ADİL DÜZEN 344
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 6. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
يَاأَيُّهَا النَّاسُ اعْبُدُوا رَبَّكُمْ الَّذِي خَلَقَكُمْ وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ(21) الَّذِي جَعَلَ لَكُمْ الْأَرْضَ فِرَاشًا وَالسَّمَاءَ بِنَاءً وَأَنْزَلَ مِنْ السَّمَاءِ مَاءً فَأَخْرَجَ بِهِ مِنْ الثَّمَرَاتِ رِزْقًا لَكُمْ فَلَا تَجْعَلُوا لِلَّهِ أَندَادًا وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ(22) وَإِنْ كُنتُمْ فِي رَيْبٍ مِمَّا نَزَّلْنَا عَلَى عَبْدِنَا فَأْتُوا بِسُورَةٍ مِنْ مِثْلِهِ وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ(23) فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا وَلَنْ تَفْعَلُوا فَاتَّقُوا النَّارَ الَّتِي وَقُودُهَا النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ(24)
يَاأَيُّهَا النَّاسُ (YAv EayYu Hav elNAvSu) “Ey nâs!/ Ey insanlar!”
Kur’an’ın muttakilere hidayet olduğu, kâfir ve münafıkların ise ondan yararlanmadıklarını anlattıktan sonra, tüm insanlara hitap ederek “Ey nâs” diye başlamaktadır. Yani, Kur’an tüm insanlara indirilmiştir. Yalnız Arapları veya İsrailoğullarını değil, tüm insanları muhatap almaktadır. Hem de herhangi başka bir şekilde değil, Allah bu kitapta tüm insanlara doğrudan hitapta bulunmaktadır.
“Nâs” kelimesi “Üns”den dönüşmüş bir kelimedir. “Üns” “vahş”ın zıddıdır. Ok atılan yayın atana doğru olan kısmına “üns”, ava doğru olan kısmına “vahş” denmektedir. “İnsan” bizi ifade etmektedir. “Vahşi” ise bize karşı saldıranı anlatmaktadır.
“Nâs” kelimesi tekili olmayan çoğul bir kelimedir. Muhatap topluluktur. Beş vakit namaz kılan cemaat nâstır. Cuma namazı kılan cemaat nâstır. İl halkı nâstır, ulus nâstır. Tüm insanlar topluca nâstır.
Burada nâstan maksat tüm insanlardır. Şimdi yaşayan insanlardır.
Ölmüş olan insanlarla gelecekte doğacak insanlara hitap edilecek olursa “Ey Adem oğulları” denir.
اعْبُدُوا (uGBuDUv) “İbadet ediniz.”
“Abd” kapıda bekleyen hizmetçi demektir. “Amd” direktir. O da direk gibi girişte beklediği için “Abd” denmektedir. “İbadet etmek” demek, hizmet etmek, işini yapmak demektir.
“Amel eden” kimse başkasına bir iş yapar, sonra başkasına da iş yapar. “Abd” ise yalnız birine iş yapar, başkasına iş yapmaz. Çünkü o yirmi dört saatini kiralamıştır.
Bir kimse bir başka kimsenin işini yapabilir, ücreti de alır. Bu helaldir. Ama bir kimse ondan başkasına iş yapmayacağına söz veremez. Verirse böyle bir akit köleliktir. Haramdır. Köleler için istisnai olarak meşrudur.
İnsan yalnız Rabb’ine ibadet eder. Fatiha Sûresi’nde “Yalnız San’a ibadet ederiz” diye taahhüt etmiştik. Burada o taahhüt teyid edilmekte, “Yalnız Rabb’inize ibadet ediniz” denmektedir. İnsan dünyaya gelir ve çevreden aldığı yardımla yaşar. Erginlik çağına gelince o da çalışarak borcunu öder. Böylece insanlar çalışmakla emrolunmaktadır. “Çalışınız” denmektedir; ama “Rabb’inizin işçisi olarak çalışınız” denmektedir.
رَبَّكُمْ (RabBaKuM) “Rabb’inize ibadet ediniz.”
“Rab” kelimesi “rabvet”ten gelir. Rab, tepecik demektir. Bitkinin zamanla gelişmesi rabvettir.
Allah insanı kırk yaşında yaratabilir, ondan sonra da hiç öldürmezdi. O zaman ölüm de olmaz, biz doğrudan cennette yaratılmış olurduk. O durumda da bizim bir dahlimiz olmaz, çalışmamıza da gerek kalmazdı.
Allah öyle değil de, bizi tek hücre olarak var etti. Sonra hücreler çoğalmış, aralarında işbölümü yapmış, büyüyerek delikanlı olmuştur. İşte insanın bu şekilde zamanla gelişerek oluşmasına “rabvet” denmekte, birden var edilmeye de “hilkat” denmektedir. İnsan kromozomlarında bilkuvve birden yaratılmıştır. Bilfiil ise terbiye edilerek evrim içinde oluşmaktadır.
Bizi var edip yetiştiren kimseye “Rab” denmektedir. “Rabb’iniz” ifadesiyle tüm insanların Rabb’i olduğu ifade edilmiştir. “Ey nâs” dedikten sonra “Rabb’iniz” demekle Kur’an bütün insanlara hitap etmektedir. Fâtiha’da “Rabbi’l-âlemîn”, burada “Rabbukum” demiştir. Bütün toplulukların Rabb’i nâsın da Rabb’idir.
الَّذِي خَلَقَكُمْ (elLaÜIy PaLaQaKuM) “Sizi halk etmiş olan Rabb’iniz.”
Burada “hilkat” ve “rabvet” birleşmiştir. İnsanın salsal üzerinde bulunan hamelerle irsî özellikleri vardır. Atalarından tevarüs etmiştir. Yumurta döllenince bu irsî özelliklerini hilkat olarak almaktadır. Sonra bu hilkî özellikler çevrenin etkisiyle şekillenmektedir. Zamanla salsalda bilkuvve bulunan özellikler bilfiil ortaya çıkmaktadır. Rabvet içinde gelişmektedir. Ceninden yaşlanıncaya kadar bu özellikler sürmektedir.
“Sizi halk etmiş olan Rabb’iniz.” Halk ederek terbiye eden, yetiştiren Rabb’iniz denmektedir. Allah kainattaki olayları Sünnetullah içinde rabvet edecek şekilde halk etmiştir. İlk atom yaratılmış, ama o atoma öyle özellik vermiş ki, gelişerek bugünkü kâinat oluşmuştur. Biz insanlar, melekler, cinler ve ruhlar atomun yapısını değiştiremeyiz. Onları kullanarak ondan yararlanırız. Hattâ uçak gibi yeni şeyler yaparak rabvette bulunuruz.
وَالَّذِينَ مِنْ قَبْلِكُمْ (Va elLaÜIyNa MıN QaBLiKuM)
“Sizden kablinizde olanları da halk etmiştir.”
Demek ki her insan ayrıca halk edilmektedir. Her insanın hame (gen) yapısı farklıdır. Bu farklılığı simanın farklılığından biliyoruz. Hazreti Adem’den kıyamete kadar dünyaya gelen insanlar âhirette bir araya gelecektir. Ama herkesi yine tanıyabileceğiz, çünkü simaları farklı olacaktır. Her insanın; yaşayan, yaşayacak ve yaşamış bütün insanların parmak izleri farklıdır, DNA yapıları farklıdır.
Bu âyet sizi ayrı, sizden öncekileri ayrı yarattı anlamına gelmek üzere birbirinden ayırmıştır. Ancak “Halaka” kelimesini tekrar etmemiştir. Böylece insanın irsî yapısının aynı olduğunu ifade etmektedir. Yani, insan türü Hazreti Adem zamanında halk edilmiştir. O zamandan beri günümüze kadar insanın hilkatinde değişiklik olmamıştır. Aynı salsalları ve hameleri taşımaktadır. Bir türde biyolojik evrim olmaz, evrim türden türe olur. İnsanda da biyolojik evrim olmamıştır, olmayacaktır. İnsandaki evrim sosyolojiktir.
Beyindeki bilgisayarlarda evrim olmakta ve yeni programlar geliştirmektedir. Benzetme yaparsak, bilgisayarlarda model değişmeleri olmamaktadır. Sadece programlarda değişmeler olmaktadır. Mesela, eskiden renkli bilgisayar yoktu. Beyaz ekran vardı. Şimdi renkli bilgisayarlar ortaya çıkmıştır.
Canlılar türden türe değişirken beyinlerindeki bilgisayarlarında veya DNA’larında değişme olur. Onlarda program bir daha değişmez. İnsanda ise program da yenilenmektedir. Bundan dolayı Kur’an, ‘sizi halk etti, sizden öncekileri halk etti’ demiyor, ‘sizi ve sizden öncekileri halk etti’ diyor. Ama bizi ve bizden öncekileri ayırıyor. Çünkü nâs olarak yaşayanlara hitap etmektedir. Yeryüzünü insanlık için var etmiştir. Hazreti Adem’den kıyamete kadar tüm insanlık, Adem oğulları bir topluluk olarak âhirette toplanacaktır. Cennet ve cehennemlik olarak ayrılacaklardır. Ancak yeryüzünden yararlanma hakkı yaşayanlarındır. Onu imar etme yani ibadet etme görevi ise yaşayanlara verilmiştir. Onun için burada yalnız yaşayanlar muhatap alınmıştır. Nâs sadece yaşayan insanları içermektedir. Ölmüş olanlar ve doğacak olanlar nâs içinde yer almazlar. Dolayısıyla kişilik yumurtanın döllenmesinden başlar. Çünkü sizi halk etti demekle anlaşılıyor ki hilkatle başlar, mirasının taksimi ile son bulur.
İnsanın mükellefiyeti doğumla başlar. Haklar ceninken, vecibeler ise doğumdan sonra başlamış olur. Kıyas yoluyla haklar ölümle biter, vecibeler de mirasın taksimi ile biter. Çünkü insanlarda emval ve enfüs vardır.
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ(21) (La GalLaKuM TatTaQUvNa)
“İttika edesiniz diye sizi ve sizden öncekileri halk etti.”
Sûrenin başında “hüden lilmuttekîn” denmiştir. Burada ise tüm insanların muttekîn olmasını istemekte ve tüm insanlara ibadet etmeyi yani salih amel işlemesini emretmektedir. “Bize müstakîm sırâtta olanların yolunu göster” demekle, bizim ittikamızı bizden öncekilerin yaratılışına bağlamaktadır. Salih ameller yani uygun işler yalnız yaşayanlar arasında olmayacaktır. Geçmiş neslin başlatıp yürüttüğü işleri devam ettirmemiz gerekmektedir. Onların başladıkları işleri bozup perişan etmek değil, onları tamamlayıp olgunlaştırmaktır.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranların çocukları, onu korumak ve yaşatmakla yükümlüdür. Çünkü bizim varlığımız geçmişlerin devamıdır. İnsanlık demokrasiye, lâikliğe, liberalliğe, sosyalliğe, aynı hukuk düzeni anlayışına gelmişse, onu geliştirerek ve evrimleştirerek yaşatmak bizin görevimiz olmaktadır.
Burada çok önemli bir hususa da işaret edilmektedir. Baba ocağını yaşatmak da bizim görevimizdir. Anne ve babalarımızdan veya diğer akrabalarımızdan aldığımız maddî mirastan yalnız yararlanma yerine, aynı zamanda onu yaşatma da görevimizdir. Anne babamız hayırlı bir işe başlamışlarsa; onu tamamlamak, geliştirmek ve yaşatmak da görevimizdir. Akevler’i kurup buraya kadar getirenlerin çocukları onu geliştirip yaşatmakla yükümlüdürler. Öğrenciler de hocalarının ismini geliştirip yaşatmakla mükelleftirler.
Miras, ondan ayarlanmak için olduğu kadar, onu korumak için de teşri edilmiştir. “Millî Görüş”ü oluşturanların çocukları onu geliştirip yaşatmakla yükümlüdürler. “Adil Düzen Çalışanları”nın çocukları onu geliştirip yaşatmakla yükümlüdürler. “Sizi ve sizden öncekileri halk eden” ifadesi bunlara işaret etmektedir.
***
الَّذِي جَعَلَ لَكُمْ (elLaÜIy CaGaLa LaKuM) “Size ca’leden.”
“Halk etmek” var etmek demektir. Arabayı üretmektir. Sonra o arabayı bir iş yapmaya tahsis ederseniz o da “ca’l”dir. “Ca’l” onu o işe ayırmak demektir. Allah yeryüzünü var etmiş ve onu nâsa temlik etmiştir.
Buradaki “Lam” temlik içindir. Yeryüzü bizimdir. Hem de yaşayanlarındır. Nâsındır. Benî Adem’in değildir. Bu sebepledir ki ölmüş olanların bir hakları olmadığı gibi gelecekte var olacakların da hakları yoktur.
İnsanlar yeryüzünü işgal yoluyla bölüşmüşlerdir. Bu bölüşme nüfusa göre yapılacaktır. Biz buna dayanarak “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda nüfus yoğunluğu az olan ülkeler çok olan ülkelerden göç almak veya komşularına toprak vermekle yükümlüdürler diyoruz.
الْأَرْضَ فِرَاشًا (eLEaRWa FiRAŞan) “Arzı firaş olarak var etti.”
“Arz” hayvanın yere bakan tarafıdır. Yer anlamına, yurt anlamına gelir. Tüm yeryüzü anlamına gelir. Karaları ve denizleri içerir. İnsanın ayaklarının altındaki yer, başının üstündeki de göktür. İlmî tanımla yapacak olursak, ağırlık ne tarafa kayarsa orası yerdir. Ovada otururken dağ semadır, ama dağa çıkarsan o arzdır. Ay semadadır ama daha yukarı çıkarsan orası arz olur. Hattâ güneş sisteminden uzaklaşırsan güneş sistemi arz olur. Uzaya çıkarsan galaksi arz olur.
“Firaş” döşek demektir. “Ferş etmek” yaymak demektir. Halı da firaştır. Mobilyanın Arapça adı firaştır. Türkçede “mefruşat” demekteyiz. “Ferş etmek” bir yeri kullanışlı hâle getirmek anlamındadır.
Allah yeryüzünü insanların yaşayacağı şekilde düzenlemiştir. Dağları, dereleri, ovaları, yolları koymuştur. Denizler ve karalar hep yaşadığımız iklimi oluşturmuştur. Yeryüzü düzenlenirken yeni atom icat edilmemiş, yani fizik ve kimya kanunlarında bir değişiklik yapılmamıştır. Ama yeryüzü insanların yaşayacağı şekilde ferş edilmiştir. Yeryüzü beş milyar yıldan beri var edilmiştir. Uzun zaman zarfında yeryüzü canlıların yaşayacağı şekle getirildi. İki üç milyar yıl önce yeryüzünde canlı görülmeye başlandı. Sonunda çok yakın zamanda, kırk-elli bin yıl önce insan ortaya çıktı. Şimdi insan yaşayacak şekilde yeryüzü ferş edilmiştir. Bu ferşte canlılar var edilmeden önce meleklerin düzenlemede görevleri olmuştur. Sonra canlılar var edilince yeryüzünün ferşine canlılar başladılar. Sonra insan yaratıldı. Onlar da imar ederek yeryüzünün ferşine katkıda bulunmaktadır. “Biz ferşettik” denmektedir. “Ben ferşettim” denmemektedir. Yani, yeryüzünü melekler, diğer canlılar ve insanlar eliyle ferş olarak ca’lettik demektir.
وَالسَّمَاءَ بِنَاءً (Va elSaMAEı BiNAan)
“Semayı da bina olarak ferşettik.”
“Sema” hayvanın sırtıdır. Üst taraf semadır. İzafidir. Ağırlık tarafı arz, aksi tarafı semadır.
“Bina yapmak” demek, üstüne oturtup yükseltmektir.
Burada sema tekildir ve marifedir. Arz çekimi üzerine oturtulmuştur. Arz semanın temelidir.
Atmosfer arz üzerine oturmuştur. Ay bile arzın çekimine dayanmaktadır. Yeryüzü temel olarak yapıldıktan sonra karaların üstünde denizler konmuştur. Denizler karalara oturmaktadır. En derin çukur 10 800 metredir. En yüksek dağ da 8 800 metredir. Yaklaşık olarak ortalama 20 kilometre olmaktadır. Yağmurlu tabaka 10 kilometredir. Yerçekimi dolayısıyla bu yer üzerine oturmuştur. Denizlerin yüzeyi bu tabakada bu miktarda bulutların bulunmasını düzenlemektedir. Ondan sonra 100 kilometrelik hava tabakası gelmektedir. Atmosfer onun ağırlığı ile durmaktadır. Onun üstünde 1000 kilometrelik elektik tabaka vardır.
Bunlar hep üst üste oturmakta, arz çekimi ile durmaktadırlar. Böylece sema yapı şeklindedir.
Ayrıca, güneş, gezegenler ve galaksi de çekme ve merkezkaç kuvvetleri ile bir yapıdır. Birbirine bağlanmış bir makine mahiyetindedir.
