ADİL DÜZEN 383
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 45. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌ إِلَّا الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي وَلِأُتِمَّ نِعْمَتِي عَلَيْكُمْ وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ(150) كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ رَسُولًا مِنْكُمْ يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا وَيُزَكِّيكُمْ وَيُعَلِّمُكُمْ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ(151) فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ وَاشْكُرُوا لِي وَلَا تَكْفُرُونِي(152) يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اسْتَعِينُوا بِالصَّبْرِ وَالصَّلَاةِ إِنَّ اللَّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ(153)
وَمِنْ حَيْثُ خَرَجْتَ فَوَلِّ وَجْهَكَ شَطْرَ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ
(Va MiN XaYÇu PaRaCTa Fa ValLı VaCHaKa ŞaORa eLMaSCiDi eL XaRAMi)
“Nereye huruç edersen vechini Mescidi Haram’a tevcih et.”
Bu cümle bundan önceki âyette aynen geçmiş idi. Burada aynen üçüncü kez tekrar edilmiştir. Bunun hikmeti, daha önce izah edildiği gibi imamın namaz kılarken yüzünü Mescidi Harama tevcih etmesidir. Konuşurken halka dönük olarak konuşacaktır. Aslında sohbet halka şeklinde yuvarlak mecliste olacaktır.
Başka bir yorum şöyle yapılabilir. İlk âyetteki yüzünü Mescidi Haram’a çevir emri doğrudan doğruya Hazreti Muhammed’e ait emirdir, çünkü kıble değişmesi ile ilgilidir. Ondan sonraki emirler bir imama verilmektedir. İmam nereye çıkarsa çıksın, kıblesi Mescidi Haram olacaktır. Cemaate dönmeyecektir. İkinci emir ise her mü’minedir. Her mü’min tek başına nereye giderse gitsin, kıblesini Mescidi Harama çevirecektir.
Böylece üç emir de ayrı ayı kişilere hitap etmektedir.
Birinci âyette huruçtan bahsetmemektedir. Sonraki âyetlerde “nereye huruç edersen” denmektedir. Birincisinde kıblenin tebdili sözkonusudur. İmama verilen emirde “nereye huruç edersen”, mü’mine verilen emirde “nereye huruç edersen” demektedir. Çünkü huruç etmediği müddetçe onun kıblesi de cemaatin kıblesidir. Kıble sabittir. Geçici seyahatlerde veya tarla ve bahçede iken vech kıbleye tevcih edilecektir.
Bu emre binaen her yerde imamın duracağı bir yer olacaktır. Kıbleye yönlendirilecektir. Güneyle olan açısı da gösterilecektir. Böylece insanlar için her dinlenme yerinde ve su başında bir poligon taşı gibi yönlendirme taşı olacaktır. Nitekim haritacılar da poligon taşları dikmekte ve üzerine rakamlar koymaktadırlar.
Kur’an’ın verdiği talimata uyacak olursak, dinlenme yerlerinde veya önemli yerlerde güney istikametini gösteren çizgi ile kıbleyi gösteren çizgi bulunacaktır. Kıble çizgisi kalın, güney çizgisi ince olacaktır.
Böylece nerede olursan ol bu sayede o yerin enlemi ve boylamı hesaplanabilir. Yerin neresi olduğu hemen bilinebilir. Bu husus mesela telefonumuza şarj edilebilir. Sonra o poligon noktaları esas alınarak ölçüler yapılıp parselasyon yapılabilir. 0 boylamı Mekke’dir. Mekke’den geçen boylamla yapılan ölçümlendirmede gökyüzü ise burçlarla sıfırlandırılır. Her burç arası 30 derecedir, yani 30 gündür. Güneş her gün bir derece geri kalır. Gök küresinin başlangıcı Ekvator düzlemi ile burçlar düzleminin kesiştiği noktadır. Doğal sene bu kesişmenin güneş zevalde iken olduğu saat alınabilir.
وَحَيْثُ مَا كُنتُمْ فَوَلُّوا وُجُوهَكُمْ شَطْرَهُ (Va XAYÇu MAv KuNTuM FaValLUv VuCUvHAKuM ŞaORaHUv)
“Nerede olursanız vechinizi onun şatrına tevcih ediniz.”
Bu cümle de aynen tekrar edilmiştir. Buna iki mânâ verebiliriz.
Biri, hangi ülkede olursanız olun, mabedinizi yaparken Mescidi Haram’a tevcih ediniz. Kentlerinizdeki mabetler Mescidi Haram’a tevcih edilecektir. Evlerinizde de kıble Kâbe’ye yönelik olacaktır. Bahçeli evlerde evler kıbleye doğru yön almış olacaktır. Apartmanlar da bitişik nizam değil, bahçeli nizam ve apartmanın duruşları kıbleye yönelik olacaktır. Şehir planlaması yapılırken bucakların merkezlerinde merkez aşiretinin apartmanı yahut sitesi olacaktır. On semt apartmanı bulunacak, apartmanın her katı bir ocak olacaktır. Apartmanlar uygun yerlerde yerleştirilecek yahut her apartman bir aşiret olacaktır. Burada kıble düzeni benimsenecektir. Yollar üzerinde serpiştirilecek apartmanlar da kıbleye yönelik olacaktır. Bitişik düzende sokaklar kıbleye doğru veya dik olacaktır.
Bu tür yerleşmenin sağladığı yarar şudur. İmar kanunu ve devlet düzeni olmadan bile kişiler imar yaparken, inşaat yaparken planlı bir düzen ortaya çıkar. Şöyle ki, bir boş arazide biri gelir ve bir ev yapar. Kıbleyi hedef alır ve ona göre düzenini kurar. Başkası gelir, bünyanı mersus ilkesine göre ona bitişik yapı yapar ama namazdaki saf ilkesine uyar. Evler ve sokaklar kıble esas alınarak sıralanırlar. Güneş ve rüzgar sorunları ona göre çözülür. Zaruret olduğu zaman saflar nasıl farklılaşırsa kıble sorunu da öyledir.
İkinci emir/mânâ ise; siz toplu olarak nereye çıkarsanız çıkınız, nerede olursanız olunuz, kıblenize doğru durunuz denmektedir. Burada dikkat edilecek bir nokta vardır. O da şudur. Sadece namazda kıbleye dönünüz denmiyor, her sahada kıbleye dönünüz deniyor. Nitekim biz mezarları da kıbleye doğru koymaktayız.
Burada insanlara çok önemli bir husus öğretilmektedir. İçtihatta da bu çok önemlidir. Öyle durumlar vardır ki, o durumda siz o işi öyle yapmak zorundasınız. Mesela suyu içmek zorundasınız. Su yerine başka bir şeyi ikame edemezsiniz, ama su ne ile içilecektir? Avuçla, bardakla, tas ile veya başka bir şeyle içebilirsiniz. Bunlar arasında tercih edeceğiniz bir sebep de yoktur. İşte burada emredilen, bu durumda siz kendiniz bir şeyi tercih sebebi yapınız ve artık ona uyunuz. Yani, hareketleriniz mânâsız da olsa kurallı ve illetli olsun. Eğer başka bir illet ortaya çıkarsa onu uygularsınız. Ama çıkmazsa bunu keyfi tercih olarak uygularsınız. Bir defa seçtikten sonra da artık onu değiştirmezsiniz. Mesela, yolun ya sağından ya solundan yürüyeceksiniz. Ondan sonra artık hep seçtiğiniz yönden gideceksiniz. Allah kâinatta sağ sistemi seçmiştir.
20. yüzyılın sonunda oluşan standartlar sistemi bunu yapmaktadır. Metrenin uzunluğunu biz seçtik ama artık onu değiştiremeyiz. Mümtaz, seçkin, standart norm sayılar vardır. 20. yüzyılın keşfidir bu. Kur’an standart sistemleri önermiştir.
a) İkili sistem: 1,2,4,8,16,32,64,128,256,512,1024 ve bunların toplamı 1,3,7,15,31,63,127,255,511,1023
b) Onlu sistem: 1,10,100, 1000; bunların toplamı 11,111,1111
c) 2 tabanlı onlu sistem: 10,20,40,80,160, 320, 640
d) Ayrıca 3 tabana oturmuş ikili ve onlu sistem: 3,6,12,24,48,96,192,384
e) 3 tabanlı onlu sistem: 30,300,
f) 7 tabanlı ikili sistem: 7,14,28,56,112,224,448,896
g) 7’nin onlu sistemi: 70,700
Bunun yanında 9,19,99 ve 999 da tolerans sayılardır.
İşte Allah bu sayıları seçmiş, kâinatı bu seçkin sayılara göre düzenlemiştir. Kur’an da bu seçkin sayılara göre düzenlenmiştir.
İlk asal dört sayı 2,3,5,7 sayılarıdır. 2*5=10 3+7=10 bağlantıları vardır. 10 bunun için seçilmiştir.
Elinize bakınız, 5 parmak vardır. İki elde 10 parmak vardır. 4 parmakta 3’er boğum vardır. Boğumların toplamı 14 yani 2*7’dir. Parmaklarımızda onlu, ikili, üçlü ve yedili sistem yer almıştır.
Allah kıbleyi böyle standartlama için bir misal yapmıştır.
Kâinat düzeni yukarıda verilen seçkin sayılara göre düzenlenmiştir. Kur’an bu seçkin sayılara göre düzenlenmiştir. Emredilen ibadetlerde de bu seçkin sayılar yer alır. Burada çok önemli bir kuralı unutmamalıyız.
Eğer başka bir yarardan dolayı bu sayıların dışına çıkılması gerekiyorsa çıkılacaktır. Ama bu sayıların dışına çıkmakta yarar yoksa çıkılmayacaktır. En bariz örnek, başkanın sohbet ederken cemaate dönmesi, namaz kılarken ise kendisinin de kıbleye yönelmesidir. Araba yürürken kıble arabanın gidiş istikametidir.
