ADİL DÜZEN 426
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 88. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِ الْمَوْتَى قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِنْ قَالَ بَلَى وَلَكِنْ لِيَطْمَئِنَّ قَلْبِي قَالَ فَخُذْ أَرْبَعَةً مِنْ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ إِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلَى كُلِّ جَبَلٍ مِنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْتِينَكَ سَعْيًا وَاعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ(260) مَثَلُ الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ كَمَثَلِ حَبَّةٍ أَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ فِي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِائَةُ حَبَّةٍ وَاللَّهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ(261)
وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ (Va EiÜ QvLa İBRAHIyMu) “Ve hani İbrahim kavletmişti.”
“Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında tartışma yapanı re’yetmedin mi? Hani İbrahim ona demiştir.” cümlesine burada atıf yapılmaktadır. “Ve hani İbrahim ‘Rabbim ölüyü nasıl diriltiyorsun?’ demişti” deniyor.
Hazreti İbrahim melikle tartışmış, sonra araya “Ev Kellezî/yahut o kimseyi” diye devam etmişti. Hazreti İbrahim’in tartışmasından sonra dirilme üzerinde başka bir misal getirilmiştir. Yani, bu âyetler diriltme üzerine gelmektedir. Buradan bunları öğreniyoruz.
1- Dirilme üzerinde münkirlerle tartışmalıyız. Bunun için bizim dirilme üzerinde bilgimiz olmalıdır.
2- Toplulukların dirilmesi ile canlıların dirilmesini karşılaştırmalıyız. Yapraklar dökülür, yeni yapraklar çıkar. Vücutta da hücreler hep yenilenir. Toplulukta da hep böyle yenilenme vardır.
3- Ölünün diriltilmesi üzerinde çalışırken, sadece inkâr edenlere cevap vermek için çalışmayacağız. Bizim de kalbimiz tatmin olmalıdır. Bu ne demektir? ‘Madem ki Allah Kur’an’da bildirdi, o halde O’na inanmak zorundayız’ deyip oturamayız. Evet, inanacağız ama onunla yetinmeyecek, aklen de onu araştıracağız. Beynimizi tatmin etmekle yükümlüyüz. İbadetler bunun için gereklidir. Bilmek yetmez; aklen kabul etmek de yetmez; hissen de tatmin olmak gerekir.
4- Burada öğrendiğimiz en büyük usul; mücmel ile yetinmemek gerekir, yani Kur’an’ın mucizesini öğrendikten sonra, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğuna iman edince işimiz bitmez. Kur’an’da haber verilen her şeyin araştırmasını yapıp nasıl yapılacağını öğrenmemiz gerekmektedir. En zor soru bile ayrıca ele alınıp incelenmelidir. Bizim aklımızla, deneyle, en uç noktaları bile bilme imkanımız vardır. Allah bize böyle bir akıl vermiştir.
رَبِّ أَرِنِي (RabBIy EaRıNıY) “Rabbim bana irae et.”
Hazreti İbrahim dua ediyor, “Rabbim bana irae et.”
“Bana” diyor, “bize” demiyor. Çünkü ilimde asıl olan tek başına görmektir.
Topluluk ilmiyle değil, hisleriyle bağırıp çağırır. Hayvanlara mahsus bu anlaşma şeklini insanlar da kullanmaktadır. Herkesin söylediklerine göre değil, kendi aklımız ve bilgimiz dahilinde düşünmeliyiz. Hazreti İbrahim bu konuda bizlere örnek olmaktadır. En kötü şartlarda düşünmek ve cevap vermek durumundayız.
Muttasıl mef’ul “erinî” şeklindedir, tekildir, “erinâ” değildir; “bize” değil “bana” denmektedir.
Allah Rabbimizdir. Senin de Rabbindir. Herkesi ayrı ayrı yetiştirir, birden kreşe doldurulmuş gibi bize bakmaz. İnsan bunu yapamaz, Allah yapar. O bir anda hepsinin ayrı ayrı Rabbi olur.
Buradaki “erinî” gözle göster değil, “allimnî” yani bana bildir, anlayayım demektir. Bana bildir de anlayayım; nasıl dirilteceksin?
كَيْفَ (KayFa) “Nasıl?”
Bundan evvel “Ennâ” şeklinde sorulmuş, şimdi “Keyfe/nasıl?” diye sorulmuştur. Orada nereden başlanacağı sorulmuştur, yani ölü şehir nereden başlanıp diriltilecektir. Orada onun cevabı aranmıştır. Önce kemik diriltilecek, sonra onun üzerine lahm/et kaplanacaktır.
Kemik demek, teşkilat demek, örgüt demektir.
Demek ki, Allah şimdi İçişleri Bakanı olan Beşir Atalay’a diyor ki; önce teşkilattan başla, ocak kanunu çıkar, bucak kanunu çıkar, il kanunu çıkar. Belediye teşkilatını kaldır, köylerle birleştir, beldeler yap diyor. Sonra, Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’e diyor ki; sen de “Adil Düzen”den gelmişsindir. Hakemler kanununu çıkar diyor. Çünkü sizin “Adil Düzen”den haberiniz var diyor.
Şimdi de bu âyette nasıl bir kanun çıkarmalıyız sorusunu da Hazreti İbrahim soruyor. Allah onun sorusuna cevap vererek bize öğretiyor. Orada nereden başlanacak, burada nasıl yapılacak?
İskeleti devlet yapacak, içini halk dolduracak. Bağımsız bucaklar ve iller kendi işlerini kendileri yapacaklar. İşte onlara da burada cevap veriyor.
تُحْيِ الْمَوْتَى (TuXYı eLMaVTAy) “Mevtayı nasıl ihya edeceksin?”
Bir defa burada sen ölüyü nasıl dirilteceğini bana göstererek öğret diyor.
Evet, “ihya” etme yani “diriltme” işi yerinden olacaktır. Her il ve her bucak bağımsız olarak kendi işlerini kendileri yapacaklardır. On iki (12) bölge merkezinin valilerini devlet tayin edecektir. Bunlar ordu komutanları olacak ama; diğer yüzden (100) fazla il kendi valilerini kendileri seçecek, kendi kanunlarını kendileri yapacaklardır. Dolayısıyla merkezî yönetim buralara karışmayacak. Ama bununla beraber merkez yakından takip edecek, onlara bilgi verecek, yanlış harekete sapmayacaktır.
Buradaki sorun, ölü bir karyenin diriltilmesi sorunudur. Çünkü baştan sorun onun üzerinde başlamıştır. Bağımsız hâle gelen bucaklar, bağımsız hâle gelen yargı nasıl olacak da kendi sorunlarını çözecektir? İşte, sorulan soru budur. Yani bucaklar topluluğu nasıl olacak da kendi kendine sorunları çözecektir?
“Mevta” kelimesi burada marifedir. “Meyyit” değil de “mevta”. “Meyyit” ölü kimsedir. “Mevta” ise cenazedir. “Bu cenazeyi nasıl dirilteceksin?” diyor. Nedir o cenaze?
Öldürülmüş bulunan bucaklardır. Nüfusu 3 000 ile 10 000 arasında olan bucaklar bugün mevtadır. Fiilen kaldırılmışlardır. Anarşinin ve rüşvetin kaynağı budur. Çünkü bucaklar birbirini tanıyan insanlardan oluşur. Oysa ilçeler ve iller birbirini tanımayan kimselerden oluşur. Buralar topluluk değil, yığındır. Takımları, bölükleri, taburları kaldırın; savaşabilir misiniz?
İdamı kaldırtan mantık, hapishaneleri otel hâline getiren fesat zekâsı; anarşi olsun diye bucakları da kaldırmıştır. Evet, ölü olan bucaklar ihya edilecektir. Nasıl ihya edilecektir?
قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِنْ (QAvLa EaVa LaM TuEMıNu) “Yoksa iman etmedin mi? dedi.”
Yani; bucakların kendi kendilerine çözümler üretip “Adil Düzen”i getireceklerine inanmıyor musun yoksa? diyor, Allah. Yani; yerinden yönetime ihtiyaç var, Tanrı’nın yerine geçen bir merkezî idare olmazsa taşra bir şey yapamaz mı diyorsun?
Hazreti İbrahim’e böylece deniyor ki; önce inanmalısın, Allah’a inanmalısın, yani halka inanmalısın. Sadece oyları alırken değil, sorunlarını çözerken de inanmalısın.
Allah’ın halifesi olan topluluk kendi sorunlarını kendileri çözer. Merkezî çözümlerle sorunlar çözülemez. Merkez ancak merkezdeki sorunları çözer. Merkezin hakkını merkeze, taşranın hakkını taşraya vermeliyiz.
Şimdi yeni bir şey öğrenmiş oluyoruz. Merkez kral, taşra ise Allah. Hazreti İsa, “Kralın hakkını krala, Allah’ın hakkını Allah’a verin” derken, taşranın işini taşraya verin demiş olmaktadır.
Taşraya inanmayan ve taşraya bağımsızlık vermeyen, Allah’a inanmıyor demektir. Mesul valiyi tanımazsan, devleti tanımamış olursun. Taşrayı tanımayan, görevliyi tanımayan da devleti tanımamış, Allah’ı tanımamış olur.
قَالَ بَلَى (QAvLa BaLAy) “İnanıyorum diye kavletti.”
Yani, Hazreti İbrahim yerinden yönetimin nasıl olacağına inanıyorum dedi.
Hazreti İbrahim’in bu “belâ” deyişi şu idi. Onun zamanında da insanlık -bugünkü gibi böyle- karanlıklar içine düşmüş, yeryüzüne ölü toprağı serpilmişti. Mısır’da şimdiki ABD’nin Bush’una muadil bir hükümdar vardı. O günkü dünyayı kasıp kavuruyordu. Merkezi yönetim hakimdi.
Hazreti İbrahim tebliğ yapacak ve bu sayede insanlık kendi kendine kurtulacaktı. Buna inanıp inanmayacağını sormuş, o da “inanıyorum” cevabını vermiştir.
Hazreti İbrahim zamanındaki durum budur.
Şimdi de ‘Yerinden yönetimin başarılı olamayacağını mı sanıyorsun?’ diyor.
Hazreti İbrahim zamanında zamanda yaygınlık vardır, şimdi mekânda yaygınlık vardır.
وَلَكِنْ (Va LAvKın) “Velâkin.”
Evet, inanıyorum; velâkin bu yetmiyor, nasıl yapacağını öğrenmek istiyorum. Ne yapacağına inanıyorum ama nasıl yapacağını bilmiyorum. Onun olup olmayacağına değil, nasıl olacağına dair bilgi istiyorum. Çünkü bilgim olursa ona göre davranırım. Ben de kendi ocağımı ve kendi bucağımı ona göre düzenlerim. Böylece onlara da örnek olabilirim.
Peygamberler hep bunu yaptılar. İşe aşiretten başladılar, yani önce ocaklarını kurdular. Sonra aşiretlerini kent yönetimine tahvil ettiler. Diğer halk toplulukları onları örnek aldılar ve insanlık zamanla bugünkü uygarlık seviyesine ulaştı.
Demek ki merkez örnek ocak kurulmalıdır, örnek bucak kurulmalıdır. Bunlar Türkiye’nin on iki yerinde kurulmalıdır. Her bölgeye bir merkez bucak kurulmalıdır.
Şimdiki iktidar yani AK Parti bunu yapmazsa helâk olacaktır. Yaparsa asrın en ileri uygarlığına ulaşacaktır.
Bu sözlerimiz size şaka gibi gelebilir ama bunları ben söylemiyorum; işte Kur’an söylüyor.
Yine Kur’an, alimlerin kavimleri kendi dilleri ile uyaracağını söylüyor.
Biz de şimdi onu yapıyoruz. Hatalar bizim, doğrular Kur’an’ın.
Biliyorum; “Metâ haza’l-va’d?” diyeceksiniz, “Bu vaat ne zaman?” diyeceksiniz ama; bunu demeniz ve özellikle anlayıp gereğini yapmamanız sizi kurtaramayacaktır…
لِيَطْمَئِنَّ قَلْبِي (Lı YaOMaEınNa QaLBIy) “Kalbimin tatmini için.”
“Kalb” demek, merkez demek, santral demektir. İnsanda iki ana kalb vardır. Biri, göğüste kan kalbi vardır. Diğeri de, beyinde düşünme kalbi vardır. Burada tatmin edilmesi istenen beyindeki kalbdir, fikrî kalbdir. Çünkü nasıllara cevap veren o kalbdir. İmana cevap veren yani ne olacağını kabul eden de hislerdir.
“Tatmin etmek” demek, sorunları çözmek demektir.
Matematikte bir sayıyı denkleme koyduğunuzda eğer sıfır oluyorsa, yani onun çözümü ise bu sayı bu denklemi tatmin ediyor denir. Osmanlılar bunu kullanmışlardır.
Yani; denklemlerdeki bilinmeyenleri çözmek istiyorum diyor. Fıkhî soru sorulacak ve bulunan cevapla tatmin olacaktır. Taşradaki bağımsız bucakların sorunlarını nasıl çözeceklerini öğrenmek istemeliyiz. Allah’a, Kur’an’a sormalıyız; O bize cevap verecektir. Bu bizim Adil Düzen çalışmalarını yapma biçimidir. İsteyen bizi örnek alabilir. Bu yazdıklarımızı okuyabilir.