“Bina” kelimesi Türkçedeki binmek kelimesi ile de akrabadır. her biri birbirine dayanmaktadır. Böylece bir makine gibidir. Kâinat makine parçalarından oluşmakta ve biz o sayede yaşamaktayız.
Diğer gezegenler olmasa ay düzenli bir şekilde dolanamaz. Ay dolanmadıkça düzenli şekilde yer dönemez. O zaman gece ve gündüz olmaz, yaz ve kış olmaz.
Demek ki semadan yağmur gelir, güneş ışığı gelir. Ama sema aynı zamanda bu su ve ışığı işe yarayacak şekilde tutan gökteki ay, güneş ve yıldızlardır. Onların yapısıdır.
وَأَنْزَلَ مِنْ السَّمَاءِ مَاءً (Va EaNZaLa MiNa elSaMAEı MAvEan) “Ve semadan mâı inzâl etti.”
Burada “sema” kelimesini tekrar etti. Zamir göndermedi; “Minhu Maen” demedi. Çünkü yukarıda bahsedilen sema ile galaksiye varıncaya kadar olan sema kastedilmektedir. Buradaki sema ile ise yeryüzüne en yakın olan on kilometrelik semadan bahsedilmektedir. Yağmur semasından bahsetmektedir. Buradan su indirilmektedir. Bu suyun kaynağı denizdir. Ama hep yukarı çıktıktan sonra aşağıya inip yağmaktadır.
“İnzâl etmek” emrine vermek anlamındadır. Yani, suyu insanların kullanmasına elverişli hâle getirmiştir. Ferş ve binadan sonra, yapı içindeki suyun dolaşımından, rüzgârlardan, sıcaklıktan, soğukluktan bir örnekle bahsetmektedir.
Evi inşa edersiniz. İçini ferş edersiniz. Sonra da elektrik ve su ısıtıcı ile yaşamaya başlanır. Güneş denizleri ısıtır. Buharlaşan hava bulut olur. Dağlara çarpar, soğuk olur, yağmur olur. Atmosferi temizler. Yeri sular. Toprak altında depolanır. Canlıları sular. Tekrar denizlere döner. Böylece sürekli olarak yerin karaları, denizleri ve havası temizlenmiş olur. Kan dolaşımı gibi bir dolaşımla canlıların yaşamasına imkan verir.
فَأَخْرَجَ بِهِ مِنْ الثَّمَرَاتِ (Fa EaPRaCa BiHIy MiNa elÇaMaRAVTı) “Onunla semeratı ihrac etti.”
“Semer” meyve demektir. Başlangıçta herhangi bir yemiş adı iken, sonra bütün meyvelerin adı olmuştur. “Yemiş” kelimesi de incirin adı iken, sonra bütün meyveler için kullanılır olmuştur. Olgunlaşmış meyvenin adıdır. Onunla yani yağmurla ihraç etmiştir. Tohum veya kök soğukta ve sıcakta uykuda iken, iklim müsait ise yağmur da yağarsa veya sulanırsa tohum çimlenir, kök filiz vermeye başlar.
“Bi” sebep içindir. Su ihraç etmek için sebep olmuştur.
“İhraç” dışarı çıkarmak, ortaya çıkarmaktır. Su hilkatine sebep değildir, ihracına sebeptir. Yani, zaten mevcut olanı ortaya çıkarmaktır. Bugün biyolojide kesin olarak bilinmektedir ki, su hayat için gereklidir. Ama hayat değildir.
“Mine’s-Semerâti” denmiştir. Yani, semerelerden hepsi bize rızık değildir. Onlardan bir kısmı bize rızıktır. “Mine’s-Simâr” denmemiş de, “Mine’s-Semerâti” denmiştir. Dişi kurallı çoğul getirilmiştir. Bu da çok önemli bir hususa işaret etmektedir. Tüm canlılar âlemi bir bütündür. Organik olmayan maddelerden organik maddelere çevirirler. Ancak değişik canlılar değişik maddeleri istenen maddelere çevirebilirler. Canlılar birbirlerini yedikleri için bölüşürken herkes ihtiyacı olanı alır. Nasıl ekonomide işletmeler birer ikişer madde üretir ama sonra o maddeler bütün işletmelere ham madde olursa canlılarda durum böyledir. Dişi kurallı çoğul meyvelerin bir bütünlük gösterdiğini ifade eder.
“Min” ile de bizim onlardan bazılarını kullanarak yeni maddeler sentezlediğimiz ifade edilmektedir.
رِزْقًا لَكُمْ (RiZQan LaKuM) “Size rızık olsun diye.”
Yeryüzü bizim için yaratılmıştır. Yağmurlar da bizim için yağmaktadır. Yeryüzünün canlıları bizim için var edilmişlerdir ve her gün faaliyettedirler. Sonunda meydana getirdikleri yemişler bize rızık olmaktadır.
“Rızk” üzüm demektir. Tükçede ‘razakı üzüm’ diye bir tür vardır, ona denir.
İnsan üzüm şekerini kullanmaktadır. Diğer şekerleri ve yağları üzüm şekerine çevirmektedir. Bunun için bütün besinlerin adı “rızık” olmaktadır.
“Rızık” kelimesinin üzüm manâsından geliştirilmiş olması Arapçanın mümtaz bir dil olduğunu gösterir.
Organik maddeler parçalanarak tekrar organik moleküllere indirilmekte, sonra her vücut onları yapı taşı olarak kullanarak yeniden inşa etmektedir. Her gün eski binalar bozulup onların taşları ile yeni binalar yapılıyormuş gibi bir hayat zinciri vardır. Moleküller eskimeyen ve bozulmayan canlının yapı tuğlalarıdır. Taşların sökülmesi, zedelenmeden moleküllerin parçalanması için özel maddeler kullanılır. Bundan dolayı canlılar için özel bitki veya hayvanlar rızık yapılmıştır. Her canlı ancak o kendisine rızık olarak yaratılmış canlıyı moleküllere ayırabilir. Böylece her canlının kendine özel rızkı vardır.
Canlılar bir besin zinciri oluşturacak şekilde yaratılmışlardır. Bitkiler topraktan ve güneşten yararlanarak organik molekülleri üretirler. Bitkiler ot yiyen hayvanlara yem olurlar. Ancak bütün bitkiler bütün otçulara yem olmazlar, değişik bitkiler değişik hayvanlara yem olur. Bunlar geviş getiren hayvanlardır. Ondan sonra at gibi geviş getirmeyen otçulardır. En üst seviyede ise meyvecil hayvanlardır. Leş yiyen hayvanlar vardır. Onların üstünde de avcı canavarlar vardır. Onlar ölünce de bakteriler onları parçalar. Bakterileri de virüsler öldürür. Böylece tekrar gübre olur. Besin zinciri böyle devam eder.
İşte insan bu besin zinciri içinde meyvecil hayvan olarak yaratılmıştır. Domuz ve maymunlar da bu gruptandırlar. Burada insanın meyvecil bir hayvan olduğu belirtilmiş olmaktadır. Pişirilmek şartı ile otçul hayvanların etleri de yenebilir. Ama insanın esas rızkı meyvedir. Cennette de hep meyveliklerden bahsetmekte, sadece kuş etine bir yerde işaret etmektedir.
فَلَا تَجْعَلُوا لِلَّهِ أَندَادًا (Fa Lav TaCGaLUv Lı elLAHı EaNDADan)
“Öyleyse Allah’a nedler ca’letmeyin.”
Bir fabrikanın işçisi olursun. Orada çalışırsın. Patronun odur. Onun işçisisin ve ondan ücret almaktasın. O fabrikada patronun değil de başkasının işini yaparsanız o zaman ona nedler yapmış olursunuz.
“Nedve” toplantı yeridir. “Ned” adaş demektir, eşdaş demektir.
Yani, aynı sözle çağırmayın, adlandırmayın. Kişiler ünvanları ile çağırılırlar. Nebi İsa, Resul Muhammed, General Çakmak, Başbakan Tayyip gibi. İşte Allah’ın makamını gösteren isimler, bir başkasına isim olamaz. “Rab” Allah’ın sıfatıdır, “Rahman” Allah’ın sıfatıdır, “İlah” Allah’ın sıfatıdır; başkaları O’nun adıyla çağrılamazlar. O’nun makamında, O’nun yerinde oturtulamazlar. Yani, şekilde hiçbir kimse devletin veya ilin yerine oturtulamaz. Kimse ‘devlet benim’ diyemez. Onlar kamunun, topluluğun resulüdür, kendileri değildir. Vekili bile değildir. Kendilerine verilen yetkiler içinde kendilerine verilen sınırlı görevleri yerine getirirler.
وَأَنْتُمْ تَعْلَمُونَ(22) (Va EaNTuM TaGLaMUvNa) “Siz ilm ede ede, bile bile nedler ca’letmeyin.”
Bugün artık bütün insanlar kesin olarak biliyorlar ki insanların doğa üstü bir güçleri yoktur. Bütün insanlarda aynı kromozomlar vardır, aynı genleri taşırlar. Zekâ geni bile yoktur. İnsanda mevcut olan bilgiler dahi kâinatı var eden Allah tarafından beyinde yerleştirilen bilgisayarlar sayesinde zamanla kazanılmakta, kollektifleştirilmekte ve gelecek nesillere aktarılmaktadır. Büyük keşifler dahi tarihi evrimin bir basamağını teşkil etmektedir. İnsan sadece doğal kanunları kullanarak bir şey yapabilmektedir. Doğal ve sosyal kanunların dışına adım atamamaktadır. Bugün lâiklerin imana karşı olan iddiaları tamamen bilerektir. Dolayısıyla küfürdür.
Asr-ı saadette bile bile inkâr edenler %10u teşkil ediyordu. Bugün bu %90a çıkmıştır. Kur’an’ın istediği insanın samimi olmasıdır. İnsanın doğruyu öğrenmeye çalışması ve ona göre inanarak amel etmesidir. İnsan bile bile aksini yapmaktan sorumludur. Yahut öğrenmemekte ısrar etmek küfürdür. Yukarıda “LâYeş’urûn, “Lâ Ya’lemûn” gibi ifadeler geçmiştir. Burada bile bile aksini iddia etmeyin nehyi gelmiştir.
***
وَإِنْ كُنتُمْ فِي رَيْبٍ (Va EıN KuNTuM FIy RaYBın) “Eğer reyb içinde iseniz.”
Sûrenin başında “Lâ Raybe Fîhi” denmişti. Orada verilen haber burada ispatlanmakta ve o Kitab’ın ne olduğu anlatılmaktadır. O abdimize inzâl ettiğimizdir.
“Reyb” bulanıklık idi. Kur’an’ın içinde reybin bulunduğunu zannediyorsanız, o takdirde bir araştırma yapınız. Onun içinde bir reybi yakalayınız ve onunla geliniz. ‘İşte burada reyb var’ deyiniz. Diyemezsiniz, çünkü sizin için reyb olanları sizi ilzam etmez. Orada reyb yoktur ama müteşabih vardır. Reyb ile teşabüh farkı şudur. Reyb kendisinde karışıklık olmaktır. Teşabüh ise bakan tarafından görmedeki eksiklikten dolayı karışık ve bulanık görmesidir. Görmedeki bozukluk gereği kadar düzeltilebilir ama kendisinde olan bozukluk düzeltilemez.
مِمَّا نَزَّلْنَا (MınMAv NazZaLNAv) “İnzâl ettiğimizde reyb içinde iseniz.”
Burada yine “Minellezi Nezzelnâ Alâ Abdinâ” denmemiş de “Mimmâ Nezzelnâ” denmiş. Böylece inzâl olunan sadece Kur’an’ın kendisi değil, aynı zamanda yorumudur. Buradaki “abd”den maksat müçtehittir. Çünkü uygulama bir yorumcudan çıkan içtihatla olur. İcma olmadıkça değişik müçtehitlerin içtihatları ile amel edilemez. “Enzelnâhu” denmesi gerekirdi. Ama “Mâ” ma-i masdariye olarak alınırsa “Hu”ya gerek olmaz. O zaman ‘inszâlden şüphe içinde iseniz’ olur. Yani, şüphe inzâl olunana değil de, ‘inzâl ettiğinden şüphe içinde iseniz’ olmuş olur. O takdirde buradaki inzâl Kur’an’ın inzâlidir. Burada münzel nekiredir, ama inzâl marifedir.
عَلَى عَبْدِنَا (GaLAy GaBDıNAv) “Abdimize inzâl ettiğimizden reyb içinde iseniz.”
“Abd” marifedir. Hazreti Muhammed olarak alabiliriz. “Alâ Rasûlinâ” denmemiş de “Alâ Abdinâ” denmiştir. Resul başkasının da resulü olabilir. Ama abd/kul ise yalnız O’nun abdidir. O’na gelen sadece Kur’an değildir. O’ndan gelen bütün bilgiler de inzâl olunandır. O amel ile Kur’an’ı beyan etmiştir. Yani, Kur’an Hazreti Muhammed aleyhisselâma nâzil olmuştur; Hazreti Muhammed de bir taraftan onu okumuş ve yazdırmıştır, diğer taraftan orada emrolunanları bir abd/kul olarak yerine getirmiştir. Bu suretle Kur’an’ı beyan etmiştir. Böylece “Abdinâ/Abdimize” demekle ve “Mâ”yı nekire yapmakla sünneti de içermiş olmaktadır.
فَأْتُوا بِسُورَةٍ (FaETUv BiSUvRaTin) “Bir sûre i’tâ ediniz.”
“Sevr” bileziktir. “Sur” bilezik gibi kenti çeviren duvardır. İçinde bulunan korunmuş şeyler de sûredir.
Kur’an sûrelere ayrılmıştır. Fatiha’nın dışında 112 sûre vardır. Bir sûre ise besmelesiz sûredir. Fatiha ile beraber 114 sûre eder. Kur’an’a bir sûre eklense hem 7*16=112’lik sayı bozulur, hem de 6*19=114 bozulur. Kur’an’ın bütünündeki kelime ve harf sayılarında da bozulma olur. Böylece Kur’an paramparça edilmiş olur.
مِنْ مِثْلِهِ (MiN MiSLiHIy) “Mislinden bir sûre getiriniz.”
Buradaki “Min” tebyini cinstir. Yani, Kur’an’dan, kitaptan ona benzer, onun misli bir sûre getiriniz.
Buradaki “Hi” zamiri “Zâlike’l-Kitab”daki Kitab’a gitmektedir. Kitab’da reyb yoktur. Kitab’dan reyb içinde iseniz benzer bir sûre getiriniz. Bir sûrenin misli olması için kullandığınız kelimelerdeki harflerin toplamı âyetlerde seçkin sayılar olmalı, sonra manâlar tam ifade edilmesi istenen manâları içermelidir. Çelişki olmamalı, muhal olmamalı, icmaa aykırı olmamalıdır. Bir de, uygulayınca sonuçlar vermeli, yararlı olmalıdır.
وَادْعُوا شُهَدَاءَكُمْ (VaDGUv ŞuHaDAEaKuM) “Şehitlerinizi dâvet ediniz.”
“Şahid” gören, müşahede eden demektir. “Şuhd” petekteki baldır. Saflığı bozulmamıştır.
“Şehadet etmek” demek, bir olayın doğruluğunu petekteki balda mevcut açıklıkla ortaya koymaktır. Bir şeyi tümü ile görüp kavrayan kimseye “Şahid” denmektedir. “Şehid” ise araştırmacı soruşturmacı demektir. Değişik olayları bir araya getirip değerlendiren ve sonunda kesin kanaate varan kimse şehiddir. Tüm araştırmacılarınızı da getiriniz denmektedir. Yani, bütün reyb içinde olanlar araştırmalarını yapsınlar ve deneme olarak da benzer bir sûrenin getirilmesini sağlasınlar.
Hukuktaki araştırmacıya soruşturmacı denmektedir.
مِنْ دُونِ اللَّهِ (Min DUvNı elLAHı) “Allah’ın dununda.”
Kâinatı var eden Allah’ın dışında bütün şahitlerinizi çağırınız. Bir de icmalar da kat’ileri ifade eder. İcma ile sabit olan, icmaya katılıp ortaya konmuş olanları hatalı buluyorsanız, siz reyb içinde olanlar araştırmacılarınızı çağırınız demektir. Bu kayıt ile icmanın kat’iliğine işaret edilmektedir. Sahabelerin Kur’an’ı yorumla ilgili icmaları kesindir. Kıyamete kadar onda hata bulamayacaklardır. Ondan sonra Kur’an’ı yorumlama ile ilgili icmalar da doğruluğunu koruyacaktır. Sadece şartların değişmesi ile değişmeler olabilir, ama şartlar ortaya çıkacak ve yeniden uygulanır hâl alacaktır. Tebe-i tabiînin icmaları ise bize ancak örnek olabilir. Ondan sonraki asırların icmaı bizi bağlamaz. Ancak bizim asrımızın icmaları bizi bağlar. İlk üç icmaların bizim için delil olması için asrımızın icmaı ile icma olduğu sabit olmalıdır. Sıratı mustakîm budur.