Kıble bize birçok şeyleri öğretir. İçtihattaki ihtilafların nasıl uzlaştırılacağı daha önce anlatılmıştı. Herkes açı yaparak imamın kıblesine doğru yönelir.
Burada bir hususa işaret etmek gerekmektedir. Birçok ülkede mescitler inşa ediliyor. Kıble tesbit ediliyor, sonra kıbleden sapılmış olduğu belirleniyor. Bu durumda ne yapılacaktır?
Caminin mihrabı kaydırılacak, safın ortasına gelecek şekilde yerleştirilecek, tam kıbleye yöneltilecektir. Döşemeler kıbleye göre çizgilendirilecektir. Minber kıbleye göre yönlendirilecektir. Mescide giren herkes kıbleyi çok kolay bulabilmelidir. Ayrıca mescidin dıştan görünüşüne, mesela minaresine, bahçe giriş kapısına dışarıdan bakan kimse de kıbleyi bilebilmelidir. Mescit yıkılırsa yenisi doğru kıbleye göre inşa edilmelidir.
Yeryüzünde öyle bir daire vardı ki, orada sağa veya sola dönmekle aynı yön kıble olmaktadır. Orada sağa dönülerek kıble yapılmalıdır. Yine yeryüzünde öyle bir nokta vardır ki, ne tarafa dönülürse dönülsün orası kıbleye yönlenmiştir. Orada tam Hacer-i Esved’in karşısında bir kazık dikilir. O civarda namaz kılanlar sırtlarını ona çevirerek namaz kılarlar.
Uçakta kıble uçuş istikametidir. Uçaklar kalkarken kıbleye yönelik olarak kalkmalıdır. Pistlerde uçak ilk harekete geçerken kıbleye yönelik olarak hareket etmeli, sonra yönünü değiştirip uçabilir. Yolcuların yüzü uzay gidiş istikametinde olmalıdır. Bu husus gemi için de böyledir, araba için de böyledir. Gemi ve araba kalkışları kıbleye doğru/yönelik olmalıdır. Trenler de böyle olmalıdır. Kıble bütün planlamalara ve taşıtların yapılarına hakim olmakta, onları standart hâle getirmektedir. Uzay yolculuğunda da durum böyledir. Ay ve gezegenlerde de seçim yapılırken, ay bir yüzünü daima dünyaya çevirmektedir. Dünyanın merkezine olan en yakın nokta ayın kıblesidir. Orada mabet inşa edilmelidir. Diğer güneş etrafında dönüp yüzünü hep onun tarafı tutan gezegenlerde kıble güneşe bakan yüzeyin tam aksine en uzak yer kıble olarak seçilir. Dünyaya en yakın yer orası olur. Sonra hareket kuralı uygulanır. Güneşin dışında olan ve kendi çevresinde dönen gezegenlerin üzerinde kıble, yerin güneş çevresinde çizdiği düzlem ile gezegenin güneş etrafında çizdiği düzlemin kesim noktasını alalım. Bu iki düzlemin kesim doğrusu üzerinde iki gezegen birleştiği zaman yer ile gezegen birbirine en yakın olduğu bir durumdadır. Bu doğrunun kestiği iki nokta vardır. Bu noktalar gezegen kendi çevresinde döndüğü için her kavuşmada değişmektedir. Gezegenin bir de kendi etrafında döndüğü için ekvatoru vardır. Oranın kıblesi de o iki düzlemin güneş tarafı kestiği yerdir. Çok uzaklarda güneşe dönülür.
لِئَلَّا يَكُونَ لِلنَّاسِ عَلَيْكُمْ حُجَّةٌ (LıEalLAv YaJUvNa LıelNASı GaLaYJuM XucCaTun)
“Nâs için aleyhinizde bir hüccet olmasın.”
Kıblenin Kâbe tarafı olmayıp da Mescid-i Aksa tarafı olması ile nâs için aleyhinizde nasıl hüccet olacaktır? Bunları şu şekilde açıklayabiliriz.
a) Yeryüzünün güvenliğini sağlamak İsrail oğullarına verilmiş iken, görev onlardan alınıyor, isteyen bütün insanların katılabileceği mü’minlere veriliyor. Kıble aynı kaldığı takdirde, o kimselere biz İsrail oğullarının kıblesine sizin aracılığınızla katılacağımıza onlara doğrudan katılırız. Böylece tâbi olanlara tâbi olma meşru sayılmamıştır. Nasıl kıyasta kıyas olmazsa, aynı şekilde tâbi olana tâbi olunamaz. Biz Aksa Mescidi’ne ibadet etmeye devam edersek, insanları bize katılmaya nasıl dâvet edebiliriz?
b) Biz, bizim kıblemizi tüm insanlığa açmış bulunuyoruz. Bütün insanlar oraya gelecek ve ziyaret edecektir. Orasını bir panayır hâline getiriyoruz. Bize insanlığın birleştirilmesi görevi verilmiştir. Bunu Mescid-i Aksa’da yapmak İsrail oğullarına haksızlık olur. Orası madem ki İsrail oğullarının kıblesidir, insanlığa ortak edilemez. İtirazlarında hakları olmuş olur.
c) Başka bir haksızlık Arap âlemine yapılacaktır. Arapların merkezi olan Kâbe bırakılıyor, İsrail oğullarına tâbi merkez kuruluyor, bir millet başka bir millete esir ediliyor. Arapların buna itiraz hakları olurdu. Şimdi de Arap olmayanlar Araplara esir edilmiyor. Edilmiyor, çünkü bu Arapların değil, Hazreti İsmail kanalıyla Hazreti İbrahim’e bağlananların kıblesidir. İnsanlar bu millete tâbi olur veya olmayabilirler. Olmayanlar da buraya katılabilirler veya katılmazlar.
d) Bu âyet bize yerinden yönetimi de öğretmektedir. Madem ki tâbi olana tâbi olunmaz, o halde bucak başkanı tâbi olunan kimsedir. O başkasına tâbi olmaz. Yani, il başkanı bucak başkanının başkanı değildir. İl merkez bucağı taşra bucaklarının kayyumudur, eşit hukuka sahiptirler. Bu sebeple bucak jandarma teşkilatı taşra bucaklara izinsiz giremez. Benzer mülahaza iller ile ülke arasında geçerlidir. Devlet başkanı il başkanlarının başkanı değildir. Devlet merkez bucağı il merkez bucaklarının kayyumudur. Aynı şekilde insanlık merkezi olan Mekke bucağının başkanı devlet başkanlarının başkanı değildir; Mekke bucağı devlet merkez bucaklarının kayyumudur.
إِلَّا الَّذِينَ ظَلَمُوا مِنْهُمْ (EilLav elLaÜIyNa JaLaMUv MinHuM)
“Sadece onlardan zulmedenlerin aleyhinize hüccetleri olacaktır.”
Bir iş yaparken başkalarının etkisiz hâle gelmelerini hedeflersiniz ve bunu iki şekilde yaparsınız.
Ya onları memnun edecek iş yaparsınız, artık itiraz etmelerine gerek kalmaz. Yani, insanların hoşuna gidecek işi yapmakla onların itirazlarını önlemiş olursunuz. Burada yapılan budur. Bir de, karşı tarafı yenmek ve muhakemede mağlup etmek için davranışlarınızı ayarlarsınız.
Zulmedenler bu dönüşe itiraz edeceklerdir. Kimdir bunlar?
a) Kudüs’ü merkez yaparak insanlığa hakimiyetlerini sürdürerek zulmetmek isteyen Yahudiler bundan hoşlanmayacaklardır.
b) Kendilerinin kıblesi olup kendi halkını ona bağlayıp başka topluluklarla temas etmek istemeyen diğer din mensupları böyle herkese açık kıbleden hoşlanmayacaklardır. Nitekim Hıristiyanlar Mekke’yi ziyaret edip İslâmiyet’i yakından görmesinler diye, işbirlikçi Suudi Arabistan hükümetine Kur’an’a aykırı olarak onların oraya girmelerini yasaklatıyorlar. Onlar da Mekke’nin böyle herkese açık bir mabet olmasını istememektedirler.
c) Müslüman Araplar da kendi hakimiyetlerini sürdürmek, gelenlerden haraç almak ve böylece işbirlikçi olarak nâsa zulmetmek için herkese açık bir kıble istemeyeceklerdir.
d) Müslüman halktan bir kısmı, kendilerinin diğer din mensuplarından üstün olmaları için herkese açık Mekke’ye karşı çıkacaklardır.
فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي (Fa Lav TaPŞaVHuM Va iPŞaVNIy)
“Onlardan haşyet etmeyin, benden haşyet edin.”
“HAVF ETMEK” korkmaktır. “HAŞYET ETMEK” çekinmektir. Bana saldıracak, beni yaralayacak, hasta edecek veya malımı heder edecek dersen, o havftır. Ama sözlerle seni ayıplayacak, sana kızacak veya seni dillendirecek şeklinde bir korku haşyettir. Darıltırım, üzerim diye korkmak da haşyettir.
Zalimlerin dedikodularından çekinmeyin, benden çekinin diyor, Rabbimiz.
Biz şimdi Mekke tüm insanlığa açık bir kenttir derken, bize karşı çıkanlar vardır. Bugün yapılan hac makbul değildir, çünkü vize vardır. Nasıl herkese açık olmayan mescitlerde cuma namazı kılınmazsa, herkese açık olmayan Mekke’de de hacılık geçerli olmaz. Mü’minler faizsiz banka kurup hac paralarını oraya koyacaklardır. Her yıl sınıra varacak ve görevliler geçirmezlerse geri döneceklerdir. Yanlarına gayri Müslimleri de alacaklardır. Bu Hac Bankası, Mekke şehrinin Kur’an hükümlerine göre yönetilmesini sağlamak amacıyla yapılacak cihat için sermaye yapılacak. Ben bunları söylerken Suudi Arabistan yöneticilerini ve onların işbirlikçilerini üzüyor olabilirim. Ama ben onlardan değil, Allah’tan haşyet ediyorum.
