Bundan dolaydır ki dinî vakıflar vardır ve faaliyettedir. Ahlâk, devletin karışmadığı kurallardır. Dolayısıyla, ahlâk kurallarının bir dine dayandırılması gerektiğini her zaman savunabilirsiniz, parti de savunur.

g)       “Temel düzenini”: Burada yine önemli kayıt vardır; kuralları değil, temel kuralları. Temel kuralları biz anayasamızdaki değişmez maddeler içinde görebiliriz. Biz bu yasaları şöyle maddeleştiriyoruz: “Ulusu ve ülkesiyle bölünmez bir bütün olan, insanlık camiası içinde yerinden yönetime saygılı, dili Türkçe, merkezi Ankara, bayrağı al ve ak ay yıldızlı olan, marşı İstiklâl Marşı olan Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, lâik, liberal ve sosyal hukuk devletidir.” İşte bunlar anayasamıza göre değişmez temel düzeni oluşturur. Bunların temel kuralları değiştirilemez. Ama başörtüsü gibi fer’î hükümler pekala devlet alanına girebilir. Kamu alanına zaten girer. Başka türlü uygulama imkanı yoktur. Komünistlerde olduğu gibi dini yasaklayamazsınız, devleti dinden ve dini kurallardan soyutlayamazsınız. Ama sayılı temel kurallar koyar ve o kurallara karşı hareketi laikliğe aykırı sayarsınız.

h)      “Din kurallarına dayandırma”: Burada yasaklanan İslâm kurallarına dayandırma değildir. İslâm din olduğu kadar düzendir. Hattâ ‘İslâmiyet’te ruhbanlık yoktur’ kuralı ile İslâmiyet tarikat anlamında din dışı bir düzendir. İslâm barış demektir. Lâikliğin kendisidir. Tarih boyunca bunu kanıtlamıştır. O halde İslâm kurallarına dayandırma devlet için yasaklanmıştır. İslâm düzeni her zaman tartışılabilir. İslâm dininin mistik kurallarına dayandırma, yani ruhban sınıfına inen ilhamlarla devletin temel düzeni değiştirilemez. Bir dine veya mezhebe devletin yönetiminde imtiyaz tanıma lâikliğe aykırıdır.

i)        “Siyasi veya kişisel çıkar sağlamak amacıyla”: Kaydıyla dinin kötüye kullanılması yasaklanıyor. Siyasi veya şahsi çıkar için dinin âlet edilmesi yasaklanıyor. Bu dine ayrıcalıktır. Dine devlet içinde imtiyaz sağlama lâikliğe aykırıdır; bir dine sağlama aykırıdır. Din kuruluşuna sağlama da aykırıdır. Ancak burada dinlere kamuda görev verilmeyecektir anlamı çıkmaz; kamuda din diğer ilim, ekonomi, siyasi, sosyal ve hukuk kurumlarının üstüne çıkarılamaz demektir. Onun için “temel kuralları” tabiri kullanılmıştır. Buradaki bu kayıt çok önemlidir. Ben İslâm dinini değil, İslâm düzenini savunuyorum. Düzende lâiklik esas olduğu için İslâm ahlâkını savunmuyorum. Ama ben bir kooperatif kurup site oluşturduğum zaman İslâm ahlâkını isterim; sarhoşları, esrarkeşleri, hırsızları, rüşvetçileri, faizcileri ortaklıktan çıkarırım. Ama ben devleti yönetirken yerinden yönetimi esas aldığım için kimsenin fiillerine müdahale etmem. Bu benim dinimin anlayışıdır. Ama bunu şahsi çıkarım için değil de, devlet için doğru buluyorsam zinayı yasaklayabilirim, bu anayasaya göre bunu savunabilirim; bu İslâm düzenini değil de, İslâm dinini ilgilendirse bile.

j)        “Her ne suretle olursa olsun” deniyor. Yani, bunu bir vaiz de yapsa suç olur, bir sarhoş da yapsa suç olur. Fiille de yapılsa suç olur. Mesela Cuma namazını mecliste herkes kılacak dersek ve bunu da şahsi çıkarımız için yaparsak suç olur.

k)      “Dini”: İslâm kelimesini veya onun kendisine göre kurallarını alıp da insanları cennet ve cehennemle korkutup bizim partiye oy ver derseniz, bu lâikliğe aykırıdır. Ama faiz kötüdür, -ayrıca haramdır da- dolayısıyla bundan vazgeçmeliyiz demek lâikliğe aykırı değildir. Çünkü burada ilmin bir dinle teyididir. Mesela, vergi ayın olarak alınmalıdır, bakınız Marks da böyle söylüyor desem, lâikliğe aykırı bir fiil yapmamış olurum. Tevrat’ta böyle diyor desem yine lâikliğe aykırı bir şey yapmıyorum. Çünkü ben burada dini din olarak, sosyal müessese olarak ele alıyorum.

l)        “Veya din duygularını”: ‘Dini düşünceleri’ demiyor, ‘dini hissiyatı’ diyor. Dolayısıyla aklen ve ilmen savunmak şartı ile devletin de Kur’an’a uygun olmasını istemek lâikliğe aykırı değildir. Dini hissiyatı yani helal haramla, cennet veya cehennemle savunmak lâikliğe aykırıdır.

m)    “Yahut dinde kutsal sayılan şeyleri”: Mesela Kur’an’ı bastırıp seçim propagandasına çıkmak, yahut seçim toplantılarında mevlit okutmak, Kur’an okutmak dince mukaddes sayılan şeylerdir. Lâikliğe aykırı olabilir.

n)      “İstismar edemez ve kötüye kullanamaz.”: İstismar demek, yararlanmak demektir. Kötüye kullanmak da zarar vermek demektir. Burada “veya” değil de “ve” harfi getirilmiştir. Tek başına faydalanmak suçu oluşturmaz. Tek başına başkasına zarar vermek de suçu oluşturmaz. Mevlit okutmak sana oy kazandırıyor, ama başkalarının oylarını azaltıyorsa suç olur. Kimseye zarar vermiyorsa, o propaganda suçu oluşturmaz.

Şimdi lâiklere şunları söylüyorum.

Benim yorumlamam dil kurallarına dayalı olarak yorumdur.

Önce, bu yorumda hatalar varsa bana öğretmenizi istiyorum.

Elbette bir dilin kuralları içinde yorumlama her zaman doğru olmayabilir. Yorumun ayrıca ilme göre yapılması gerekir.

Tanımı şöyle yapıyorum: “Bir şey dinî olduğu için suç değilse suç olmaz, suçsa suç olmaktan çıkmaz.”

Bu tanımı yetersiz buluyorsanız, o zaman buyurun siz tanım yapın, ama sizin tanımınız yok.

Yok, siz diyorsanız ki; “Biz tanım istemiyoruz. Biz onu size karşı silah olarak kullanıyoruz. Siz ne yaparsanız yapın o lâikliğe aykırıdır ve suçtur. Biz ne yaparsak o lâikliktir, o suç değildir. Çünkü güçlü olan biziz, siz mağlupsunuz. Çünkü dünya bizim arkamızda!..”