Nâsın icmaları vardır. Burada sözkonusu olan bu icmadır. Kur’an kitabındaki muhakemeler ancak icma ile kesinleşir. Diğer müteşabihler de içtihatla amel edilir hâle gelir. İçtihattaki zannîlik reyb değildir. Çünkü amel bakımından kesindir. Hatalar mamulün bihtir. Demek ki içinde bir reyb yoktur. Mü’minlere kolaylık olsun diye Kur’an herkese tümünü açıklamış, herkese kendisine ihtiyacı olanı bildirmektedir.
إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ(23) (EiN KuNTuM ÖAvDıQIyNa) “Sadık iseniz.”
Gerçekten reyb içinde iseniz. Söylediğiniz içinizdeki ile doğrulanmaktadır.
20nci yüzyılda Türkiye’de olanlar, Kur’an’da reyb olmadığı, herkesin onu tasdik ediği, fıkıhçılara ve sünnete itiraz ettiği görülmektedir. Kur’an’ın herkesi 1400 sene sonra saygı ile önüne eğdirdiği görülmektedir. Kur’an’a karşı çıkanlar onda reyb içinde değildirler. Sadece reyb içinde yalan söylemektedirler.
***
فَإِنْ لَمْ تَفْعَلُوا (FaEıN LaM TaFGaLUv) “Fiil edemezseniz.”
“Bu işi yapamazsınız, mislini getiremezsiniz.” Bu çok önemli bir meydan okumadır. Bizim de böyle deneme yapmamız men edilmemektedir. Çalışıp bir sûre getirebilirsek o zaman bize her şey mübah olacak. Artık cehennem diye bir şey olmayacaktır. Bu ifade bize iki şeyi ifade etmektedir. Birinin böyle bir işe kalkışması yasaklanmış ve günah değildir. Deneyin demektedir. Getirdiğimiz takdirde de artık bize her şey helal olacaktır. Hiçbir mükellefiyet olmayacaktır.
Allah’tan başka böyle bir meydan okumaya kim cesaret edebilir? Sonra, bütün insanlık buna çağrılmaktadır. Allah’a meydan okuyan bir zat olan Karl Marx ortaya çıkmış ve ‘Kapital’ diye bir kitap yazmıştır. Haydi bakalım, getirin, Kur’an ile karşılaştıralım. Kur’an kadar yetkili bir kitap olduğuna kanaat getirirseniz, o zaman tüm ibadetten muaf olursunuz. Ne var ki Yahudi sermayesinin silahı ile zorla kabul ettirilen Marksizm’in bugün adı anılmaz olmuştur. Sosyalistler vardır, da Marksistler yoktur. Bugün sosyalizmi savunanlar teorik olarak hâlâ vardır. Uyguladığını iddia eden Çin gibi ülkeler vardır ama Marksist kalmamıştır.
وَلَنْ تَفْعَلُوا (Va LaN TaFGaLUv) “Fiil edemeyeceksiniz.”
Cümleyi mu’terizedir. “Ki yapamayacaksınız.” Kur’an’ın misli bir sûre getirilemeyecektir.
Bu haberdir meydan okumadır. 1400 senedir Kur’an’a silahla hep saldırılmıştır. Kritik edilmiş, onda hatalar ve eksiklikler aranmıştır. Oysa, yapacakları iş, benzer bir kitabı onun yerine getireceklerdi. O öyle bir sûre olmalıdır ki, karşı düzen oluşturmalıdırlar.
KUR’AN NELER YAPMIŞTIR?
a) Önce sadece okunmuştur. Duyanlardan inananlar oldu, çoğu inanmadı. İnananlara zulmetmeye başladılar. Ama Kur’an’ın etkisiyle o kadar sık bir cemaat oldular ki kimse onları birbirinden ayıramadı. Zulüm edildikçe onlar birleşti. Kur’an zalimlerin değil, mazlumların kitabı oldu.
b) Sonra Medineliler onları dâvet ettiler. Orada bir dayanışma ortaklığı kurdular. Tüm Medine halkı kendi istekleriyle katılarak tam demokratik bir usulle Medine devletini kurdular.
c) Çevre onlara saldırdı. Mekkeliler Medine’ye gelip saldırdılar. Kur’an onlara savunma gücünü sağladı. On sene içinde tüm Arabistan birleşti ve devlet oldu. Bu dönemde tüm ölenlerin sayısı 500 kişidir. Yarısı Kur’an ehlinden, diğer yarısı ise onlara saldıranlar arasından ölmüştür.
Burada Kur’an’ın yaptığı iş, başka hiçbir birleştirici olmadığı halde, güçlü bir devlet oluşturmasıdır. Bir sosyal grubun lehine olmayan, bir sosyal grubun aleyhinde olmayan bir birleştirici anlayış, insanlığı birleştiren bir anlayış ile devlet kurmuştur. Marksistler ise ancak ihtilâl yaparak, kanlar akıtarak, zorla sosyalizmi tesis etmek istemiş, bunu da başaramamışlardır. Marksistler enternasyonaldirler ama onlar sermaye düşmanlığı yapmıştır. Kur’an ise yalnız ve yalnız anarşistlere karşı olmuştur.
d) Ondan sonra Kur’an Tevrat ve İncil’in oluşturduğu uygarlığın devamı olan bir uygarlık oluşturmuş, bu uygarlık Batı’ya etki ederek bugünkü uygarlığı oluşturmuştur. İşte bunu yapan bir kitap getirin. O gün getirmek kolaydı. Bugün çok zordur, çünkü 1400 yıllık bir karşılaştırma zamanına ihtiyacımız vardır.
KUR’AN’IN DÖRT TEMEL MUCİZESİ VARDIR
a) Kâinatın ve insanlığın geçmişini bilmektedir. Gelecekte olacakları da haber vermektedir. Bunlarda hata etmemektedir.
b) Nâzil olduğu tarihte kâğıdın bile olmadığı yerde kaleme alınmış ve bugün milyonlarca nüsha arasında tam bir benzerlik bulunacak şekilde hem lafzıyla hem de diliyle günümüze intikal etmiş bulunmaktadır.
c) Kur’an’ın kelime ve harf sayıları seçkin sayılardan oluşmaktadır. Bizim böyle bir metni oluşturmamız mümkün değildir.
d) Kur’an’ın getirdiği hükümler arasında çelişki yoktur, uygulanabilir hükümleri içerir, icmalarla anlaşılanlarda yanlışlık olmaz. Nihayet çok yararlı sonuçlu sistem getirmiştir.
فَاتَّقُوا (Fa itTaQUv) “İttika ediniz, korununuz, sakınınız.”
Kur’an’a benzer bir sûre getirilemezse, o zaman artık ateşten sakınınız. Yani, bunu yapamazsanız sizi yakacak ateşten korunmanız gerekir. Kur’an’ın muttakilere gösterdiği yoldan gitmeniz gerekir. Eğer siz Kur’an ayarında bir sûre getirirseniz, korkmayın, artık sizin için bir tehlike yoktur. Siz de bir tanrı olursunuz ve kendi dünyanızı yaratırsınız! Bu kâinatın Rabb’ine ihtiyacınız kalmaz! Yani, Kur’an’ın bir sûresini getirmek bile kâinatı yaratma kadar zordur.
Kâinatta bazı temel parçacıklar vardır. Onların tâbi olduğu kanunlar vardır. Onların özellikleri öyle konmuş ki sonunda tüm kâinat varolmuştur. Sonra yeryüzünün içine konan maddelere verilen özellikler öyledir ki bugünkü canlılar yaşamaktadır. Canlıların DNA’ları öyle dizilmiştir ki, bütün canlılar bir birlik içinde yeryüzünün canlılık düzenini sağlamaktadır. İnsan beyninde öyle programlar yüklenmiştir ki, bu sayede bugünkü uygarlık doğmuştur. Bunları yapmak ne kadar zorsa, Kur’an’ı harflerden oluşan kitap hâline getirmek de o kadar zordur. Bunun için “Besmele” ve “Fatiha” ile ilgili özel açıklamalarımıza baş vurulabilir.
النَّارَ (elNAvRa) “Nârdan ittika ediniz, ateşten korununuz.”
“Nâr” ateş demektir. Ateş iki şekilde ortaya çıkmaktadır. Atomlar birleşerek molekül meydana getirmektedir. Bunların bir kısmı ısıyı yutar öyle birleşir, bir kısmı ısı ile birleşince ısı verir. Mesela, kömürle oksijen birleşince ısı verir. Bu ısı çok şiddetli ise ışık hâlinde oluşur. Işıkla ısı arasındaki fark, ışık tek istikamette akan dalga huzmesidir, ısı ise karışık şekilde değişik istikamette hareket eden parçacıklar yahut dalgadır.
Biz bugün ateşi böyle elde ediyoruz. Odunu veya mumu yakıyor ve ateş elde ediyoruz. Ateş böceğinde olduğu gibi hayvanların bir kısmı böyle ışık elde ediyorlar. Bir de barajda yukarıdan düşen su türbin denen makineyi çeviriyor. Makinenin üzerinde mıknatıs var, mıknatıs bobinlerde elektrik üretiyor. O elektrik uzaklara giderek oradaki telleri ısıtıyor ve lambalar oluşuyor. Bu da yakıt yakmayan enerjidir. Yahut yakıt bir yere bağlı değildir. Nûr Sûresi’nde anlatılmaktadır. Bir de atom enerjisi vardır. Bu da atomların birleşerek daha ağır otom elde etmek veya ağır atomları parçalayarak hafif atomlar elde etmekle olur. Güneşteki enerji böyle meydana gelir. Dört hidrojen birleşir ve bir helyum atomunu oluşturur. Bunun sonucu çıkan ışık bize kadar gelir. Kömür 12 atom ağırlığındadır. Bir de onun 14 ağırlıklı olanı vardır. Yeryüzündeki canlılar da kullanmaktadırlar. Güneşteki canlılar yani cinler de bunu kullanarak enerji taşımasını yaparlar.
الَّتِي وَقُودُهَا (elLaTIy VaqQUvDuHAv) “Yakıtı, o ateşin yakıtı.”
“Vakud” yakıt demektir. Türkçedeki yakmakla akrabalığı vardır. Kömür bir yakıttır. Gaz bir yakıttır. Odun bir yakıttır. Hazreti Adem yaratıldığında diğer canlılar ateş yakmayı biliyorlardı. O canlılar şimdi yoklar. Çalı çırpı tutuşturuluyor ve ateş yakılıyordu. O çalı çırpıya “Vakud” denmiştir. Türkler de Araplar da o kelimeyi bugüne kadar kullanmışlardır.
النَّاسُ وَالْحِجَارَةُ (elNAvSu Va eLXıCAvRaTu) “Nâs ve hicaredir.”
Biz bugün güneşten gelen ışıkla besleniyoruz. Yeryüzündeki yakıt güneş enerjisini depolamakta ve onu kullanmaktadır. Yeryüzünde enerji üretilmemektedir. Oysa güneşe dışarıdan enerji gelmemekte, oradaki varlıklar kendileri yanarak enerji üretmektedirler. Dışarıdan enerji almamaktadırlar. Dört hidrojen birleşerek helyumu meydan getirmekte ve bu sayede ortaya çıkan enerjiyi oradaki canlılar kullanmaktadır. Güneşteki hidrojen tükenmektedir. Bir gün gelecek güneş sönecek ve artık güneş karanlık olacaktır.
Cehennem de güneş gibidir. Orada, oradaki maddeler birleşerek veya ayrışarak insanlar ve cinler yaşayacaktır. Cehennem atomlar dünyası olacaktır. Oysa cennet bu dünya gibi moleküller dünyası olacaktır. Demirden küçük maddeler birleşir ve enerji üretirler. Demirden büyük maddeler parçalanır ve enerji üretirler. İnsanın bedeni demirden küçük maddelerden oluşmuştur. Hafif elementleri kullanırız. Çok az ağır elementlerden yararlanırız.
Buradaki “Nâs” hafif elementleri temsil eder, bunların birleşmesinden ateş olur.
“Hicare/Taşlar” ise daha çok demirden ağır maddelerden oluşur. Onlar da parçalanarak ateş üretirler.
Hâsılı, biz şimdi moleküller kimyası ile yaşıyoruz, onlar ise çekirdek fiziği ile yaşayacaklardır.
أُعِدَّتْ لِلْكَافِرِينَ(24) (EuGıdDaT Li eLKAvFiRiyNa) “Kâfirler için i’dad edilmiştir.”
“Küfretmiş olan kimseler ise uyarsan da uyarmasan da iman etmezler.” denmişti. “Bu ateş onlar için i’dad edilmiştir, hazırlanmıştır.” Ne kadar kâfir varsa cehennemde de o kadar yer olacaktır.
Hapishaneler dolduğunda artık yeni suçlular alınmaz. Hafif suçlular çıkarılır, ağır suçlular da konur.
Bu dünyada evrim olduğu için başta boş yerler var gibi görünür. Oysa boş ve gereksiz bu dünyada bir yer yoktur. Cehennem ve cennette gerektiği kadar yer olacaktır. Kimse merak edip üzülmesin!..
ADİL DÜZEN 345
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 7. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم * وَبَشِّرْ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا مِنْ ثَمَرَةٍ رِزْقًا قَالُوا هَذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ وَأُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا وَلَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(25) إِنَّ اللَّهَ لَا يَسْتَحْيِي أَنْ يَضْرِبَ مَثَلًا مَا بَعُوضَةً فَمَا فَوْقَهَا فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا فَيَعْلَمُونَ أَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ وَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ مَاذَا أَرَادَ اللَّهُ بِهَذَا مَثَلًا يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا وَيَهْدِي بِهِ كَثِيرًا وَمَا يُضِلُّ بِهِ إِلَّا الْفَاسِقِينَ(26)
***
Adil Düzen Çalışanları, Bediüzzaman’ın risalelerine benzer şekilde bu tefsirleri hazırlayıp okuyacaklardır.
Bediüzzaman Hazreti İsa’nın cemaatini kurmuştur. Siz Hazreti Muhammed aleyhisselâmın cemaatini kuracaksınız.
SİZİN CEMAATİNİZİN ONLARIN CEMAATİNDEN BAZI FARKLARI OLACAKTIR.
1- Bediüzzaman Kur’an’ın imânî tarafını tefsir etmiştir. Siz ise Kur’an’ın amelî ve siyasî tarafını tefsir edeceksiniz. Müçtehitlerin o zaman yapamadıklarını siz yapacaksınız. Onlar sadece özel hukuku geliştirdiler. Sultanların karşısında adil yönetim sistemini geliştiremediler, siz bunu yapacaksınız.
2- Bediüzzaman sadece iman tarafı ile meşgul olmuş, amel kısmını ise fıkha bırakmıştır. Hazreti İsa gibi onun özel şeriatı yoktur. Bugün kurdukları işletmeler faiz düzeni işletmeleridir. Siz ise içtihat yapacak ve aynı zamanda içtihatlarınızı uygulayacak, şeriata göre işletmeler kuracaksınız. Akevler ve Milat market çalışmaları işte bu çalışmalardır.
3- Bediüzzaman’ın arkadaşları erkeklerden oluşuyordu. Hazreti İsa gibi evlenmemiştir, arkadaşları arasında kadın yoktur. Adil Düzen Çalışanları ise kadın-erkek birlikte Kur’an okuyacak ve uygulamalar olacaktır. Hazreti Muhammed aleyhisselâmın eşi Ayşe sahabelerin ileri gelenlerindendir. Hazreti Peygamberin cemaatine erkekler gibi kadınlar da geliyordu.
4- Bediüzzaman III. Bin Yıl Medeniyetini hazırlamıştır. Siz ise bu medeniyeti kuracaksınız. Onun risaleleri sadece okunmuştur. Siz hazırladığımız bu tefsirleri sadece misal olmak üzere okuyacaksınız. Her gün yeniden tefsirler yapacak, katkıda bulunacak, yanlışlarını düzeltecek, Kur’an’ın yorumlarını güncelleştireceksiniz. Her hafta yarım sahifenin tefsirini yapıyoruz. Kur’an 1200 haftada biter. Elliye bölersek 24 senede tamamlanmış olur. Demek ki en az 24 senede bir Kur’an yeniden yorumlanmalıdır. Bakara Sûresi bittikten sonra siz eksiklikleri tamamlamalısınız. Bu şemsi takvime göre 23 yıl eder. Kur’an da 23 yılda nâzil olmuştur. Haftada yarım sahife yorumlamak ile bir tevafuk vardır.
وَبَشِّرْ (Va BaşŞıR) “Ve tebşir et.”
“Ve” harfi ittika ediniz ve tebşir ediniz şeklinde atıf yapmaktadır. Çünkü yukarıda cehennemlikler anlatılmış, aşağıda ise cennetlikler anlatılmıştır. Ne var ki çoğul olan emir müfred olana atfedilmiştir. Yani, Kur’an bütün nâsa doğrudan hitab etmiş, tebşiri ise mübelliğ olan resule bırakmıştır.