Bir devlet iki ayak üzerinde yürür.
Bunlardan biri “yargı”dır; yansız, bağımsız, etkin ve saygın yargı. Derhal dört tane yüksek kurul kurulmalıdır. Sabık Adalet Bakanı Cemil Çiçek yapmadı; yeni bakan Mehmet Ali Şahin derhal yapmalıdır: “Bilirkişi Yüksek Kurulu”, “Soruşturma Yüksek Kurulu”, “Savunma Yüksek Kurulu” ve “Hakemlik Yüksek Kurulu” kurulmalıdır. Ceza davaları dahil tüm davalar hakemlerce halledilmelidir. İsteyenler mahkemelere başvurmalıdır. Mahkemeler denetleme kurulu olmalıdır.
Devletin ikinci ayağı ise “silahlı güç”tür. Bunun bir kolu dışa yöneliktir. O hususta bir şikayetimiz yoktur. Cumhurbaşkanımız Gül’ün dediği gibi daha da güçlendirmeliyiz. İç güvenlik ise yürümüyor. Bunun sebebi devletin organizasyonundaki yanlışlıktır. 120 bin nüfuslu Hakkari ile 12 milyonluk İstanbul aynı statüde olamaz. Belediye-köy ayırımı kalkmalıdır. O yapı, altyapının olmadığı modası geçmiş köydür. Bugün köy-kent farkı kalkmıştır.
Sonra, soruşturmacı ile silahlı güç aynı kurumda olamaz. “Bucaklar Yüksek Kurulu” kurulmalıdır, “İller Yüksek Kurulu” kurulmalıdır. “Soruşturma Yüksek Kurulu” kurulmalı, polis onun emrine verilmelidir. “Güvenlik Yüksek Kurulu” kurulmalı, jandarma onun emrine verilmelidir.
Kur’an bunu da İçişleri Bakanı Beşir Atalay’dan istiyor. Ben sadece tebliğciyim.
قَالَ فَخُذْ (QAvLa Fa PuZ) “Ona ‘huz’ diye kavletti.”
O zaman Hazreti İbrahim’e “ahzet” diyor. Şimdi de her bakana bu ahzı söylüyor. İleride “Adil Düzen” iktidara geldiği zaman onlara bildiriyor.
“Ahzetmek” ele almak demek, tutmak demektir. Sapından tutmak demektir, avuçlamak demek değildir; yani onu avuca almak değildir. Bir tarafından tutmak demektir. Konunun ele alınması demektir. Ölmüş bir şehri diriltme sözkonusu ise, onun müesseselerini ele almak demektir. Onun üzerinde çalışarak çözümü üretmek demektir. Yüksek kurulu kurmak demektir.
Bu yüksek kurul demokratik yoldan oluşacaktır. Her parti aldığı oylar nisbetinde ilim adamı gönderecektir. AK Parti 9, CHP 3, MHP 3, DTP 1, DSP 1, DP 1 ve diğer partiler birleşirse her % 5 oy için bir ilim adamı göndereceklerdir. Biz Akevler olarak isteyen partiye ilim adamı verebiliriz.
İşte, “ahzetmek” demek bu demektir.
أَرْبَعَةً (EaRBaGaTan) “Dört adet al.”
Burada dörtlü sisteme işaret etmektedir. Sistemler dörtlü olarak oluşacaktır. Adil Düzene göre 4*6+1=25 bakanlık vardır. R. Tayyip Erdoğan bunu bulmuş ve bu uğurlu sayıya göre bakanlarını oluşturmuştur. Kur’an her bakana da dört Yüksek Kurulunu kurmayı emretmektedir. Dört kurul oluşturulacak, bakanlık bunlara dayanarak reformları gerçekleştirecektir.
Her iki bakan beni çok iyi tanımakta olduğundan ve “Adil Düzen”le ilgili olduğu için bunları ben onlara aktarıyorum. Emir her Adil Düzen bakanına aittir.
Adalet Bakanı dört yüksek kurul kurmalı; soruşturma, savunma, bilirkişi ve hakemler kurulunu kurmalıdır.
İçişleri Bakanı da dört kurul kurmalı; bucaklar, iller, polis ve jandarma yüksek kurulunu kurmalıdır. Polis sadece soruşturma yapacaktır. Jandarma ise silahla güvenliği sağlayacaktır. Bunlar bağımsız olacak ve birbirlerinin emrinde olmayacaklardır.
مِنْ الطَّيْرِ (MıNa elOaYRı) “Tayrden”
“Tayr” kuş demek değildir. Kuşun adı “tair”dir, çoğulu da “tavair”dir.
“Tayr” uçan sürü demektir. Arapçada tayr sadece uçmak anlamında değildir. Uğursuzluk olayına da tayr denir. Yasin Sûresi’nde bu mânâda geçmektedir.
“Tayrdan dördünü al” demek, bozuk olan dört müesseseyi al demektir. Bu kelime mânâsıyla böyledir. Ben mecaz mânâsını vermiyorum. Neden dört kurum ele alınacak? Çünkü dengenin oluşmadığı hiçbir sosyal kurum başarıya ulaşmaz, ulaşamaz. Denge ancak dörtlüde oluşur.
فَصُرْهُنَّ إِلَيْكَ (Fa ÖuRHunNa EiLaYKa) “Onları sana savr yap.”
“Suret” biçim demektir. Çamura verilen şekil demektir.
“Savr etmek” demek, onu şekillendirmek, biçimlendirmek demektir. Dört kurumu ahzet, onlara biçim ver, yani örgütle demektir. O örgüt sana alışacak, senin dediklerini öğrenecek demektir.
Burada dört kurum alınıyor. Bakan kurumların başına kendi temsilcilerini koyuyor. Böylece kurum çalışmaları bakanlığın istediği biçimde oluyor. Dört kurum ayrı ayrı olacak ama hepsi bakanlığın planlaması ile çalışacak. Kurumlar ayrı ayrı olacak. Denge ancak öyle oluşur.
Bucaklar bakanlığı ile iller bakanlığı ayrı olacak. Çünkü iller devlet karşısında bağımsız olacakları gibi, bucaklar da iller karşısında bağımsız olacaktır. Devlet illerin iç işlerine karışmayacak, ama iller de bucakların iç işlerine karışmayacak. O halde bunlar için ayrı yüksek kurullar oluşturulmalıdır ki denge oluşsun. Bucaklar kendi hukuk düzenlerini kurup doğrudan yönetimlerini oluşturacak ve kendi kendilerini yöneteceklerdir. Onlar da ocaklara karışmayacaklardır. Ocaklar birlikte yaşama birimi olacaktır. İller ise iç güvenliği sağlayacaklardır. Devlet dış savunmayı yapacaktır. Bunların görevleri farklıdır. Dolayısıyla farklı şekilde örgütlenme gerekmektedir. Ama aralarında birlik olması için bakanın gözetimi ve hakemliği sözkonusudur. Onun için burada “ileyke/sana” denmektedir.
Burada bize önemli hususlar öğretilmektedir.
Önce bir inkılâbın yapılabilmesi için dört kademeye ihtiyaç vardır.
a) Önce ön proje hazırlanmalı ve bu ön proje bir veya birkaç yerde pilot uygulama ile gerçekleştirilmelidir. Bir “Adil Düzen Bucağı” kurulmalıdır. Akevler olarak bunu kurmaya hazırız. Bir araştırma fonu ile bu bucak kurulur. Devletin sadece arazi vermesi bile bizim için yeterlidir. Buna “ön uygulama” denir. Tevrat Kur’an’ın ön uygulamasıdır.
b) Uygulama yapıldıktan sonra “proje” hazırlanır. Uygulama yapılmadan hazırlanan proje ütopiktir. Biz Akevler’i bu amaçla kurduk ve kullandık. Kur’an projedir, Tevrat uygulamasından sonra inmiştir.
c) Bundan sonra “projeli uygulama” gelir. Projeye bakarak üretim yapılır. Sünnet Kur’an’ın projeli uygulamasıdır.
d) Bu yetmez; bir de “halkın buna alıştırılması, halka bunun kabul ettirilmesi” gerekir. Bu dördüncü safhadır. İşte burada emredilen bu eğitim safhasıdır, halka anlatma safhasıdır, halka inandırma safhasıdır. Halk artık bucaklarını kendileri kuracaklardır. Biz sadece örnek vermiş olacağız.
İsrail Devleti kurulurken bunu yaptı, 22 çeşit tip site kurdu. Halkı uygulama konusunda serbest bıraktı. Bunlar elendi ve sonunda dörde indi. Halk eledi, sistem kendi kendine eledi.
Burada ne yapmış oluyoruz?
Mevtayı merkez diriltmeyecek ama mevtanın dirilmesi için merkezde faaliyet olacaktır demektir. Ne yapılacak? Yüksek kurullar kurulacak. Örgütlenme yapılacak, örnek site kurulup uygulamalı örnek verilecek. Ondan sonra halk serbest bırakılacak, zorlanmadan kendileri istenen reformu yapacak, “hakemler sistemi”ne veya “yerinden yönetim sistemi”ne geçeceklerdir.
ثُمَّ اجْعَلْ عَلَى كُلِّ جَبَلٍ (ÇumMa ıCGaL GaLAy KulLi CaBaLın)
“Sonra onlardan her cebel üzerine ca’let.”
Burada “her cebel üzerine koy” diyor.
Yani, her bucak üzerine koy, her il üzerine koy diyor.
İllerin bölünmeleri, bucakların bölünmeleri nasıl olmalıdır? Merkezler çukurlarda mı yoksa dağlarda mı kurulmalıdır? Yani, sınırlar derelerden mi geçmeli, yoksa sırtlardan mı geçmelidir?
Ülkelerarası sınırlar sırtlardan geçse savunulması kolay olabilir. Ama il sınırları derelerden geçmelidir. Bucak sınırları derelerden geçmelidir. Böylece iller arası, bucaklar arası ilişkiler daha kolay olur. Sonra çevre kirliliğinin önlenmesi için kentler, mesken kentleri yüksek yerlerde kurulmalıdır. Biz bunu Akevler’de uyguladık. Kur’an şimdi bizim uyguladıklarımızı teyit etmektedir.
Her bucak yüksek bir yerde kurulmalıdır. Sınırlar vadilere bölünmelidir. Böylece fiziki ilişkiler de kolay olur. İş siteleri ile mesken siteleri birbirinden ayrılmalıdır. Mesken siteleri yüksek yerlerde, iş siteleri ise ulaşımın kolay sağlanması için ovalarda kurulmalıdır. Eskiden sıtma dolayısıyla halk siteleri tepelerde kuruyordu. Dağda evi, ovada tarlaları bulunurdu. Demek ki doğal olan budur.
Burada “her cebele koy” denmekle, bir ilin bütün dağlarına bucaklar yerleşmelidir. Yani sistem ilin tamamında kurulmalıdır. İller de ülkenin tamamında kurulmalıdır. Hazırlıklar bittikten sonra artık ülkede ayrımcılık yapılmayacaktır.
مِنْهُنَّ جُزْءًا (MiNHunNa CuZEan) “Onlardan bir cüz koy.”
Yani, dört kurumdan hepsinden bir cüz oralara konacaktır. Bunun anlamı şudur ki, her bucak ayrı çalışacak, bağımsız olacak ama herkesin cüzü olacak. Yani merkezden kopmayacak; iç işlerinde bağımsız olacak, dış ilişkilerde ise merkeze tâbi olacaktır. Yani ülkenin bölünmez bütünlüğü korunacaktır. Kurul merkezden oluşacak, bölgelerde şubeleri olacak, il merkezlerinde oluşacak, ilçelerde şubeleri olacaktır. Bölge merkezleri merkezi yönetimle yönetilecek, ilçe merkezleri merkezi yönetimle yönetilecektir. Onun için burada “cüz’en” diyor.
Bucak hakemleri ilçe hakemlerinden oluşacaktır. Dolayısıyla mahkeme bucaklarda kurulacak ama hakemler ilçeden olacak. Ara mahkemeler illerde kurulacak ama hakemler bölgelerde olacaktır. Yüksek mahkeme merkezde oluşacaktır. Mahkemelerin kararları kesin olacak ama üst mahkemeye veya eş mahkemeye her zaman gidilecektir. Dava bozulmayacak ama mağdurun mağduriyeti giderilecektir. Onlardan yani dört müesseseden cüzleri koy diyor.
Bu ifadeleri dört kuşu alıp kesme şeklinde ve onları karıştırıp dağlara koyma şeklinde anlatan masallar vardır. Ama “tayr” kuş değildir, sürü demektir. O zaman dört sürü alınacak.
“Onları kes” demiyor, “alıştır” diyor, “eğit” diyor. Sonlarda “her birinden bir cüz koy” diyor. Başka türlü olsaydı “Min Tairin” denirdi. O mânânın verilmesi Kur’an’ın dil kaidelerine uygun düşmüyor.
ثُمَّ ادْعُهُنَّ (ÇümMa uDGuHunNa) “Sonra onları davet et.”
Nereye davet et?
Haydi, şimdi her şey hazırlanmış, eğitim bitmiş, her bucakta yetkililer ve görevliler yerleşmiş. Uygulamaya hazır hâle gelmiş durumda; artık “Adil Düzen”e, yeni düzene “davet et” denmektedir.
Burada “sümme/sonra” kelimesi kullanılmıştır. Hazırlık yapılmadan kanun çıkarılmamalıdır.