Böyle diyorsanız, o zaman bize savaş ilan ediyorsunuz demektir.

O zaman bekleyin, biz de bekleyeceğiz; bakalım savaşı kim kazanacak?..

 

 

ADİL DÜZEN 360

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 22. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

بَلَى مَنْ كَسَبَ سَيِّئَةً وَأَحَاطَتْ بِهِ خَطِيئَتُهُ فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(81)

وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(82) وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ لَا تَعْبُدُونَ إِلَّا اللَّهَ وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا وَذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْنًا وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ إِلَّا قَلِيلًا مِنْكُمْ وَأَنْتُمْ مُعْرِضُونَ(83)

 

بَلَى (BaLAy)  “Belâ/ Hayır, öyle değil.”

Ba” “Ve”den dönüşmüştür. Bu “Belâ” demektir, “Ve” değildir. Geçmişte söylenenin aksi doğrudur demektir. “Bel” de “Belâ” gibidir. Ancak “Bel”de daha önce söylenen ne tekzib ediliyor, ne de tasdik ediliyor. Söylemek istediğim o değil demektir. Bundan önce ‘bize ateş birkaç günden fazla dokunmaz’ diye iddia ediyorlar, İsrail oğulları iddia ediyorlar. Bugünkü dünyanın hak büyük din sahipleri de bunu iddia ediyorlar. Kur’an ehli de farklı söylemiyor. Bu iddianın yanılgı olduğunu açıkça ifade ettikten sonra doğrusunu söylüyor.

مَنْ كَسَبَ سَيِّئَةً (MaN KaSaBa SayYiEaTan)  

“Kim bir seyyieyi kesb ederse, yığarsa.”

Buradaki “Men” umumilik “Men”idir. Yani, insan olsun, cin olsun, kim olursa olsun, iradesi olan varlıktan kim olursa olsun, hangi dinden ve ırktan olursa olsun, kim olursa olsun, bir seyyieyi kesb ederse, sonra kim kesb ederse diyor; kim küfrederse demiyor, kim şirk ederse demiyor.

Yani, ben iman ettim ve kurtuldum; böyle bir şey yoktur. Fiil önemlidir, itikat değil.

İman etmeye elbette ihtiyaç vardır. Çünkü insanı kötü fiilden kurtaracak olan imandır. Ama suç olan ameldir, düşünce değildir. Sonra, ‘kesb ederse’ diyor, ‘amel ederse’ demiyor. Amel bir tek seyyie işlemektir. Kesb ise çok günah işleyip küsbe yapmak, yani yığın yapmak demektir.

Kim kesb ederse”yi, kim yığarsa diye tercüme edebiliriz.

Seyyieten” nekiredir. Çünkü seyyienin cinsi önemli değildir. Önemli olan onun yığın hâline gelmesidir. Üst üste konmuş seyyieler demektir. “Seyyiât” “Seyyie”nin çoğulu olabilir.

Seyyie” kötülüktür, kararmaktır. “Sev’et” çirkinlik anlamındadır. İnsandaki gait yerleri sev’ettir. Seyyie zenbden ve ismden daha geneldir. Bunları içerdiği gibi, ism olmayan, zenb olmayan seyyieler de vardır.

Demek ki, açık olarak kim kötülük yaparsa, kim olursa olsun onlar cehennemliktir ve orada hâliddirler.

وَأَحَاطَتْ بِهِ خَطِيئَتُهُ (Va EaXAOaT BiHi PaOIyEaTuHUv)  

“Ve hatası onu ihata ederse.”

Burada ihata eden hatasıdır. Neyin hatası. “Hu” zamiri nereye râci? Seyyieye râci olabilir mi? Seyyie eğer çoğul ise ona râci olabilir. Yahut seyyie mastar ise mastarlar tekil de olsa müzekker zamir alırlar. Seyyienin hatası, yaptığı kötülüğü, seyyieyi çevreliyorsa demek olur. Burada seyyienin hatası ne demektir? Hata kötülük anlamında olmuş olur. Çirkinliğin kötülüğü çirkinliği de sarmışsa yani kötülüğü oradan gelen yarardan çok daha fazla ise demektir. Yani, her amelin iyi veya kötü tarafı vardır. Ama kötülüğü çok fazla ise, on katından fazla ise, işte bu insanı cehennemde hâlid kılar demek olur. Zamir kesbdeki masdara gidebilir. Yani, kesbin hatası ile, kesbi ihata etmişse. Hatalar işe hâkim olursa. İşten maksat hatalar yapmak, yani kötülük yapmak ise.

İnsan vardır ki gayesi ve hedefi iyiliktir, zaman zaman hatalar yapabilir, kötülük işleyebilir. Bunların bu günahları cennetteki derecelerini düşürür ama cehenneme götürmez. Çünkü gayesi iyiliktir. Bunun hayırda ameli az olsa bile, iyi niyetli olduğu için bir haseni on hasen olarak hesaplanacaktır. Muhasebe defterinde borç ve alacaklar yer alacak. Kötülükler borç olarak görülecek, iyilikler alacak olarak görülecek. İyilikler en az onla çarpılacak, hâlâ borç bakiye kalıyorsa, işte onun hatiesi defterini ihata etmiştir, o cehennemliktir. Böyle olan kimse hangi milletten veya dinden olursa fark etmez. Bu sebepledir ki dünyada da hukukun kuralı şudur, fiili işleyenin kimliği ne olursa olsun, din veya ırkına bakılmaksızın herkes için aynı fiilin cezası aynıdır.

Buna dayanarak biz lâikliği şöyle tanımlıyoruz; bir şey dinî olduğu için suç olmaktan çıkmaz, suç değilse de dinî olduğu için suç oluşmaz. Suçu Laz işlese de Kürt işlese de cezası değişmez.

فَأُوْلَئِكَ أَصْحَابُ النَّارِ (Fa EuLAvEiKa EaÖXAvBu eLnNARı)  

“Onlar nâr ashâbıdır.”

Kur’an’da kavramlar daima çifttir. “Ehl” ve “Ashab” kelimesi kullanılmaktadır. “Ehl-i Nâr” da denmektedir, “Ashâb-ı Nâr” da denmektedir. “Ehl-i Hulul” kelimesi ile akrabadır.

Eğer kişi o topluluğa biyolojik, psikolojik, ekonomik ve sosyal bağlarla bağlanmış ve oranın bir parçası hâline gelmişse, o zaman o oranın ehlidir. Aile bağları böyledir. “Ehl-i Beyt” denir de, “Ashâb-ı Beyt” denmez. “Sohbet” ise “Sahife” kelimesine akrabadır. Sahifeler ciltlenmiş ve bir kitap olmuştur. Mekânları aynı ama ilişkiler ehlde olduğu gibi olmayabilir. Kur’an’da “Ashâb-ı Nâr” da deniyor, “Ehl-i Nâr” da deniyor.