Başbakan valilere genelge yayınlar. Televizyonda bunu ilan eder. Valiler bu genelgeye uymak zorundadır. Ama bir de valilere özel elçi göndererek özel talimat verse, valiler o özel talimatı genelgeye tercih ederler. Hâs/özel âmmı/umumiyi/geneli tahsis eder. Allah önce “Ey Nâs” genelgesi ile tüm insanları nârdan ittikaya çağırmış, sonra da mü’minlere özel elçi ile cenneti müjdelemiştir.
“Ve” harfi ey nâsa da atıf olabilir. Şöyle ki, “Ey Nâs” ile başlayan âyetin başında “Kul/söyle” takdir edilir. O zaman “Ey Nâs” hitabını resul yapmış olur. Çünkü Allah nâsa doğrudan hitap etmekte ise de, bunu yine mü’minlerin eliyle yapmaktadır. Mü’minlere hitabı da resul yoluyla yapmaktadır.
Resul ashabını bularak bir mü’minler topluluğu oluşturur. Bunlar Kur’an okuyan cemaattirler. Başkanlarının başkanlığında mukarrabundurlar. Allaha yaklaşmışlardır. Evvelundurlar, sabikundurlar.
Bunların etrafında ashabı yemin vardır. Ashabı yeminin çevresinde müellefei kulub halkası vardır. Onların çevresinde de nâs vardır. Bu takdirde buradaki “Ve” harfi mahzuf olan “kul”a atfedilmektedir.
Burada emrolunan kişi her kabilenin başkanıdır. İl merkez bucağının başkanı jandarma birliğine söylemektedir. Devlet merkez bucağı başkanı ise askeri birliklere hitap etmektedir. İnsanlık merkez bucağının yani Mekke’nin başkanı ise bütün barış devletlerinin ordularına hitap etmektedir.
Bucak başkanına örnek insan Hazreti Muhammed aleyhisselâmdır. Kıyamete kadar gelecek başkanlara örnek başkandır. Bütün bucak başkanları onların halifesidir. İslâmiyet’te merkezî yönetim olmadığı için, bucak başkanları merkez bucak başkanlarının emrinde değildirler.
“Tebşir etme” ise inzârın karşılığıdır. “İnzâr” gelecekten uyarma olduğu gibi, “Tebşir” de gelecekten iyi haber vererek sevindirmektir. “Buşr” tüyleri yolunmuş siyah olmayan deridir. İnsanın sevinen yüzü ona benzetilmiştir.
الَّذِينَ آمَنُوا (elLaÜIyNa EaMaNUv) “İman etmiş kimseleri tebşir et.”
“Ellezzî” ile yapılan terkipte hem failler yani iman edenler bellidir, hem de iman edilen şey bellidir. Burada kastedilen kimseler, dayanışma ortaklığı kuran kimselerdir. Dayanışma ortaklığı şu demektir. Dayanışanlardan birine yapılan bir saldırının hepsine yapılmış gibi kabul edilmesidir. Birlikte karşı koyarlar. Birinin hastalanması hepsinin hastalandığı gibi kabul edilerek tedavi giderlerinin ortaklaşa karşılanmasıdır. Bir kimse hataen adam öldürse, ödenecek diyetin birlikte karşılanması dayanışmasıdır. Dayanışma ortaklığı sigortadır. Sigortada önce prim alınır ve sonra eğer bir kaza olursa hasar o fondan karşılanır. Bu sistem birtakım yolsuzluklara sebep olmaktadır. Oysa dayanışma ortaklığında ise kaza olunca ortaklar birlikte bölüşerek hasarı taksitlerle öderler. Böylece ortaklar birlikte kazaları önlemeye çalışırlar. Çünkü kaza herkesin kazasıdır. İlk topluluklarda dayanışma sadece savunmak için düşünülmüştür. Bugün ise dayanışmasız hayat düşünülemez. Sigortalı hayatta zenginlerin yaşama hakkı vardır.
“III. Bin Yıl Medeniyeti”nde sigorta kalkacak, yerini dayanışma alacaktır. Güvenceli ehliyet gelecek için şarttır. Bu da dayanışma ortaklıkları ile sağlanacaktır. Yeryüzünde dayanışmanın yaygınlaşması ilk âyetlerde zikredilen gayba iman ile bütün vahye imana dayanmaktadır.
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (Va GaMiLUv elÖAvLıXATı) “Sâlihatı amel etmiş.”
Dayanışma ortaklığını kurmak yeterlidir. Dayanışma korunmadır. Ama etkin hâle gelip iş yapılmazsa hiçbir işe yaramaz.
“Sâlih” uygun iş demektir. Ben bir iş yaptığımda başkalarının işlerine de yaramalıdır.
“Sâlihât” kurallı dışı çoğuldur, bu sistemi ifade eder. Bugün bu konularda oldukça büyük gelişmeler vardır.
a) Davranışlarımız kurallar içinde olmalıdır. Bizim ne yapacağımızı diğer insanlar bilmelidir ki onlar ona göre kendi davranışlarını ayarlasınlar. İçtihat, sözleşmeler, istişarî kararlar ve hakem kararları bu kuralları ortaya çıkarır.
b) Diğer taraftan üretimde standartlar geliştirilmiştir. Kişiler bir malı üretirken başkalarının onları kullanabilecekleri şekilde üretirler. Tekerlek yapan kimse onu arabalarına takabilmelidir. İnsanlar mallarını pazarlayabilmek için onların istedikleri malları üretmek zorundadırlar. Böylece “ameli sâlihât” çıkar paralelliği anlamına gelmektedir.
c) Yatırımların ise hazırlanacak plan ve projelere göre yapılması gerekir. Eğer plana uygun yapılar oluşturulursa sonunda yaşanan bir kent oluşur. Burada planın ortak olarak hazırlanması sözkonusudur. Planın uygulanması ise tamamen serbest olacak, kişiler baştan izin almayacaklar, kendi anlayışlarına göre uygulama yapacaklardır. Uyan olmazsa hakemler yoluyla mağduriyet giderilecektir.
d) Son olarak ameli sâlih müsbet ilmin verilerine göre en uygun proje yapmaktadır. İki nokta arasındaki doğru tektir. Eğer herkes o doğruyu ararsa sonuç ameli sâlih olur. Köşe taşları Kur’an tarafından konmuştur. İnsanlar onları doğrularla birleştirerek yol alırlar. Farklılık doğruyu çizerken yapılan sapmalardır. Doğruyu Allah kimseye bildirmemiş, insanları serbest bırakmıştır. O sebepledir ki ameli sâlihât, herkesin kendi içtihadı ile amel etmesi demektir.
Burada günümüz Müslümanlarının yanlış bildikleri bir hususu düzeltelim. Namaz, zekât, oruç, hac ve cihad ameli sâlihât değil midir? Bunlar kendi başlarına ameli sâlihât olmaz. Bunlar şeriata uygun yapılıp topluluğun işine uyarsa ameli sâlih olur. İşyerinin düzenini bozan namaz ameli sâlih olamaz. İnsanlara zulüm eden cihad ameli sâlih olamaz. İbadetler maksatlarına uygun olarak yapılırsa ameli sâlih olur. Cıvata tek başına sâlihtir veya değildir denemez. Cıvata somuna uyuyorsa sâlihtir.
أَنَّ لَهُمْ جَنَّاتٍ (EnNa LaHuM CanNAvTin) “Onlar için orada cennât vardır.”
“Cennet” ağaçların bulunduğu bahçelerdir. Bağlıkların çevresinin çam ve selvi ağaçları gibi çeperlerle çevrildiği meyveliklerdir. Dışarıdan görünmez. İnsanlar orada rahat hareket ederler.
“Cin” de görünmeyen varlıklar demektir. Âhiretteki hayatın iki şekli olacaktır. Biri cennet, diğeri cehennemdir. Cehennem sıkıntılı hayatın yaşandığı alandır.
“Cinban vardır” denmemiştir de “cennât vardır” denmiştir. Kurallı çoğul getirilmiştir. Cennetteki bahçeler birbirini tamamlayacaktır.
Değişik bahçeler olacaktır. Çeşitli yemişler değişik yerlerde olacak, oraları dolaşıp rızıklanmak insanların hakları olacaktır. “Cennât” nekire olarak getirilmiştir. O halde değişik belirlenmiş bahçeler olacaktır.
تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ “Tahtında nehirler cereyan eder.”
Bu cümle cennâtın sıfatıdır. Altında ırmaklar akan cennetler vardır. “İçinde” denmemiş de “altında” denmiştir. Sular künk şebekesi ile yer altına alınmıştır. Bitkilerin kökleri künklerin çevresini sarmışlardır. Kökler geçen suları almaktadırlar. Eğer bitki ilaçlanacaksa buradan ilaçlanır. Yapraklara kadar çıkan ilaçlar hastalıkları yok ederler. Bu sulama sistemi bahçenin çamurlanmasını önlediği gibi, suları da en ekonomik şekilde kullanmış olur. Buradan geçen sular havuzlarda arıtılır. Yağmur suları ile tarlaların sulanmasına gerek kalmaz. Geleceğin ideal sulama tekniği budur. Buna da işaret etmektedir.
“Cennetleri vardır” deniyor da, semereleri vardır denmiyor. Çünkü bahçeler aynı zamanda temiz hava üretmektedir. Bahçenin havasının temiz olması için yapraklara ihtiyaç vardır. Bunun için güneş ışığına da gerek vardır. Bu hususta bir işaret alamıyoruz.
ُ كُلَّمَا رُزِقُوا مِنْهَا(KulLeMAv RuZıQUv MiNHAv) “Oradan her rızıklandıkça.”
Buradaki “Min” teb’iz içinden. Cennette olanların bazısından rızıklanmak demektir. Âhirette de beslenme vardır. Yani dünyada nasıl üzüm şekerini kullanarak besleniyor, onu yakarak enerji elde ediyoruz, âhirette de böyle olacaktır. Varlığımız yemez içmez bir durumdaki sadece kuru bir ruh olmayacak, bu bedenimiz aynen varolacak, bugün nasıl bir hayat yaşıyorsak, orada da aynı hayatı yaşayacağız. İlk yaratılan insan nasıl ağaçlar içinde yaşıyorsa biz de öyle yaşayacağız. Ama evlerimiz ve köşklerimiz olacaktır.
Burada fiili mazi getirilmiştir. “İzâ”da olduğu gibi sığa mazi sığasıdır, ancak geniş zamanı içermektedir.
“Tebşir et” dendiğine göre gelecekteki olayları anlatmaktadır.
مِنْ ثَمَرَةٍ (Min ÇaMaRaTin) “Semereden.”
“Meyveden.” İnsanlar meyvecil hayvan olarak yaratılmıştır. Orada da meyvecil olacaktır. Etten de yiyecekler. Ama asıl besinleri meyve olacaktır.
Buradaki “Min” tebyini cins içindir. Yani, yedikleri kök veya yaprak olmayacak, meyve olacaktır.
Buradaki “Min” aynı zamanda “MinHâ”daki “Min”in bedelidir.
رِزْقًا (RıZQan) “Rızık olarak.”
Cennetteki yemekler sadece zevk almak için değildir. Aynı zamanda beslenmek içindir. Çünkü orada da besine ihtiyacımız vardır. Oraya cennete muhtaç olmayan bir varlık olarak değil, muhtaç olan varlık olarak gideceğiz. Sadece orada ihtiyaçlarımız eksiksiz giderilecektir. Zahmetsiz giderilecektir.
Âhirette insan, cin, melek ve ruhlardan başka hiçbir şey bâki olmayacaktır. Bu dünyada olduğu gibi doğup büyüyecek, yaşayıp öleceklerdir. Hattâ insanların bedenleri de sürekli olarak yenilenecektir.
Doğa kanunları orada farklı olmayacaktır. Sadece insan için ölüm yerine bedeni değiştirme şeklinde bir işlem olacaktır. Şoförün arabasını değiştirme gibi bir durum olacaktır.
Bu dünyada da atomlar parçalanırlar ama yaşlanmazlar. Mesela yaşlı hidrojen atomu veya demir atomu yoktur. Çünkü onların yapıları sayısaldır, atomiktir. Bu husus yirminci yüzyılda ispat edilmiş oldu.
قَالُوا (QAvLUv) “Kavlettiler.”
“Küllemâ”nın cevabıdır. Dolayısıyla muzari manâsı vardır diyecekler.
Orada dünyada yedikleri meyvelerden olacak, başka bir yeni şeye rastlamayacaklardır. Oralardaki meyveler de bu dünyadaki meyvelerden olacaklardır.
هَذَا الَّذِي رُزِقْنَا مِنْ قَبْلُ (HAvÜAv elLaÜIy RuZıQNAv MiN QaBLu) “Bu min kabl rızıklandığımızdır.”
Bir meyve yediklerinde o meyve belki kendilerine rızık olarak verilmemiştir. Ama başka insanlar daha önce o meyveden yemiştir.
Birbirlerine soracaklar; “Siz bunu daha önce yediniz mi?” diyecekler.
“Evet, biz o meyveden dünyada yedik.” diyecekler.
Her meyvenin çeşidini orada bulacaklar. Başka bir meyve yani dünyada oluşturulmamış bir meyve ile de karşılaşmayacaklardır.
وَأُتُوا بِهِ مُتَشَابِهًا (Va EUvTUv BiHİy MuTeŞAvBıHan) “Ve ona müteşabih îtâ olundu.”
Ayrıca yedikleri meyvelerin dışında onun benzeri de verildi. Buradaki zamir nereye râcidir. Semere değildir. Çünkü o müennestir. “Mâ Ruzikû”daki “Mâ”ya râcidir. Rızıklanmaya benzer bir şey daha verildi. Zamir masdar olan rızka râci olur. Rızıklanmaya benzer ama rızıklanma değildir. Bu da insanları ölümlü olmaktan koruyan, acı çektirmeyen bir maddedir. Ağrı kesici ve yaşlanmayı önleyen haptır. Bu meyve değildir, meyve benzeridir. Mesela patates meyve değildir, meyve benzeridir. Havuç meyve değildir, meyve benzeridir. Syrıuva onlarda verilmiştir. “Ve Utû” dendiğine göre meyveler de verilmiştir. Buradaki “Ve” hâl vavı ise, âhirette verilenler dünyada verilenlerin aynı değil, müteşabihidir.
“Şebih” kelimesi “Şafa” kelimesine akrabadır. Üst dudağın alt dudağa benzemesi gibi şefehlik sözkonusudur. “Teşabuh” tefaul babındandır. Karşılıklı benzerlikten çok, ikiden fazla çokların benzerliği sözkonusudur.
İnsanların âhirette bu dünyada ihtiyaç duyduklarından fazla maddelere ihtiyaçları olacaktır. Çünkü orada acı duymayacak ve yaşlanmayacaklardır. O maddeler de rızık türü olacaktır.
وَلَهُمْ فِيهَا أَزْوَاجٌ مُطَهَّرَةٌ (Va LaHuM FIyHAv EaZVACun MuOahHaRaTun)
“Onların orada mutahhar ezvâcı vardır.”
“Zevc” çift demektir. Ayakkabının biri zevcdir. Karı-kocadan her biri zevcdir. Temim dışında zevce kelimesi Arapçada yoktur. Nefs gibi hem erkeğe hem de ünsaya zevc denir. “Ezvâc” ise çiftler anlamına gelir, çiftlerin çoğulu olur. Ama aynı zamanda birden fazla beraber olan küme demektir. Ehli beyte, aileye “Ezvâc” denir. Bu taktirde onların orada aileleri vardır anlamı çıkar.
Eşleşmek, çocuk yetiştirmek için sözkonusu olduğu gibi, insanlar ölünceye kadar birlikte yaşamak ihtiyacındadır. Aile sadece nesli sürdürmek için değildir. Aynı zamanda birlikte yaşayarak, insanların ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için aile vardır. Âhirette çocuk yetiştirme olmayacaktır, ama cennette makamı yükseltmek için aile hayatına ihtiyaç olacaktır. Böylece herkesin bir ezvâcı, ailesi olacaktır.
Bunu sadece karı koca şeklinde anlamak yanlıştır. Bun durum bir kimsenin tek ailesi olmasını da gerektirmez. Nasıl bir gelinin iki ailesi varsa, herkesin birden fazla ailesi olabilir.
Burada ezvâc mutahharat olarak tavsif edilmiştir. Bu cinsi ilişkilerin olmayacağı anlamına gelir. Kadınlar hayız görmeyecekler, erkekler cünüp olmayacaklar, cinsi ilişki kurulmayacak demektir. Oradaki birlikteliğe ihtiyaç oradaki hayat içindir. Orada ceza yoktur, ama iyi işler vardır ve onların mükafatı ve sevabı sözkonusudur. Cinsi ilişkide duyulan zevkten daha ileri zevk verecek meşgaleler olacaktır. Huri ve gılman kelimelerini böyle değerlendirmek gerekir. Zaten zevk bedenî değil rûhîdir. Beden araçtır. Zevk almak değişik şekliyle olabilir.