İşte, 200 yıldır batlılaşıyoruz ama bir türlü batılılaşamadık. Başlıyoruz, yarım kalıyor; başlıyoruz, yarım kalıyor...
Oysa, peygamberler önce hazırlık yapar, sonra başlatır. Çoğu zaman olması gerekenler kendi hayatlarından sonra gerçekleşir.
Akevler’deki başarısızlığın kaynağı, Millî Görüş’teki başarısızlığın kaynağı bu erken açılmadır. Bunların olmaması gerekirdi demiyorum. Ön uygulama olmalıydı ve oldu. Sonunda “Adil Düzen Projesi” ortaya çıktı. Şimdi o projeye göre uygulama zamanıdır. Ya mevcut partilerden biri benimseyecek ve yapacaktır, ya da “Adil Düzen Partisi” kurulacaktır. Şimdiki durum budur.
İçişleri Bakanı Beşir Atalay ve Adalet Bakanı Mehmet Ali Şahin’e diyoruz ki; gelin bu işi sizin partinizde başlatın.
‘Hayır, biz başlatmıyoruz!’ derlerse, kendileri bilir.
Bizim görevimiz sadece söylemek, sadece hatırlatmaktır.
يَأْتِينَكَ سَعْيًا (YaETIyNaKa SaGYan) “Sana sa’yen geleceklerdir.”
Evet, eğer insanlar eğitilir ve tam organize olurlarsa, koşarak gelirler. Fevc fevc Allah’ın dinine/düzenine girerler.
Biz 1960’larda Demokrat Parti’den ümidimizi kesip bağımsız bir sosyal faaliyete karar verdiğimizde Meclis’e gireceğimizi bile ümit etmiyorduk. İddiamız şu idi. Biz bağımsız da olsa adaylığımızı koyalım ve kendimize oy verelim; İslâmiyet’e karşı olan veya münafıkça İslâmiyet’e yaklaşan kimselere oy vermeyelim. Bir oy çıksa bile, bizim oyumuz bizim olsun dedik.
O günlerde Erbakan Konya’da adaylığını koyarken ümitli değildi. Ümitli olsaydı önce Adalet Partisi’ne baş vurmazdı. AP’den Demirel tarafından veto edilince, artık sadece Allah’ın emridir diye bağımsız adaylığını koydu. Konyalılar bir milletvekilinin gerektirdiğinden fazlasını yani üç misli oy verdiler. İşte tarih bundan sonra değişti. Ondan sonra nerelere geldik?
1973’te iktidar ortağı olduk.
1980’den sonra bizden siyasete atılmış olan Turgut Özal iktidar oldu. Kenan Evren yanımızda yer aldı.
1990’larda hükümeti biz kurduk.
2002’de anayasa ekseriyetini elde ettik.
Şimdi devletin başı da bizden. Kimse Abdullah Gül’ün bizden olmadığını söyleyemez. Gül namaz kılıyor mu, içki içmiyor mu, zina yapmıyor mu, kumar oynamıyor mu; o bizdendir. Eşi başını örtüyorsa, kimse onu bizden yabancı sayamaz. Kendisinden zaten fazla bir şey beklenmez, beklenemez. O icracı değildir.
İşte, bugün % 65 oy bizim tarafa verilmiştir. Geri kalan % 20 ancak bize karşı alenen cephe alanlarındır. % 15 de renksizlerdir. Demek ki % 70’in üstündeki oylar artık bize gelmiştir.
Bunlar şeklen gelmişlerdir. Bunların “Adil Düzen”den haberleri yoktur.
“Adil Düzen” için de bunu söyleyebiliriz. Artık kendilerinin namazı, orucu, başörtüsü değil de; bizi düzenin adil bir şekilde düzenlenmesi ilgilendirir. Allah şimdi mü’minlerden bunu istemektedir. Çok kısa zaman sonra -bu âyette ifade edildiği üzere- sa’yen bize geleceklerdir.
AK Parti, parti olarak başarılıdır ama düzen olarak hiçbir şey yapmamıştır. Hastalıklar aynen devam ediyor. Askerin itaati şarttır ama sadece askerin itaati de sorunları çözmez.
وَاعْلَمْ (Va ıGLaM) “Ve ilmet”
“İlmet” kişiye emirdir. Öğrenmemiz gerektiğini emrediyor. Kişi öğrenecek.
Burada sıyga müfret/tekil kullanılmıştır. Hazreti İbrahim’e hitap etmiştir.
Bir işte bir sorumlu olur. O herkesle istişare eder. Karar tek beyinden çıkar. Birlik böyle sağlanır. O kimsenin de ilimle hareket etmesi gerekir. Eğer isteğe dayalı bir şey ise onu halkından danışarak öğrenmelidir. Karara etki eden iki şey vardır; biri ilgililerin istekleri, bir diğeri de ilmin sağladığı imkanlardır. İmkanlar ilme dayanır.
Onun için burada “i’lem/ilmet” diyor; yani, nasıl yapılacağına kararı ilim verecektir.
أَنَّ اللَّهَ (EinNa elLAHa) “Allah”
Bundan sonra gelen haber nekredir. Dolayısıyla buradaki “Allah” halktır, demokrasidir, yerinden yönetimdir. Baştan beri itiraz edilen şu değil midir; kızı serbest bırakırsan ya davulcuya ya da zurnacıya gider/miş. Halka sorarsan o dalâlete gider/miş.
Hayır efendim, halk doğrusunu yapar. Yeter ki halk baskı altında olmasın. Ekseriyet kararları gibi saçma karar olmasın. Seçim ama “nisbî seçim”, demokrasi ama “hicret demokrasisi” olsun.
Herkes kendi bucağını kuracaktır. Başaran bucaklar örnek olacak, diğer bucaklar kendi istekleri ile koşarak gelecekler. Allah’ın eli cemaatin üzerindedir. Dinde zorlama yoktur. İsteyen gelip yaşar, istemeyen gelmez. Herkes kendi kaderini kendisi tayin eder.
عَزِيزٌ حَكِيمٌ(260) (GaZIyZun XaKIyMun) “Azîzdir. Hakîmdir.”
“Azîzdir, hakîmdir”; eninde sonunda dediğini yaptırır.
Baskı ve zorlama ile onları bir yere götüremezsiniz. Onları inandırmanız gerekir, alıştırmanız gerekir. O benimsedi mi, karar verdi mi, artık onu durduramazsınız.
Saltanata son verildiği zaman yöneticiler zannettiler ki, padişahlara gösterilen bağlılık bize de gösterilecek. İki defa demokrasi denemesi oldu, başarısızlıkla sonuçlandı. 1950’de halk CHP’ye tam cephe aldı. 57 senedir halk ile bürokratlar arasında cedelleşme devam ediyor. Şimdi son kaleleri de ellerinden gitti. Kaleler birer birer çökecek. YÖK teslim olacak, yargı teslim olacak…
Temennimiz ordunun karşı cephede yer almamasıdır. Çünkü bu devletimizin yıkılması demektir. Ordu halka karşı olmaz; ordunun halkına karşı olmasının mantığı yoktur. Ordu bürokratlardan oluşmaz, halktan oluşur. Görevlerini yapmayan, rüşvete boğulmuş, ülkeyi ölüm mekanizmasına çeviren bir sınıfın yanında ordu yer almamalıdır. Alsa da, iyi bilsinler ki halkı yenemezler. Sovyetler, Hitler, Şah, Saddam ve daha niceleri bunların örnekleridir.
“Güçlüdür, hükmedendir.” Sonunda yeryüzünde yerinden yönetim hakim olacaktır. Merkezi sömürü sistemi sona erecektir. Merkezi sistemle devletin üniterliğini birleştirmektedirler.
Tam tersine, yerinden yönetim üniter devleti oluşturur. İnsanlar kendi iç işlerinde memnun iken, bağlı bulundukları üst kurula da o kadar sadık olurlar. İşi bozulan vatandaş devletine karşı gelir. Anarşinin ana kaynağı işsizliktir, açlıktır, yokluktur.
***
مَثَلُ (MaÇaLu) “Meseli”
“Mesel” heykel demektir, insanın benzeri demektir. Bir şeyi örnekle anlatmak ve temsil etmek demektir. Kur’an burada misal olarak buğday tanesini seçmiştir.
Kıyas, bir şeyi bir yönüyle benzetmektir. Oysa temsil, bir sistemi başka bir sisteme benzetmektir. Batılılar buna “analoji” diyorlar. Kur’an kelime olarak kıyastan çok misalden söz eder. İnsan “benzetme” yoluyla sorunları çözer. Bu ilim fazla gelişmemiştir. Bizim geliştirmekte olduğumuz sekiz yüzlüler sistematik bir temsildir.
الَّذِينَ يُنفِقُونَ (elLeÜIyNa YuNFıQUvNa) “İnfak edenler.”
“İnfak” ayırmak demektir. Malları infak etmek demek, harcamak demektir. Stok etmeyip harcamak infaktır. Eğer bu infak kendi işlerin için olursa sadece infak olarak gelir. Eğer bu infak topluluk için olursa, o zaman fîsebilillah için olur. Topluluğunda anlamına gelir. Çünkü burada topluluk için infaktan bahsetmektedir. Kurallı erkek çoğul gelmiştir. Bu tek başına harcama değildir. Ortak bütçe hazırlayıp birlikte harcama demektir.
Bugün yeryüzünde bulunan topluluklar vergi toplamakta, zorla infak yaptırmaktadırlar.
Kur’an kimseden zorla bir şey istememektedir. İşletmelere ortak olarak karşılığında zekât toplamaktadır. Mevcut düzenlerden farkı budur.
Vergi verenlerin şahsen kazançları şunlardır:
a) Herkes geçmiş yıllarda ödediği vergilere karşılık gelecek yıllarda faizsiz kredi almaktadır. Bu da onun için çalışma kaynağı, hayat kaynağı olmaktadır.
b) Her işletme geçmiş senelerde ödediği vergiler nisbetinde altyapı imkanlarından; su, elektrik, gaz, ısı ile taşıma ve haberleşme gibi genel hizmetlerden yararlanmaktadır. Bunlar işletmeye bedava verilmekte, ondan ücret istenmemektedir. Vergi üretimden pay olarak alınmakta, aynî olarak alınmaktadır.
c) Vergileri ödenmiş mallar sigortalanmaktadır. Hırsızlık gibi kayıplar hâlinde ortak bütçeden o miktar ödenmektedir.
d) Taşınmazlar resmi değerleri ödenen vergi ile tesbit edilmektedir. Tazminat sözkonusu ise, istimlak bedelleri sözkonusu ise, onunla değerlendirilmektedir.
Böylece herkes bir karşılık olarak infak etmektedir. Beyannamede eksik gösterenler takip edilmemektedir. Kişinin çıkarına olduğu için isterse az göstersin denmektedir. Beyannamede gösterdiği halde ödemeyen kimselerden ise alacakların tahsili hükümleri uygulanmaktadır. Farklı muamele yapılmamaktadır. Ödememesi demek, borçlanma ehliyetini kaybetmesi demektir. Borcunu ödeyince itibarı iade edilmiş olur.
Vergiler; beşte birler, onda birler, yirmide birler olarak toplanmaktadır. Altyapı hizmetleri fazla ise pay ikiye çıkmakta, eksikse yarılanmaktadır. İşte bu düzeni kuranlar, “ellezîne yunfikûne” olan kimselerdir.
Hazreti İbrahim peygambere bildirilen “Adil Düzen sitelerinin kurulması” ile ilgili âyetten sonra bu âyetin gelmesi, bize cihadın iki yanını belirtmek içindir. Adil Düzen sitesinin kurulması için bedenen katılanlar okuyacak, düzeni üretecektir. Diğerleri ise malları ile katılacaktır.
İstanbul’da 5000 YTL ortaklık payı verebilen kimselerden toplayıp bir inşaat şirketini kuracağız. Adil Düzen Ekibi bunu isteyecektir. Yapılan inşaatlar maliyet üzerinden satılacaktır. Kooperatif arsadan yüzde on, yapıdan yüzde beş pay alacaktır. Onunla mala-mal marketler zincirini kuracaktır. Burada da satıştan yüzde 2.5 alacaktır. Bu zekât olacaktır. Bununla da “Adil Düzen Siteleri” oluşturacaktır. İşte bunu yapan kimseler “ellezîne yunfikûne fîsebilillah” cemaatidir, yani Yenibosna cemaatidir.
أَمْوَالَهُمْ (EaMVAvLaHuM) “Mallarını”
“Mal” meylden gelen bir kelimedir.
Eğilmiş ağaca “mail” denir. İnsanların rağbet gösterdiği şeye “meyli var” denir.
Malın ekonomik tanımını yapabilmemiz için önce parayı tarif edelim.
Para demek, insanların verdikleri emek demektir. Çalışırlar ve karşılığında para alırlar. Sonra o para ile piyasadan mal alırlar. Piyasada para ile satılanlar maldır. Emeğe karşı alınan şey de paradır.
Burada insanların mallarını harcamaları emredilmiştir. İslâmiyet’te emek mal olmadığı gibi taşınmazlar da mal değildir. Taşınmazları depo edilmiş emek olarak tanımlıyoruz. Bu sebepledir ki İslâmiyet’te yapıların ve arabaların vergileri yoktur. Çünkü onlar mal değildir. Bizim mal olarak tarif edebilmemiz için onun taşınır bir şey olması ve maddi kitlesinin bulunması gerekir. Bu sebeple elektrik de mal değildir. Çünkü depolanamaz, bundan dolayı madde değildir. Isı da mal değildir. Kitlesi olan yani tartılabilen ve ölçülebilen veya sayılabilen bir şey olması gerekir. Depolanmalıdır. İnsanların yaşaması için bunlara ihtiyaç vardır; iş yapmaları için de bunlara ihtiyaç vardır.