وَلِأُتِمَّ نِعْمَتِي عَلَيْكُمْ (Va LiEuTimMa NIGMaTIy GaLaYKuM)
“Ve sizin üzerinize nimetimi tamamlamak için.”
İnsanlığın güvenliğini sağlamak bizim görevimizdir. Onların hürriyetlerini kısarak güvenliği sağlamak, eşkıyaların da yaptığı iştir. İnsanlar daha hür hâle gelecek ama onların güvenliği sağlanacak, böylece nimet de tamamlanmış olacaktır. Kıblenin Kâbe olması ile bizim de nimetlerimiz tamamlanmıştır. Çünkü artık tam bağımsız hâle geldik. Tüm insanlara Mekke’yi açmakla da orayı dünyanın merkezi hâline getirdik.
Mekke İslâmiyet’ten önce sadece Arapların merkezi iken, insanlığın merkezi olmuştur. Artık yalnız Araplar ziyaret etmiyor, tüm insanlar, hattâ Müslüman olmayanlar da ziyaret ediyor. Böylece insanlığın zenginliği oraya kayıyor. Ayrıca burada tüm insanların ortak altın parası oluşacak ve ekonomik zenginlik mü’minlerin eline geçecektir. Onlar da adalet içinde insanlığın huzur, refah, saadet ve selâmeti için kullanacaklardır. Bugünkü Yahudi sermayesi zenginliğini karşılıksız para ile sağlamaktadır. Bunun karşılığında karşılıklı para çıktığında artık karşılıksız para değerini kaybedecek, böylece sermaye sömürüsü bitmiş olacaktır.
Bu para nasıl çıkacaktır? Bu paranın merkezi Mekke olacaktır. Altın para basılacak ve yeryüzündeki kuyumculara dağıtılacaktır. Onlar altın karşılığı halka vereceklerdir. Piyasada altın para hareket edecektir. Bankalar bu altın paraları diğer paralarla değişeceklerdir.
Mekke’deki merkez bankası kuyumcularda toplanan altın karşılığı halkın eline geçen altın paranın dört misli daha başka para basacaktır. Birini ülkelere kredi olarak verecektir. Ülkeler buna karşılık beş misli toprak parasını çıkaracak ve imar kredisini vereceklerdir. Bir kısmını da illere verecek, onlar da beş misli demir parası çıkaracaklar, inşaat malzemesi üreticilerine kredi vereceklerdir. Beşte bir altın para bucaklara kredi olarak dağıtılacak, onlar da onunla beş misli buğday parasını çıkaracaklardır. Belde bir altın parayı bankalara dağıtacak, bankalar onunla altın para alıp satacaklardır. Böylece mü’minler için Mekke’nin kıble olması nimetlerin tamamlanmasına sebep olacaktır.
وَلَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ(150) (VaLaGalLaKum TaHTaDUvNa) “Böylece ihtida edersiniz.”
Demek ki, Mekke’nin mü’minlere sağlayacağı görevlerin başında tüm insanların buluşma yeri olması, ekonomik merkez olmasıdır. Malların ve canların kalbi olacaktır. Onun dışında aynı zamanda orası ilim merkezi olacaktır. Dünyadan gelen ilim temsilcilerinden oluşan merkez üniversitesine aynı zamanda her ülkeye tahsis edilen ilçe olacak ve ilçede de diğer dillerden Arapçaya ve Arapçadan diğer dillere tercümeler yapılacaktır. Böylece ihtida edilecektir. Kur’an’da bir şeye işaret ediliyorsa, onu yapmak için gerekli tedbirleri almamız gerekir. İhtida insanlık üniversitesi ve tercüme ilçeleri ile sağlanacaktır.
***
كَمَا أَرْسَلْنَا فِيكُمْ (KaMAv EaRSaLNAv FIyKuM) “Size irsal ettiğimiz gibi.”
Burada “KeMâ” ile benzetilen “ümme’l-kura” tâbiri ile merkez bucaktır. Başkana benzetilmiştir.
Nasıl bir bucakta yaşayan insanların bir başkanı varsa, o şekilde bir çevrede yaşayan bucakların da merkez bucakları vardır. Kişiler arasındaki bağlantıya benzeyen kentler arasında bağlantı vardır.
“FîKuM” denmektedir. Sizin içinize irsal ettik. “İLeYKuM” olsaydı, geçmişte gelen peygamberler anlaşılırdı. Burada “FîKuM” demekle sağ olan başkanlar kastedilmektedir. Yani, biz bugün yaşayanların bucaklarına birer bucak başkanı irsal edildiği gibi, illerdeki bucaklar arasında bir merkez bucak, iller arasında bir devlet merkez bucağı ve devlet arasında bir merkez kent inşa edilmiştir. Böylece insanlığın bir merkez bucağı vardır. İnsanlar arasında yaşayan başkan olduğu gibi, kentler arasında yaşayan merkez bucak eşit olacaktır.
Nasıl başkanın hakim olma yetkisi yoksa, merkez bucakların da taşra bucaklara hükmetme yetkisi yoktur. Başkanın görev ve yetkileri bundan sonra sayılacaktır. Merkez bucaklar da onu yapacaklardır.
“İRSAL” elçi demektir. Elçi, sadece verilen mesajı gönderilene ulaştırır. Verilecek bir şey varsa verir, yapılacak bir şey varsa yapar. Kendisi gönderenin vekili olmadığı için onun adına kararlar almaz. Sadece kararları tebliğ eder. Tebliğ alanlar kendi içtihatlarıyla kendileri yaparlar. Sorumluluk da kendilerine aittir.
رَسُولًا مِنْكُمْ (RaSUvLan MıNKuM) “Sizden bir resul irsal ettik.”
Burada “RESUL” kelimesi nekiredir, çünkü başkanlar değişecektir. Değişik bucakların değişik başkanları vardır. “MİNKÜM” kaydı ile başkanın onlardan olması gerektiği ifade edilmektedir.
Halk temsilciler gönderirler. Temsilciler vekâleten başkanı seçerler. Bu irsaldir. Ne var ki başkan bir elçidir. Kendisine verilen yetkileri kullanır ve sadece uygulama yapar. Şeriat kuralları koyamaz. Sonra verilen görevlerde yetkiyi aşıyorsa yahut haksızlık yapıyorsa, yargı denetimindedir. Mağdur olanlar hakemlere gider ve mağduriyetlerini giderirler. Kararları iptal edebilirler, hattâ gerektiğinde başkanlıktan alabilirler.
يَتْلُو عَلَيْكُمْ آيَاتِنَا (YaTLUv GaLAYKuM EAvYAvTıNAv) “Size âyetlerimizi tilâvet eder.”
Başkanın görevlerinin başında icma ile sabit olan mevzuatı devamlı olarak halka aktarma vardır. Mevzuat yayınlandıktan sonra yürürlüğe girer, yayınlama yetkisi de başkana aittir. İçtihatları yayınlamazsa yürürlüğe girmez. Ne var ki hakemlere gider ve yayınlanmayan kararın yayınlanmasına karar alabilir. Başkan buna uymakla yükümlü olmakla beraber, yine de yayınlamamış olabilir. O takdirde başkanın görevden alınması için hakemler karar alabilir. Almazlarsa, mevzuat yürürlüğe girmez. Yani, gerek içtihat gerek icmalar başkanın yayınlaması ile yürürlüğe girer. Yayınlanmaması ile yargı denetimi başlar. Bunun dışında başkan yayınlasa bile Kurban Bayramı’na kadar itiraz yapılabilir. İtirazla icma olmamış olur. Muhalife karşı hakemlere gidilebilir. İtirazın anıd olduğuna karar verir. Başkanın içtihatları sadece kendisini bağlar, başkana uyulmaz yani başkan mezhep kuramaz. Başkanın askerlerden seçilmesi bu sorunu zaten çözmektedir. Çünkü mezhepler mecliste oluşur, meclisler de ilim adamlarından oluşur. Merkez bucaklar da taşra bucakları da bağlayan kararları aktarırlar. Böylece kesinleşmiş kararlar ilde il merkez bucak başkanı, ülkede ülke merkez bucak başkanı, insanlıkta insanlık merkez bucak başkanı aktarır. İcmaları yayınlamak yetkisi başkana ait olacaktır. Bir cümle eğer bütün rasihler/ otoriteler tarafından ittifakla kabul edilmişse, artık o muhkemdir, değiştirilemez. Mekke’deki meclis üyeleri ittifak ederlerse bu müfesser olur. Bir daha oluşacak meclis ittifakı ile değişebilir. Her mezhebin içtihatları da başkan tarafından yayınlanır. Zahir durumunda değil de, nass mertebesinde olmalıdır.
وَيُزَكِّيكُمْ (Va YuZakKIyKuM) “Ve sizi tezkiye eder.”
Başkan aramızda olacak, bizden olacak, ayrıca bizi tezkiye edecek.
Eğer buradaki başkan Kur’an’ın kendisine nâzil olduğu kimse olsaydı “FîKuM” demezdi. “YuZakKIyKuM” kelimesi muzari sigası ile değil, mâzi sigası ile gelir, “ZekKaKum” denirdi.
Tezkiye edecek, gelecekte tezkiye edecek, bizden yani içimizden bir resul gelmiş olacaktır.
Başkanların bir vazifesi de halktan zekâtı toplayıp dağıtmadır. Üreticiler bütün insanlara ait kaynakları kullanırlar, üretim yaparlar, sonra toprağın kirasını başkana verirler. Böylece borçlu olmaktan kurtulurlar. Topluluğun paylarından arınırlar. Bunlar şöyle sıralanmıştır.
Bucaklarda küçük işletmeler vardır ve bunların gelirleri bucak yönetimine verilir. Bucakta tüketilen malların beşte biridir. İllerde orta işletmeler kurulur, bunların kamu payı illere aittir. Ülkelerde büyük teşebbüsler kurulur. Bunlardan gelen kamu payı devletlere aittir. Süper işletmeler insanlıkta kurulur. Buradan gelen gelirler insanlığa aittir.