وَهُمْ فِيهَا خَالِدُونَ(25) (Va HuM FIyHAv PaLiDUvNa) “Onlar orada hâlittirler.”
“Huld” kelimesi kalmak, sürekli kalmak demek olur. Türkçedeki kalıcı kelimesine akrabadır. “Kalıt” şeklinde söyleyebiliriz. “Hurda” kelimesi ile de akrabadır. Bir şey yıkıldıktan sonra kalan yıkıntı hurdadır.
Zelzelede binalar yıkıldıktan sonra ayakta kalan bina hâlittir.
“Onlar orada hâlittirler” demek, çevredeki diğer canlılar ölümlü olduğu halde, insanlar hep kalıcıdırlar demektir. Bu kalıcılık ne kadar sürecektir? Yer ve gökler devam ettiği müddetçe kalıcıdırlar. Orası yok olduğu zaman onlar artık orada hâlit olamazlar, ama başka yerde hâlit olurlar.
Burada işaret edilmesi gereken önemli husus, ateş halkından bahsederken orada hâlittirler ifadesini kullanmıştır. Çünkü en azından hepsi hâlit değildirler. Başka yerlerde cehennemliklerin de hâlit olduklarından bahsetmektedir. Birçok yerde ise bahsetmemektedir. Bu hâlitlikte cennettekilerle cehennemdekiler arasında farklılık var anlamına gelir.
***
إِنَّ اللَّهَ (EınNa elLAHa) “Allah”
Önce burada “Va” harfi getirilmemiştir. Çünkü bundan önceki cennet cehennemlik âyetlerle yakınlığı yoktur. Ayrıca burada yukarıda sûrenin başından beri anlatılan Kur’an’ın muttakilere hidayet olduğu kâfirlerin ise ondan yararlanamayacağı hususu açıklanmaktadır. O halde bütün âyetlerin bir beyanı olduğu için burada “Ve” harfi getirilmemiştir.
“İnne” karşı tarafın aksini bildiği bir şeyi düzeltmektir. İnsanların hemen hepsi Tanrı’ya inanmaktadır. Ancak “Allah” genel düzeni kurar. Külliyatla meşguldür, cüz’iyatla meşgul değildir.
Hattâ Allah cüz’iyatı bilmez iddiasında olanlar vardır. Bunlara cevap olarak Kur’an’da bu küçük ve basit şeylerden de bahsedilir. Bir insanın temizliğini nasıl yapacağını teyiden anlatır. Küçük olsun, büyük olsun, her şeyin meseli bu Kur’an’da mevcuttur. İnsanlar ise yanlış bilmektedir.
Buna işaret etmek üzere burada “İnne” getirilmiştir.
Bu âyeti anlamak için tarihte Allah cüz’iyatı bilir ve yapar mı, yoksa külliyat içinde cüz’iyat kendiliğinden mi olur konusu üzerinde söylenenleri okumak gerekir.
لَا يَسْتَحْيِي (LAv YaSTaXYı) “İstihya etmez.”
“Haya” utanma, çekinme demektir. “Hay” yılan demektir. Nasıl yılan çekilip ortaya çıkmazsa, insanlar da yaptıklarını gizlerler. Bu daha sonra insandaki utanma ve çekinme duygusu anlamına kullanılmıştır.
Utanma kokmadan farklıdır. Utanma yalnız insanlarda vardır. Diğer canlılarda utanma yoktur.
Hazreti Adem yasak ağacı yemeden önce tüylü idi ve utanması yoktu. Yasak ağacı yedikten sonradır ki ağaçtaki zehir sebebiyle tüyleri döküldü. Ondan sonra insanlar utanmaya başladılar ve yaprakla örtündüler. Tevrat’ta bu durum anlatılmaktadır. Allah’a böyle küçük işlerle uğraşmak yakışır mı denemez. Allah’ın insanlara hidayet etmesi için Kuranda büyük küçük ne varsa hepsi yer almaktadır. Her şeyin birer meseli vardır.
أَنْ يَضْرِبَ مَثَلًا مَا (EaN YaWRiBa MaÇaLan MAv)
“Misal darbetmekten istihya etmez.”
“Mesel” aslında heykel demektir. Kalıbın içine çamuru koyarak tokmakla dövdükten sonra kalıbın dışına çıkararak kurutmak ve pişirmekle elde edilir. Bu sebeple heykel dövmek tabiri kullanılır. Tükçede biraz değişmiş, dökmek şeklinde kullanılır olmuştur.
Kur’an’da her konuda Allah birer misal verir. Sonra benzerlerinin onlara kıyas edilmesini ister. Bunun içindir ki kıyas, sünnet ve icmalardan daha çok sorunları çözmesi bakımından esas delildir. Sünnet ve icma bize Kur’an’ı ve kıyası öğretirler. Biz hükümleri kıyas yoluyla Kur’an’dan istidlal ederiz. Böylece Kur’an’ın temel üslubunu da bu âyetle izah etmektedir.
“Mâ” sözü bir isimden sonra kullanıldığında Türkçedeki taaccübü ifade eden ne manâsında kullanılır. “Racülen Mâ” ne adam demektir. Hattâ bu harfle fiili taaccüb üretilir. Vasfı vücuben mahzut bir mevsuf harfidir. Burada “Mâ” ne olursa olsun anlamındadır.
بَعُوضَةً (BaGUvWaTan) “Baudayı misal darbetmekten istihya etmez.”
“Ba’d” parça demektir. Cüzden farkı uzuv anlamındadır. Arabanın bazı demek, bir parçası demek olur. Cüz’ü ise koparılmış herhangi bir kısmı olur. Canlıların en küçük parçasına “Bauda” denmektedir. “Salsal” bir bauda olduğu gibi “Virüs” de bir baudedir. Virüs canlının aleyhinde bir parçadır. Ama canlının parçasıdır. Çünkü dışarıda sadece varlığını korur, canlıyı bulunca diken gibi batar ve hücrenin içinde bağımsız veya salsala yapışarak çoğalır. Canlılar alemindeki görevi, tek hücrelileri de dahil olmak üzere öldürmektir. Parçalamak, böylece yeni hayata imkan hazırlamaktır. “Bauda”nın ayrıca bir sineğin adı olduğu belirtilmiştir.
فَمَا فَوْقَهَا (Fa MAv FaVQaHAv) “Ondan daha fevkinde olanı da.”
Burada “VeMâ Fevkahâ” demek de “FeMâ Fevkahâ” demek. Bauda olmakta yani parça olmakta, canlılıkta daha aşağı olanları da olmakta. Onlar da DNA’lardır. Hücre içinde bağımsız çoğalan DNA’lar vardır. Eğer virüs ve kromozomları canlı sayacak olursak onların da canlı sayılması gerekir. Bunlar canlı değildirler, canlıların bazı özelliğini taşır. Bitki veya hayvan hücrelerinden sonra yaratılmışlardır. Çünkü onlarsız çoğalamaz ve yaşayamazlar.
“Favk” başımızın üstüne, “Taht” da ayağımızın altına demektir.
Kıyasta bir kural vardır. Asıl seçilirken, misal seçilirken, en hafifi alınır. Kıyas yapılırken o esas alınır, ondan şiddetli olan hayda hay o hükme tâbi olur. Şarap, haram olan en hafif içkidir. Daha fazla sarhoş eden veya onun gibi sarhoş eden haramdır. Domuz eti ve kan da böyledir. Ölmüş hayvan da böyledir.
فَأَمَّا الَّذِينَ آمَنُوا (Fa EamMa elLaÜIyNa EAvMaNUu)
“İman etmiş olan kimseler.”
“Fa” harfi verilen misalle karşı insanların tavırlarını anlatmaktadır. Buna açıklama, tafsil “Fa”sı denmektedir. “Emmâ” ile yukarıda ayırdığı iki grup insan bu kıyas metoduna karşı iki tavır takınmaktadırlar.
Mü’minler saygı ile karşılamakta, kâfirler ise istihza etmektedir.
Onlara göre Allah virüsü nereden bilecek de misal olarak anlatacak. Bir sineği anlatıyor.
Bauda kelimesinin isim olduğu bir sineği anlatıyorsa, burada bir hikmet aramak gerekir.
“Ricl” ile “Racül” arasındaki bağ da böyledir. Erkeğin cinsiyet kromozomu ayaklıdır.
فَيَعْلَمُونَ (Fa YaGLAMUvNa) “İlmederler.”
Burada “Fa Yü’minûne” denmemiş de, “Fa Yag’lamûne” denmiştir. Yani, mü’min olanlar bauda misalinin hak olduğunu bilirler. Nitekim biz bunun virüs olduğunu bildik. Misalin yani kıyasta asıl olanın Rab tarafından gelmiş hak olduğunu bilmektedirler.
Önemli husus olarak, kâfirler kıyası hafife alarak, sadece Kur’an’da nass ile bildirilenlere inanır ve amel ederler. Mü’minler ise sadece inanmazlar, aynı zamanda bilirler de. Yani, mü’minler sadece kuru imanları ile yetinmezler, imanlarını ayrıca ilimle de teyid ederler.
Allah’ın emirlerini ilimle teyit etmeye “hikmet” denmektedir. İlim olayların illetlerini ortaya koymaktır. İlletler ise hikmetlerle bilinirler. İman etmiş olanlar, aynı zamanda hikmetleriyle illetlerini de bilirler ve böylece kıyas yaparlar.
Demek ki, bu âyet Kur’an’ın uygulanması ile ilgili çok önemli bir kuralı bize anlatmaktadır.
Bu konuların Kitab’ın başında yer alan konular olduğu ne kadar da açık olarak anlaşılmaktadır.
أَنَّهُ الْحَقُّ مِنْ رَبِّهِمْ (EanNaHUv elXaqQu MiN RaBiHiM)
“Onun Rab’lerinden hak olduğunu bilirler.”
Burada zamir mesele gidebilir. Ancak, o takdirde “Hakkun” denmesi gerekirdi. “El-Hak” deyince sadece o haktır deniyor. “Rab’larından” dendiğine göre zamir Rabb’e râci olmaz. O halde zamir Kur’an’a râcidir. Misalden Kur’an’ın Rab’den gelen hak olduğunu bilirler.
Kur’an misalleri ortaya koyup kıyas yoluyla hükümleri içermeseydi, tüm insanlara lazım olan hükümler kitabın içine nasıl sığacaktı? Kur’an Allah’ın sözü olmasaydı her konuda bir misal yer almazdı. Çünkü insanların tüm ihtiyaçlarını bilen yalnız Allah’tır. Nitekim müçtehitler zamanında sorun olmayan pek çok mesele bugün Kur’an’daki asıllarla çözülebilmektedir. Kur’an’ın ilâhi söz olduğunu III. Bin Yılın ihtiyaçlarını çözdüğü için bilmekteyiz. Sorunları kıyas yoluyla çözüyoruz. Adil Düzen işletmelerinde hükümler koyarken zekâtın hükümlerini esas alıyoruz.
وَأَمَّا الَّذِينَ كَفَرُوا فَيَقُولُونَ (Va EamMa elLaÜIyNa KaFaRUv Fa YaQUvLUvNa)
“Küfretmiş olan kimseler ise şöyle derler.”
Sûreye başlarken insanları ikiye ayırmıştı. Muttakilar ve kâfirler. Münafıkları kâfirlere eklemişti. Önce muttakileri anlatmıştı. Onların mü’min olduklarını belirtmişti. Sonra kâfirleri anlatmıştı. İnsanları ibadete dâvet ettiğinde ise önce nâr ehlini, sonra cennet ehlini anlatmıştı. Şimdi de bu âyette kıyası anlatmaktadır. Burada önce mü’minleri, sonra kâfirleri anlatmaktadır.
Kıyasta en az şiddette olan seçilir, her türden bir misal alınır. Dolayısıyla Kur’an’da önemsiz görünen şeyler üzerinde durulur. Mü’min olanlar onun illetini ararlar, hikmetiyle illeti bulur ve hükümlerin uygulama alanını genişletirler. Domuz eti haramsa, maymun ve ayı eti de haramdır derler. Üzüm içkisi haramsa, rakı da, afyon da haramdır derler. Kâfirler ise; ‘Bundan ne kastediliyor? Domuz eti neden haram olsun ki?’ derler. Yahut; ‘Cünüp olmak neden bütün bedenin yıkanmasını gerektirsin ki?’ derler. Yahut; ‘Öğle vakti neden namaza sebep olsun, Ramazan ayı neden oruca sebep olsun?’ derler. Kur’an’ın buyruklarını hafife alırlar. Faizin yasaklığını manâsız görürler. Zinanın yasaklığını abes sayarlar.
مَاذَا أَرَادَ اللَّهُ بِهَذَا مَثَلًا (MAvÜAv EaRAWa elLAHu Bi HAvÜAy MaÇaLan) “Allah bu meselle neyi murad ediyor derler.”
Kafirler Allah’a inanmadıkları halde, Kur’an’ın Allah sözü olduğuna inanmadıkları halde; “Allah bununla ne murad ediyor?” demenin manası nedir? Bunu iki şekilde yorumlayabiliriz.
Biri, ilzam ederek bunu söylerler. ‘Madem ki Allah vardır, madem ki Ku’ran Allah’ın sözüdür, bu saçmalık nedir?’ derler. Mesela, onlara göre çok evlilik çok kötü bir şeydir. Kölelik çok kötü bir eşeydir. Kolay boşanmak çok kötü bir şeydir. Kısas çok kötü bir şeydir.
Bir de, ‘Bu ne ki?!’ deyip Kur’an’ı hafife almayı ilzam ederler.
Mü’minler bunların hikmetlerini ortaya koyarak Kur’an’ın ilmen ne kadar isabetli hükümler koyduğunu ispat ederler. Biz 1960’larda ‘faiz kötüdür’ dediğimiz zaman, en akıllı Müslümanlar bile bizlere saldırıyordu. Ama şimdi Türkiye devleti borçların faizleri altında eziliyor. Banka kredi kartları mağdurları artık kanunların konusu olmuştur. Zinaya aldırmayanlar şimdi AIDS’in esiridirler.
Böyle diyen diğer grup da münafıklardır. Onlar Kur’an’ı doğru anlamak istemez, Kur’an’ı kendilerine uydurmaya çalışırlar. Kur’an’ın manâlarını tahrif edip kendi heva ve heveslerine göre hüküm verirler. Allah’ın hükümlerini beğenmeyerek kendileri daha üstün hükümler getireceklerini sanırlar.
Kur’an’da tenakuz yoktur, ama tearuz vardır. Yani, bazı âyetlerin hükümleri kimi yerde birbirine zıt hüküm getirir. Mesela, at eti ineğe kıyas edilirse helaldir. İlleti ot yiyen hayvan olmasıdır. Domuza kıyas edilirse haramdır. Çünkü işkembesi yoktur, geviş getirmez. İşte buradaki tearuzu gidermek istihsanla, akılla yapılır. Bu içtihattır. Ama domuz eti o zaman haram idi, çünkü laboratuarlarda kontrol edilemiyordu. Trişin teşhis edilemiyordu. Şimdi helaldir demek, işte bu tahriftir, bu dalâlettir. Yahut, o zaman DNA testi yapılamıyordu, neseb tesbit edilemiyordu, zina haramdı. Şimdi ise bu yasaklığa gerek yok gibi iddialar, dalâlettir.
يُضِلُّ بِهِ كَثِيرًا (YuWılLu BiHIv KaSIyRan) “Onunla kesirini idlâl eder.”
Onunla çoğunu yani insanların çoğunu idlâl eder. Yukarıda iman edenlerle etmeyenleri ayırmış, burada da idlâl edilenlerle hidayet edilenleri ayırıyor. Önce dalâlette olanlardan, sonra hidayette olanlardan bahsediyor. Takip edilen sıraya uyuluyor.
Kur’an’ı okuyan kimseye Kur’an okuduğu zaman hep saçma olarak gelir. Fasık olanın, kötü olanın durumu budur. Eğer birini seviyorsanız onun her yaptığı hoş ve iyi görünür, nefret ediyorsanız yaptıkları hep kötü görünür. Kur’an da böyledir. Mü’minler için o hep hidayet kaynağıdır. Fasıklar için ise o hep dalâlet kaynağıdır. Kur’an’a takınılan tavır bir ayıraçtır. Kur’an’a cephe alanlar kâfir, Kur’an’ın yanında yer alanlar ise mü’mindirler. Eğer Kur’an’da var mı diye soruyorsa ve bunda samimi ise o cennetliktir. Televizyonda konuşan insanlara baktığınızda, takındığı tavırla mü’min veya kâfir olduğunu hemen sezersiniz. Kur’an’a teslim ise o mü’mindir. Ama Kur’an’ın hükümlerini yanlış buluyor ve onu çağın modasına uyduruyorsa o kâfirdir.
وَيَهْدِي بِهِ كَثِيرًا (Va YaHDi BiHIy KaÇIyRan) “Kesirini de hidayet eder.”