فِي سَبِيلِ اللَّهِ (FIy SeBiLi elLAHı) “Allah’ın sebilinde.”
“Allah’ın sebili” nedir? “Allah’ın yolu” nedir?
Şeriat Allah’ın yoludur. Şeriat demek yol demektir, düzen demektir. İnsanların toplulukta nasıl yürüyeceklerini gösteren kurallara şeriat diyoruz. Kişilerin hak ve vazifelerini düzenleyen kurallara şeriat diyoruz. İşte, şeriat için yani “Adil Düzen” için harcarlar demektir.
Mevcut mevzuata uyularak bir site kurulacak, “Adil Düzen Sitesi” kurulacak, bu örnek site olacaktır. Bu sitenin kurulması için harcama yaparlar.
Bu site nasıl bir site olacaktır?
Bu site bir Medine sitesi olacaktır. Bin hanelik bir kent kurulacaktır. Bugün 100 bin liraya bir daire satılmaktadır. Ancak bunun maliyeti 50 000 liradır. 50 000 lira da işyeridir. 100 000 YTL ile bir aile yerleşir. Bu da yüz milyon YTL eder. Ortaklarımızdan beşer bin lira alırsak, 20 bin ortak bulmamız gerekecektir. Bunu bulabilir miyiz; yani beşer bin lira veren 20 bin ortak bulabilir miyiz? Allah bunu bize bulduracaktır. Bizim deneyimlerimiz bunların olabileceğini bizlere hep gösterdi.
Sonra ne yapacağız?
Bir sözleşme yapacağız. “Adil Düzen”i benimseyenler buraya geleceklerdir. İşte o kent III. bin yılın Medine’si olacaktır. O kentte tapu vermeyeceğiz. Tapu kooperatifte duracak ve kişiler bunlara mâlik olacaklardır. Kooperatiften ayrılana değerini vereceğiz. Girmek isteyenler de değerini vererek oturacaklardır.
Bu âyet bize infaktan bahsetmektedir.
كَمَثَلِ حَبَّةٍ (Ka MaÇaLı XabBaTın) “Habbenin meseli gibidir.”
Bir buğday tanesini alırsınız, toprağa atarsınız, çürüyüp gider ama; o yedi dal verir, her dalda 100 tane vardır; bire yediyüz kazanç vardır.
Bizim kuracağımız sitede de kazanç bu kadar olacaktır. Nasıl olacaktır? Biz Akevler’i aldığımız zaman 20 dönümü 20 000 dolara aldık. Yani bir arsa 1000 dolara mâl oldu. Her arsaya 30 daire sığdı. Yani bir arsa payı 33 dolara mâl oldu. Şimdi orada arsa % 50 ile gidiyor. Her daire de 100 000 lira oluyor. Demek ki 3000 misli değer kazanmıştır. Altyapı masraflarımız da iki misli kabul edilirse, alın size 700 misli kazanç.
Bu kazanç nereden meydana geliyor?
İnsanlar bir araya gelince arsa 700 misli değer kazanıyor. İnsanlar birleşir de ortak tesisler oluştururlarsa 700 misli kazanırlar. Birleşmezlerse, bunu sömürü sermayesine faiz olarak öderler.
Bugün marka olmazsanız bir iş yapamazsınız. Marka demek, malınızın tanınması demektir. Bu iki yolla yapılmaktadır. Ya tekel sermaye markayı oluşturmakta, ya da ortaklık bunu sağlamaktadır. Ortaklık ile bu iş çözülmektedir.
İşte, ortaklıkla çözmek demek, Allah’ın sebilinde harcamadır demektir. Öbür çözüm de, yani faizli çözüm de sömürülmedir. Kooperatif kurup İstanbullulardan ortak pay toplamalıyız. Bununla taşınmazlar almalıyız. Taşınmazların getirdiği kira payları ile “Adil Düzen Sitesi”ni kurmalıyız.
Allah’ın haber verdiği kazanç budur.
أَنْبَتَتْ سَبْعَ سَنَابِلَ (EaNBaTaT SaBGa SaNaBIyLa) “Yedi başak inbat etmiştir.”
Tohum önce başak inbat eder. Başlangıçta verimi olmaz.
Ne zaman verim verir? Başak olgunlaşınca verim verir.
Biz İzmir’deki Akevler Kooperatifi çalışmalarımızda 100’er dolar yani 200’er lira toplayarak 4000 dönüm tapulu yer aldık. Akevler Adil Düzenciyiz diye devlet bu yeri bizden gasbetti. Bugün onun değeri 40 milyon dolardır. Yani iki milyon defa kâr etmiştir.
İşte, “Adil Düzen” gelmiş olsa o ortaklarımızın parası bu kadar kazanmış olacaktı.
Biz “Adil Düzen” olsun diye Millî Görüş partilerini kurduk; Akevler kurdu.
Önce Selametçiler gasbettiler, sonra AK Partililer gasbettiler!
Bizim malımızı bize versinler bize yeter; başka bir şey istemiyoruz.
Ne mümkün!!!
Ama onlar sermaye firmalarına milyar dolarlar vermektedirler…
فِي كُلِّ سُنْبُلَةٍ مِائَةُ حَبَّةٍ (FIy KulLı SuMBuLaTin MıEaTu XabBATin)
“Her sünbülede miet habbe vardır.”
Yedi dal, her dalda yüz tane. Yedi çift sayı değildir. Bu nasıl oluşmaktadır?
Bir tohum önce iki olmaktadır... Sonra dört olmaktadır... Sonra da sekiz olmaktadır... Yalnız ana hücre sonunda kısırlaşmakta ve sekizincisini meydana getirmemektedir. Yani bir hücre ancak iki yavru verebilmekte, sonra kısırlaşmaktadır. Böylece sekiz yerine yedi gelmektedir.
Yüz elde etmek için hücre önce ikiye ayrılır. Sağ ve sol eli oluşturur. Sonra ikiye ayrılır. Başparmağı oluşturur. Sonra diğer hücre iki defa bölünerek dört parmağı oluşturur. Böylece on elde edilir. Bunların her biri onar olabilir.
Bu çoğalma sistemlerine uyularak iş yapılmalıdır. Yani bucakları çoğaltırken bir bucağın bölünmesi ilkesinden hareket edilmelidir. Yahut bir bucakta yetişen kadro başka bucakta yerini almalıdır. Onlu sistem buğdayın çoğalması ilkesi ile sağlanmalıdır.
وَاللَّهُ يُضَاعِفُ لِمَنْ يَشَاءُ ٌ (Va elLAHu YuWaGıFu LiMaN YaŞAEu)
“Allah meşieti olana ta’dif eder.”
Allah burada bize haber vermektedir: Siz inşaat şirketini kurun, Allah sizin ortaklarınızı artıracak, sonra siz çok kâr edeceksiniz, “Adil Düzen” geldiği zaman kâr edeceksiniz.
Meşieti varsa artırır, yoksa artırmaz.
Hazreti İbrahim’in, Hazreti Davud’un servetleri çoktu. Ama Hazreti Musa’nın ve Hazreti Muhammed’in servetleri yoktu. Hele Firavunların ve Nemrutların servetleri daha çoktu.
O halde, kendimizin ve çocuklarımızın sefahat içinde yaşamaları için servet istememeliyiz. Ama topluluk için bir iş yapacaksak, onu da Allah’tan istersek, O’nun halifesi olan kullara verecektir. Ama önce bizim yapmayı istememiz gerekir. Marketi çalıştırmalıyız… Çatalca Bahşayış köyündeki kırk dönüm arazimizi faaliyete geçirip ahşap evleri yapmağa başlamalıyız...
Sizler, siz gençler;
Artık Allah için harekete geçmenizin zamanı gelmiştir.
Rabbe sığınıp bizim 1960’larda yaptığımızı yapmaya başlayınız…
وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ(261) (Va elLAHu VASıGun GaLIyMun) “Allah vâsi’dir, alîmdir.”
Burada “vasi’” ve “alîm” kelimeleri nekre gelmiştir.
Biz faaliyete geçersek, O’nun halifeleri olan İstanbullular biziz destekleyeceklerdir. Halk gerçek “Adil Düzen”in ne olduğunu bilmektedir. Halk “Adil Düzen”i kuracak gücü de kendisinde bulmaktadır. Biz 1960’larda partiyi, kooperatifi, vakıfları, dernekleri kurarken herkes imkânsızı istediğimizi zannediyordu. Allah bugün bize her şeyi verdi. Eksiğimiz var; o da bizdeki bilgi eksikliğidir. Bilgimizi artırmak bizim hedefimiz olmalıdır.
Bir ulusun varlığını sürdürmesi için bazı hasletlerin bulunması gerekir.
1- Ulus sabırlı olmalıdır. Ulus kötü durumlara düştüğü zaman ümidini yitirip teslim olmamalıdır. Sabredip varlığını koruması gerekir. Türk ulusu I. Cihan Harbi’nde yenilmiş ve her şeyini kaybetmiş; ama azmini kaybetmemişti. İstiklâl Savaşı’nı kazandı. Türk ulusu asıl sabrı ondan sonra gösterdi. 85 senedir ulusun dini ve inancı ile uğraşılmaktadır. Dini vecibelerini yerine getiren kimse yönetici olamamaktadır. Eski Meclis Başkanı Tekin Arıburnu’nu sadece Cuma namazı kıldı diye listeye bile almadılar. Ama Türk Milleti sabretti, sabretti... Ve bugünkü bu duruma geldi.
2- Ulus yöneticilere itaatli olmalıdır. Yönetici zalim olabilir, gasıp olabilir; ama yönetici ise ona itaat edilmelidir. Nitekim Türk ulusu Türkiye’nin başına zorla gelen generallere hep itaat etmiştir. Sonunda kim kazanmıştır? Türk Milleti kazanmıştır. Geçmişte ve bugünlerde 1982 Anayasası’na saldırmaktadırlar. Unutuyorlar ki o anayasayı halk % 92 ile kabul etti. Halk Kenan Evren’i o sayı ile seçti.
3- Ulus sosyal şuura sahip olmalıdır. Bunun anlamı şudur. Olaylar karşısında birlikte hareket etmeyi bilmelidir. İstiklâl Savaşımız bunun en başarılı örneğidir. Ancak 1950 seçimleri de böyledir. Halk DP üzerinde birleşti. Eğer oylarını parçalasaydı, CHP iktidarda kalacak, dine karşı olan tavır sürüp gidecekti. Aynı birliği sonra Adalet Partisi’nde gösterdi; Turgut Özal’da gösterdi; 2002 seçimlerinde gösterdi; en önemlisi 2007 seçimlerinde gösterdi. Bunun anlamı şudur ki; Türk halkı aynı şeyleri hissedebiliyor, ortak bilinçaltına sahip olabiliyor.
4- Ulusun varlığını sürdürmesi için halkta cihat ruhu olmalıdır. Mallarını ulusu için verebilmelidir. Biz İstiklâl Savaşı’nı böyle kazandığımız gibi; 1950’den sonra faaliyete geçen vakıflar, dernekler, partiler, şirketler hep halkın desteğini almıştır. Bugün birçok ulusal kuruluş halkın katkılarıyla oluşmuş olan sermaye ile varolmuştur. Millî Görüş, Nur Okulları, Anadolu Holdingleri, Kur’an Kursları, İmam-Hatip Okulları, camiler ve MHP gibi diğer partiler hep ulusal güçle desteklendiler.
Akevler de faaliyetlerini halkın desteği ile sürdürmüştür. Başka hiçbir yardım veya kredi almamıştır. Türk Milleti bunun için en eski ulus olarak varlığını sürdürmektedir.
“Vâsıun, alîmun”un nekre olması bize bunu bildirmektedir.
“Adil Düzen” için girişeceğimiz bir faaliyette de ulusumuz arkamızda olacaktır. Allah onlara ilham edecek ve onlar da bizi destekleyeceklerdir.
Sorun bizim hazırlıklı olmayışımızdadır. Merkezin oluşmamış olmasıdır.
Sabırla Akevler Çalışmaları devam etmelidir.
Sabah yakındır.
ADİL DÜZEN 427
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 89. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
الَّذِينَ يُنفِقُونَ أَمْوَالَهُمْ فِي سَبِيلِ اللَّهِ ثُمَّ لَا يُتْبِعُونَ مَا أَنفَقُوا مَنًّا وَلَا أَذًى لَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ(262) قَوْلٌ مَعْرُوفٌ وَمَغْفِرَةٌ خَيْرٌ مِنْ صَدَقَةٍ يَتْبَعُهَا أَذًى وَاللَّهُ غَنِيٌّ حَلِيمٌ(263) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُبْطِلُوا صَدَقَاتِكُمْ بِالْمَنِّ وَالْأَذَى كَالَّذِي يُنفِقُ مَالَهُ رِئَاءَ النَّاسِ وَلَا يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ صَفْوَانٍ عَلَيْهِ تُرَابٌ فَأَصَابَهُ وَابِلٌ فَتَرَكَهُ صَلْدًا لَا يَقْدِرُونَ عَلَى شَيْءٍ مِمَّا كَسَبُوا وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ(264)
الَّذِينَ يُنفِقُونَ (elLaÜIyNa YuNFıQUvNa) “İnfak eden kimseler.”