Madenler gibi tükenen mallardan alınan beşte birdir. Tarım gibi özel mülkiyete ait olup tükenmeyen kaynaklardan yararlanırlarsa, bunlardan onda bir alınır. Ticari işletmelerden sermayeden yıllık ve kırkta bir olarak alınır. Ayrıca yapılan inşaatın beşte biri de kamuya aittir. Beşte birinin beşte biri site altyapısı, biri bucak altyapısı, biri il altyapısı, biri ülke altyapısı, biri de insanlık altyapısı için harcanır. İşte başkanlar bunları toplar ve yerlerine harcarlar.
Beşte birler devlet bütçesini oluşturur. Üçe ayrılır. Üçte birini ilmî, dinî, meslekî ve siyasî şuralar bölüşürler. Üçte birini hükümet bakanlıklara bölüştürür. Üçte biri ise yetimlerin, yaşlıların, yoksulların ve yolcuların payları olarak bölüştürülür.
Kırkta birler de üçe ayrılır. Üçte biri beldenin altyapı işletmelerine, yarısı personele, yarısı araçlara harcanır. Üçte biri ile borçluların borçları ödenir, köleler azat edilir. Geri kalan üçte bir dört sınıfa bölünür; fakirler (serveti vasat servetin altında olanlar), yoksullar (gelirleri vasat gelirin yarısından az olan fakirler), kamu görevlileri ve şura üyelerine bölüştürülür. Bunları başkanlar yaparken, merkez bucaklar da taşra bucaktakilere bölüştürürler.
وَيُعَلِّمُكُمْ الْكِتَابَ وَالْحِكْمَةَ (Va YuGalLiMuKuM eLKITABa Va EL XıKMaTa)
“Ve size kitabı ve hikmeti talim edecektir.”
Kur’an’da “kitap ve hikmet” birlikte zikredilir.
Kitap, yazılı kurallar demektir, yazı değildir; mevzuat demektir.
Başkan mevzuatı öğretecek, bir de hikmeti öğretecektir.
Hikmet ise kuralların yararlarıdır. Sağdan gidilecek, çünkü sağdan gidilmezse kaza olur. Kaza olur kısmı hikmettir. Aynı talim sözü ile zikretmiştir. Bu demektir ki hikmetler kitapla beraber öğretilecektir. Kitaplar hikmetlere dayanarak tesbit edilen illetlerle oluşturulan kurallardır. İlletler fiillerden önce olanlardır. Hikmet ise fillerden sonra oluşacak yararlardır. Bunu talim etmek görevi de bucak başkanına verilmiştir. Başkan talim edecektir. Neyi? Kitabı; sonra kitaptaki bu hükümlerin neden yazıldığını. Yani, kanunları öğretecek, sonra da kanunların neden böyle yapıldığını öğretecektir. Kur’an’ı talim etmek başkanın yani hükümetin görevidir. Bundan dolayıdır ki tedris tamamen bedavadır. Öğretmenlerin maaşlarını bucak kamu bütçesi öder. Kişi istediği öğretmeni seçer ve öğrenir. Halkın ne öğrendiğini ise ortak imtihanlar tesbit eder. Okunan dersler dile dayanan ilimlerdir. Bu ilimler sekiz ilim olarak adlandırılır: 1) Fonetik (tecvit), 2) Lügat, 3) Kelime üretimi, 4) Cümle yapımı, 5) Cümleden anlaşılan mânâlar, 6) Yeni kavramların ifade edilmesi, 7) Estetik, 8) Usûlü Fıkıh. Bu ilimler sayesinde bütün metinler yorumlanarak anlaşılır. İfade etmek için de bu ilimlerden yararlanılır.
Hikmetin öğrenilmesi ise matematiğe dayanır. Bunlar da sekiz ilimdir: 1) Sayma, ters sayma, 2) Toplama ve çıkarma, 3) Çarpma ve bölme, 4) Üs alma, kök alma ve logaritma bulma, 5) Cebir, 6) Analiz, 7) İhtimaliyat, 8) Matrisler. Bunlar bilindikten sonra doğal ilimler bilinir. İşte başkan bunları öğretecek, imtihan yapacak ve diplomalar verecektir. İmtihanlar test, sıralama ve orta değer bulma usulleri ile yapılır.
Temel ve ilk ehliyet bucakta, orta ehliyet ilde, yüksek ehliyet ülkede ve üstün ehliyet insanlıkta verilir.
Böylece merkez bucaklar başkanlar gibi hizmetler vermiş olurlar.
وَيُعَلِّمُكُمْ مَا لَمْ تَكُونُوا تَعْلَمُونَ(151) (Va YuGalLiMuKuM MAv LaM TaKUvNUv TaGLaMUvNa)
“Ve size bilmediklerinizi talim edecektir.”
Kitap ve hikmet talim edilecek. Kitap vaz’î ilimleri, hikmet ise fıtrî ilimleri içerecektir. Bu ilmî öğrenimdir. Bunun dışında her yıl yeniden keşfedilmiş şeyleri bucak başkanı takip edecek ve onları da halkına öğretecektir. Bunlar yeni keşfedilen ilmî bilgiler veya teknolojik bilgilerdir. Yani oluşturulmuş mevzuattır. İnsanlara zorla öğretim verilmeyecektir. Ancak her yıl imtihanlar açılacak ve bu imtihanlara göre kişilere ehliyet verilecektir. Herkes her yıl imtihana girebilir ve aldığı not ona yarar sağlar.
a) İlmî mertebe kazanmak için imtihanlara girer ve temel, ilk, orta, yüksek ve üstün ehliyet elde ederler.
b) Yılda başlangıç ehliyetliler 5, temel ehliyetliler 6, ilk ehliyetliler 7, orta ehliyetliler 8, yüksek ehliyetliler 9, üstün ehliyetliler 10 ilmî derece alırlar. Her yıl yapılan meslekî imtihanlarla ve üstlerin takdirleri ile alacakları derecelerini iki misli yapabilirler. Buna “meslekî derece” deniyor.
c) Dinî dayanışma ortaklık sorumlularının sıralaması ile tezkiye olunurlar. Sıralama her yıl yapılır.
d) Askerlik hizmetini yaptıkça siyasi ehliyetleri de derece derece yükselir, maaşlarını buna göre bölüşürler.
İşte başkanın bütün bunları öğretme görevi vardır. Eğitim kışlalarda görülür ama imtihanlar hep merkezî imtihanlarla yapılır. Burada önemli olan husus, if’al babından değil de, tef’il babından gelmiştir ve dolayısıyla öğretim sürekli olarak devam edecek, imtihanlar da her yıl yapılacaktır. Beşikten mezara ilim tahsili bunu açıklamış oluyor. Burada dikkat edeceğimiz husus, merkez bucaklarla taşra bucaklarında bir bağlantıların olduğudur. Temel , başlangıç ve ilk ehliyetliler bucak vatandaşlarıdır. Orta ehliyetliler ilin, yüksek ehliyetliler devletin, üstün ehliyetliler insanlığın vatandaşlarıdır. Bir kimsenin yüksek ehliyet alması içim orta ehliyetli olması, orta ehliyet alması için ilk ehliyet almış olması gerekir. “İnsanlık Anayasası” düzenlememiz bu âyetin işaretlerin içinde düzenlenmiştir.
Her Cuma günü Mekke emiri Mekke’de tüm insanlığa hitap eden bir hutbe irad eder. Bu hutbe 20 dakika sürer. Emir sonra Mekke ilinin halkına hitap eden bir hutbe irad eder, o da 20 dakika sürer. Son olarak Mekke bucağının halkına hitap eder, bu da bir saat sürer.
Her ülkenin devlet başkanı Mekke emirinin hutbesini yayınladıktan sonra, kendi ülkesinin hutbesini irad eder. Sonra merkez ilin hutbesini irad eder. En sonunda kendi bucağının hutbesini bir saat irad eder.
İl başkanları da Mekke ve ülke başkanlarının hutbelerini dinletirler, sonra kendileri kendi ilinin hutbesini irad eder, sonra bir saat ilin merkez bucağının hutbesini irad ederler. Bucak başkanları Mekke, ülke ve il hutbelerini bir saat içinde dinlettikten sonra, kendi hutbelerini bir saat içinde irad ederler. Bucak başkanları halka duyurulması gereken metinlerin adlarını söyleyerek atıfta bulunurlar. Bütün metinler internette yayınlanır. Böylece insanlara her şey öğretilmiş olur. Metinler sonra dayanışma ortaklıklarında ve ocaklarda tedris edilir. Sürekli yapılan imtihanlarla bu beyanların ve yayınların nasıl takip edildiği değerlendirilir.
***
فَاذْكُرُونِي أَذْكُرْكُمْ (Fa EaÜKuRUvNIy EaÜKuRKuM) “Beni zikrediniz, ben de sizi zikredeyim.”
“ZİKRETMEK” hatırlamak, anmak, anlamak demektir. Siz benim emirlerimi yerine getirin, ben de sizin işlerinizi yapayım. Burada “beni zikredin”den maksat, benim başkanlar aracılığı ile öğrettiklerimi anlayın, ben de sizi anlarım, ihtiyaçlarınızı karşılarım demektir. Zikretme demek, imtihanlarda başarılı olmak demektir.
Allah’ın hatırlaması ise ehliyete göre karşılık verilmesi demektir. İnsan ehliyet ile ne elde eder?
a) Herkesin resmi ücreti var. Sözleşme yapmamışlarsa o ücreti alırlar. Kamu görevlerinde çalışırlarsa o ehliyete göre ücret alırlar. Bu dereceye göre kredileri olacak, bu dereceye göre emekli olacaklardır.
b) Her işyerinin bir kadrosu vardır. O kadrolarda iş yapabilmek için belli ehliyete sahip olmak gerekir. Mesela, araba sürmek için şoför olmak gerekir.
c) İki kişi yan yana gelince birinci başkan olur, başkanlık bu derece ile verilir.
d) Toplantılarda oy ve söz hakkı bu derecelere göre olacaktır.