Cehennemde olanları ikiye ayırabiliriz. “Ehl-i Nâr” oranın ayrılmaz bütünü olmuştur demektir.

“Ashab-ı Nâr” ise aynı mekânı paylaşıyorlar ama orada hep kalacak değildirler şeklinde anlam çıkar.

Bu iki ifadeye dayanarak cehennem halkını ikiye ayırabiliriz. Cehenneme gidenlerin bedenleri değişerek cinler gibi çekirdek yapılara dönüşürler. Orada cinleşerek kalma imkanını bulurlar. Bunlar yeteri kadar eğitim gördükten sonra orada başkalaşmaya uğrayarak tekrar moleküler hayata geçer, arafa gelir, oradan cennete gidebilirler. Diğerleri ise artık cehennem ehli olmuşlardır, onlar için çıkış yoktur.

Burada “Ehl-i Nâr” olarak değil de, “Ashab-ı Nâr” olarak geçmektedir. Kur’an’ın bir yerinde ehl-i nâr da geçmekte, “Tahasamu ehlu el-nâr” denmektedir.

Müşrikleri ehl-i nâr, diğer suçluları ise ashâb-ı nâr olarak görebiliriz.

هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(81)  (HuM FIyHAv PAvLiDUvNa)  

“Onlar orada hâliddirler.”

Kur’an’da cennet ve cehennem halkı için orada hâliddirler, orada ebediyen hâliddirler denmektedir.

“Ebeda” sonu olmayan demektir. “Bayda” uzandı demektir. “Badiye” kelimesi buradan gelir. “Ebeda” uzamaz demektir, yani, içini bucağını bulamazsın anlamındadır.

Halada” kelimesi ise halata yani karışma demektir.

Bu iki kelimenin anlamları farklı olmalıdır. Hâliddirler ile ebediyen hâliddirler farklı manâlar taşırlar. Bu hususta herkes başka manâ verebilir. Bize göre, “hâliddirler” demek, süreklidirler demek, yani arada sırada cehennemden çıkmazlar demektir. Kâinatta zaman ve mekân da sonradan yaratılmıştır. Kâinat doğmuş ve gelişmiştir; yaşlanmaktadır ve ölecektir. Âhiret de doğacak, gelişecek, yaşlanacak ve ölecek midir; yoksa nasıl âhirette insan ölümsüz ise, âhiret kâinatı da ölümsüz müdür? Kur’an, ‘sonra bize rücu edeceksiniz’ diyor; ‘semavat ve arz devam ettiği müddetçe onlar orada kalacaklar’ diyor.

Bu ifadelerle o hayatın da sonunun olduğu anlaşılıyor. Allah daha iyiye götürecek, yeniden âhiretin âhireti başlayacaktır. Bu durumda cehennemde olanlarla cennette olanlar birlikte âhiretin âhiretine gideceklerdir. Cehennemdeki zaman uzayacak, kısalacak ama herkes cehennemden çıkacak kadar eğitilmiş olacaktır.

Bu âyetlerin bize anlattığı şey şudur; cennet veya cehenneme gitmek için şu veya bu ırktan olmak, şu veya bu dinden olmak değil, iyi veya kötü insan olmak sözkonusudur. Hangi topluluğa mensup olursanız olun, iyi insan iseniz cennete gidersiniz; hangi topluluktan olursanız olunuz, kötü insan iseniz cehenneme gidersiniz.

Müslüman olmak, Hıristiyan olmak, Budist olmak insanı mü’min de yapmaz, kâfir de yapmaz.

Müslim olursanız, İslâm olur kurtulursunuz. İman ederseniz mü’min olursunuz.

Dinlere mensup olmak değil, hak dinin isteklerini kabul edip ona göre amel etmek sizi kurtarır. Türk veya İsrail oğlu olmak ne kurtulmak için ne de helâk olmak için sebeptir. İyi veya kötü insan vardır.

***

وَالَّذِينَ آمَنُوا (Va elLaÜIyNa EAvMaNUv)  

“İman etmiş olan kimseler ise.”

Kötülük yapanlardan bahsederken “Elleziyne Keferû” kelimesini getirmedi. “Men” ile genişletti. Oysa burada “Elleziyne Âmenû” diyerek cennete gitmek için belli yolu göstermiştir.

Gelişi güzel iman değil de, hakka iman söz konusudur.

Hak nedir?

Onu insan araştırarak kendisi bulur.

Mesela, önce lâikliğe inandım diyeceksin; lâiklik her ne ise ona inandım diyeceksin. Sonra demokrasiye inanacaksın; demokrasi her ne ise ona inanacaksın. Ben lâikim ama benim işime gelen lâikim derseniz, o zaman lâikliğe inanmamış oluyor, lâikliği tahrif ve istismar ediyorsunuz demektir. Gelin lâikliği tarif edelim diyoruz. ‘Hayır’ diyorlar, tarif edersek o zaman ona uyumak zorunda kalırız, ama tarif etmezsek lâiklik bize uyar diyorlar! Bu ne demektir? Lâikliği halkı birbirine düşürmek ve çatıştırmak için kullanacağız demektir!

Hakkın tanımı da böyledir. Hakkı önce tarif edeceğiz, sonra onu arayacağız.

Hak ne demektir?

Doğru, iyi, yararlı ve adil olan haktır.

Yanlış, kötü, zararlı ve zulüm olan bâtıldır.

Bunlar arasında çatışma olursa dengede kalacak şekilde sınırları çizeceğiz.

Sınırları kim çizecek? Biz hakemler çizecek diyoruz. Onlar ise tam tersine, biz hakimleri atarız, onları da baskı altına alırız, onlar bizim istediğimiz şekilde hükmederlerse o lâiklik ve demokrasi olur; ama bizim istediğimiz gibi hükmetmezlerse o kabul olunmaz diyorlar! Çünkü Atatürkçülük her şeyin üstündedir!..

Yalan söylüyorlar, sahtekârlık yapıyorlar.

Mustafa Kemal ‘hayatta en hakiki mürşit ilimdir’ demiş;

Mustafa Kemal ‘elimizde tuttuğumuz meşale müsbet ilimdir’ demiş.

Bu sahtekârlar ise kendi heva ve heveslerini Atatürkçülük yapıyor, sonra da ona uymuyor diye lâikliğe karşı çıkıyor, ilericilik adaletten daha ileridedir diyorlar!..

İşte onlara vaat edilen nârdır ve orada halidirler. İman edenler ise hakka iman eder, sonra hakkı müsbet ilmin metotları ile  ararlar. İhtida ederler, ittika ederler, rüşdü taharri ederler.

وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (Va GaMiLUv elÖAvLiXAvTi)  

“Ve sâlihâtı amel ederler.”