“İnfak edenler” harcayanlar demektir. Allah yolunda harcayanlar demektir.
“Nifak” köstebek yuvasıdır. Pazar yeri bununla adlandırılır. Semtlere küçük pazarlar kurulur. Yüz hane kadar buradan alışveriş yapacaktır. Burası aynı zamanda çalışma yeridir. Kadın erkek 200 kadar işçiyi barındıracaktır. Her dükkanda 50’ye yakın işyeri olacaktır demektir. Sokağa bakan 25 dükkan dörder metre olursa, 100 metre uzunluğunda bir sokak olur. Üstü kapalı olacaktır. Sokağın giriş ve çıkışı kapalı çarşı olacaktır demektir. Bunun için burada iş yapmaya ve harcamaya “infak” denmektedir. Çarşıya gitmek demektir. 25 Genel Hizmetin yapıldığı yer de burası olacaktır.
Buradan öğreniyoruz ki çarşılar kapalı olacaktır. Bu çarşı bir fabrika gibi çalışmaktadır. Herkesin ayrı işyeri vardır ama ortak Genel Hizmet ve ortak Muhasebe ile tek fabrika imiş gibi çalışır.
Bundan sonra ilçe merkezlerinde de çarşılar kurulur. Erkekler öğleden evvel resmi işleri ilçe merkezlerinde yaparlar. Tarlalarda çalışırlar. Sonra ürünlerini semtlerde teslim ederler. İlçe merkezinde ise bunlar kontrol edilir, değerlendirilir, ambalajlanır. Orada kısmen işlenir. Bölge merkezlerine gönderilir. İlçede 100 000 hane vardır. Demek ki 50 000 kişilik iş yerleri olacaktır. 100’er işçi çalıştıran iş yerleri olursa, 500 kadar dükkan ve fabrika olacaktır demektir.
Burası da kapalı çarşı olacaktır. Bölge merkezlerinde ise 1000 kadar fabrika olacaktır. Ondan sonra uluslararası kıta merkezlerindeki yerler oluşturulacaktır.
Demek ki infak bu kapalı yerlerde olacaktır.
Erkek kurallı çoğul kullanılmıştır. İnfak ayrı ayrı kimseler tarafından yapılmayacaktır. Bir muhasebesi olacak, icra ile vergi alınmayacaktır. Kişilere vergi karşılığı sağlanan imkânlar onları infaka götürecektir. İnfakla orantılı kredi alacaklar, infakla orantılı genel hizmetten yararlanacaklar, infakla orantılı malları sigortalı olacak ve mallarının teminat ve istimlak değeri verdikleri vergilerle orantılı olacaktır.
أَمْوَالَهُمْ (EaMVALaHuM) “Mallarını infak eden kimseler.”
Burada “mallarını” denmektedir. Mal da çoğul, malikleri de çoğul; o halde özel mülkiyet vardır. Herkesin kendi malları vardır. Ama harcamaları birlikte yapılmaktadır. Herkesin malı vardır ama bu malını istediği gibi değil, şeriatın kuralları içinde kullanabilir.
Kapitalistler mutlak mülkiyeti kabul eder, herkesin istediği gibi mallarını kullanacağını kabul ederler. Sosyalistler özel mülkiyeti kabul etmezler. Kur’an ise özel mülkiyeti kabul eder ama bunu şeriatla sınırlar; yani görevliler değil şeriat sınırlar. Hakemlerin denetimindedir. Çünkü herkes aynı zamanda kamunun görevlisidir, yetkilisidir, bağımsızdır. Hesabını yalnız hakemlere verir.
Sonra, burada “emvâlehum” diyor, “emlâkehum” demiyor. Yani taşınmazların, kiraya verilen malların zekâtı yoktur. Kişinin yüz dairesi olsa, her birinden biner lira kira alsa, bunların vergisi yoktur. O parayı biriktirir de harcamazsa, onun zekâtını verir.
Bunun yararı nedir?
Herkes yatırıma teşvik edilmektedir. Yatırım demek, daha verimli üretim demektir. Yatırım demek, daha refahlı yaşama demektir, nüfusun artması demektir.
Buradaki âyet mülklerin zekâtının olmadığını söylüyor. Hazreti Peygamber de öyle uygulamış, fıkıhçılar da öyle anlamış. Biz Kur’an’da ve sünnette buna delil bulmuş oluyoruz.
فِي سَبِيلِ اللَّهِ (FIy SaBiLi elLAHi) “Allah sebilinde mallarını infak eden kimseler.”
“Allah’ın sebili” topluluğun sebili demektir. Kişi ürettiğini topluluğa verir, kendisinin muhtaç olduğu şeyleri topluluktan alır. Bu yalnız eşyada olmaz, işlerde de olur, hislerde de olur; hukukta ve ünsiyette de olur. İşte kişinin topluluğa ürettiğini verebilmesini sağlayan yol sebilullahtır. İstediğini ondan alma yolu da aynıdır. Bunun için vakıflar kurulur. Vakıflar birer kalbdir, oraya ulaşma yoludur. O halde okul, mabet, pazar, kışla birer sebilullahtır. Oraya ulaşma yolları da birer sebilullahtır. Bu arada para da bir sebilullahtır. Topluluğun ortaya koyduğu değerdir. Karşılıksız para çıkarmamalıyız. Paranın değerini topluca korumalıyız. Faizli para şirktir. Karz-ı hasenli para sebilullahtır. Nasıl yolun üzerinde evini kuramazsan, paradan da faiz isteyemezsin.
ثُمَّ لَا يُتْبِعُونَ (ÇumMa LAv YuTBıGUvNa) “Sonra tâbi tutmazlar.”
“Tabaa” anasının peşinde dolaşan yavru demektir. “Tâbi olmak” demek, birisinin peşinden dolaşmak demektir. Verilen mallardan yararlanma kişinin hakkıdır ama onu kendisi kovalamaz. Nasıl vergi zorla alınmazsa, kişiler kendi rızaları ile verirlerse; topluluk da karşılığını kendi isteği ile verir. Kişi onun peşinde koşmaz. İslâm’da herkes görevini yapar. Haklar kendiliğinden gelir. Düzen onun yaptıklarını fazlasıyla öder.
Herkes bana başkasının hakkı geçmesin diye çalışır. Oysa mü’min olmayanlar benim hakkım başkasına geçmesin diye uğraşır. Devlet zorla vergi alır, halk da devletten ne koparırsam kârdır der. Mü’minler ise başkalarının hakkı bize geçmesin diye çaba gösterirler; diğerleri ise bizim hakkımız başkasında kalmasın derler. Çünkü onlar âhirete inanmıyorlar.
مَا أَنفَقُوا (MAv EaNFaQUv) “İnfak ettiklerini tâbi tutmazlar.”
Onlar bilirler ki bu elde ettiklerini ancak topluluk sayesinde elde etmişlerdir. Dağ başında tek başlarına yaşasalardı bu malları ve servetleri olacak mı idi? Herkes bilir ki, hayır. Anadolu olmazsa İstanbul olmaz. Ama İstanbul olmazsa Anadolu olur. O halde topluluk sayesinde elde ettiklerini topluluğun kuralları ile harcayacaklardır. Burada kendilerinin herhangi bir üstünlükleri yoktur.
Bu yalnız mallarda değil, ilimde de böyledir. Kimsenin ‘ben biliyorum, size öğretiyorum’ demeye hakkı yoktur. Çünkü kişilere o ilmi topluluk vermiştir. Kumandanlar da böyledir. Başkomutan olmak demek ‘ben sizi kurtardım, şimdi bana köle olun’ demek değildir; kimsenin böyle deme hakkı yoktur. O olmasaydı ordu yine başkomutan çıkarırdı; ama ordu olmasaydı o kime komuta edecekti?
XX. yüzyılda diktatörler tanrılaştırıldı. Onlara taptırılmak istendi. Sermaye bu sayede kolayca hakim olacağını sandı. Ama bu yöntem sonuç vermedi. III. bin yılın başında bu putperestlikten vazgeçildi. Artık yöneticiler tanrı değildir.
مَنًّا (ManNan) “Minnet”
“Menn” minnet anlamındadır. Memnun etmek anlamında olduğu gibi; ‘ben seni memnun ettim, dolayısıyla senin bana minnet borcun vardır’ demek menne tâbi tutmaktır. Menn, yapraklarda oluşan tatlı damlalardır. Emeksiz elde edilirler. Memnun olmak demek, o damlalardan yararlanmak, ondan dolayı sevinmek demektir. Bir de sana karşılıksız iyilik yaptım diye başa kakmak demektir. Buradaki “menn” bu mânâda kullanılmaktadır.
İnsanlara ilimde, imanda, malda ve güvenlikte yardım edip sonra onlara hükmetmek, onları köleleştirmeyi istemek menndir. Herkes topluluktan alarak değerler elde eder. Ondan başkalarını yararlandırmak onun görevidir. Halka tasallut etme hakkı yoktur.
Kötü tarafı, bu iyiliği yapanlar tasallut etmez, onun ölümünden sonra onun yandaşları onu istismar eder. Mesela, Mustafa Kemal İstiklâl Savaşı’ndan sonra inkılâplar yaptı ama hiçbir zaman bunu kendi şahsi çıkarlarına yapmadı. Ulus için onları yararlı gördüğü için kullandı. Halk kendisini tanrı gibi sevmeye başladı ama yaptığı inkılâplar sebebiyle halk ondan soğudu. O bunu biliyordu ama ulusun çıkarları için bu nefreti göze aldı. Sonra çıkarılan kanunlarla halkı ona taptırdılar. Bu putperestlik hâlâ devam ediyor. Bu baskı halkı ondan nefrete götürüyor. Zaten sömürü sermayesi de bunu bu amaçla yapıyor. Mustafa Kemal’i bu ulus yetiştirdi. Onları yapmak onun görevi idi; o da görevini yaptı. Ulusun ona bir minnet borcu yoktur.
وَلَا أَذًى (Va LAv EaÜan) “Ezaya da tâbi tutmazlar.”
“Minnet” manevi üstünlüktür, iyilik edenlerin kendilerini iyilik edilenlerden üstün görmesidir. “Eza” ise iyiliğe karşılık halktan bir şeyi zorla talep etmek demektir.
Faiz bir ezadır. Borç verirsiniz bu iyiliktir. Ama eğer verdiğiniz borcun faizini isterseniz bu ezadır. Elektriği satarsanız bu ezadır. Yoldan gelip geçenden para alırsanız bu ezadır. Su parasını isterseniz bu ezadır. Kamu halka para ile bir şey satamaz, ondan kazanç sağlayamaz.
İşte bu ilkeye dayanarak Genel Hizmetler kişilere karşılıksız olarak verilir. İşletmelere kamu iştirak eder ve katılma payını alır. Bu da sadakadır; zekâttır. İşletmenin burada böbürlenme hakkı yoktur. Bizim de işletmeye ‘sana bu iyilikleri yaptık’ deme hakkımız yoktur. O kazanacak ve kendi isteği, kendi rızası ile zekâtını verecek; biz de ona gelecek yıl kendi isteğimizle hizmetler vereceğiz. Karşılıklı menn ve eza yoktur. Kimseye ‘sen niye zenginsin’ deme hakkımız olmadığı gibi; hiçbir zenginin de ‘ben size bunu verdim, yönetim hakkım var’ deme hakkı yoktur.
Otel odalarında iktidarları indirenlerin bu ülkede yaşama hakları yoktur. Ya tevbe-i nasuh ile tevbe ederler, ya da bu ülkeyi terk ederler. Etmezlerse, dünyayı terk ederler. “Adil Düzen” bu hususta acımasızdır ve acımasız olacaktır. İslâmiyet sermayeye her türlü imkanı sağlamıştır ama tekel oluşturmasına izin vermez. Hele dine, ilme ve siyasete hakim olmasına asla izin vermez. Sermayenin saltanatı yıkılacaktır. Sermaye yok olmayacak, kendi alanına çekilecektir. Bu arada küfür ve zulme devam ederlerse sermayedarlar değişecektir. Helâk olmak istemiyorsanız, şeriatın sınırları içine çekiliniz. Sermayeyi savaş için değil de, barış için kullanınız. İnsanlığa tahakkümden vazgeçip insanlığın hâdimi olunuz. Otel odalarından çıkınız.
لَهُمْ (LaHuM) “Onlar için vardır.”
Mallarını Allah’ın sebilinde infak ettikten sonra onu menn ve ezaya tâbi tutmayan kimseler var ya, işte onların ücretleri Rablerinin indindedir.
“Lehüm” burada haberdir. “Ahmedu lehu ecrun kesirun/ Ahmet var ya onun için çok ücret vardır” demiş oluruz. Başka bir şekilde Ahmet kendisi için çok ücreti olan kimsedir. Türkçede bu cümle şekli fazla gelişmemiş olduğu için fasih düşmeyebilir ama Arapçada en beliğ cümle şeklidir.
أَجْرُهُمْ (EaCRuHuM) “Ecirleri vardır.”