İnsanların çoğuna da hidayet eder. Burada kesirin ikisi de nekiredir. Dolayısıyla ne idlâl edilen, ne de hidayet edilen kimseler vardır. Onlar Kur’an sebebiyle değil de, başka sebeplerle dalâlette veya hidayettedirler. Yahut aradadırlar. Kur’an’la ilgilenen ve okuyan kimseler üçe ayrılır. Okur ama söylenenlere hiçbir tavır takınmaz. Okuyanlar arasında böyle olanlar çok azdır. Kur’an’ı okuyan kimse ya kâfir olur, ya da mü’min olur, arada zor kalır. Kur’an okuduğunuzda içinizde huzur doğuyorsa siz mü’minsiniz; rahatsız oluyorsanız, o zaman siz kâfirsiniz. Kendinizi her zaman bununla kontrol edip mü’min olup olmadığınızı anlayabilirsiniz. Hakka teslim olmak gerekir. Hak ne ise ona teslim olmalısınız. Hak ile barışık olmalısınız. Gerçekler sizi rahatsız etmemelidir. Böyle bir kimse iseniz, Kur’an da Hak olduğu için sizi rahatsız etmez, hidayete erersiniz. Ama fâsık iseniz Kur’an’ın hükümleri sizi rahatsız eder. Çünkü siz şeriatın içinde olmak istemiyorsunuz demektir.
وَمَا يُضِلُّ بِهِ إِلَّا الْفَاسِقِينَ(26) (Va MAv YuWılLu BiHIy EılLav eLFAvSıQUNa)
“Onunla fâsıklardan başkasını idlâl etmez.”
Onunla yani meselle yahut Kur’an’la fâsıklardan başkasını Allah idlâl etmez.
Demek ki, Kur’an’dan hoşlanmayanlar, ona cephe alanlar, ne demek istediğini anlamayan kimseler münafıktır. Kur’an’ı kendi heva ve hevesine göre yorumlamak dalâlettir.
BİR İNSAN MÜ’MİN OLUP OLMADIĞI HUSUSUNDA KENDİSİNİ NASIL KONTROL EDECEKTİR?
1- Onlar her söze kulak verecektir. (Zümer, 39/18) Söz yanlış olabilir, ama hakaret içermiyorsa o sözü dinleyecektir. Hakareti içeren sözleri dinlemeyecek, meclisi terk edecek ama saldırmayacak. Danimarka’da yayınlanan karikatürlerle hiç ilgilenmeyiz. Onlara bakmaz ve bir terki koymayız. Kur’an böyle emrediyor. Hakaretlerde kısas yoktur. Mağdur olan sağsa, dava açıp dayak cezasına çarptırabilir. Karşı hakaret, karşı saldırma yoktur. Demek ki, mü’min iseniz fikir olarak her söze kulak verir ve onları değerlendirirsiniz. Yanlışlara cevap verirsiniz. Adamın yanlışı söylemesine izin vermezseniz onu nasıl cevaplayacaksınız? Her söylenene kulak verirler denmiyor, her söze kulak verirler deniyor. Kur’an da bu sözlerden biridir. Ona kulak verirler.
2- Onlar herkesi severler, kendilerini sevmeyenleri de severler. (Âl-i İmrân, 3/119) Cihadı başkalarına düşmanlıkları sebebiyle değil, tam tersine onları düştükleri küfür çukurundan en güzel bir şekilde çıkarmak için cihad yaparlar. Düşmanlarına bile nefret beslemezler. Yola gelip hidayete erdiklerinde,onların eskiden yaptıklarını unuturlar.
3- İyilikte yardımlaşırlar; kötülükte yardımlaşmazlar. (Mâide, 5/2) Yine burada önemli bir hususa işaret etmek gerekir. İyilerle yardımlaşırlar değil, iyilikte yardımlaşırlar deniyor.
4- Nihayet, hükmettikleri zaman da adaletle hükmederler. (Nisâ, 4/58) Doğru şahitlikte bulunurlar. Eğer bir kimsenin doğru yaptıklarını tasvip ederken yanlış yapılanları görmüyorsanız, o durumda siz mü’min değilsiniz demektir. Konuşurken adil olacaksınız.
Kur’an okudukça ya daha çok dalâlete düşersin, ya da hidayete erersin. Bu da fâsık olup olmamana bağlıdır. Sen iyi insan isen hidayete erersin, kötü insan isen küfür ve nifakın ziyadeleşir.
Adil Düzen Çalışanları, Bediüzzaman’ın risalelerine benzer şekilde bu tefsirleri hazırlayıp okuyacaklardır. Bediüzzaman Hazreti İsa’nın cemaatini kurmuştur. Siz Hazreti Muhammed aleyhisselâmın cemaatini kuracaksınız.
SİZİN CEMAATİNİZİN ONLARIN CEMAATİNDEN BAZI FARKLARI OLACAKTIR.
5- Bediüzzaman Kur’an’ın imânî tarafını tefsir etmiştir. Siz ise Kur’an’ın amelî ve siyasî tarafını tefsir edeceksiniz. Müçtehitlerin o zaman yapamadıklarını siz yapacaksınız. Onlar sadece özel hukuku geliştirdiler. Sultanların karşısında adil yönetim sistemini geliştiremediler, siz bunu yapacaksınız.
6- Bediüzzaman sadece iman tarafı ile meşgul olmuş, amel kısmını ise fıkha bırakmıştır. Hazreti İsa gibi onun özel şeriatı yoktur. Bugün kurdukları işletmeler faiz düzeni işletmeleridir. Siz ise içtihat yapacak ve aynı zamanda içtihatlarınızı uygulayacak, şeriata göre işletmeler kuracaksınız. Akevler ve Milat market çalışmaları işte bu çalışmalardır.
7- Bediüzzaman’ın arkadaşları erkeklerden oluşuyordu. Hazreti İsa gibi evlenmemiştir, arkadaşları arasında kadın yoktur. Adil Düzen Çalışanları ise kadın-erkek birlikte Kur’an okuyacak ve uygulamalar olacaktır. Hazreti Muhammed aleyhisselâmın eşi Ayşe sahabelerin ileri gelenlerindendir. Hazreti Peygamberin cemaatine erkekler gibi kadınlar da geliyordu.
8- Bediüzzaman III. Bin Yıl Medeniyetini hazırlamıştır. Siz ise bu medeniyeti kuracaksınız. Onun risaleleri sadece okunmuştur. Siz hazırladığımız bu tefsirleri sadece misal olmak üzere okuyacaksınız. Her gün yeniden tefsirler yapacak, katkıda bulunacak, yanlışlarını düzeltecek, Kur’an’ın yorumlarını güncelleştireceksiniz. Her hafta yarım sahifenin tefsirini yapıyoruz. Kur’an 1200 haftada biter. Elliye bölersek 24 senede tamamlanmış olur. Demek ki en az 24 senede bir Kur’an yeniden yorumlanmalıdır. Bakara Sûresi bittikten sonra siz eksiklikleri tamamlamalısınız. Bu şemsi takvime göre 23 yıl eder. Kur’an da 23 yılda nâzil olmuştur. Haftada yarım sahife yorumlamak ile bir tevafuk vardır.
ADİL DÜZEN 346
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ – 8. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
الَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ وَيُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ أُوْلَئِكَ هُمْ الْخَاسِرُونَ(27) كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ وَكُنتُمْ أَمْوَاتًا فَأَحْيَاكُمْ ثُمَّ يُمِيتُكُمْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ(28) هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُمْ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ فَسَوَّاهُنَّ سَبْعَ سَمَاوَاتٍ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ(29)
الَّذِينَ يَنقُضُونَ عَهْدَ اللَّهِ (elLaÜIyNa YaNQuWUvNa GaHDa elLAHi)
“Allah’ın ahdini nakz eden fâsıklar.”
Bir kelimeyi tavsif eden bir sıfat getirilince bu sıfat takyidî veya tavsifî olabilir.
Eğer fâsıkların hepsi Allah’ın ahdini nakz ediyorlarsa bu tavsiftir. Ama fâsıklardan bazısı Allah’ın ahdini nakz ediyor, diğer bazıları nakz etmiyorsa, o zaman takyidîdir. Biz fâsıkın tarifini Allah’ın ahdini nakz eden kimseler olarak yapıyoruz ve burada bu vasıf tavsifîdir diyoruz.
“Allah’ın ahdi” nedir? Allah fâsıklardan başkasını yani ahdini bozanlardan başkasını dalâlete götürmez. Burada fâsıkların üç vasfı sayılıyor: 1) Ahdi nakz etmek, 2) Allah’ın emrettiklerini kat’ etmek, 3) Arzda fesat çıkarmak. Fâsık olanlar bunları yapanlar mıdır, yoksa ayrıca fâsıklık da dördüncü vasıf mıdır? Allah’ın idlâl ettiği kimseler bunlardan birini işleyen midir? Yoksa hepsinin birden işlenmesi mi gerekiyor?
“Ve” harfi ile getirildiğinden hepsinin birden işlendiği anlaşılmaktadır. Yani, Allah fâsık olan kimselere bu dört günahı da işleterek dalâlete götürmektedir. “Fıdk”ı çatlak patlak şeklinde anlarsak, “fısk” ittikanın zıddıdır. “Takva” korunan kimsedir. “Fâsık” ise kendisini korumayan, serbest bırakan, bir iş yaparken ben bu işi yapıyorum, acaba hak mıdır, bâtıl mıdır diye düşünmeyen kimse fâsıktır.
İnsanın kendisini koruyabilmesi için kendine göre hak-bâtıl kriterini koymalı ona göre hareket etmelidir. Her davranışında bu yaptığım hak mıdır, yoksa bâtıl mıdır diye düşünmesi gerekir. İçtihat da budur.
Böyle yapmaz, davranışlarını denetim altına almazsa o insan fâsık olur.
Onlar ne yaparlar? Önce Allah’la olan ahitlerini bozarlar.
Burada Allah’la yapılan ahit toplulukla yapılan ahittir. Çünkü Allah kendi haklarını topluluğa vermiştir.
Topluluklarını kuranlar aşiret, kabile, şa’b, kavm ve millet olarak tanımlanmaktadır.
Bir aşirete dahil olduğun zaman, o aşiretin beş vakit imamına itaat ederler, o aşirette oluşmuş aşiret şeriatına uyarlar. Sonra kabilenin emir sahiplerine itaat ederler, kabile şeriatına uyarlar. Aşiretlerini ve kabilelerini beğenmiyorlarsa aşiret veya kabilelerinden hicret ederler. Yeryüzü aşiretlere ve bucaklara bölünmüştür. Merkez bucaklar vardır. İl ve ilçe merkez bucakları merkez bucaklardır. Devlet merkez ili ile bölge merkez illerinin merkez bucakları da devlet bucaklarıdır. Mekke merkez bucakları ile kıta merkezlerinin merkez bucakları da insanlık bucaklarıdır. Her bucağın hukuku ayrıdır. Kişi bir bucağa girdiği zaman o bucağın şeriatına uyacağına söz vermiş olur. O bucak halkıyla ahit yapmış olur. Orasını terk etmedikçe o kurallara uymak zorundadır. Uymayanlar ahitlerini nakz etmiş olur.
“Nakz etmek” ipi kopartmak demektir.
Kurallar kişiyi topluluğa bağlar, kurala uymayan ipini koparmış olur.
مِنْ بَعْدِ مِيثَاقِهِ (MiN BaGDi MIyÇAQıHı) “Misakının arkasından.”
Allah’ın ahdini vesikalandırdıktan sonra o nakz eden kimseler.
“Vuska” ipi bağlayan düğmedir. Her aşiretin, her kabilenin kendine has kuralları vardır.
İnsan dünyaya geldiği zaman nerede doğmuşsa anne babası onun adına sözleşmeyi imzalamış olur. O aşireti ve o kabilenin topraklarını terk etmediği müddetçe, o misak ile bağlı kalır. Bu insanın dinî kimliğidir. Doğumundan ölümüne kadar sürer. Hattâ cenin iken de bazı hakları vardır. Öldükten sonra da mirası taksim edilinceye kadar görevleri vardır.
7 yaşına geldiği zaman ilmî ehliyeti iktisab eder ve ilmî dayanışma ortaklığının üyesi olur. 10 yaşına geldiğinde meslekî dayanışma ortaklığının üyesi olur. 15 yaşına geldiğinde siyasî dayanışma ortaklığının üyesidir. Sonunda bu temsilcilerin oluşturduğu bir yönetim vardır. O yönetimin tâbi olduğu bir kurallar sistemi vardır. Böylece onlarla ahitleşmiş olursun.
Bu dayanışma ortaklıklarına katılmazsan topluluk seni korumaz. Kamunun himayesine girmemiş olursun. Bu sözleşmelere katıldıktan sonra onların kurallarına ve içtihatlarına uymazsan misakı yani sözleşmeyi bozmuş olursun. Eğer fâsık isen, yani davranışlarını denetim altına almazsan, Allah seni şaşırtır ve bu verdiğin sözleri nakz edersin. Aşiretini beğenmeyebilirsin, o zaman oradan hicret et. Kabileni beğenmeyebilirsin, o zaman oradan hicret et. İslâmiyet’te ekseriyet demokrasisi yoktur, yerinden yönetim ve hicret demokrasisi vardır.
وَيَقْطَعُونَ مَا أَمَرَ اللَّهُ بِهِ أَنْ يُوصَلَ (VaYaQOaGUvNa MAv EaMaRa BiHIy EaN YUvÖaLa)
“Allah’ın onunla vasletmeyi emrettiğini kat’ ederler.”
Şeriata uymak ittikadır. Kurallara göre davranırsan verdiğin sözü yerine getirirsin ama bir kabilenin içinde yaşamak için sadece kurallara uymak yeterli değildir. Topluluk içinde birlik sağlamak için bazı ibadetlerin yapılması gerekir. Bunları altı gurupta toplayabiliriz.
a) Bir toplulukta yaşayabilmek için o topluluğun şeriatını bilmek gerekir. Bu sebepledir ki gerek Tevrat’ın gerekse Kur’an’ın temel konuları fıkıhtır. Çocuk ilk üç senelik öğrenimini yaparken aşiret içindeki kuralları öğrenir. Sonraki beş senelik eğitiminde bucağının kurallarının fıkhını öğrenir. Bunları öğrenmek her mü’mine farzdır. Sonraki beş yıllık eğitiminde şa’bının yani ilinin fıkhını öğrenir. Sonraki beş yıllık tahsilinde devletinin kurallarını öğrenir. Sonraki beş yılda ise insanlığı ilgilendiren kuralları öğrenir. Bunları öğrenmek farzı kifayedir. İşte Allah’ın emrettiği vecibelerden biri budur. Her zaman bu kurallar değiştiği için beşikten mezara kadar ilmin tedrisi farzdır.
b) İkinci iş ise toplantılar yapmaktır. Günde beş defa bir araya gelerek aşiret içindeki birliği onunla sağlayacaksınız. Haftada bir defa kabile içine gelerek kabile halkı arasında vuslatı sağlamalıdırlar.
c) Bir de zekâtlarını vererek ortak bütçe oluşturmaları ve bu sayede birliği sağlamaları gerekir.
d) Oruç da kötü günlerini hatırlayarak birbirlerine yaklaşmalarını sağlamaktadır.
e) Hac tüm insanları bir araya getirir.
f) Cihat nöbetleşerek ortak hizmetleri görme birliğini sağlar. Cihada gitmek istemeyenler de bedel öderler.
İşte, Allah’ın onunla isalini emrettiği şeyler bunlardır.
Buradaki zamirin tekil olması “Mâ”ya işaret etmesidir.
وَيُفْسِدُونَ فِي الْأَرْضِ (Va YuFSiDUvNa FIy elEaRWı) “Ve arzda ifsad ederler.”
Ve yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. Sözleşmelerle oluşan görevler olduğu gibi; sözleşme ile ilgili olmasa da doğuştan konan kurallar vardır. Bunlarda da yasalar işlemektedir.
a) Önce başkasının canına dokunmayacaksın., kimsenin canına kıymayacaksın. Kendini koruma hariç.
b) Hırsızlık yapmayacaksın, başkasının malını üzerine geçirmeyeceksin.
c) Zina yapmayacaksın. Çünkü nesebin karışıklığı olur.
d) Yalandan şehadet etmeyeceksin.
e) Hakemlerin kararına uyacaksın.
Bunları yapmazsan arzı ifsad edersin.
Fâsık olanları, yani hareketlerini denetleme altına anlayanları Allah böyle idlâl eder ve onlar ahitlerini bozarak kurallara uymazlar. Topluluğa karşı borçlu oldukları görevlerini yerine getirmezler ve düzeni bozarlar, ifsad ederler.
أُوْلَئِكَ هُمْ الْخَاسِرُونَ(27) (EuLAvEıKa HuMu elPAvSiRUvNa) “İşte hasîr olanlar da bunlardır.”
Fâsık olmak illettir. Onlar Allah’ın ahdini misaktan sonra nakz ederler, Allah’ın kendilerine isalini emrettiğini kat’ ederler, arzda fesat çıkarırlar. Bu hareketleri yapmaları onların fâsık olmalarından dolayıdır. Fâsık olanlara Allah bunları işletmektedir. Allah onları dalâlete sokmaktadır.