Sâlihât” demek, plan ve projeye göre, standartlara göre amel etmek demektir.Yani, herkes öyle iş yapar ki, kendisinin daha önce yaptıklarına ve bundan sonra yapacaklarına uyar, onları tamamlar, onlarla uyuşur. Yalnız kendi yaptıklarına ve yapacaklarına değil, başkalarının, komşularının, ortaklarının, yakınlarının yaptıklarına da uyar. Yapılan işler işbölümü içinde birbirlerini tamamlar.

Bu bakımdan sosyalizm ve kapitalizm ileri bir aşamadır. Çünkü onlar işçilik usûlü ile amelleri sâlihât hâline getirmektedirler. “Adil Düzen” onların yaptıklarını ortadan kaldırmayacak, onların eksik bıraktıklarını tamamlamış olacak, sosyal evrim halkasına bir halka daha ekleyecektir. Tekeli ortadan kaldıracak, işçiliği ortadan kaldıracak, onların yerine ortaklıkları oluşturacaktır.

أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَنَّةِ (EuLAvEıKa EaÖXABu eLCanNaTi)  

“Onlar da cennet halkıdır.”

Burada hiçbir ayırım yapmadan cehennem ashabına karşılık cennet ashabını kullanmıştır. Cehennem halkının cehennemle ilişkisi yoksa cennet halkının da cennetle ilişkisi budur. Buradan şunu anlıyoruz ki, nasıl cennetten cehenneme gitme yoksa, cehennemden de cennete gidilecektir diye kesin bir delilimiz yoktur.

هُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(82) (HuM FIyHAv PAvLiDUvNa)  

“Onlar da orada hâliddirler.”

Burada cehennemliklerle cennetlikler arasında hiçbir ayırım yapılmamıştır. İkisinde de onlar cennet veya cehennem halkıdır, onlar orada hâliddirler denmiştir. Yani, onlar da orada sürekli kalacak, zaman zaman cennetten dışarı çıkmayacaklardır. Her ikisinde de ebedidirler kelimesi getirilmiştir.

Burada hâlid olanlar müşrik veya kâfirler değildir. Kim olursa olsun, kötülük yapar da kötülüğü iyiliği sararsa, o zaman o cehennemliktir ve orada kalacaktır. Dini ve mezhebi sözkonusu değildir. Irkı sözkonusu değildir. Kim iman eder de sâlih ameli yaparsa, o da cennettedir, orada hâliddir.

Peki, bunun dışında cehenneme girip azabını çektikten sonra oradan çıkmayacak mıdır? Yahut arafta olanlar cennete gitmeyecek midir? Bu hususta biz açık hükümler yakalayamıyoruz.

 

***

وَإِذْ أَخَذْنَا مِيثَاقَ بَنِي إِسْرَائِيلَ (Va EiÜ EaPaÜNAv MJIyÇAvQa BaNIy EiSRAvEIyLa)  

“Hani biz İsrail oğullarından misak almıştık.”

Burada ‘sizden misak aldık’ denmiyor da, “İsrail oğullarından misak aldık” deniyor.

‘Ey İsrail oğulları, sizden misak aldık’ denebilirdi. Yahut onlara hitab ederek ‘İsrail oğullarından misak aldık’ da beliğ ifadedir. Bize hitap ederek ‘onlardan misak aldık’ deseydi, devamı ‘Limen Lâ Yagbudu’ olurdu. Ama “La Tagbudûne” devam ettiğine göre, “Siz ey İsrail oğulları, sizden misak aldık” anlamını taşımaktadır.

“Ey İsrail oğulları” hitabıyla bölümlere ayırmaktadır. Burada ‘onunla’ değil de, “İz” ile ayırmaktadır.

Kur’an’da çizgisel bağlantılar yerine sathî, hacmî ifadeler vardır. Böylece değişik şekillerde bölmelere ayrılabilir. Allah insanları yaratmış, onları birtakım yükümlülüklerle yükümlü kılmıştır.

Ayrıca, seçilmiş İsrail oğulları ile iman etmiş olan kimselerden özel sözleşmeler almıştır.

İnsan kendi isteği ile Allah’a söz vermiş ve görev almıştır. Türk vatandaşı askerlik yapmakla yükümlüdür. Bununla herkes yükümlüdür. Ama subay sözleşme yaparak ömür boyu askerlik yapmaktadır. Onun görevi sözleşme esnasında ihtiyaridir. Ama bir defa sözleşme yaptıktan sonra artık ihtiyarilik kalkar.

İsrail oğulları da Allah’la sözleşme yaptılar. Ona uymak zorundadırlar. Mü’minlerin de durumu budur.

لَا تَعْبُدُونَ إِلَّا اللَّهَ (Lav TaGBuDUvNa EilLav elLAHi)  

“Allah’tan başkasına ibadet etmeyiniz.”

İnsanlar kelimelerin manâsını hep değiştirmişlerdir. “İbadet” deyince, namaz kılmak, oruç tutmak, Kur’an okumak ve hac yapmak gibi amellere hasretmişlerdir.

Namaz kılmak toplanmaktır; her zaman toplanmak caizdir. Oruç tutmaktır; her zaman aç kalınabilir.

O halde ibadet ne demektir? İbadeti ne ile karşılaştıracağız?

Amel-i sâlih ile ibadet arasında ne fark vardır?

Davud’un âline şükren amel edin dendiği halde, ibadet neden yalnız Allah’a yapılmaktadır? Farkı nedir?

Amele insan emeğini satmaktadır. Kendisine ait olan gücü başkası için kullanmaktadır. Bu malı alıp satma gibidir. Bunu da aslında Allah için yapmaktasınız. Çünkü karşınızdaki Allah’ın halifesi olarak almaktadır. Yine biz de ameli aslında Allah’a yapmaktayız. Ama kendisine değil de, halifesine icra etmekteyiz. İbadet ise insanın emeğini değil de, kendisini satmasıdır. Ben Sen’den başkasına iş yapmam demektir. Menfi akittir.

Kişilere karşı böyle menfi akitler meşru değildir. Ama kamu görevlileri için başka işleri yapmalarının yasaklanması meşru sayılabilir. Çünkü topluluğa ibadet Allah’a ibadettir.

Allah İsrail oğullarından, dolayısıyla mü’minlerden böyle misak almıştır.

Bir asker başka ülkenin ordusunda hizmet alamaz. Bir görevli başka birisinin hizmetine giremez. Onlar her türlü işleri ancak devletlerine yani Allah’a yapabilirler. O devletin İslâm devleti, yani barış devleti olması gerekir. Hakemlerin kararlarına uyan devlet olmalıdır.

وَبِالْوَالِدَيْنِ إِحْسَانًا (Va BİeLVAvLİDAYNı EıXSAvNan)  

“Anne baba için ise ihsan olarak ibadet vardır.”

İbadet yine Allah’a yapılacaktır. Anne babaya ihsan edilecektir. Allah’ın ihsanı olacaktır.

İnsan anne babasından yardım alarak borçlanır. Sonra onu çocuklarına öder. Anne babası yaşlanınca Allah’ın ihsanı olarak onlara hizmet eder, yaşlı iken onu çocuklarından ihsanen alır.