“Ecruhum” mübtedadır, haberi “lehüm”dür. Haber mübtedaya takdim edilmiştir. Ücretleri kendilerine aittir. Kendilerine ait ücretleri vardır. Böyle yapanlar ücreti istihkak etmişlerdir. Madem ki verdiklerine karşılık alanlardan bir şey istemiyorlar, o zaman onların ücretleri yok mu oluyor? Hayır, onların ücreti vardır. Ücretsiz değildirler. Ama ücretleri Rablerinin indindedir.
Bir öğretmeni düşünelim. O öğretmen bir öğrenciye ders veriyor. Ders vermesinden dolayı ücretini öğrencisinden isteyemez. Öğrencinin ona minnet borcu yoktur. Öğrencinin topluluğa karşı borcu doğmuştur, yarın o borcunu topluluğa ödeyecektir.
عِنْدَ رَبِّهِمْ (GıNDa RabBıHıM) “Rablerinin indindedir.”
“‘İnde Rabbihim” haberdir. Onların ücretleri Rablerinin indindedir demektir.
“Hüve” burada mahzuftur; “Huve ‘İnde Rabbihim” demektir.
Başka şekilde de mânâlar verilebilir. Biz burada onları irdelemeyeceğiz.
Bu âyet bize kabul ettiğimiz temel ilkeyi teyid eder; bu da kim bir şeyi başkasına verirse onu o kişiye değil topluluğa vermiş olur. Topluluktan alacaklı olur. Kim birisinden bir şey alırsa topluluktan almış olur ve topluluğa borçlu olur. Kişiler kişilere borçlu ve alacaklı olmazlar. Bundan dolayıdır ki ihkakı hak yoktur. Bundan dolayıdır ki hakkını alamayan mahkemeye müracaat ederek hakkının kendisine verilmesini isteyebilmektedir. Hakları hakemler belirlemektedir.
“Lehum Ecruhum ‘İnde Rabbihim” cümlesinin tamamı “Ellezîne Yunfikûne”nin haberidir. İnfak edenler böyle kimselerdir; ücretleri Rablerinin indinde olan kimselerdir.
Burada iki hususa işaret edilecektir. Biri, “ecr” kelimesi müfret gelmiştir. Topluluğa tek ücret vardır demektir. Ortak yollar yaparlar, sonra onlardan herkes yararlanır. O halde buradaki ücret kişilerin ayrı yarı temellük ettikleri ücret değil, ortak imkanlardan yararlanma ücretidir. Mesela kredileşme böyle bir ücrettir. Herkes kredi alma hakkına sahip olur. Herkes doktora gidip tedavi olma imkanına sahip olur. “Ecr” kelimesinin müfret olarak kullanılması, bölüşmenin girdilere göre değil de ihtiyaca göre olacağı demektir. İki türlü bölüşme usulü vardır. Biri, ortaklıkta herkes katkıları nisbetinde pay alır. Mesela, genel hizmeti verenler işletmelerden pay alırlar. Bu pay katkıları nisbetindedir. Oysa halka hizmet verirler, bu hizmet ihtiyaca göredir. Adam hasta ise tedavi edersiniz. Burada bölüşme ihtiyaca göredir. Buradaki bölüşme ihtiyaca göre olduğu için ecr kelimesi müfret gelmiştir.
Diğer işaret edeceğimiz husus, burada “Fa” harfi gelmemiştir, yani “Fa Lehum” denmemiştir. “Fa” tamim içindir; yani bunun gibi başka kimselerin de Rableri indinde ücretleri vardır denmiş olurdu. Halbuki yalnız bunların Rableri indinde ücretleri vardır anlamı verilsin diye “Fa” harfi getirilmemiştir. Yani yalnız bunların ücretleri Rablerinin yanındadır denmektedir.
Bu nokta çok önemlidir. Kimse kimseye bir şey borçlu değildir. ‘Ben alacaklıyım’ dediği anda artık Allah rızasını kaybetmiş, yaptıkları boşa çıkmıştır. Burada “Fa” harfinin getirilmemesi bizi çok düşündürmelidir. Demek ki başka hayır yoktur. O hayrı da iptal edersek eli boş ve yüzü kara Rabbimize gidilmiş olacaktır.
وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ (Va LAv PaVFun GaLaYHıM) “Onlara havf yoktur.”
“Onlara havf yoktur. Onlara korku yoktur.” Çünkü gerek malları gerekse sağlıkları sigortalanmıştır. İşsizlik korkuları yoktur, açlık korkuları yoktur.
Bugünün insanları işsizlik korkusu içindedirler, açlık korkusu içindedirler. Oysa infak edenler, vergilerini verenler artık korku içinde değildirler.
Vergi ile neler yapılmaktadır?
Her şeyden önce ordular beslenmekte, devlet kendisini savunur duruma geçmektedir. Yargı hizmetleri kurulmakta ve herkes kendisini güven altına almaktadır. Açlık korkusu yoktur, çünkü herkes sigortalıdır. Gerektiğinde ihtiyacını karşılayacak payını almaktadır. İşsizlik korkusu yoktur. Çünkü faizsiz kredi verilmekte, böylece herkes iş yapma imkanına sahip bulunmaktadır.
Bugün Batı dünyasında açık işçilik vardır; yani iş bulamayan işçiler vardır.
Halbuki “Adil Düzen”de açık işyerleri vardır. Herkes işçi aramaktadır. İşçi bulamayan iş yapamamaktadır. İş bulamam diye bir sorun yoktur. ‘Bu nasıl sağlanıyor?’ derseniz, çok basittir.
Devletin elinde sonsuz para vardır. Bunu üreticilere kredi olarak vermektedir. Kredi faizsizdir, icrasızdır. Üretilen mal satıldığı zaman ödenecektir. İşsiz insan kalmıyor çünkü herkes mal üretiyor ve depoluyor. Millî hâsıla gittikçe artıyor. Fiyatlar aynı kalıyor. Para var, mal var.
Diğer taraftan çalışamayanların, hattâ çalışmayanların payları da üretimden verilmektedir, stoklardan verilmektedir. Dolayısıyla onlar için de bir korku yoktur. İman diyarı eman diyarıdır; hem genel güvenlik bakımından, hem de sosyal güvenlik bakımından eman diyarıdır.
وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ(262) (Va LAv HuM YaXZaNUvNa) “Onlara hüzün de yoktur.”
“Huzn” çakıllı taş demektir. Yüründüğü zaman çıplak ayakları rahatsız etmektedir. Maddi bir kötülüğü olmamakla beraber, insan istemediği bir şeyle karşılaştığı zaman mahzun olmaktadır.
“Onlar mahzun da olmazlar.”
İnsan yakınlısını kaybettiği zaman mahzun olur. Yahut yakınlarından uzak kaldığı zaman mahzun olmaktadır. Tasadduk edenler birbirlerini severler. İyilik edenler iyilik ettim diye sevinç içindedirler. İyilik alanların da ihtiyaçları giderilmiş olduğu için sevinç içindedirler.
Misafir sahibi aileler vardır. Gelen geçeni evlerine konuk ederler. Onlar hem varlıklı insan olurlar, Allah onlara bir yerden verir, hem de neşeli ve sevinçli aile oluştururlar. Oysa varlıklı olsalar da elleri sıkı olanlar neşeleri olmayan kimselerdir.
İşte, sosyal dayanışma ve yardımlaşma içinde olan kimseler yalnızlık duymazlar. Ölmek mukadderdir. Herkes ölecektir. Ama kalanlar yalnız kalmayacaktır, çünkü çevreleri vardır. Aşiret ve kabile olarak birlikte yaşamaktadırlar. Oysa infak etmeyenler ayrı ayrıdırlar, neşesizdirler, yalnızdırlar, mahzundurlar...
***
قَوْلٌ مَعْرُوفٌ (QaVLun MaGRUvFun) “Maruf bir kavil”
İnsanlar başkalarına mal verebilirler, işlerini yapabilirler. Bir de ilgi verirler. Bunun dışında onlarla sohbet eder ve gönüllerini alırlar.
“Kavli maruf” karşı tarafın yararlandığı veya hoşlandığı bir kavildir. İnsanların ihtiyaçları arasında başka insanlarla sohbet etmek vardır. İnsan bunun için dağlarda tek başına uzun zaman yaşayamaz. Başkalarına zarar verirken de ya fiili zarar vermiş olursunuz, yahut malına zarar verirsiniz, yahut onu yanıltırsınız. Bunun yanında bir de incitici söz söylersiniz. Bu incitici sözün başında yaptığınız iyiliği ona kakmak gelir. Çünkü insan Allah’ın halifesidir. Onun haysiyetini kırmak O’nu rencide eder. Bütün iyilikler Allah’ındır, bütün hamd Allah’ındır. Kimsenin kimseye ‘ben sana şunu yaptım’ deme hakkı yoktur. Herkes Allah’ın kendisine verdiği imkanları kullanır.
Kişi kendisine düşen görevleri yaptığı takdirde yoksul olabilir. Hattâ zenginler birçok haram imkanları ile zenginliklerini elde etmiş olabilirler. Yoksullar haramlardan kaçındıkları için o duruma düşmüş olabilirler. Bu gözle bakıldığı zaman utanılacak olan yoksulluk değil, zenginliktir.
وَمَغْفِرَةٌ (Va MaĞFıRaTun) “Ve mağfiret”
“Maruf” sözünün yanında bir de “mağfiret” kelimesini kullanmıştır.
İnsanlar birbirlerine muhtaçtırlar. Herkesin bir kusuru vardır. Fakirin fakirlik, zenginin zenginlik kusuru vardır. Cahilin cahillik, alimin de alimlik kusuru vardır.
Bilenler yani bilginler insanlar tarafından yeterince saygı görmeyince aşağılık duyguları doğar. Bende bir değer yoktur derler. Çünkü en az saygı gören değer ilimdir. Çünkü ilim insanlara içlerini gösterir, işlerini gösterir, yeniliği emreder, iyiliği emreder. Bu da kişileri rahatsız eder. Dolayısıyla ilim adamları saygı görmezler. Bu durum da bazen onları rahatsız eder.
Başka bir eksiği de, çevredekiler bilmeyince kendisinde gurur doğar, kendisini büyük görmeye başlar. Kimileri bir mevkiye geldi mi kendisini bir şey zanneder. Bakan oldu, genel müdür oldu mu, yanından geçilemez olur. Üstler astlara canavar kesilirler. Onlar da üstlerine esir olurlar.
Bütün bunlar insanların kusurlarıdır. Böyle kimselerle her zaman karşılaşırsınız.
Siz bunların kusuruna bakmayacak, mağfiret edeceksiniz. Onların bu hallerini görmeyeceksiniz. İşte burada zikredilen mağfiret, karşı tarafın kusurunu yüzüne vurmamadır. İnsan olduğumuz için hepimiz bu kusurları işleriz. İnsanlarla maruf görüşmeler yapılacaktır. Sonra da birçok yerlerde kusurlar söylenmeyecektir. “Kavli maruf”un yanında “mağfiret” kelimesi bunu ifade etmektedir. Kusurları söylemek ne arkasından ne yüzüne karşı önemli görmemektir. İnsan zaten kusur işlerken ondan dolayı kendisini suçlu hissetmektedir. Bir de siz üstüne gittiniz mi büsbütün çöker. Hakkı tavsiye, sabrı tavsiye ile birlikte buradaki mağfireti dengede tutmak önemlidir. İman etmiş olan kimseler hakkı tavsiye eder, sabrı tavsiye ederler. Müslimler ise bu seviyeye ulaşamamışlardır. Dolayısıyla onlarla muamele kavli maruf ve mağfiret ilişkileri çerçevesinde olmalıdır.
خَيْرٌ (PaYRun) “Daha hayırlıdır, daha iyidir.”
“Hayr” kullanılan ev eşyası içinde kıymetli olanlardır.
İnsanlar giydikleri elbiseleri ikiye ayırırlar. Normal zamanlarda iş yerlerinde eskimiş adi elbiseler giyerler, adi ayakkabılar giyerler. Değerli giysileri ve ayakkabıları toplantılarda veya misafirlerin yanında giyerler. Yemekte bile böyledirler; iyi yemekleri özel günler için saklarlar.
Sıradan kullanılanlara “mal” denir. Malların içinden özel olanlara, seçkin olanlara “hayr” denir. Nisabdan fazla ticaret için olan mallara “hayr” denmektedir. Bunların idaresi için vasiyet emredilmiştir. Bunun aslı “ahyer”dir. Çok kullanıldığı için “hayr” olmuştur. Bu sebeple biz “daha iyidir” diye tercüme etmiş oluyoruz.
مِنْ صَدَقَةٍ (MıN ÖaDaQaTin) “Sadakadan daha iyidir.”
“Sadaka” verilen maldır. Başkana verilip ona sadakati gösteren maldır. Yahut kocanın karısına verdiği maldır. İyi sözler kakılmış sadakadan daha iyidir. Tasavvufta bu sebeple gönül yıkma çok istenmeyen bir şey yapmak demektir.
İnsanlar yoksul yaşamaya dayanırlar ama zillet içinde yaşamaya dayanamazlar. Çünkü onlarda Allah’ın hilafeti görevi vardır. ‘Ya istiklâl ya ölüm’ derken işte bu ifade edilmiştir.