Nasıl mikroplara ihtiyaç varsa, aynen o şekilde böyle kimselere de ihtiyaç vardır.
Fâsık olanlar yani Allah’ın kendilerine verdiği aklı kullanarak yapacaklarını denetim altına almayanları Allah bu işle görevlendirir. Sonunda da onlar hasara uğrarlar ve perişan olup giderler.
“Hasar” çökmek, yıkılmak, iflas etmek demektir. Bir tüccar zarar eder, kâr eder. Ama kârlar zararları kapatır. Oysa müflis artık borçlarını ödeyemeyen kimse demektir. İflas eden kimse iş hayatından çekilir.
Fâsıklar da işledikleri kötülüklerden dolayı dünya hayatından çekilip giderler.
Bunları yaşadığımız hayatta hep görmüşüzdür. Faşistler, Nazistler, Sovyetler ve benzerleri hayattan çekilip gittiler. Osmanlı imparatorluğu yıkılmış, CHP sahayı terk etmiş, DP hezimete uğramıştır. Ama çok büyük zulümler görerek varlığını sürdüren Risale-i Nur sahipleri yeniden hayat bulmuşlardır. Katoliklik 500 senedir horlanıyor, ama şimdi yine ortaya çıkmıştır ve onu yok etmek isteyenlere meydan okumaktadır. ‘Din afyondur’ deyip onu yok etmek isteyenler yok oldular ama Rusya’da kilise ayaktadır. CHP’nin tanrısız lâiklik anlayışı yok olmuş ama İslâmî müesseseler ortaya çıkmıştır. Kur’an Kursları, İmam Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri, Millî Görüşçüler, Nakşiler, Uşşakiler, F. Gülenciler siyasette etkin halde varlıklarını sürdürmektedirler. Resmen yasak ama fiilen hakimler. “Adil Düzen”e cephe almış ve onu yok ettiğini iddia eden Tansu Çiller şimdi evinde sessiz sedasız oturuyor, ama Millî Görüşçü Adil Düzenciler şimdi anayasa ekseriyeti ile iktidardadırlar…
“İşte onlar hasîrdirler.”
Bugün de zulüm düzenini savunanlar hüsran içindedirler. Yok olacaklardır.
Kimileri ne yapıyorlar?..
“Adil Düzen” ne diyor?
Yerinden yönetimi getirelim. Merkezler taşralara hadim olsun, hakim olmasın. Hakemlik sistemini getirelim, böylece merkezi yönetim tarafından atanmış hakimlerin on yıllara varan yargılamaları ile adalet mekanizması halka zulüm müessesesi olmasın. Vergiyi beyana göre alalım, mükellef kendi çıkarı için doğru beyanda bulunsun. Zorla vergi tahsilatından vazgeçelim. Faizsiz kredileşme sistemini getirelim. Tüm cinsi ilişkileri şeriat içinde düzenleyelim, zinayı yasaklayalım. Zinayı akrabalar arasında cinsi ilişki, gizli cinsi ilişki, bir kadının bir doğurma devresinde iki erkekle cinsi ilişkisi şeklinde tanımlayalım. Tek evlilik gibi uyulmayan kuralları kanunlaştırmayalım. Vergi kaçırmak zorunda kalmayalım. Yalan söylemek zorunda kalmayalım…
Bunları dediğimizde fısklarını zulümle yani baskı ile ve susturmakla sürdürmek istiyorlar, bu fâsıklar. Kanun yapıp sonra kendileri uymayanlar, ama o kanunları başkalarına zulüm etme aracı olarak kulananlar fâsıktır. Bunlar hüsrana uğrayacaklardır. Çöküp gideceklerdir.
Muttakiler, mü’minler ise müflihtirler, mühtedidirler.
كَيْفَ تَكْفُرُونَ بِاللَّهِ (KaYFa TaKFuRUvNa Bi elLAHı) “Allah’ı nasıl tekfir edersiniz.”
“Küfretmek” kapatmak demektir. O’nun varlığını görmemek, hesaba katmamak demektir. O’nun verdiği nimetleri yok sayıp O’na saygısızlık etmek, O’nun koyduğu kanunlara karşı çıkmaktır.
Allah eğer savaşı koymuşsa ve insanlar kıyamete kadar savaşmaya devam edecekse, kölelik müessesesi de var olacaktır. Eğer katil varsa, kısas da var olacaktır. Eğer aile müessesesini yaşatacaksak, zina suç olacaktır. Mülkiyet varsa, hırsızın kolu kesilecektir.
Ben O’ndan daha akıllıyım diyenler hüsran içinde olurlar. Kısasın makul açıklaması vardır, ama yirmi senelik hapsin hangi aklî açıklaması vardır? Allah inananları akılsızlıkla itham edenler, kendileri akıllarını yitirmiş kimselerdir. Şeriatta ne varsa sosyal ve doğal kanunlarla izah edemezsek ve siz onun doğal ve sosyal kanunlara aykırı olduğunu ispat ederseniz derhal bırakmaya hazırız. Biz hemen Kur’an’ı ona göre tevil ederiz. Kur’an bize bunu emrediyor. Siz ise tam tersine bir şeyi moda yapar, onu tartışmadan kabul eder, sonra ona aykırı düşünenlere saldırırsınız. İdam cezasını hangi mantıkla kaldırırlar? Zinayı hangi mantıkla kutsileştirirler?
Bunlar kalabalıktırlar, bunların servetleri var ve bunlar bununla varlıklarını sürdüreceklerini sanıyorlar.
Bunlar çöküp gidecekler, hüsrana uğrayacaklardır.
Burada dikkat etmemiz gereken şey şudur. Onlar kendi yaptıkları nedeniyle hüsrana uğrayacaklarıdır. Biz onları çökertmeyeceğiz. Biz onlara saldırıp ortadan kaldırmayacağız. Kendileri kendi pislikleri içinde boğulup gideceklerdir. Hep söylüyorum ve burada bu vesileyle bir defa daha tekrar hatırlatıyorum ki; Adil Düzencilerin görevi onlarla savaşmak değildir. Onlar çöküp gittiği zaman bizim düzenimiz ile adaleti getirmemiz gerekir, felahı getirmemiz gerekir. Biz bunun için çalışmalıyız. Buna hazırlanmalıyız…
Basit bir market uygulamamızda bile işin ne kadar zor olduğunu görmektesiniz. Size devlet yönetimini verseler nasıl yöneteceksiniz? Eğer biz iktidarda değilsek ona ehil olmadığımız içindir. Eğer biz hazır olsak onlar kendi kendilerini yiyip bitirir, meydan bize kalır ve iktidar oluruz.
AK Parti böyle bir boşlukla geldi ama şimdi ‘işsizliği kim çözmüş ki biz çözelim’ demektedirler. Kendisini onlar kadar yetkili göremeyen, başbakan olmuş ama hâlâ başkalarından üstün olamayacağını düşünen kardeşimize biz ne diyebiliriz ki?!.
Evet, işsizliği kim çözmüş? Biz çözüyoruz. Allah çözüyor, Kur’an çözüyor.
Bir bucakta bu meseleyi uygulayarak deneyelim. Nasıl çözüldüğünü gözleriniz görsün.
Ama deneyemezler. Çünkü bu sorunun tarafımızdan çözüleceğini çok iyi bilmektedirler.
Millî Görüşçüler iktidar oldular, 200 milyon dolar vererek faizli banka kurdurdular, ama 5 (beş) milyon dolar vererek bir adil düzeni kurduramadılar. Sonra gittiler. Suçu da Ak Partililere yüklediler…
Allah bilmiyor, biz biliyoruz diyenler elbette küfretmektedirler.
“Adil Düzen” suçtur, o halde onu bırakalım, zalim düzenle Allah’a ibadet edelim diyenler, hangi akla hizmet etmektedirler. Yasak ancak kanunların kullandığı kelimelerle tesis edilebilir. Hangi kanunda ‘Adil Düzen suçtur’ diye yazılıdır. Anayasa Mahkemesi karar vermiş! İşte bunlar böyle cahildirler. Anayasa Mahkemesi yasak koyamaz. Kanun yorumlayamaz. Sadece belli konularda içtihadıyla uygular. O olay ve o kimseler için geçerlidir. Anayasa Mahkemesi kanun anayasaya aykırı olduğu için iptal eder, kanun yapamaz.
وَكُنتُمْ أَمْوَاتًا (Va KuNTuM EaMVAvTan) “Siz mevtler idiniz.”
“Hay” hareketli yılan demektir. “Meyyit” ise hareketsiz kış uykusundaki yılan demektir.
Türkçede de “Olmak” görünen bir varlık olmak demektir. “Ölmek” ise görünmeyen varlık olmak demektir. Yani ölün yok olma değildir. Hareketli varlıktan hareketsiz varlığa geçme veya olmadır.
İnsan yaratılmadan evvel de vardı. Ruh olarak vardı. Allah bunun için ‘ruhumdan bedene üfledim’ diyor. Zaman izafi olduğu için anne rahmine düşmeden evvel ruh vardı, ama onun üzerinde zaman geçmiyordu. Her insan için zaman anne rahmine düştüğü andan itibaren saymaya başlar.
Saati 12de durdurunuz, çalışmasın. Ne zaman düğmesine basarsanız saat ondan sonra saymaya başlar. Sizin için zaman o andan itibaren geçer.
“Siz emvât idiniz”, sizin için zaman çalışmıyordu ve sizde bir hareket yoktu. Çünkü zaman hareketle oluşmaktadır.
فَأَحْيَاكُمْ (Fa EaXYAvKuM) “Sizi hemen var etti.”
Burada “Sümme” veya “Ve” getirilseydi, biz bu dünyaya gelemeden önce de zaman içinde var olmuş olurduk. “Fa” getirildiğine göre bizim için ölü iken zaman geçmemiştir.
Zaman dışı var olma nasıl bir şeydir. Bunu bilemiyoruz, düşünemiyoruz.
Ama bugün matematik ve fizikle kesin olarak biliyoruz ki zaman izafidir. Işık hızına ulaşan varlıklar için zaman geçmez. Bunun çok basit ispatı şudur. Işık Güneş’ten ışık dakikada gelir. Oysa onun içinde öyle maddeler vardır ki onların ömrü saniyenin çok küçük parçadır. Peki, bunlar dünyaya gelir gelmez hemen bozulmaktadır da Güneş’ten buraya gelinceye kadar neden bozulmadılar. Çünkü onlar için yolda zaman geçmedi. Bu sebepledir ki ölü iken birden dirildik.
“Sizi ihya etti” deniyor. Bu uzaya geldik. Bundan 13,4 milyar yıl önce kâinat var oldu. Biz de oraya geldik. Ama bizim saatimiz ömrümüzle çalışmaya başladı. Nasıl Güneş ışığında gelen atomların ömürleri dünyada sıfırdan çalışmaya başlıyorsa, bizim de öyle. Hayatta olmak demek zaman içinde olmak, yani hareket etmek demektir. Kış uykusundan uyanan yılan benzeri hareketliyiz.
ثُمَّ يُمِيتُكُمْ (ÇumMa YuMiTuKuM) “Sonra sizi imate eder.”
Belli müddet içinde yaşarsınız, zaman saatiniz çalışmaya başlar. Arada zaman geçer ve siz o zaman sonunda tekrar zaman dışına çıkarsınız. Yine ölü hâle gelirsiniz.
Buradaki “Sümme” herkes için kendi hayatıdır. Ama insanlık için ise Kâinat’ın ömrüdür. Şimdiye kadar 13 kusur milyar yıl geçti. Bundan sonra da bu civarda geçeceği sanılmaktadır. Bugün Kâinat’ın genişlemeyi sürdürdüğünü biliyoruz. Üç ihtimal vardır. Ya böyle büyümeye devam edecektir. Diğer görüş ise sonunda büyüme duracaktır. Başka bir görüşe göre Kâinat küçülmeye başlayacaktır. Tekrar ilk yaratılışa dönecektir. Bizim görüşümüz şudur.
Kâinat büyümektedir. Birbirinden uzaklaşmaktadır. Uzaklaşma hızları uzaklıklarına göre artmaktadır. Bir gün bütün galaksiler birbirinden o kadar uzak olacak ki artık birbirine ışık ulaşmayacaktır. Ayrı ayrı kâinatlar olacaktır. Her galaksi zamanla büzülüp küçülecektir. Ve yeniden patlayarak galaksiler ayrı ayrı âhiret dünyasını oluşturacaklardır. O büyümeye başlayacak ve ondan sonra o da benzer akıbete uğrayacaktır.
İşte buradaki “Sümme” galaksimizin kara delikte toplanması demektir.
ْ ثُمَّ يُحْيِيكُمْ (ÇumMa YuXYıKuM) “Sonra sizi ihya edecektir.”
Burada “Sümme” kullanılmıştır. “Fa” kullanılmamıştır.
Arada kişiler için de zaman çalışacaktır. Nasıl uykuda zaman çalışmıyor ama rüyada çalışıyorsa, ikinci ölümden sonra da zaman duracak ama ara görülecek rüyalarla zaman çalışacaktır. Rüyada geçen zaman nasıl uyanıkken geçen zamana eşit değilse, gece birçok zaman yaşayabilirsiniz. Onun gibi ölmüş insan da kısa veya uzun zaman yaşayacaktır. Ancak bu uykudaki insan gibi ölü hâlinde olacaktır. Yani bu dünyadaki olaylarda bir tasarrufu olmayacaktır. Sonra âhirete gelmiş olacağız ve orada ikinci hayat başlayacaktır. Bu hayat Ay ve Güneş’in cem olduğu yıldızların kara deliğe döküldüğü zamandan sonra olacaktır. İkinci sûra üfürüldükten sonra olacaktır. Yani ikinci patlamadan sonra olacaktır. Bizim için bu zaman kısalacaktır. Birkaç saate inebilecektir.
Bu âyetlerin manâlarının anlaşılması ancak 20nci yüzyılın ilimleri ile mümkün olmaktadır.
ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ(28) (ÇümMa EiLaYHi TuRCaGUvNa) “Sonra O’na irca olunacaksınız.”
Buradaki “Sümme” hayatı âhiret hayatıdır. Kıyamette insanlar muhakeme edilecek, cennetlikler cennete, cehennemlikler cehenneme gidecekler, sonra o hayatın da sonu olacak ve kendisine rücu edeceksiniz.
Buradaki zamir “Emvât”a gidemez. Çünkü emvât çoğuldur. O halde Allah’a rücu edeceksiniz.
Bu âyette muhatap olan yalnız mü’min veya yalnız kâfirler değildir. Bütün insanlardır. Sonunda bütün insanlar Allah’a rücu edeceklerdir. Âhiret hayatı ebedidir, hâliddir ama onun ömrü içinde ebedidir. Dünyada ebedi olan dünyada son gün oluncaya kadardır. Yani zaman içinde ebedidir. Âhirette de kendi zamanı içinde ebedidir. Hâliddir. Ama âhiret hayatının da sonu gelince, zaman bitince onların hâlidliği yani ebediliği de sona erer. Mü’min olsun, kâfir olsun, kimi cennet yolundan, kimi de cehennem yolundan geçerek Allah’a dönerler. Yani, âhiretten sonra ikinci âhiret başlar.
Kur’an buna sadece “O’na rücu edersiniz” demekte ve bize daha fazla bilgi vermemektedir.
Nasıl ilkokul talebesine lise öğrenimi hakkında açıklama yapabilirsiniz ama yüksek tahsili anlatmazsanız, biz de bu dünyada âhiretten sonraki âhiret hakkında bir bilgiye sahip olamayız. Ama âhirete vardığımızda O’na rücunun nasıl olacağını ancak orada öğrenmiş olacağız.
Kitabı tanıtmaya başladıktan sonra ona karşı tavır takınacak insanları anlatmış ve sonunda insanın yaratılış gayesi konmaktadır. İnsan dünyaya gelmekle Allah’ın huzurundan uzaklaştırılmıştır. Artık insanın gayesi tekrar O’na kavuşmaktır. Bu çaba bu dünyada başlayacak, âhiret hayatında cennet ehli veya cehennem ehli olarak devam edecektir. Sonunda geldiğimiz yere döneceğiz. Bütün insanlar ona dönecektir. Âhiret milyar yılları içerecektir. Çok uzun olacaktır. İlk yaratılıştan itibaren var olacağız ama sonunda oranın da sonu olacak ve Allah’a rücu edeceğiz. Orada bizi neler bekliyor. O hususta herhangi bilgimiz yoktur.
***
هُوَ الَّذِي خَلَقَ لَكُمْ (HuVa elLaÜIy PaLaQaKuM) “Sizin için halk eden kimse O’dur.”
“Li” harfi temlik içindir. Böylece insanların mâlik olma özelliğini ortaya koymuştur.
Mâlik olma onu yönetme demektir. Allah’ın kendisine halife yapması demektir, bazı şeylere mâlik olma özelliklerinin vermesiyle gerçekleştirmiştir.