Bu, bu dünyadaki hatırlanıştır. Âhiretteki hatırlanış ayrıca çok daha ileri olacaktır.
وَاشْكُرُوا لِي (Va uŞKuRUv LIy) “Bana şükrediniz.”
Yani, hatırlamam, size ehliyetinize göre vereceğim nimetlere karşı şükretmedir. Görevleri yerine getirin. Her görevin kademeleri vardır; ehliyet, yetki, sorumluluk ve hak. Şükretmek demek, sorumluluğu yüklenmek ve görevleri yerine getirmektir. İmtihanla ehliyet alınacak, yetkiye sahip kılınacak ama sorumluluk da taşınacaktır. Ama görev yerine getirildiği için de ücret istihkak edilecektir. Bu yalnız kamu görevleri için sözkonusu değildir. Topluluk içinde tüm işler bu ilke içinde yapılır. İşleri yapabilmek için ehliyete sahip olmak gerekir. Anlaşmalarla o işe görevli kılınacaktır. Kredi verilerek yetkili olunacaktır. Yapılan işten pay alınacaktır. Buradaki önemli husus artık başkanın karışmamasıdır. Doğrudan kamuya karşı kişi muhataptır.
وَلَا تَكْفُرُونِي(152) (Va LAy TaKFuRUvNIy) “Bana küfretmeyiniz.”
Bana küfretmeyiniz, bana nankörlük etmeyiniz. Yani, sizlere verdiğim nimetin karşılığını amel ederek yerine getiriniz. Gözlerinizle görülecek şeyleri görünüz, kulaklarınızla işiteceğiniz şeyleri işitiniz, ellerinizle yapılacak şeyleri yapınız, ayaklarınızla gidilecek yerlere gidiniz, beyninizle öğreneceğiniz şeyleri öğreniniz. Buradaki çok önemli husus, emrin topluluğa ait olmasıdır. Beni zikrediniz, bana şükrediniz, bana küfretmeyiniz. İşte bu emir ortak sorumluluğu gitmektedir. Öyle düzen kurmalıyız ki, o düzende herkesin aşı olmalıdır, herkesin işi olmalıdır, herkesin eşi olmalıdır. Herkes Rabbinin dediklerini anlayabilmelidir. Öğrenim imkânları olmalıdır. Birinin sermayesi var, o işletilmiyor ve muattal kalıyorsa, tüm topluluk sorumludur. Çünkü Allah’ın içimizden birine verdiği nimet hepimize verilmiş bir nimettir, onu birlikte değerlendirmemiz gerekir.
İşte “ADİL DÜZEN” budur. Bu nasıl başarılacak? Bu “Adil Düzen”e göre tutulacak MUHASEBE ve 25 GENEL HİZMETLER ile başarılacaktır. “ADİL DÜZENE GÖRE ANAYASA” bize bunu öğretmektedir.
“Adil Düzen”i öğrenemeyenler, “Adil Düzen”e göre hareket etmeyenler nankördürler, küfretmektedirler. Kur’an’da geçen her emrin müşahhas uygulaması vardır. ‘Namaz kılın’ derken sadece gönülden geçen yakarı ile emir yerine getirilmez. Kur’an’ın her emrine görünür bir uygulama bulmamız gerekir.
***
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا (YAv EyYuHAv elLaÜIyNa EAvMaNUv) “Ey iman etmiş olanlar.”
Kur’an’da “EY İMAN EDENLER” hitabı yalnız Medine sûrelerinde geçmektedir. “Ey İsrail oğulları” karşılığı gelmektedir. Yeryüzü Hazret Musa aleyhisselâmdan önce peygamberlerin sünnetiyle idare diliyordu. İlâhi şeriat kitabı olarak Tevrat gelmiş, Tevrat İsrail oğullarına hitap etmiş ve Hazreti İsa tarafından tüm beşeriyete götürülmüştür. Doğuda Brahmanizm de Brahmanlara hitap etmiş, Hindistan’da sınıflar oluşmuştur. Sonraları Buda Brahmanizm’i tüm insanlığa genişletilmiştir. Kur’an ise son dinin kitabı olarak gelmiştir. Kendi istekleri ile mü’min olan kimselere hitap etmektedir. Dört dine mensup olanlar müslimdirler. Yahudiler de müslimdirler. Bunların içinde cihadı kabul ederek İslâmiyet’i cihad ile koruyabilenler mü’mindirler. Mü’minler bütün peygamberlere inanır ve aralarını ayırmazlar.
“MÜ’MİN” güven altına alan demektir. “Bi” ile geldiğinde, onunla güven altına alan demektir. Hazreti Peygamber çok açık şekilde bunu beyan etmiştir. “Müslim” ise diğer Müslimlerin onun elinden ve dilinden selâmette olduğu kimse, yani, diğer insanlarla barış içinde olan kimsedir. Aralarında çıkan nizaları hakemler yoluyla hallederler. Mü’minler ise tüm nâsın/insanların, Müslim olsun olmasın tüm nâsın mallarını ve canlarını ona emanet ettiği kimselerdir. Zaten mü’minin kelime anlamı da güvence veren demektir.
Dünya barışının sağlanması için Kur’an’ın ortaya koyduğu kurallar şunlardır:
a) Yerinden yönetim. Nüfusu 3 bin ile 10 bin arasında olan topluluklar aralarında yönetim kurarlar ve kendilerini yönetirler. Yönetimi beğenmeyen ayrılıp gider, kendisi zarara sokulmaz. Buna “hicret demokrasisi” diyoruz.
b) Çoklu sistem. Bucak, il, ülke ve insanlıkta oluşmuş çoklu ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları kamu gücünü kullanırlar. Her dayanışmanın sayısı en az beş, en çok yirmidir. Din denetim, ilim yasama, ekonomi yürütme, siyaset yönetme erklerini kullanırlar. Buna da “çoklu demokrasi” diyoruz.
c) Hakemlik sistemi. Taraflar arasında ortaya çıkan nizalar bucaklarda ilçelerin hakemleri tarafından çözülür. Taraflar birer hakem seçerler, hakemler de baş hakemi seçerler. Hakemlerin aldıkları karar kesindir. Uygulanır. Hakemlerin kararları dahil, her türlü kararlar aleyhine hakemler nezdinde dava açılabilir. Hakem kararları iptal edilemez. Hakemlerin âkileleri/dayanışmaları mağduriyetleri tazmin ederler.
d) Her bucağın başkanı vardır. İl, ülke ve insanlık merkez bucakları vardır. Bucak başkanları silahlı güçlerin de emiridir. Hakem kararlarını yerine getirmeyenler bunlar tarafından tenkil edilir. Bunlara “mü’min” denir. Bunlar bedenen cihada katılanlardır. Bedel verenler “müslim”dirler. Bedel de vermeyenler “kâfir”dirler. Kendi ülkelerinde yaşarlar, biz onlara saldırmayız, ama onları korumayız da. Kendi aralarında da düzenleri yoksa onlara “müşrik” denmektedir. Hazreti Muhammed aleyhisselâm ilk olarak Medine bucağını kurmuş ve siyasi âkileler/ dayanışma ortaklıkları oluşturmuştur.
Mü’minlerin görevi yeryüzünün güvenliğini sağlamak, hakem kararlarını uygulamaktır. Bunu devletler sağlar. Yeryüzünde 100’den fazla devlet bulunacak, nüfusları 30 milyon ile 100 milyon arası olacaktır. Her devletin kendisine özgü vatanı ve aynı dili konuşan halkı vardır. Din birliği şartı yoktur. Halkı müslim ve mü’min olarak ayrılmaktadır. Hakem kararlarına uymayanlara karşı uluslararası gönüllü güçler birleşerek savaş yaparlar.
اسْتَعِينُوا (iSTaGIyNUv) “İstiane ediniz. Yardım isteyiniz.”
Bu kelime Fatiha’da geçer: “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden istiane ederiz” deniyor. Burada mü’minlere istiane etmek emrolunmaktadır. “AVN” “AYN” kelimesi ile akrabadır. Ayn, göz demektir. Göz kulak olmak, gözetmek demektir. İnsanlar tek başlarına yaşayamazlar. Ancak topluluk hâlinde yaşarlar.
İşte birlikte yaşamak istianedir. Bu mübadele şeklinde olur. Sen komşuna bir şey verir, karşılığında bir şey alırsan, bu da muavenedir. Dayanışma ortaklıkları birer muavenedir. Birine gelen bir âfeti hepsine gelmiş kabul ederek birlikte savarlar. Kendi aralarında kurallar koyarak, o kurallar içinde hareket etmeleri bir muavenedir. Hakem kararlarına uyma bir muavenedir. Ortak tazminat bir muavenedir.
“Estaînuke” denir. Yani, senden yardım isteriz derken “den” son eki getiriyoruz. Oysa Araplar istianede harfi cer getirmeden yardım istenen kimseyi doğrudan mef’ul olarak getirirler. Burada kimden istiane edileceği belirtilmemiş, ancak bundan sonra gelen “Allah sabredenlerle beraberdir” cümlesinden, istiane edilen kimsenin Allah olduğu anlaşılmaktadır Yani, burada Allah mahzuftur, “İstaînullaha” demektir.
بِالصَّبْرِ وَالصَّلَاةِ (Bı elÖaBRı ve elÖaLAvTi) “Sabır ve salât ile Allah’tan istiane ediniz.”