ABD’den dolarlar alarak refah içinde yaşamak zillettir. Borçlanmak zillettir. Keşke borcumuz olmasa da mağaralarda yaşasak. İşte izzetli topluluk budur. Ha esir olmuşsunuz, ha borçlu olmuşsunuz; ne değişir? Kur’an’da rıkab ile garimini beraber saymadı mı? Aynı “Fî” içinde toplamadı mı? Türk milleti gecesini gündüzüne katmalı ve her türlü yoksulluğa dayanarak dış borçlardan kurtulmalıdır. Borçlu olmak, bağımlı olmak kadar kötüdür. Borçlu olmak demek, sonunda bağımlı olmak demektir. Borçlardan kurtulmanın yolu yoktur zannetmeyin. Sık sık tekrar ediyoruz. Burada da tekrar edelim. Dış borçlardan kurtulmamız için;
a) Dış borç iç borca çevrilmelidir; yani dolar borcu YTL borcuna çevrilmelidir. Bu da çok kolaydır, piyasadan doları alır ödersen, Türk halkına borçlanırsın. Bunun için YTL’yi altına kota etmek yeterlidir.
b) Para borcu mal borcuna çevrilmelidir. Dolar borçlu olacağına malı borçlu olursun.
c) Faizli borç faizsiz borca çevrilmelidir. Bu kredileşme sistemini çalıştırırsın.
d) Borç iştirake çevrilmelidir. Yani Türkiye’deki değerlere yabancı firmaları ortak edersin. Mesela, birer dönümlük dinlenme yerlerini faizsiz para karşılığı kiralarsın.
Bugün bunlardan bir tanesi bile dış borçları ödemeye yeterlidir.
Ama zilleti kabul ettikten sonra, elbette bu çözümlere kulak vermezsiniz!..
يَتْبَعُهَا أَذًى (YaTBaGuHAv EaÜan)
“Ezanın tâbi olduğu sadakadan daha hayırlıdır.”
Burada “mennen” denmemiş, sadece “ezen” denmiştir. Bir kimseye sadaka verdiniz diye eğer ona yük yüklüyorsanız, o ezadır. Sadece sözle söylerseniz, o mendir. Ezaya tâbi tutulan sadakadan düzgün söz söylemek daha hayırlıdır.
Bir yazarımızın (Ömer Seyfettin) “Diyet” adlı hikâyesi vardır. Kolu kesilecek birinin diyetini birisi öder ve onu kurtarır. Sonra kurtaran durmadan ‘kolunu kurtardım’ deyip şunu-bunu yapmasını ister. Bir gün adam dayanamaz ve kolunu keser; ‘Al, senin kurtardığın kol senin olsun!’ der. İşte yazar Allah’ın burada ifade ettiğini temsili olarak anlatmaktadır.
Çocuklara bayramlık harçlığı verilmektedir. Bu çocukları dilenciliğe alıştırmaktadır. İnsanları kölelik ruhuna alıştırmaktadır. Düğünlerde takılan paralar da böyledir.
Yapılacak iş nedir?
İki yolu vardır.
Ya bir kişiye bir defter verilir. Herkes parayı ona verir. Deftere yazılır. Parayı toplayandan başkası kim olduğunu bilmez. Ad yazılmaz, yalnız rakam yazılır. Para sonra müstahaklar arasında bölüşülür. Kimse kimseye bağlı olmaz. Topluluktan gelen bir atıyye olur.
Yahut bir heyet oturur, akrabalara ve yakınlara güçlerine göre bölüştürür. Para toplanır. Evlenen veya sünnet olana verilir. Bana sen şu kadar verdiysen ben seve seve onu sana veririm.
Şimdi ise vermiyorum.
Versem riya için verdim diyorum, üzülüyorum.
Vermesem, bu sefer de cimrilik yaptım diye üzülüyorum.
وَاللَّهُ غَنِيٌّ حَلِيمٌ(263) ٌ (VaelLAHu ĞaNıyYun XaLIyMun) “Allah ganidir, halimdir.”
Burada “gani” ve “halîm” kelimeleri getirilmiştir. Devlet zengindir.
Eskiden devletlerin para bulmaları çok zordu. Şimdi ise denizde su, devlette para. Dolayısıyla asıl zengin olan devlettir, diğer herkes devletin parası ile zengindir. Kimse zengin değildir. Dolayısıyla kimsenin başkasına eziyet etmeye veya minnet etmeye yetkisi yoktur.
Devlet dediğimiz zaman hükümet anlaşılmamalıdır. Devlet para basar ama parayı piyasaya gelişigüzel sürmez. Sonunda üreticiye verir. Paranın asıl sahibi halktır. Halk emeğini kamuya verir, kamudan da parayı alır. Bizdeki para formülü şudur: Emek * Ücret = Senet = Mal = Fiyat * Para
Demek ki varlığın kaynağı işçinin emeğidir. Kur’an’da “İnsan için sa’yinden (emeğinden) başka bir şey yoktur.” deniyor. Marks da kendi doktrinini buna dayandırmıştır. Topluluk ganidir, zenginliğin asıl sahibi odur. Tüccar emanetçidir. Malı alır, parayı verir; sonra malı verir, parayı alır. Tüccardaki para karşılıksızdır ve boştur.
“Halva” tatlı demektir. Helva kelimesi buna akrabadır. Yumuşak demektir.
“Allah ganidir, halimdir.”
Devletin görevleri nelerdir? Devletin görevlerini şöyle sıralarız:
a) Devlet her şeyden önce iç ve dış güvenliği sağlamalıdır. Silahlı kuvvetleri ile ülke güvenlik içinde olmalıdır.
b) Devletin ikinci ana görevi adaleti dağıtmadır. Adalet mekanizması haklıyı-haksızı ayıracaktır. Kişiler düştükleri haksızlıkları hemen zaman kaybetmeden almalıdır.
c) Devletin üçüncü görevi ise çalışan herkese iş bulmasıdır. Bunu faizsiz kredi sistemi ile temin edecektir. İşsiz bir kişi kalmamalıdır. Çalışmak isteyen hiçbir kimse bir saat boş olmamalıdır.
d) Devletin dördüncü görevi ise herkese aş bulmaktır. Çalışamaz olanların, hattâ çalışacak durumda olsa dahi eğer çalışmak istemiyorsa herkes ona da aş bulmak zorundadır. Bu da zekât müessesesi ile sağlanmaktadır.
“Halim olmak” demek sosyal güvenliği sağlamaktır. Aidat verilen primli sistemle değil; herkese karşılıksız, herkesin yeryüzündeki kira payından sosyal güvenliğini sağlamadır.
***
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EayYuHay elLaÜIyNa EavMaNUv)
“Ey iman etmiş olan kimseler.”
Bundan önceki âyette “ellezîne” deyip iman etmiş olan veya olmayanı ayırmadı. Kim olursa olsun, infak edip menn ve ezaya tâbi tutmayan kimselerin ücretleri Rablerinin yanındadır demektedir. Orada mü’min olma şartı getirilmemiştir.
Bu dünyada herkes aynı kanunlara tâbidir. “Adil Düzen”den yararlanmak için mü’min olma şartı yoktur. Herkes yararlanır. Bu dünyada insanlar arasında fark gözetilmemiştir.
Burada ise emir mü’minlere verilmektedir. Dayanışma ortaklığı kurmuş olanlara emir vermektedir. İman etmiş olanlar da yaptıkları iyilikleri menn ve ezaya tâbi tutamazlar, müslimleri yani ehli kitabı, cizye verenleri aşağı görmezler. Onlar da cizye vererek güvenliği sağlamaktadırlar. Yönetime katılamazlar ama diğer sahalarda onların farklı bir durumları yoktur.
Türkler dünyaya hakim olmuşlardır. Bunun temel dayanağı Türklerin kendilerini başka ırklardan üstün görmemeleridir. Türkiye’de çeşitli ırklar yaşamaktadır. Hiçbir kimse Türklerin bu ırkları dışladığını görmez. Herkesi kendilerine eşit görür ve onlara yüksekten bakmazlar. Bu sebepledir ki dünyanın neresine giderlerse gitsinler, sonunda oraya huzuru ve saadeti götürürler.
Mü’minler de böyle olmalıdır. Mü’min kendisini diğer insanlardan üstün görmez.
صَدَقَاتِكُمْ لَا تُبْطِلُوا(LAv TuBOıLUv ÖaDaQaTıKuM) “Sadakalarınızı iptal etmeyiniz.”
Devlet sadakaları taksim ederken onlara hakları verilmektedir. Yöneticiler sadece görevlidirler. Bu âyet bize başka bir hususu bildirmektedir.
Zekâtın taksimindeki yoksul, yetim, fakir müslimleri de içermektedir. Yani cizye verenler de paylarını alacaklardır. Zekâtın ve feyin bölüşmesinde din ve ırk ayrılığı gözetilmeyecektir. Herkes insandır. Bu dünyada yaşadığına göre yeryüzünden kira payı vardır. Mü’min olmak bir üstünlük sağlamaz. Bu suretle yapılan iyilikler sonuç verir. Bu sayede yönetime karşı saygılı olur. Ülkesine sevgi ile bağlanır. Halk topluluğunu sever.
بِالْمَنِّ وَالْأَذَى (Bi elManNI Va elEaÜAy) “Minnet ve eza ile iptal etmeyiniz.”
Sadaka bölüşürken ödenen paylara karşı men ve ezayı idhal etmeyiniz. Yani kişiler vergi verirken; ‘biz zenginiz, bak vergi veriyoruz, bu insanlar fakir, bizim sayemizde geçiniyorlar’ demeyiniz, deniyor. Buna karşılık yönetim olarak zekâtı pay ederken, hisse sahiplerine verirken de onları menn ve ezaya tâbi tutmayın deniyor. Çünkü bu onların insan olmalarından doğan haktır. Yaratan’ın verdiği yeryüzünün kira payıdır. Çalışmasa da kişinin o kira payından geçinme hakkı vardır, yaşama hakkı vardır. Bu kira payı olduğu için mü’min veya müslim ayırt etmeksizin herkese; müşrik olmayan, kâfir olmayan herkese paylarını vermiş oluruz. Yani cizye verenlerin de orada payları vardır. Müste’menlerin (eman verilenlerin) yani dışarıdan gelenlerin de payı vardır. Kölelerin sahipleri de fakir iseler onların da payı vardır.
Fıkıhçılar halifelerin uygulamalarına bakarak bazı yerlerde Kur’an’ın ifadelerine aykırı hükümler ortaya koymuşlardır. Biz ise Kur’an ne diyorsa onu içtihat ediyoruz. Kur’an’da “mü’min fakirlere veriniz” demiyor, “fakirlere veriniz” diyor. Mutlakta ıtlak ile amel olunur. Ebu Hanife’nin meşhur kuralıdır. Müşriklere hayat hakkı tanımıyoruz. Kâfirlere ise genel güvenliği tekeffül etmiyoruz. Dolayısıyla evleviyetle sosyal güvenliği de temin etmeyiz. Kıyas yoluyla değil, dâllun bi’d-delâle ile bu uygulamayı yaparız. Hicret etmeyen mü’minlerin güvenliğini bile düzen korumuyorsa; cizye vermeyen kâfirin güvenliğini hiç korumayız. Ama cizye veren müslimlerin yani ehli kitabın hukuku mü’minlerin hukukudur. Onların genel güvenliğini tekeffül ettiğimize göre, sosyal güvenliklerini de tekeffül ederiz.
İl ve devlet bütçesini yaparken mü’min olmayan bucakların da paylarını kendilerine veririz. Mü’min olmamız bu paylarda onlardan daha ehak olduğumuz anlamına gelmez. Tabii ki eğer mü’minlere pay ayrılmışsa o pay onların olacaktır.
كَالَّذِي يُنفِقُ مَالَهُ رِئَاءَ النَّاسِ (Ka elLaÜIy YuNFıQu MavLaHUv RıYAEa elNASı)
“Malını nâsa riyaen infak ederler.”
Ben lokantaya gitmeyi sevmiyorum. Çünkü sonunda garsona rüşvet verirsiniz. Vermezsen sana hizmet etmez. Bir de ne kadar kıyıyor diye herkes sana bakar. Oysa lokantanın fişinde % 10 garson masrafı olursa bu riya olmaz. Berbere gitmekten hoşlanmam. Çünkü tarife yerine riyaennâs ödemedir. Bayram günü çocuklara para dağıtmam, sünnet düğünlerinde ve evlenmelerde para vermem. Caminin kapısında para toplayan hayır görevlilerinden hoşlanmam. Çünkü buralarda hep riya vardır. Sosyal baskı sonucu bu ödemeler yapılmaktadır.
Burada bizi teselli eden husus şudur. İşlediğimiz günah değildir ama amelimiz de salih amel değildir; iptal edilen ameldir, yani parayı suya atmış oluruz. Bu sebeple camilere verilmesini uygun görüyorum. Çünkü başka türlü bu camiler yapılamıyor. Ancak daha iyi yol aranmalıdır.
Mü’minler gelirlerini ayırmalıdırlar. İran’da olduğu gibi humuslarını bütçeye vermelidirler. O fondan gerekli yerlere dağıtılmalıdır. Bayramlarda ve düğünlerde de ortak fonda toplanmalıdır. Gizli olabilir yahut paylaştırılabilir. Kendi durumunu kendisi beyan edebilir. Biz bunu marketlerimizde bir pay ayrılması şeklinde yapılmasını uygun buluyoruz.