“Hilkat” baştan her şeyi ortaya koyma demektir. Gerek sayı olarak varlıkları, gerekse bunlar arasında cari olan kanunları, daha yeryüzü yaratılırken halk etmiştir. İnsanlar o varlık ve kanunlar içinde var olmaktadır. Dünyaya gelmekte ve âhirete gitmektedirler.
مَا فِي الْأَرْضِ (MAv FIy eLEaRWı) “Yerde olanları.”
“Mâ” mâ-i umumidir. Yani, yerde ne varsa hepsini sizin için var etti denmektedir. Yerin büyüklüğü, içerdiği maddeleri, yapısı, hareketleri ve içinde yaratılmış olan bütün canlıları Allah bizim için var etmiştir.
Bunun böyle olduğu ile ilgili son asırlarda keşfedilen iki önemli kanun vardır.
Bir yer öyle vasıfları ile yaratılmıştır ki canlının yaşaması için ne gerekiyorsa o öyle olmuştur. Yerin büyüklüğü, yoğunluğu, çekim kuvveti, suyun, helyumun oksijenin ve diğer maddelerin miktarları hep hayatın şartlarına göre ayarlanmıştır. Dağları, çukurları, rüzgarları, suları ile her ne varsa, hepsi hayat için ayarlanmıştır.
İkinci kural ise canlılar bir bütündür. Yılanın bir görevi vardır. O olmazsa hayat zinciri eksik olur. Mikroplar ve virüsler de böyledir. Canlılar ancak bir bütün olarak yeryüzünü canlı tutacaklardır. Dolayısıyla eğer gaye insansa yeryüzündeki her şey insan içindir. Bu sebepledir ki koruma alanları ihdas edilmiştir. Çiçek hastalığını yapan hücrelerin bile yok olmaması için gayret sarf edilmektedir. Çünkü, belki yarın o olmazsa hayat zinciri gerçekleşemeyebilir.
Allah’ın varlığına en büyük delillerden birincisi yerin bu durumudur. Gökleri kendi kendine var kabul edebiliriz. Kendiliğinden varolma ile izaha çalışabiliriz. Gerçi bugünkü ilmî sonuçlar bu izahı da imkansız kıldı. Çünkü yerin bu şekilde insanlar için var edilmemsini tesadüflerle izah etmemiz mümkün değildir.
Yeryüzündeki hayat için varolan ahenge ve canlılardaki varolma dayanışmasına baktığımızda, bunun tesadüflerle olmayacağını hemen görürüz ve ihtimaliyat kanunlarına göre bunun imkansızlığını biliriz.
جَمِيعًا (CaMIyGan) “Birlikte.”
Buradaki “Cemian” “Halaka Mâ”ya yani yaratılanlara gider ki, o zaman manâsı yeryüzündeki yaratılan her şey birlikte bize yaramaktadır. Bütün bu uygun yaratılanlardan biri başka türlü olsaydı tüm yeryüzünün düzeni bozulur, hayat olmazdı. Bugün kesin olarak biliyoruz ki, Güneş’in etrafında sekiz dokuz gezegen daha vardır ve bunların hiçbirinde hayat yoktur. Çünkü onlar ya Güneş’e çok yakınlar, sıcaklık farkından dolayı hayat yoktur, yahut uzaktırlar, soğukluktan dolayı hayat yoktur.
Yeryüzü hayat için gerekli bütün özellikleri cem etmiştir. Araştırmalar ilerledikçe hangi şeyin veya canlının genel denge içinde ne işe yaradığı ortaya çıkmaktadır. Biyoloji illetlere değil, hikmetlere dayalı bir ilim hâlindedir.
“Cemian”ın ikinci olarak hal olası küm yanı isz olur. Yeryüzünde olanların hepsi sizin hepinizin birlikte kullanacağımız ortak maldır. Bu kural da “Adil Düzen”in temel taşını oluşturur. Yeryüzünün tamamı hepimizindir. Dolayısıyla benim mülküm, senin mülküm diye bir şey yoktur. Böylece “LeKüm”deki “Lam” ile bu “Cemian” arasında bir tearuz vardır. Bu şöyle halledilir.
Yeryüzüne hepimiz birlikte mâlikiz. Ancak birlikte kullanamadığımız için bölüşmüşüz. Ben benim başka yerlerdeki paylarımdan vazgeçmişimdir. Şimdi oturduğum sandalyede herkesin hakkını takas etmiş bulunuyorum. İşgal ile yeryüzünü bölüşmüş bulunuyoruz. İşgali kaldırdığım zaman da oradaki tercih hakkım biter. Ama eğer ben emeğimi katmış ve orada bir değer artışı sağalmışsam orası artık benim mülkümdür. Buna “ihya” veya “imar” diyoruz; veya menkulde “iktisab” diyoruz.
Burada da bir kayıt vardır. Mâlik olduğun şeyi heder etmeyeceksin, boşa harcamayacaksın. Çünkü sen ondan yararlanmıyorsan işgal etmişindir. Eğer boş tutarsan emeğin korunur, başkası ondan yararlanır. Osmanlılarda üç sene ekilmeyen tarlaların istimlaki buna dayanır. Çıplak arsa mülkiyeti veya toprak mülkiyeti yoktur. Arsalarda kim önce inşaata başlarsa o arsayı değerlendirme hakkına o sahiptir. Altyapı masraflarına yapıdan pay ile katılmış olur.
Demek ki İslâmiyet’te mutlak mülkiyet yoktur, şeriat kuralları içinde mülkiyet vardır. Amali saliha kullanılan emek mecur olur. Bir şeyin mâliki onu işleten olur. Bu sebepledir ki İslâmiyet’te iki çeşit mülkiyet vardır. Taşınmazlarda bu ortaya çıkar.Biri yararlanma mülkiyeti, diğeri de kullanma mülkiyetidir. Yararlanma mülkiyeti semeresinden yararlanmadır. İşletme mülkiyeti ise onunla üretme ve bakımıdır. Bu kritere dayanarak vize ve gümrükler yoktur. Kişi sadece güvenliği için bir dayanışma ortaklığının himayesinde olmalıdır.
“Adil Düzen”in ekonomik sistemi tamamen bu âyete dayanmaktadır.
ثُمَّ اسْتَوَى إِلَى السَّمَاءِ (ÇümMa EisTaVAv EiLa elSaMAvEi) “Sonra semaya istiva etti.”
Burada önce yeri yaratıyor, sonra semaya istiva ediyor. Oysa başka yerde önce semayı yaratıyor, sonra yeri düzenliyor. Buradaki tearuz şöyle giderilmektedir.
Burada ‘sonra gökleri yarattı’ demiyor. Oraya istiva etti ve onları yedi sema olarak tesviye etti, düzenledi diyor. Demek ki yer yaratılmadan önce de sema vardır, ama -7 sema olarak düzenlenmiştir. Yedi sema olarak düzenlenmesi yer yaratıldıktan sonradır. Yedi sema yere göre semadır. Nasıl ki, yuvarlak bir kürenin neresinde iseniz orası merkezdir. Aynen bu şekilde uzayın da seması yoktur. Her yer merkezdir ve her yer semadır. O halde sema dediğimiz zaman izafidir. Şimdi bizim için Ay semadır ama Ay’da olsak Yer sema olur.
Kâinat’ın merkezi neresidir?
Siz nerede duruyorsanız Kâinat’ın merkezi orasıdır. Sema da onun üst tarafıdır. Yer yaratılmadan önce veya yer yokken yere göre bir semadan bahsedilemez. Onun için “Sonra semaya istiva etti” diyor.
Buradaki “Sümme/Sonra” da bize başka ilmî hakikati öğretmektedir. Yeryüzünü halk ettikten sonra yeryüzü daha yedi sema oluşmadan birtakım merhaleler geçirmiştir. Mesela yer sıcaktı, atmosfer tabakası vardı ama su tabakası yoktu. İşte bu sebepledir ki, yer yaratıldıktan sonra yedi semanın oluşması için iki üç milyar yıl gibi zaman geçmiştir.
“Semaya istva etti”yi kelamcılar çok zor yorumlamışlardır.
“Seviye” Tükçede de kullanılmaktadır. “SAea” kelimesinin başka deyişidir. “Seva” aynı seviyede demektir. “Su seviyesi” dediğimiz zaman onun yüksekliği demek olur. Sonra semaya doğruldu, semayı düzenledi denmektedir. Yani, yeri var etti, sonra bu yere ne gerekiyor diye semaya doğrulup onu da bu yere göre düzenlemesidir. Bir ev yaparken önce bu evde kaç kişi kalacak diye hesaplarsın ve ona göre evin büyüklüğünü tesbit eder, sonra tavan ve döşeme hesapları yaparsın.
Yaratılışın merkezinde insan vardır. Önce Kâinat projesi yapılırken insanın projesi yapılmıştır. Sonra böyle bir insanın iş yapabilmesi için çevre düzenlenmiş, canlılar projelendirilmiştir. Böyle bir canlılar âlemi için şöyle bir yer lazım olduğu tesbit edildikten sonra böyle bir yerin var olması için gökler düzenlenmiştir. Diğer razlar ad olduğu için Kâinat sadece yeryüzü yaratılmamıştır. Ama yere göre düzenlenmiştir.
فَسَوَّاهُنَّ (Fa SavVAyHunNa) “Onları tesviye etti.”
“Tesviye etmek” demek, seviyeleri ayarlamak demektir. Kalınlıklarını ve özelliklerini belirlemek demektir. Her birinin kalınlığı öyle ayarlanmıştır ki yeryüzünde hayat var olsun ve insanlar halifelik yapabilsinler.
“İstiva” kelimesi ile “Seva” kelimesi aynı köktendir. İftial babı muatavbaat içindir. Ancak burada istif’al babının da yerine geçmiştir. İstsiva sakıl olduğu için istivaya dönüşmüş olup o manâyı da içeri. Yani, düzenlemeyi murad etti anlamını taşır.
سَبْعَ سَمَاوَاتٍ (SaBGa SaMAvVATın) “Yedi semayı seviyelendirdi.”
Yedi semaya özellikleri verdi ve kalınlıklarını tesbit etti. Şimdi bu yedi semayı tanıyalım.
Sema-i Mâ: Yağmur seması.
Rüzgarın estiği, bulutların dolaştığı, kuşların uçtuğu semadır. Bu tabakanın yüksekliği 8887 metre olan Himalaya tepesinden biraz daha fazladır. Uzunluk birimi insan parmağına göre ayarlanmıştır. 9.414 santimetre uzunluğu olarak alabiliriz. Bu takdirde bütün gök ölçüleri onluk ve ikilik sistemine uyar. Biz şimdi 10 kilometre diyeceğiz. Tam ölçüleri bulmak isterseniz bu sayı ile çarpmanız gerekir. Yani 9.414 ile çarpmalısınız. Bu semanın özelliği iklimin değişir olmasıdır. Yaz ve kışları esen rüzgarlar farklıdır. Bu sayede yeryüzünde hayat olmaktadır. Hava ve su hareketi olmazsa hayat olmaz. Çevre kirliliği oluşur ve canlılar çoğalıp yaşayamazlar. Kalb durunca nasıl insan ölüyorsa, su ve hava harekatı olmazsa hayat olmaz. Bunu sağlayan da yerin kendi etrafında ve güneş etrafında dönmesi sayesinde mümkün olmaktadır.
İkinci sema, sema-i şihabdır.
Bunun kalınlığı yüz kilometredir. Hava ile doludur. Böylece atmosfer basıncını oluşturmakta, atmosferimizin yapısı değişmemektedir. Yoksa canlıların yaşaması mümkün olmazdı. Gaz uçup giderdi. Uçaklarımız buralara çıkıp uçmaktadır. Sadece inerken ve çıkarken sıkıntı çekmektedirler. Yoksa buralar hep açıktır. Bu semanın birinci işi havamızın kaçmasını önlemek, suyun buharlaşıp uçmasını önlemektir. Ama ikinci bir vazifesi daha vardır. O da gökten gelen taşları eriterek toz hâline getirir ve yeryüzüne inmesini önler. Bizim semamız bunun sayesinde mahfuzdur. Yoksa yeryüzü her gün taş yağmuru içinde delik deşik olurdu. Kayan yıldızlar işte budur. Bazen bu taşlar kaçarak yeryüzüne kadar inebilmektedir.
Sema-i sabah, ışık tabakasıdır.
Güneş ışığı atmosfere yaklaşınca onu parçalar, ozon tabakasını oluşturur. Onun üstünde iyonosfer tabakası oluşur. İkinci semanın havasını da bu tabaka korur. Bu devamlı olarak dışarıya maddeler fırlatmaktadır, ama güneşten gelenlerle dengelenmektedir. Bu tabakanın ikinci, hattâ birinci asıl görevi, güneşten ve uzaydan gelen diğer öldürücü ışınları süzer, geri yansıtır. Böylece yeryüzünü de yaşayacak hâle getirir. Sabah olduğu zaman burası güneş ışığını bize yansıtmaktadır.
Dördüncü sema Ay semasıdır.
Bu sema öyle bir semadır ki, orada bırakılan taş ya yere düşer, yahut uygun hızla dünyanın etrafında döner. Ay böyle yapmaktadır. Dünya Ay sayesinde günlük dönüşünü yapmaktadır. Yerin içindeki mağma tabakasını çekip iterek dağların köklerini çarpar ve rüzgar gibi yeri yavaşlamışsa süratlendirir, süratlenmişse yavaşlatır. Eğer Ay olmasaydı Dünya dönmezdi. Ayrıca gel-gitler de olamaz, yeraltı suları tıkanıp kalırdı.
Beşinci tabaka Güneş tabakasıdır.
Çevresinde gezegenler vardır. Güneş bize ışık gönderir. Gezegenler ise Ay’ın Dünya çevresinde düzenli bir şekilde dönmesini sağlar. Gezegenler olmasa Ay aylık dönüşünü sürdüremez, sürtünme kuvvetleri ile çöküp giderdi.
Güneş’in Yer ile beraber on gezegeni vardır. Bunlar seçkin sayılara göre dizilmişlerdir. Bu diziye bod dizisi denir. Güneş çapını 1 alırsak, ondan sonra 3er ara ile iki gezegen ve Dünya gelir. Dünya’nın Güneş’ten uzaklığı 10 olur. Bundan sonra gelenler arasındaki fark 3ün katlarıdır. 3 6 12 24 48 96 nın eklenmeleri ile oluşur. Bir de 300üncü sırada bir gezegen vardır.
Altıncı tabaka yıldızlar tabakasıdır.
Oradan gelen ışıktan yararlanıyoruz. Yıldızlardan gelen olmazsa güneş ışığı bazı maddelerin oluşmasına yeterli değildir. Buna “semai buruc” denmektedir.
Yedinci tabaka ise galaksilerin olduğu göktür.
Buna da “semai hubuk” denmektedir.
İşte, Allah yeryüzünün üstünü böylece yedi tabaka olarak düzenledi. Bu üç boyutlu uzaydır. Beş boyutlu uzayın içinde dört boyut çizmektedir. Dört boyuta “kürsü”, beş boyuta “arş” denmektedir.
وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ(29) (Va HuVa Bi KulLi ŞaYEın GALİyMun)
“O her şeyi alîmdir.”
“VeHüve Alimün Külli Şey’in” denmemiş de; “VeHüve BiKülli Şey’in Alîmün” denmiştir.
Şeyin küllisi ile alîmdir. Her şey ile alîmdir.
Yunan filozofları Allah küllü bilir cüz’ü bilmez demişlerdir. Buradaki “Şey’in” kelimesi cüz’iyeti ifade eder. “Külli” kelimesi de bütünlüğü ifade eder. Küllini cüz cüz bilir demektir. Küllini kül olarak, cüzleri kül olarak yani cüzlerin hepsini bilir anlamındadır.
“Alîmün” kelimesinin nekire gelmiş olması her cüz’ü cüz olarak bilmesinden ileri gelmektedir. Kendi kendisinin nekiresidir. Şimdi alîm olan yarın alîm olandan farklıdır. Allah için küll veya cüz’ yoktur. O halde O’nun ilmi bizim ilmimize benzemez. Ama O’nun ilmi bizim ilmimizin çok üstündedir. Allah her yönüyle ve her şekliyle bilir anlamındadır. Kur’an’daki Allah’ın nekire sıfatlarını bu şekilde anlamalıyız. Allah’ın hâlik olarak alîm olması başka, mahlukun tahakkuk etmesini bilmesi başkadır.
Her şey hesaplanmış ve yaratılmıştır. Biz de bu hesapları yapabiliyor ve bilebiliyoruz. Kâinatın yaratılışının, dünyanın yaratılışının, göklerin oluşmasının, yerin düzenlenmesinin hep hesapla, kitapla ve hikmetle olduğu bugün çok açık olarak bilinmektedir. Bu da bizim için delil olmuştur.
“Alîmün” kelimesinin nekire olması, bizim de uzayın düzenini bileceğimizi ifade etmiş olur.