Anne babaya ibadet yoktur, ihsan vardır. Cami hocaları kürsülerde anne babalara itaat ediniz diye vaaz yapmaktadırlar. Oysa Kur’an’da anne babaya sadece ihsan vardır.

Anne babaya ibadet olmadığı gibi itaat da yoktur. İtaat anne baya değil, başkana yapılmaktadır. Çocuk onbeş yaşına gelinceye kadar anne babanın velayetindedir. Onbeş yaşına geldiğinde artık velayetten kurtulmuştur, tek mabudu Allah’tır. Mensup olduğu halifesi topluluğudur. Onu da başkan temsil eder.

وَذِي الْقُرْبَى (Va Üıy eLQuRBAy)  

“Ve zi’l-kurbaya.”

Buradaki “Zi’l-kurba” yakınlığı olanlar manâsına geldiği gibi yakınları olanlar anlamına da gelir. Yetimlerle beraber gelmektedir. Yaşlı yakınlar anlamındadır. Anne baba için de ihsan yaşlı ve hasta oldukları zaman söz konusudur. Onun için başka yerde “İndeke elkibere/ Yanında yaşlılığa ulaşırlarsa” denmektedir.

İnsanların iki defa zayıf halleri vardır.

Biri, çocukken zayıftırlar, anne babalarının himayesine muhtaçtırlar.

Buna karşılık yaşlı anne babalar vardır, bunlar da çocuklarına muhtaçtırlar.

Burada çocuklardan bahsedilmemiştir. Anne babaya kıyas yoluyla ifade edilmiştir. Çocuklar ve yaşlı anne baba ailenin doğal kişileridir. Kişi eğer imkanlara sahip ise onlara kendi kazançları ile bakar. Onlar için kamu bütçesinden bir şey almaz. Onlar için verilecek çalışma kredisi doğrudan oğul ve kızlarına verilir, anne babalarına verilir. Kişinin çalışma kredisi bakmakla mükellef olduğu kimselerin sayısı nisbetinde artırılır. Ama varlıklı iseler, onlara sosyal yardım verilmez. Eğer geçindiremeyecek durumda iseler, onlara fakir ve yoksulluk fonundan paylar verilir. Bu paylar da geçindirmekle mükellef oldukları kimseler sayısınca verilir.

 

وَالْيَتَامَى (Va eLYaTAvMAy)  “Ve yetimlere.”

Miskinlere ve yetimlere ihsan vardır. Zi’l-kurba, anne baba ve çocuklar dışındaki yakınlardır. Kardeş, amca çocuğu gibi. Torunlar da yetimler faslına girerler. Büyük anne ve büyük baba da yetimler faslına girebilir.

Anne veya babalarını kaybetmiş çocuklar demektir. Kendilerine bakacak kızları ve oğulları olmayanlar demektir. Bunlar kendilerine en yakın olan kimselere verilir. Onlara bakarlar. Ayrıca bunlara bakanlara kamu bütçesinden yardım verilir. Bölüştürülür ve kendilerine maaş olarak bağlanır. Yaşlılık ve küçüklük sigortası demektir. Kendisine bakacak yakınlısını kendisi seçer. Bakacak kadın anne tarafından olur, erkek tarafı seçer. Nafaka temin edecek erkek yakınlısı erkekten olur, kadın tarafı seçer. Seçilenler analık ve babalık hizmetlerini yaptıkları için kamu bütçesinden pay alırlar.

İşte İsrail oğullarından bu hizmetleri yapacaklarına dair de söz alınmıştır.

وَالْمَسَاكِينِ (Va eLMaSAvKIyNi)  

“Va miskinlere ihsan ediniz.”

Miskinler” aile fertlerini geçindirecek bir seviyede varlığa ve gelire sahip olmayanlardır.

Bir bucakta vasat servetin altında serveti olanlar fakirdir. Fakirler içinde senelik gelirleri vasat gelirin yarısından az olanlar da miskindir. Fakirlik hesap ederken sadece çalışabilenlerin servetleri nazarı itibara alınır, ama geliri düşünülürken kişi başına gelir düşünülür.

“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bu husus tashih edilmemiştir; tashih etmelisiniz.

Kur’an’da miskinlerin yanında fakirlere de pay verilmekte ise de, İsrail oğullarında yalnız yoksullara pay verilmiş olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü fakirlik sermaye payıdır. Oysa miskinlik payı geçinme payıdır.

O zaman dünyada serbest sanayi ve ticari meslek gelişmediği için onlarda fakirlik müessesesi tedvin edilmemiştir. Bugün ise insanlar artık kendi çiftliklerinde tarım yaparak kendileri geçinmemektedirler. Ürettiklerini satarak yaşamaktadırlar.

İnsanlığın işçilikten kurtulup ortaklık düzenine geçebilmesi için fakirlik fonu da oluşturulmalıdır.

وَقُولُوا (Va QuLUv)  

“Ve kavlediniz.”

“Allah’tan başkasına ibadet etmeyiniz. Anne babanıza, yakınlı olanlara, yetimlere ve yoksullara ise ibadet etmeyin, ihsan ediniz.” emri ile aileden başlayan sosyal güvenlik müessesesi tesis edilmiştir.

Yavruları büyütme bütün canlılarda vardır. Ancak, yaşlılara bakma, hastalara bakma müessesesi yalnız insanlar için vardır. Bunu “ihsan” kelimesi ile ifade etmiştir. Çağımızın ateist düzeni bunu paralı sosyal güvenlik müesseseleri ile yapmaya çalışmaktadır. Oysa İslâmiyet bunu aile müessesesi ile yapmaktadır. Topluluk yani kamu ise aileyi desteklemektedir. Bu temel ayırım iyice anlaşılmalıdır.

Mesela, bugün hastahanelerde hastabakıcılar bulunmaktadır. Maaşla çalışan insanlara bunlar bakmaktadırlar. Koğuş sistemi geliştirilmiştir. Oysa “Adil Düzen Şifahaneleri”nde koğuş değil, oda sistemi geliştirilmekte, her hastaya bir oda tahsis edilmektedir. Hastaya refakatçi yakınları bakmaktadır.

Tedavi karşılıksız olduğu için, refakatçiye şifahane yönetimi ücret verebilmektedir. Refakatçi ise hastanın yakını bulunmaktadır. Şöyle ki, hastanın eğer maddi giderleri olacaksa, refakatçiye ücret ödenecekse, bunu hastanın erkek yakınları öder. Baba öder. Oğul öder. Diğer taraftan hastaya refakat edip bakma görevi ise kadın akrabalarına aittir. Eşi, anası, kızı, kadın yakınları veya komşuları yapar.