İlk bakışta küçük gibi görülen bu durumlar aslında çok büyüktür. Çünkü fakirler utanmamak için daha çok vermektedirler. Zenginler ise kendilerini üstün gördükleri için halkı bir şey saymıyorlar ve daha az veriyorlar. İş tersine dönüyor; zengin fakire vereceğine, fakir zengine veriyor.
Bu sebepledir ki ben kooperatifte yardım kabul etmiyorum. Ortaklık olarak alınmasını istiyorum. Ortaklıkta da hiçbir zaman kâr edilmemektedir. Ancak, inşaat yapıyoruz veya yer alıyoruz; oradan elde ettiğimiz rantla bu zararları kapatmaya çalışıyoruz. Başardığımızı söyleyemem.
Bunu bu şekilde biliniz.
Bizi başarısız kılan ileri muhasebemizin olmayışıdır. Yöneticilerin bize yaptıkları baskıdır. Allah bizi affedecek, mağfiret edecektir. Çünkü gücümüzü sonuna kadar harcıyoruz. Mağdur olanlara da başka yerden bu dünyada daha bol verecektir; âhirette de kat kat verecektir. Varlıklı olanların haklarını ileriye belki de âhirete erteleyecekler. Sıkıntıda olanlara da yardımlaşma şeklinde katılmalıyız. Yani onları ortaklıktan çıkarmalıyız, ortak olarak onların paylarını satın almalıyız.
وَلَا يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ (Va LAv YuEMıNu Bi elLAHı Va eLYaVMI el EAPıRı)
“Ve Allah’a ve âhir yevme iman etmemekte olanlar gibi olmayınız.”
Menn ve ezaya tâbi tutulan bir ameli o kadar kötü olarak tasvir etmektedir. Allah’ı ve âhiret gününü inkâr edip riyaennnâs infak edenle eşit görmektedir. Yani şiddeti küfür mertebesindedir.
Gerçekten, bazen ağzımızdan bazı iyilikleri hatırlatmak durumunda kalırız. O da çok ağır suçtur. Biz ne yaparsak Allah rızası için yaparız. Birbirimize hiçbir borcumuz yoktur, alacağımız da yoktur. Biz bir siyasi partiyi/partileri desteklemişsek, Allah’a olan borcumuzu ödemek için destekledik. Onlardan bir şey isteme hakkımız yoktur. Bazen aklımızdan ‘niçin bize şunu yapmıyorlar’ diye geçebilir. Hattâ istiğfar etmeliyiz.
Bu sebepledir ki ben ve Akevler büyük zulümlere uğruyoruz. Ama hakkımızı isteyemiyoruz. Şu hakkımız gasp edildi diyemiyoruz. Siz adalet (Adalet ve Kalkınma Partisi) partisisiniz, bize şu dört bin dönümlük İzmir Yaylabelen’deki yerimizi/arazimizi bize verin bile diyemiyoruz. Millî Görüş’ü desteklemeseydik, AK Parti’yi desteklemeseydik, onlara ‘Ey zalimler, hakkımızı verin!’ diyebilirdik. Ama diyemiyoruz, çünkü menn ve ezaya tâbi tutmuş oluruz. Bu kadarını bile söylememek gerekir. Ancak “Adil Düzen” iktidar olduğu zaman mazlumların haklarını iade etmek için onlardan talebin gelmesi beklenmemelidir. Adil yargı sistemi kurulmalıdır. Onların verdikleri kararlar tereddütsüz uygulanmalıdır.
Başta hakemlik sistemi getirilmelidir. İzmir Akevler bir hakem seçmelidir. Hazine de bir hakem seçmelidir. Bunlar da bir baş hakem seçmelidir. Hakemler bilirkişileri atamalıdırlar. Üç hakem üç bilirkişi atamalı; gerçekten dört bin dönümlük 40 milyon dolarlık yerin bizden nasıl gasp edildiği tesbit edilmelidir. Biz bizim hortumladığımız bir şeyin devlet tarafından ödenmesini istemiyoruz. Kırk sekiz milyar dolar istemiyoruz. Bizim yüz elli yılı geçen tapulu yerimizin bize iadesini istiyoruz.
İşte, iktidarımız bunu yalnız Akevler’e değil, tüm mağdurlara tanımalıdır. Dava bir aydan kısa zamanda bitmelidir. Mahkeme masrafları bölüşülmelidir. Yoksa Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) olarak iktidar olur ama eski zulmün hizmetkârı olursunuz. Bu milletin hortumculara ait elli milyar dolar borcunu ödeme yükümlülüğü nereden geliyor? İnsanlar paralarını Ziraat Bankası’na değil, Emlak Bankası’na değil, Halk Bankası’na değil de, özel bankalara yatırıp bol bol faiz alırken bize mi ödeme yaptılar. Onların pisliklerini bu millete temizletmek için mi halk onları iktidar yaptı?!.
2B’yi ormandan çıkaracaklarmış! Ne demek? Sonra da halktan para alacaklarmış!
Tam tersine, kanun iptal edilmelidir. Tapu yerlerine kiralar ödenmelidir.
“Adil Düzen” iktidarının işi sanıldığı kadar kolay değildir. Sadece Kur’an’a sarıldıkça, onun hükümlerini uyguladıkça başarı elde edilir. Yenibosna çalışmalarımız işte bunun için önemlidir. Sorunlar ancak ilimle çözülür. İnsanlığın sosyal sorunlarını yalnız Kur’an çözer.
فَمَثَلُهُ كَمَثَلِ صَفْوَانٍ (Fa MaÇaLuHUv Ka MaÇaLi SafVaNin)
“Onların meselleri safvanın meseli gibidir.”
Sûrenin başında münafığın meselini anlatırken “Onun meseli ateş yakanın meseli gibidir” denmektedir. “Kellezî istavkada nâran” denmiştir. Burada “Ka Safvanin” denmemiş; “meseli gibidir” denmiş. Burada olay olmuş bir hadise ile anlatılmıyor. Meseli mesel ile temsil ediyor.
Mesela, bir varlık düşünelim ki balina gibi denizde yaşıyor ama insandır. Ya bedeni balina gibidir ama beyni insan gibidir. O şunu yapar diyebilirim. Burada böyle bir balina yoktur. O balinanın meselini ben beynimde düşündüm. Böyle bir başın olması gerekmez. Böyle baş misal olarak düşünülecektir. O halde sanatlarda düşünce ve duyguların ifade edilebilmesi için öyle olmamış resimler çizebilir, hikâyeler anlatılabilir.
“Safvan” sert taştır. “Merve” de yumuşak taştır. Safa ve Merve iki tepedir. Biri sert diğeri yumuşak tepe. Yalçın kaya denmiş olur. Granit mağmadan yukarı çıkınca kaygan yüz oluşur. Sonra da o kayganlık değişmez. Üstü toprak kaplasa sonra yağmur alıp götürür. Allah bunlara karşı gerekli tedbirleri almıştır. Yosunlar üzerlerini kaplar. Saldıkları sıvı ile onları yalçın olmaktan çıkartırlar. Çok dik olanlarda su tutunamadığı için yalçın kalırlar. Onun için “KeMeSeLi” diyor.
عَلَيْهِ تُرَابٌ (GaLaYHı TuRABun) “Üzerinde turab vardır.”
Böyle kayaların üzerine turab/toprak başka yerden gelip konabilir. Mesel olduğu için gelip konmuş olması da gerekmez. “Turab” nekredir. Herhangi bir toprak vardır.
Yeryüzü yaratıldığında soğuması sonucu sert kabuk bağlamıştır. Sonra su, buz ve rüzgarla kayalar parçalanmıştır. Canlılar oluşmuştur. Ama toprak henüz yoktur. Toprak canlıların yaratılması ile oluşmaya başlamıştır. Denizlerde topraklar oluştu. Sonra denizler adalar hâlinde veya bataklıkların kuruması ile ortaya çıktılar. İlk kara canlıları buralarda yaratıldılar. Orada evrimleşerek ciğeri olan hayvanlara dönüştüler. Bu sebepledir ki kuşlar memelilerden sonradır. Çünkü denizlerde yaşayan kuş türleri yoktur. Oysa memeliler vardır. Sonra karada yaşayan canlılar yükseklerdeki kayalıklara yosun şeklinde tutunarak toprak oluşturdular. O topraklar üzerinde bizim bugün yediğimiz elma, armut, şeftali oluştu. Onların yanında hayvanlar oluştu. En sonunda Hazreti Adem yaratıldı.
فَأَصَابَهُ وَابِلٌ (Fa EaÖABaHUv VaBiLun) “Ona vabil isabet etmiştir.”
Bir yere taş atarsınız. Taş istediğiniz yere düşerse o sevap olur. Düşmeyen yerde hata olur. Dairenin içi sevap, dışı hatadır. Taşı ilk insan atmaya başlamıştır. Saldıran hayvanlara karşı taşı kullanmıştır. Meyve düşürmek için taşı kullanmıştır. İnsandan önceki maymunlar da kabataş döneminde taşları alet olarak kullandılar. Onunla fındık kırdılar. Taş atma eğitimine o zaman başladılar. Sevap ve hatayı o zaman öğrendiler.
“Vabil” bevl kelimesi ile ilgilidir. Şarıl şarıl akan bevle vabil denir. Sağanak hâlinde yağan yağmura vabil denir. Toprağın üzerine sağanak hâlinde yağmur yağmış ve toprağı alıp götürmüştür.
Sûrenin başında ateş yakanı anlatırken “Fa” harfini kullanmadığı hâlde, burada “Fa” harfini kullanmıştır. Çünkü orada ateş yakanla münafıklık yapan arasında bir ilişki yoktur. Oysa burada kaya yalçın olduğu için toprakla ilişkilidir. “Fe” burada sebep-sonuç ilişkisini göstermektedir. Yani kişinin, kâfirin riyaen infakı onun yok olup gitmesine neden olmuştur. Dolayısıyla “Fa” ile getirilmesi son derece ileri bağlantı içermektedir. Ateş yakanda ise “Fa” getirilmemesi aynı belagatı içerir.
فَتَرَكَهُ صَلْدًا (Fa TaRaKaHUv SaLDan) “Onu salda terk etmiştir.”
“Salda” salata demektir. Soyulmuş hıyar veya başka bir şey demektir. Türkçede kullandığımız salata kelimesi buradan gelir. Sırp kelimesi Türkçedir, sıyrılmış kelimesinden türemiştir. “Salda” ise Arapçadır. O da sıyrılmış, soyulmuş anlamındadır. Her iki kelimenin akrabalığına dikkat ediniz. Onu çırılçıplak bırakmıştır. Riya ile yapılan iyilikler böyledir. Menn ve ezaya tâbi tutulan da böyledir. İnsanı çırılçıplak bırakır. İşe yaramaz hâle getirir.
لَا يَقْدِرُونَ عَلَى شَيْءٍ مِمَّا كَسَبُوا (LAv YaQDıEUNa GaLAy ŞaYEın MınMAv KaSaBUv)
“Kesbettiklerinden hiçbir şeye kâdir olamazlar.”
Burada kâdir olunmayan infaktır. Harcama boşa gitmiştir. Menn ve ezaya tâbi tutulan iyilik yapılmamış iyilik oluyor. Yahut kazandıkları ve çalıştıkları şeylere de kâdir olmazlar demektir.
İstiklâl Savaşı’nı kazananlar halka menn ve eza ile kakmışlarsa, bununla hiçbir şeye kadir olamazlar. Beklenen sevgi ve saygıyı da kaybederler. Aslında Mustafa Kemal’i tanrılaştıranların gayesi de budur. Rıza Nur’un kitaplarını Londra’da sakladılar, sonra devreye sokup bedava dağıttılar. Gayeleri onu halka nefret ettirmekti. Bir taraftan tanrı, öbür taraftan deccal! Gayeleri bir daha böyle ülkeyi kurtaracak kahraman çıkmasın idi.
Biz insanları tanrılaştırmaktan kaçınmalıyız. Ama aynı şekilde de hizmet edenlerin hizmetlerini inkâr etme yoluna gitmemeliyiz. Mustafa Kemal’e kızıp İstiklâl Savaşı’nı inkâr edenler vardır, Cumhuriyet’e düşman olanlar vardır. Bu korkunç bir şeydir. Allah’a karşı nankörlüktür. Çünkü onlar Allah’ın bize in’amıdır, nimetlendirmesidir.
وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ(264) (Va elLAHu Lay YaHDı eLQaVMa elKavFıRIyNa)
“Allah kâfir kavme hidayet etmez.”
“Kâfir” kelimesi burada marife gelmiştir, kurallı çoğul gelmiştir. Yani yukarıda bahsedilen şekilde oluşmuş toplulukları doğru yola çıkarmaz. Bu yolla sorunlar çözülmez.
Böyle yapanların kâfir olduklarını bir kere daha teyit etti. Yukarıda Allah’a ve âhirete inanmayanlar gibi sadakalarınızı iptal etmeyin demiştir. Açıkça onların kâfir olduklarını söylemiştir.
Riyadan kaçınmadıkça bir yere varamayız. Bize katılanlar eğer riyaen katılıyorlarsa yani toplulukta kendilerine bir yer bulmak için katılıyorlarsa onu bizde bulamayacaklardır. Bizim cemaatimiz riyadan uzak olmak zorundadır, menn ve ezadan uzak olmak zorundadır. Bizim mallarımızı haksız da almış ve götürmüş olabilirler. Onlara bile menne ve ezaya hakkımız yoktur. Çünkü o mallar bizim değil, Allah’ındır, O gerekeni yapar.