“SABRETMEK” Allah’ın emirleri yerine getirilirken karşılaşılan zorluklara dayanmak demektir. “SUBRE” granit kaya demektir. Bu sabır, yasaklardan sakınma şeklinde ortaya çıkar. Bu sabırdan, yapılacak işlerde sebat etme anlamı da çıkar. Halkın dedikodusundan yılmamak demektir. Allah’tan başkasından haşyet etmemek ve havf etmemek demektir. Askerliğin temel kuralı vardır, sabretmek.
Eskiden kale muhasara edilir. Muhasara edenlerin erzakı tükenince mağlup olup geri dönerler. Kale içindekilerin erzakı tükenince mağlup olup teslim olurlardı. Sabredenler yani daha çok dayananlar kazanırdı.
Bugün de böyledir. Ordusunu ikmal edemeyenler mağlup olurlar. Sermaye bunu bildiği için ‘sen silahını kendin yapma, ben vereceğim’ diyor. Silahı üretiyor, satıyor, devletleri savaştırıyor, istediğinin silahı ile cephanesini kesip mağlup ediyor. Ekonomini ithalat ve ihracata dayandırıyor. Çökertmek istediği ülkeye boykot ilan ediyor ve çökertiyor. Yani, devletleri sabredemez hâle getiriyor.
Bu âyet bize çok önemli emirler vermiş oluyor.
a) Memleket ekonomisi o şekilde düzenlenmelidir ki, savaşta muhasara altına alındığında kendi kendisine yeterli olsun, sabrı tükenmesin. Açık ekonomi olacak ama, stratejik ürünlerin üretimine devam edilecektir. Biz bunu faizsiz kredi vererek sübvanse ediyoruz. Mesela, buğdayını eken köylüye faizsiz olarak buğday fiyatının dört misli kredi veriyoruz. Köylü buğday üretiminde zarar eder ama aldığı faizsiz kredi ile başka işler yapar ve kazanır, oradaki zararı böylece kapatmış olur. Asgari olarak buğday ziraatına devam edilir. Savaş anında bu teknoloji hemen genişletilir ve ülkeye yetecek kadar buğday üretimi olur.
b) Ülkenin her bölgesinde makroda öyle üretim planlaması yapılmalıdır ki, ülke savaşta tek başına yaşayabilsin. Makroda planlama selem kredisi ile olur. Mesela, kaç ton şeker üreteceksek o kadar şeker selemi çıkarırız. Böylece o kadar şeker üretilmiş olur. Bu arada gerekli stokları da bulundururuz.
c) Ordumuzu savunma orduları olarak organize ederiz. Savunma demek sabır demektir. Savaşta büyük şehirleri boşaltırız, köylerde çadırlarda yerleştiririz, insanlar dağınık halde siperlerde yaşarlar. Üretim buralarda devam eder. Bunun için büyük sanayinin yerine halk sanayisi yaygınlaştırılır. Halk sanayisi montaj sanayiidir. Herkes ayrı ayrı parçalar üretir. Parçalar birleşince makine olur. Ulaşım ve haberleşme parasızdır. Halk her yerde üretim yapacak şekilde organize olur.
d) Savunma silahlarını mutlaka kendimiz üretmeliyiz ve savaş esnasında da üretmeye devam edebilmeliyiz. Taşıma su ile değirmen dönmez. Satın alınan silahla savunma yapılamaz.
“Sabırla istiane edin” demek, buna göre örgütlenin demektir.
İkinci istiane de “SALÂT” yani toplanmalardır.
İnsanlar bir araya gelince beyinden çıkan elektromanyetik dalgalar birbirine etki eder. Bizim bilincimizin altında haberleşiriz. Aynı şeyleri duymaya ve aynı şeylere inanmaya başlarız. Bir de bir arada olmaktan dolayı cesaret gelir. Kendimizi o kadar güçlü görürüz ki, düşmanın büyüklüğünü unuturuz. Aslında askeri eğitim budur. Askere alınan kimseler sıkıntılar içinde bir arada yaşama duyguları geliştirirler. Sonunda göz göre göre ölüme giderler. Bir arada beş vakit namaz kılanlar askeri eğitim almış olurlar. Namaz ne yapıyor? a) Bir araya gelenler arasında ortak bilinç doğuyor, cemaat olmuş oluyorlar. Konuşmalarda beyinler arası dalgalarla anlaşmalar yapılır. b) Ayrıca birlikte namaz kılınırken refleks hareket eğitimi yapılmış olur. Askerlikteki talim yapılmış olur. Saf kurma, sıraya geçme namazda öğreniliyor. c) Namaz sayesinde örgütlenmekteyiz. Aşiret başkanı beş vakit namazda seçiliyor. Bucak başkanı Cuma namazında seçiliyor. Merkez bucakların atadığı komutanlar da namaz yoluyla biat elde ediyorlar. Nöbetliler nöbetleri onların yanında yapıyorlar. d) Askerlik hizmeti komutanların yanında namaz kılma anlamındadır. Komutanlarla birlikte talim yapma demektir.
إِنَّ اللَّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ(153) (EinNa elLAHa MaGa elÖABiRIyNa) “Allah sabredenlerle beraberdir.”
Namaz kılanları zikrettikten sonra teyiden tekrar sabra dönmüştür. Cemi müzekker salim ile “SABREDENLER” denmiştir. Bunun anlamı, devletimizi sabra dayalı olarak birlikte oluşturmalıyız.
Bu sebeple Devlet Planlama Teşkilatı’na karşılık orduda da bir Araştırma Merkezi kurulacaktır. Tüm planlamalar ve bütçeler bunların da değerlendirilmesi ile geliştirilecektir. Hakemliği devlet başkanı yapmalıdır. Devlet başkanı bunun için asker olmalı, hakemlik yapabilmesi için askerlik bilgisine sahip olmalıdır.
ADİL DÜZEN 384
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 46. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم
وَلَا تَقُولُوا لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ أَمْوَاتٌ بَلْ أَحْيَاءٌ وَلَكِنْ لَا تَشْعُرُونَ(154) وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ بِشَيْءٍ مِنْ الْخَوْفِ وَالْجُوعِ وَنَقْصٍ مِنْ الْأَمْوَالِ وَالْأَنفُسِ وَالثَّمَرَاتِ وَبَشِّرْ الصَّابِرِينَ(155) الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ قَالُوا إِنَّا لِلَّهِ وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ(156) أُوْلَئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ مِنْ رَبِّهِمْ وَرَحْمَةٌ وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُهْتَدُونَ(157) إِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِنْ شَعَائِرِ اللَّهِ فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ أَوْ اعْتَمَرَ فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِ أَنْ يَطَّوَّفَ بِهِمَا وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا فَإِنَّ اللَّهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ(158)
وَلَا تَقُولُوا (Va LAv TaQUvLUv) “Kavletmeyiniz.”
İnsanoğlunun yaratılışının ardından İsrail oğullarına hitap etmiş, sonra İbrahim aleyhisselâmın insanlığı tek millete götürme görevi ele alınmış, bu arada kıble üzerinde durulmuştur. İsrail oğullarına kavmî olarak verilmiş uygarlaştırma görevi mü’minlere verilmiştir. Henüz savaştan bahsedilmemektedir. Namazla ve sabırla istiane edilmesi emredilmiş ve şimdi de Allah sebilinde katledilenlerden bahsedilmektedir.
Bunlar savaş maktulünden ziyade zulüm maktulü olabilirler ki, cumhuriyet döneminde bunlar çokça yaşanmış, kurunun yanında yaşlar da yanmıştır. Sıffin Savaşı’nda ölenlerin iki tarafını da şehit saymaktadırlar. Çünkü iki taraf da Allah rızası için savaştı. Cumhuriyet döneminde olanları da bu gözle görebiliriz. İçtihat hatası tarafları şehadete götürmüş olabilir. Bunlar için “kavletmeyin” deniyor. Bu âyette bize öğretilen bir şey vardır.
Zahir vardır, hakikat vardır. Zahirde dünya düzdür ve duruyor. Gerçekte ise dünya yuvarlaktır ve dönüyor. Bir de izafiyet vardır. Allah gerçekleri söylememiz gerektiğini bildirmektedir. Görünürde şehitler de ölmüştür, ama gerçekte yaşamaktadırlar. Burada aslında “ölü değildirler” demiyor, “ölüdürler demeyiniz” diyor. Bundan sonra da “BEL” değil “BEL” kelimesi getirilmiştir. Çünkü onlar ölüdürler ama öldükten sonra da yaşamaktadırlar. Siz onlara ölü demeyiniz. Bir hastaya nasıl “sen hastasın, ölüyorsun” demez; “sen iyisin, şifayab olacaksın” der de teselli verirsen, burada da şehitler için ölü denmiyor, şehadet rütbesi veriliyor, saygın olarak anma emrediliyor. Kıyasla saygın kimselere saygın sıfatları ile hitap etmek de emredilmiş olmaktadır.
لِمَنْ يُقْتَلُ فِي سَبِيلِ اللَّهِ (LiMaN YuQTaLu FIy SaBiLi ElLAHı)
“Allah sebilinde katlolunanlara emvât demeyin.”
Mü’minlere emredilen iki türlü cihat vardır. Biri büyük cihat dediğimiz iç cihattır, yani bulunduğun toplulukta kötülükle yapılan cihattır. Zulümle, rüşvetle, yolsuzlukla, zinayla, faizle yaptığın cihattır.
Buna büyük cihat deniyor. Çünkü burada mü’minler katlolunmayı da göze alarak cihat yaparlar. Ama kendilerinin katletme yetkileri yoktur. Sana vuracaklar ama sen sabredeceksin ve vurmayacaksın.
Bunun ne kadar zor olduğunu cumhuriyet dönemi mü’minleri çok iyi bilmektedirler. Sabrettiler, isyan etmediler; öldüler ama öldürmediler. Onun sonucu olarak bugün Anayasa ekseriyeti ile iktidardadırlar. 12 milyondan 70 milyona ulaştılar. Silahsız, sadece sözle dâvet eden kimseleri öldürenler zalimdir. Ölenler de şehittirler, “onlar için ölüdür demeyin” diyor. Bu cihadın özelliği, eğer silahsız cihad yaparsan savaşta ölenlerin üstünde olursun. Ama silaha sarılırsan, o zaman şehit değil, mürted olursun. Yurt içinde yapılacak cihatta seni öldürecekler ama sen öldürmeyeceksin. Habil ile Kabil hikâyesini iyi okuyun!..