Hâsılı, refakatçi kadın akrabalardan seçilir. Refakatçiye ücret verilecekse bunu erkek akrabaları verirler. Kamu da kendi imkanları ile buna katkıda bulunur. Demek ki, İslâmiyet öyle müesseseler kurmuştur ki, devlet yoksa yine çalışır, sıkıntılı olur ama çalışır. Herkesin görevi şeriatça bellidir; devlet olmasa da bellidir. Devlet varsa bu görevlilere destek verir, ama o görevlileri değiştirmez, değiştiremez.

İşte insanlara yüklenen bedenî ve mâlî yükümlülüklerin hepsine birden “ihsan” denmektedir. İhsan için devlet aşamasına gelmeye gerek bulunulmamaktadır. Batı mantığında ise devletsiz hukuk yoktur. İslâm fıkhında ise devletsiz şeriat vardır. Devlet şeriat vazetmez, şeriatın hamisi olur.

Şeriat içtihat, sözleşme, istişare ve hakem kararları ile oluşur.

Şimdi burada insanlar arasında oluşacak ilişkiler anlatılmaktadır. Bu da fiilî değil, kavlî ilişkilerdir. Aşiret aşamasından gelişerek kabile, şa’b, kavm ve nâs aşamalarına yükselme ancak sözleşmelerle, anlaşmalarla olur. Diğer insanlarla diyalog kurarız, onlarla anlaşır sözleşmeler yaparız. Bu da topluluğu oluşturur. Dayanışma ortaklıkları ortaya çıkar, böylece aidatsız sigortalama müessesesi doğar.

لِلنَّاسِ (Li elNAvSi)  

“Nâsa kavlediniz.”

İnsanlık aşiret aşamasında dağınık halde münferiden yaşarken, Hazreti Nuh aleyhisselâmın zamanında aşiret aşamasına geçmeye başlamıştır. Irak nebileri ve İsrail oğulları devlet aşamasına, yani şeriat yönetimi aşamasına, devlet aşamasına ulaşmıştır. Bu düzenin teşrii İsrail oğulları ile başlamıştır, Tevrat’la başlamıştır, Kur’an’la ikmal olunmuştur. Ne var ki, fiilen gerçekleşmesi III. Bin Yıl Uygarlığına kalmıştır. Bu görev de Adil Düzencilere verilmiştir. Akevler buna talip olmuştur. Ama hâlen ruşeym yani gelişme aşamasındadır.

İsrail oğullarının böyle teferruatı ile anlatılması bize yol göstermektedir.

Bunlar devlet aşamasından önceki emirler olduğu için, “Adil Düzen” iktidar olmadan Adil Düzen mü’minlerinin ne yapacaklarını anlatmaktadır. Verilen emir nâsa söylemedir, nâsı dâvet etmektir.

Nâsa söyleyebilmemiz için de dergimizin olması gerekir. Nâsa söyleyebilmemiz için televizyonumuzun olması gerekir. Bu iktidar olmadan önce bize emredilendir. Kur’an’ı türkü çağırır gibi okumayı bırakıp da, orada söylenenleri anlayıp uygulamamız gerekir. Kur’an’da emredilen her şey farzdır. Bizden öncekilerin şeriatı bize de şeriattır. Öyleyse İsrail oğullarına ne emredilmişse onu yapmalıyız.

حُسْنًا (XuSNan)  “Hüsnü kavlediniz.”

Bugün kendilerini İslâmî basın kabul eden herkes kendilerini murakabe edeceklerine, başkalarının kötülüklerini saymakla vakit geçirmekte, kendilerine düşman üretmektedirler! Kapitalistlere, sosyalistlere, Avrupalılara, Çinlilere, Sovyetlere saldırmaktadırlar. Halbuki biz onları karşımıza alıp onlara saldırmayacağız.

Her müessesenin iyi tarafları vardır. Her düşünce doğru şeyleri de içerir.

Bizim işimiz kişilerle savaşmak değildir, bizim işimiz kötülüklerle savaşmaktır.

İşte sosyalizmin bu iyi tarafı vardır, İşte kapitalizmin bu iyi tarafı vardır dememiz gerekir. Eksikliklerini ve yanlışlıklarını ortaya koyarak birlikte kötülüğü ortadan kaldırmak gerekmektedir. Biz ne Yahudilere, ne Hıristiyanlara, ne Budistlere, ne de Hindulara dinlerinizi bırakın, bize gelin demiyoruz. Bizde de, sizde de eksiklikler vardır. El ele verip eksikliklerimizi giderelim. Hatalarımız varsa, -ki vardır,- düzeltelim diyoruz. Rehberimiz müsbet ilim olsun ve dinler arasında da hakkı aramada dayanışma olsun diyoruz.

İsrail oğullarına emredilen bu idi. Diğer kavimleri Yahudiliğe çağırmıyor, sadece hüsnü söylemeleri emrediliyor. Bugün kapitalistlere, sosyalistlere, faşistlere ve tutucu dinlere söyleyeceğimiz budur.

Onlara cephe alıp onları kötü görmek değil, onları hakkı arayan kimseler kabul edip onlarla dost olarak, cehaletle ve ilkellikle birlikte savaşıp aydınlığa ve uygarlığa birlikte gitmeyi hedeflemeliyiz. Hüsnü söylemeliyiz. Onların içinde bizde olduğu gibi münafıklar olabilir. Onları da görmemiş ve bilmemiş farz ederek sözlerine inanmamış olsak bile, şeriatın müsaadesi dışında dışarıya vurmamalıyız.

Dikkat ediyor musunuz, Danıştay’a saldırılıyor. Saldıranların dinle imanla alâkası yok. Irkçı ve komünist düşünceli insanlar yapıyor. Büyük ihtimalle kapitalistler yaptırıyor. Ama fatura şeriatçılara çıkarılıyor. İktidara saldırılıyor. Oysa iktidarın yapacağı bir şey yoktur. Suçluyu buluyor ve teslim ediyorsun, basının baskısı ile serbest bırakılıyor. İşte, bize saldırsalar da, biz onlara cephe almamalıyız. Çünkü saldıranlar fitne örgütüdür. Aramızı açmak istiyorlar. Cepheleşmemizi istiyorlar. İşte Allah bize buna karşı nâsa/insanlara hüsnü söyleyiniz diyor. Şeytanı birilerinin patronu yapmayalım. Şeytan hepimizin düşmanıdır. Bizi de farkına varmadan bu ayrılık içine sokabilir. AK Parti’yi eleştiriyoruz ama biz asla onlara kötü kimsedir demiyoruz. Bize göre içtihat hataları vardır. Onları ortaya koyuyoruz. İçtihattaki hatalarından dolayı onları suçlamıyoruz. Oyumuzu yine onlara veriyoruz. Sen in, ben çıkayım demek men edilmiş, ama hakkı tavsiye emredilmiştir.

Bu âyet bize iktidar olmadan nasıl mü’min olacağımızı anlatmaktadır.

وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ (VaEaQIyNUv elöÖaLAvTa)  

“Ve salâtı ikame ediniz.”

Burada “Salât” marifedir ve müfrettir, yani tekildir. Emir ise cemaatedir. Yani, topluluk bir salâtı ikame edecektir. “Sallû” yerine “Ekîmû” denmiştir. Beş vakit namaz iktidar olmadan önce kılınacak. Cuma namazı ise iktidar namazıdır. İktidar olmadan cuma farz olmadığı gibi geçerli de değildir. Burada emredileni biz toplantıları yapınız diye tercüme ediyoruz. Vitir namazında kalkılacak, evde münferiden eda edilip mescide gelinecek. Sabah namazı cemaatle kılındıktan sonra sabah mesaisine gidilecek, öğle namazı kılınıp öğle istirahatine geçilecek. İkindi namazı ile akşam mesaisi yapılacak, akşamleyin eve dönülecek ve akşam yemeği yenecek. Evvab kılınıp yatsı sohbetlerine katılınacak. Yatsı namazı kılınıp yatılacak. Yedi vakit. İkisi evde, beşi birlikte.

İsrail oğullarına yedi vakit emredilmiştir. Her toplantıda kısa veya uzun Tevrat okunmaktadır. Yatsıdan önce ise Tevrat’ın uygulamaları anlatılmaktadır. Yani, Kur’an’da emredilenin benzeri de Tevrat’ta emredilmiştir.

Böylece artık cemaatleşmeye başlanmıştır. Zamanla bu cemaatleşme devlet aşamasına gelecek, İbrani uygarlığı doğacaktır. Çevreye etki yapacak, Anadolu’da Lidyalılar zamanında gelişecektir. Bunları ardıllayan İyonyalılar Yunan uygarlığının temelini atacaklardır. Hıristiyanlık bu uygarlık üzerinde kurulacaktır. İslâmiyet’in etkisiyle bu uygarlık bugünkü Avrupa uygarlığı olacaktır. İşte İsrail oğullarına emredilen toplantılar insanlığı bu seviyelere ulaştırmıştır. Aynı emir I. Kur’an ehline emredilmiş, İslâm uygarlığı doğmuştur.

Şimdi Adil Düzencilere de iktidar olmadan önce bu toplantıların yapılmasını emretmektedir. Bu yazılar o çalışmaların gücü ile yazılmaktadır. Bediüzzaman’ın dersleri de bugün dünyanın okullarını oluşturmuştur.

وَآتُوا الزَّكَاةَ (Va EAvTUv elZaKAvTa)  “Zekâtı da ita ediniz.”

Burada da namaz benzeri kalıp getirilmiştir. Zekât marife ve müfrettir. Emir ise cemaatedir. Topluluk tek zekât müessesesini kuracaktır. Cemaatten beşte bir, onda bir, yirmide bir, kırkta bir alınacak, bir kasada toplanacaktır. Sonra yukarıda sayılan anne baba, akraba, yetim ve yoksullara bölüştürülecektir. İnsanlara hüsnü söylemek için harcanacaktır. Dergi çıkarılacak, televizyon kurulacak veya satın alınacaktır.

Bugün biz Türkiye Cumhuriyeti Devleti içinde yaşıyoruz. Devlet bizden vergiler alıyor, bize birçok hizmetler veriyor. Biz vergilerimizi herkesin ödediği gibi onlar kadar ödemeli, devletin yaptığı hizmetlerden de yararlanmalıyız. Ne var ki, şeriatın emrettiği birçok hizmetler vardır. Mesela, faizsiz kredileşme emri vardır, devletimiz onu yapmıyor, onun vergisini de almıyor. Kooperatifimize Adil Düzen işletmelerinden devletin almadığı vergiyi ortaklık payı olarak alacak ve devletimizin yapmadığı kamu hizmetini yapacaktır. Mesela insanları bedelsiz tedavi edecektir. O halde devlet aşamasına gelmeden önce de pekala “Adil Düzen” uygulaması yapılacaktır. Toplantılar yapılacak ve ortak bütçe oluşturulacaktır.

İzmir’deki Akevler bunu yapmıştır. İstanbul’daki Akevler de bunları yapmıştır. Ne var ki iyi muhasebe kuramadığımız için gelişemedik. Şimdi böyle bir muhasebeyi tesis etme yükümlülüğünü M. Lütfi Hocaoğlu ve Taha Özket yüklenmişlerdir. Bir aylık müsaade vardır. Ondan sonra her şeyi bırakıp bunu eksiksiz, bizim ihtiyacımız olan kadar eksiksiz yapmakla yükümlüdürler. Biz de onların bunu yapabilmeleri için ne gerekiyorsa o desteği vermeliyiz. İstanbul’da market açmış bulunuyoruz. AKEV Dağıtım Müessesesi kurulmuştur.

Diğer taraftan Çatalca arsasına elektrik getirilmiştir. Örnek bir şantiye olarak yapılmaktadır. Ama hâlâ sözleşmeler ve muhasebe yoktur. Market uygulamaya en iyi örnektir. Ama market tek başına kendisini finanse edemez. Diğer ortaklıklarla bu çalışmayı desteklememiz gerekiyor. Bu da muhasebe ile olabilmektedir.

ثُمَّ تَوَلَّيْتُمْ (ÇümMa TaValLaYTuM)  “Sonra tevelli ettiniz.”

Yani misakınızda durmadınız. Durmadıkları için de kırk yıl çöllerde dolaşmak zorunda kaldılar. Ama sonunda takdiri ilahi öyle olduğu için İbrani uygarlığı kuruldu. Bugünkü Batı uygarlığı da onların çabası ile oluşmuştur. Bundan sonra da varlıklarını sürdüreceklerdir.

Aslında İzmir’deki Akevler kurucularından da Allah misak almıştır. Çünkü insanların birbirleriyle yaptığı anlaşma, Allah’la yapılan anlaşmadır. Çünkü insan Allah’ın halifesidir. Sonra ne oldu? Akevler ortakları tevelli ettiler. Ortaklıktan paylarını alarak ayrılmak istediler. Akevler fetret devri geçirdi. İsrail oğullarının yaptığını yaptılar. Ama bizi ümitsizliğe sürüklemediler. Kırk yıl da olsa çöllerde süründükten sonra vatanlarına dönmeleri mukadderdir. Kur’an zaten bunları bize bundan ders alıp ümitsizliğe kapılmamamız için anlatıyor.

Akevler İstanbul Konut Yapı Kooperatifi’nde ve Akevler İstanbul Tüketim Kooperatifi’nde de böyle ayrılmalar olmuştur. Ama dağıl20. yüzyıl ilimleri hep kelamcıları haklı çıkardı. Böylece Tevrat ve Kur’an’ın hak kitaplar olduğu sabit oldu.

Ama İsrail oğullarından o zalim fırka, sermaye zoru ile ilim adamlarına bu gerçeği söyletmiyor, okullarda okutulmuyor, yayın organlarında, basın organlarında ele alınmıyor. Tekniğin dışında ilim kullanılmıyor.