أَمْوَاتٌ (EaMVAvTun) “Emvât demeyin.”
“EMVÂT” meyyitin çoğuludur. “MEYYİT” ölü demektir. Onlar ölü değil, şehittirler. Âhirete vardıkları zaman, peygamberler dahil herkes hesap verecek, günahları ve sevapları tartılacaktır. Bunlardan istisna edilenler sadece Allah yolunda şehit olanlardır. İyi dikkat etmek gerekir; çıkar uğruna ölenler değil, Allah yolunda ölenler.
Allah yolunda ölmek ne demektir? Topluluğun iyiliği için ölenler demektir.
“Adil Düzen”i getirmek istiyoruz. Partimizin kapanması değil, canımızın alınması bile bizi yıldırmaz ve korkutmaz. Biz ölmekten değil, öldürmekten korkarız. Cezadan değil, suç işlemekten korkarız. Biz “Adil Düzen”i kendimiz için değil, topluluğumuz için istiyoruz, devletimiz için istiyoruz.
Demek ki, Allah yolunda katledilmek demek, devletin ve milletin selâmeti uğruna onun varlığı için katledilmek demektir. İç cihatta bunun için katle mukabele yoktur. Zulme dayanamıyorsan hicret edip gidersin.
İkinci cihad ise vatan müdafaasıdır, savaştır. Burada topluluk cephe oluşturur ve vatanı korur. Bu küçük cihattır. Çünkü burada ortak hareket vardır. Sonra burada düşmanın bellidir, sana da onu öldürme yetkisi verilmiştir. Bununla beraber, bu savaşa Allah rızası için katılan kimseler de şehittir. Onlar için de ölüdür denemez. Vatanı müdafaaya giderken kendi vatanının İslâm düzeni içinde olması şart değildir. Eğer o ülkenin İslâm düzenine yani barış düzenine, lâik ve demokratik düzene geçmesi için cihad yapıyorsan, o zaman o ülke de bilkuvve Müslüman ülkedir. Nasıl beşikteki çocuk bilkuvve anne ise, asker ise, uğrunda cihad yapılan ülke de bilkuvve potansiyel olarak İslâm ülkesidir. Eğer değilse, o zaman orada bir gün bile oturmayıp göç etmelisin. Hicret etmediğine göre demek o ülke İslâm ülkesidir. Onun uğruna savaşa katılıp ölenler de şehittirler. Şart; İslâm için cihad yapacaksın, öldürmeden ve isyan etmeden cihad yapacaksın, sabır ve salâtla istiane edeceksin.
بَلْ (BeL) “Bilakis”
“BeL” kelimesi daha önce söylenen sözü tasdik veya tekzip etmeden, ondan sonra gelen cümlenin tasdiki içindir. “Ahmet geldi bel Kazım geldi” dersem, Ahmet geldi veya gelmedi, o hususta bir şey söylemiyorum ama Kazım geldi, onu söylüyorum demektir.
Allah da burada Allah uğrunda ölenlerin ölü olup olmadığını söylemiyor ama onların hayatta olduklarını söylüyor. Ölmüşlerdir ama şimdi hayattadırlar anlamı çıkabilir.
أَحْيَاءٌ (EaXYAEun) “Haydırlar, diridirler.”
Şehitlerin sevapları o kadar büyüktür ki, artık onların muhasebesi yapılmaz, doğrudan cennete götürülürler. Bunu başka şekilde şöyle açıklayabiliriz. Zaman izafidir. Ölenler eşit zaman içinde beklemezler, durumlarına göre zaman ayarlanır. Şehitlerin zamanı nerede ise sıfırlama gibi zamanlanır. Bizim zamanımıza göre onlar ölüdürler, ama kendi zamanlarına göre onlar diridirler.
Bu âyetleri açıklayabilmek için eski müfessirler zamanın izafiyetini kabul etmişlerdir. Tayyi mekan ve tayyi zaman kavramlarını geliştirmişlerdir. 20. yüzyılın fiziğini açıklayabilmek için de bu tayyi zaman teorisi ortaya atılmış, sonra uzay yolculuğunda bu deneyle ispat edilmiştir.
20. yüzyılın müsbet ilimleri pek çok müteşabihleri muhkem hâline getirmiştir.
وَلَكِنْ لَا تَشْعُرُونَ(154) (Va LAvKin LAv TaŞGuRUvNa) “Ama siz şuurunda olmazsınız.”
“ŞA’R” baştaki tüylerdir. “ŞİİR” ozanların söylediği mısralardır. “ŞUUR” beyinde oluşan bilinçtir. “ŞUUR ETMEK” farkında olmak demektir. Bizim o şehitlerle bir diyaloğumuz olmaz ama onlar diridirler. Onların da bizden haberleri yoktur. Zaman dışı olmuşlardır.
Kıble konusu içinde iç cihad vesilesiyle şehitleri bu mertebelere çıkarmış olması bize şunu gösterir ki, toplulukta inkılâp yapmak kolay değildir. İnsanlar basit âdetleri bile terk etmezler.
Bir düğün yaparsınız, en ince teferruatına kadar herkes kurallara uymak için yarışır. Günah da olsa unutur ve yapar. Kıble de basittir ama değiştirilmesi zordur. Onun için dahi cihad gerekiyor.
Mü’minlerin bu bilinçte olmaları gerekmektedir. Sabır ve salâtla istiane etmeleri gerekmektedir. Doğuda öldürmeler olmaktadır. Bunlar töre adına yapılmaktadır. Adil Düzen Çalışanları da bir bakarsınız sebepsiz yere ölmüş olabilirler. Ölmeyi göze almayan mü’min olamaz. Müslim olur ama mü’min olamaz. Bu ölme de savaştan ziyade ülkende ölmektir. Senin elin kolun bağlı iken ölmek insanı peygamberlerin üzerine çıkarır. Bunu göze alanlar öldürülmeseler de onlar mertebesinde olurlar. İnsanlar İslâm’a dâvet edilirler ve kabul edenler cennete giderler. İmana ise dâvet olunmazlar, kendileri talip olurlar. Bu imana ulaşmanın yolu, birlikte Kur’an okumaktan geçer. Her gün her vakit Kur’an okuyanlar o mertebeye ulaşırlar.
***
وَلَنَبْلُوَنَّكُمْ (Va La NaBLuVanNaKuM) “Size bela edeceğiz.”
“BELA” bilemekten gelen bir kelimedir. Kör bıçağı alıp eğeler ve onun üzerinden demir tozları dökerseniz o keskin hâle gelir. İnsanlar da bir sıkıntıya uğratılıp bilenirlerse kesici hâle gelirler.
Lamark’ın bulduğu büyük biyoloji kanunu vardır. Canlı neye ihtiyacı olursa ona karşı tedbir almayı öğrenir. Soğukta yaşayan soğuğa, sıcakta yaşayan sıcağa dayanıklı hâle gelir.
Adil Düzenci olmak, Adil Düzen mü’mini olmak sanıldığı kadar kolay değildir.
Yine burada bu vesileyle Adil Düzencileri tasnif etmemiz gerekir.
a) Adil Düzen mü’minleri Adil Düzen için mallarını ve canlarını vermeye hazır olan kimselerdir. Bunlar cenneti satın almış kimselerdir.
b) Adil Düzen için çalışmaktadırlar, ona katkıda bulunmaktadırlar, ama bunlar Adil Düzen için canlarını ve mallarını verecek durumda değildirler. Katkıları vardır. Bunlar Adil Düzenin Müslimleri, yani ashabı yemin olanlardır. Bunların da cennetteki makamları yücedir.
c) Adil Düzene karşı değiller, ama yanında da değildirler. Çıkarları olursa desteklerler. Bunlar müellefei kulub denen zümredir.
d) Dördüncü grup vardır ki bunlar Adil Düzene karşıdırlar, cephe almışlardır.
Şimdi Adil Düzen müslimleri ile Adil Düzen mü’minlerinin ayrılması gerekir. Adil Düzende hilafet görevi mü’minlere verilmiştir. Mü’min olanların Allah adına hareket etme yetkileri vardır. Müslimler kendi işlerinde Allah’ın halifesidirler. Mü’minler ise ortak işlerde Allah’ın halifesidirler. Nasıl okullarda her yıl imtihan olur ve imtihanları geçtiğinizde daha yüksek sınıflara çıkarsanız, Adil Düzen müslimleri de imtihan olunurlar ve sınıflarını geçenler mü’minler sınıfına girerler. Diğerleri ise müslim kalırlar.
بِشَيْءٍ (Bi ŞaYEın) “Bir şeyle imtihan edeceğiz. İbtilâ edeceğiz.”
Burada “ŞEY” nekiredir. Yani, bütün sorular size gelmez, duruma göre bir şeyle imtihan olunursunuz.
“ŞEY” nekire gelmiş, diğerleri marife gelmiştir. Marife olan diğerleri istiğrak veya cins içindir. Şeyde ise onlardan biri ile hattâ onların birçok türü ile imtihan olunursunuz deniyor.
مِنْ الْخَوْفِ (MiNa eLPaVFı) “Havf ile ibtilâ edeceğiz.”
Siyasi baskı gelir; ben eğer “Adil Düzen”e hizmet edersem siyasi güç, derin güç, güçlü sermaye, asker kızar ve üzerime yürür, beni mahvederler diye içinize korku düşer. Çevredekiler size bu telkini yapar.