Felsefe de bunun için itilmiş, sadece 2500 yıl önceki safsataların tarihi okutuluyor.

“Adil Düzen” tüm büyük dinleri uyandırarak bu gizlemeleri sona erdirecektir 20. yüzyıl ilimleri hep kelamcıları haklı çıkardı. Böylece Tevrat ve Kur’an’ın hak kitaplar olduğu sabit oldu.

Ama İsrail oğullarından o zalim fırka, sermaye zoru ile ilim adamlarına bu gerçeği söyletmiyor, okullarda okutulmuyor, yayın organlarında, basın organlarında ele alınmıyor. Tekniğin dışında ilim kullanılmıyor.

Felsefe de bunun için itilmiş, sadece 2500 yıl önceki safsataların tarihi okutuluyor.

“Adil Düzen” tüm büyük dinleri uyandırarak bu gizlemeleri sona erdirecektir.

 mamıştır. Ayrılanlar tekrar bize katılmak arzusundadırlar…

إِلَّا قَلِيلًا مِنْكُمْ (EilLAv QaLIyLan MiNKuM)  

“Sadece sizden kalili kaldı.”

Önce İzmir Akevler’i ele alalım. Bu faaliyete Nurcular, Millî Görüşçüler, Uşşakiler, Nakşiler, Süleymaniler katıldılar. Sonra çoğu tevelli etti. Ayrıldılar. Ayrılmayanlar da desteklerini kestiler. Akevler ekolünden yetişenlerden daha cumhurbaşkanı çıkmadı; ama meclis başkanı ve başbakan çıktı. Bakanlar, profesörler, valiler çıktı. Askerlerde kimsemiz yoktur. Çünkü biz ordunun bütünlüğünü bozacak sivil örgütlerin uzantılarının olmasını meşru görmüyoruz. Emekli olanlardan ortaklarımız ve katkıda bulunanlar vardır.

Ama bunların hepsi Akevler’den uzak durarak yükselmeyi hedeflediler ve ayrıldılar. Ayrılmayıp yerinde kalanlar birkaç kişi şeklinde özetlenebilir İşte İsrail oğulları içinde de böyle olmuştur. İstanbul kooperatiflerinde de küçük çapta böyle ayrılmalar olmuştur. Ne var ki, bu ayrılmalar İsrail oğullarını dağıtmamış, belli çileden sonra tekrar toplanma ihtiyacını duymuşlardır.

III. Bin Yıl Uygarlığını kuracak olanlar şimdi çok azdırlar ama her tarafa yayılmış insanlar vardır. Oralara “Adil Düzen”i davranışları ile götürmektedirler. Bir gün biz hazır olduğumuz zaman iktidara yüzde yetmiş oyla gelmiş olacağız. Kalan yüzde otuzla koalisyon yapacağız.

Biz iktidar-muhalefet yönetim şeklini kabul etmiyoruz. Ortaklaşa nisbî sistemle yönetimi esas alıyoruz. Deneyimi birbirimize hakkı ve sabrı tavsiye ederek yapacağız. Sorunlarımızı hakemlerimiz çözecektir.

وَأَنْتُمْ مُعْرِضُونَ(83) (Va EaNTuM MuGRiWUvNa)  

“İtiraz etmekte idiniz de.”

Yani, siz sadece “Akevler”e ve “Adil Düzen”e katılmaktan vazgeçmediniz, ayrıca bir de ona cephe aldınız. Sizin içinizde şube başkanlığı yapan, Adil Düzen çalışmalarına katılan güçlü bir bakan, başbakan olma sevdasına kapıldı, “Adil Düzen” aleyhine kitap hazırladı ama başaramadı. Allah şairlere Kur’an’a nazire getirmeyi nasip etmediği gibi, ona da “Adil Düzen”e muhalefeti nasip etmedi. Yine başka bir Adil Düzenci profesör çıktı, Akevler ve “Adil Düzen” aleyhinde bir nazireye kalkışan kurula katıldı, ama ortaya çıkamadı.

Demek ki, Adil Düzenciler “Adil Düzen”e karşı çıkacaklardır. Saadet Partisi’nde bunlar hakimdirler.

Ama günü gelince hepsinin yine de III. Bin Yıl Uygarlığı’nın kurulmasında katkıları olacaktır.

Kur’an onlara “ashâb-ı yemin” diyor.

Sabredip devam eden kalil içinde olanlara ise “mukarrabûn, evvelûn, sabikûn” demektedir.

Allah’a hamd olsun ki, başımıza nelerin geleceğini Kur’an’da bildirdi de, biz o sayede sabretme imkânını buluyoruz.

 

 

 


BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
1-BAKARA SURESİ16/01/2006-12/01/2008
3345 Okunma
2-bakara11-20
2369 Okunma
3-bakara21-30
2523 Okunma
4-bakara30-37
2253 Okunma
5-bakara37-48
2480 Okunma
6-bakara 49-57
3100 Okunma
7-bakara 59-61
3122 Okunma
8-bakara 62-69
2476 Okunma
9-bakara 70-76
3467 Okunma
10-bakara 77-83
2750 Okunma
11-bakara 84-88
2312 Okunma
12-bakara 89-93
2436 Okunma
13-bakara 94-101
2629 Okunma
14-bakara 102-105
3480 Okunma
15-bakara 106-112
2673 Okunma
16-bakara 113-119
2732 Okunma
17-bakara 120-123
2630 Okunma
18-bakara 124-130
2329 Okunma
19-bakara 132-138
2201 Okunma
20-bakara 139-143
2107 Okunma
21-bakara 144-149
2572 Okunma
22-bakara 150-158
2492 Okunma
23-bakara 159-165
2086 Okunma
24-bakara 166-173
2482 Okunma
25-bakara 174-177
2601 Okunma
26-bakara 178-182
2320 Okunma
27-bakara 185-187
6377 Okunma
28-bakara 188-194
2478 Okunma
29-bakara 195-198
2831 Okunma
30-bakara 199-206
2373 Okunma
31-bakara 207-213
2776 Okunma
32-bakara 215-217
2215 Okunma
33-bakara 218-221
2705 Okunma
34-bakara 222-228
3001 Okunma
35-bakara 229-232
3560 Okunma
36-bakara 233-235
2279 Okunma
37-bakara 236-242
2488 Okunma
38-bakara 243-246
2610 Okunma
39-bakara 247-248
2846 Okunma
40-bakara 249-252
3140 Okunma
41-BAKARA 253-256
2694 Okunma
42-BAKARA 257-259
2515 Okunma
43-BAKARA 260-264
3082 Okunma
44-BAKARA 265-269
2251 Okunma
45-BAKARA 270-274
2633 Okunma
46-BAKARA 275-277
2356 Okunma
47-BAKARA 278-281
2387 Okunma
48-BAKARA 282 TEDAYÜN(BORÇLAŞMA)
2793 Okunma
49-BAKARA 283-284
2493 Okunma
50-BAKARA 285-286 (AMENER RASULÜ)
3711 Okunma