Biz Millî Nizam Partisi’ni kurduk, kapattılar, korkmadık; yeniden Millî Selâmet Partisi’ni kurduk, kapattılar, korkmadık; Refah Partisi’ni kurduk, kapattılar, korkmadık; Fazilet Partisi’ni kurduk, kapattılar. Ama her kapanışında büyüdük. Sonra Saadet Partisi’ni kurdular. Korktular, “Adil Düzen”den vazgeçtiler. Ne oldu? Kapatılmadılar ama Allah cüce hâline getirdi. Çünkü sınıfta kaldılar.
Şimdi Allah onları yine imtihana hazırlamaktadır. “Adil Düzen”i yeniden ele alırlarsa, -ki Erbakan yeniden ele almaya başlamıştır.- sınıfı geçecekler. Belki de yine kapatacaklar ama daha büyük parti kurulacak, Adil Düzen Partisi’ni kuracaklar ve o zaman iktidar olacaklar. Yok, bu korkaklıklarında devam ederlerse, Allah onların yerine başkalarını getirecek, sonra onlar bunlar gibi olmayacaktır.
Adil Düzen Çalışanları “Adil Düzen”i ortaya koymakta, kendi aralarında uygulamaktadırlar. Apartman ve siteler şeklinde bir örgütlenme yapacaklardır. Ama Adil Düzen Partisi’ni onlar değil, başkaları kuracaktır. İleride “Adil Düzen” iktidara geldiğinde Adil Düzen mü’minleri söz sahibi olacaklardır; imtihanları geçenler söz sahibi olacaklardır. Adil Düzen Müslimleri ise “Adil Düzen”den yararlanacaklar; bu dünyada yararlanacaklar, âhirette yararlanacaklar... Allah’tan başkasından korkmamak, Allah ne diyorsa onu yapmak; öldürülebilirler ama onu da göze alırlarsa mü’min olurlar.
وَالْجُوعِ (Va eLCUvGı) “Açlıkla”
“HAVF” siyasi baskıdır, “CÛ’” ise ekonomik baskıdır. Gelirlerin az olması, hattâ bazen işsiz kalıp yiyecek dahi bulamamasıdır. Bu haber Adil Düzen Çalışanlarını sevindirecek haberdir. Çünkü Adil Düzen Çalışanlarından zengin olana pek rastlayamazsınız. Rastlasanız bile onlar “müslim” seviyesindedirler. Adil Düzen Çalışanlarının çoğu günlük giderlerini zor karşılamaktadırlar. Hele “mü’min” olacaklar için bu durum çok daha ileri safhada olabilir. Burada “Bi Şey’in”den anlayacağız ki, bazen o duruma düşerler demektir. Yoksa her zaman aç olurlar anlamında değildir. O düştükleri zaman imtihanı kazanmışlardır, sınıfı geçmişlerdir. Artık imtihan korkusu kalmamıştır. Bunlar çok zengin hâle de gelebilirler. Çünkü sınıflarını geçtiler.
وَنَقْصٍ (Va NaQÖıN) “Ve naks”
“HAVF, CÛ’, NAKS” üçlü sistem kullanmıştır. Aslında havf cû’u da kapsamaktadır, cû’ da naksı kapsamaktadır. Fakat bunlar farklıdır. “Havf” psikolojiktir, olmamışlardan korkmadır. “Cû’” ise fiilen yaşamadır, bedenidir. Üçüncü olarak da mala gelmiş oluyor. Psikolojik imtihan, biyolojik imtihan, mâli imtihan budur işte. İmtihanı da beklememiz gerekir. Şimdi en ağırı siyasi baskıdır, tehdittir. Açlık ondan sonra gelir. Mal ise en hafif olanıdır. Kaide, hafiften başlayıp şiddetlisine gitme sözkonusu iken, Kur’an’da ters sıra takip edilmiştir. İlk bakışta bu belagata aykırı gibi görünür. Oysa insanlar siyasetten en az korkarlar. Açlıktan daha çok korkarlar. Hele eğer malları varsa, onu kaybetmekten canını kaybetmekten çok korkarlar.
Allah burada bize insan psikolojisini anlatmaktadır. Bunun böyle olduğu bundan sonra gelen mal ile ilgili imtihanda üçlü yapılmasından anlaşılmaktadır. Böylece bu âyette üçlü sistem uygulanmıştır. Aslında bu da ikilidir. Çünkü siyasi baskı ve açlık bedene ârız olan imtihandır. Diğeri ise mala ârız olmaktadır.
Hakeza, mala ârız olanlarda da üçlü değil ikili sistem vardır. Emvâl ve enfüste noksanlık mevcut olanların zıyaıdır. Halbuki semerâttaki noksanlık kazançta noksanlıktır. Bu da insanların en az üzülecekleri bir şey olması gerekirken, en şiddetli olarak Kur’an’da yer almaktadır. Çünkü insan sosyal varlıktır, ekonomik varlıktır. Sosyal seviyesini düşürmek istemez. İntiharların çoğu bundan dolayı olmaktadır.
مِنْ الْأَمْوَالِ (MiNa eLEMVALı) “Emvâlde noksanlık.”
Zengin iken fakir olabilirsiniz, elinizdeki servet gidebilir. Hiç umulmadık bir zarara uğrayabilirsiniz. Günümüzde bir darbe hiç beklemediğiniz bir yerden gelebilir. Hiç borcunuz olmadığı halde sahte senet ile borçlu kılınabilirsiniz. Mahkemeye verirler, rüşvet kullanırlar. Sizden alacakları paranın yarısını avukatlara verirler, sonunda mahkum olursunuz ve ödeme yapabilirsiniz. Yahut vergi borcunuz olmadığı halde, birden size bir vergi tahakkuk eder, altında ezilip gidersiniz. Sigorta cezaları gelebilir. Makineniz çalınabilir. Kaza geçirebilirsiniz.
Bütün bunlar beklemediğiniz mal noksanlığı olabilir. İmtihandasınız.
Bakalım ne yapacaksınız? Bu durumları nasıl karşılayacaksınız?
وَالْأَنفُسِ (Va eL EaNFuSi) “Nefislerinize bir şey gelebilir.”
Kolunuz kırılır, hasta olursunuz, kör olursunuz, beklenmedik hastalık gelebilir, aranızda ölenler olur. Bunların yanında en önemlisi “Adil Düzen”de birlikte çalışırken, bir de bakarsınız ki bir arkadaşınız sizi terk edip gider. Bütün çalışmalarınız, gayretleriniz, ümitleriniz birden yıkılır. İşte bu da nefislerde eksilmedir.
Cemaatleşmek zordur ama dağılmak kolaydır. III. bin yılın başında, aramızda bir peygamber olmadan sadece Kur’an’a dayanarak bir uygarlık kurulacaktır. Bunu kuracak olanlar bizim gibi sade insanlardır. Bizim hâlimiz de işte böyle olacaktır. Ama bu uygarlık kurulacaktır. Çünkü bunu biz kurmayacağız, O kuracaktır, O’nun kaderinde vardır. Biz sadece bu kuruluşta görev almak için okula devam ediyoruz, imtihanlara giriyoruz. Sınıfta kalabiliriz ama Allah hiçbir zaman amellerimizi zayi etmez. Üst sınıfa geçemesek de, mü’min olamayıp müslim olarak kalsak da, yine de kazançlı olacağız. Çünkü bir şeyler öğreniyoruz.
وَالثَّمَرَاتِ (Va elÇaMaRAvTi) “Semerelerin noksanlığı ile sizi imtihan eder.”
“SEMERE” meyve demektir. Ama aynı zamanda kazanç demektir. Yani, mallardaki artmadır. Hattâ nüfustaki artma da semeredir. Bunun için enfüsten sonra getirmiştir. Yeryüzü insanlarındır, çalışır ve yaşarlar. Nüfus artar. Kişi başına üretim de artarsa uygarlaşma olur. Mesela, bir kimse günde bir litre ile geçinir. Bunu iki kilo kabul edelim. Bu iki kiloyu kazanıp yemek için kaç saat çalışılmalıdır? Hayvanlar bunun için tam gün çalışırlar. Bu sebeple onlarda uygarlaşma yoktur. Oysa insan kullandığı araçların yardımı sayesinde bu geçinme için çalışma saatini çok azaltmış, belki bir saate, belki yarım saate indirmiştir. Kalan saatlerini nüfusu artırmak ve daha fazla nüfus besleyebilmek için kullanmaktadır. İşte bu “SEMERE” olmaktadır.
Bir başka gözle bakacak olursak, bir insanın yaşaması için belli büyüklükte yere ihtiyaç vardır.
Yine buğdaydan hareket edelim. Acaba bunu kaç metrekarede yetiştirmekte, bir dönümünde kaç kilo buğday alabilmektedir? Ne kadar az yerde o miktarda buğday elde ederseniz, semereniz o kadar geniş olur. Çünkü o yer o kadar fazla nüfusu besler hâle gelir. Bununla beraber yeni yerler keşfetmek de semeredir. Eskiden susuzluktan ekilmeyen yerler şimdi sulama ile ekilir hâle gelmiştir. Eskiden soğuk sebebiyle ekilmeyen yerler şimdi sera sayesinde ekilir hâle gelmiştir. İşte bu semeredir. Deniz tarımına henüz başlanmamıştır. III. bin yıl deniz tarımının yapıldığı bir uygarlık olabilir. Henüz göklere gidilip oralarda kentler oluşturulmamıştır. Bir gün gelecek, insanlar hidrojen enerjisini cinler gibi doğrudan kullanacaklar, böylece uzaya yayılma imkanını bulacaklardır. Dünyaya en yakın yıldızdan ışık dört senede varabilmektedir. Hızımız ışık hızının onda bir hızına çıkabilse, o zaman kırk sene sonra oraya ulaşabileceğiz demektir. Biz bugün Ay’a birkaç günde gidebiliyoruz. Bir günde gittiğimizi farz etsek, bir senelik yolu bir günde alıyoruz demektir. Ay’a bir günde gidebiliyorsak, en yakın yıldıza 12 milyon yıl sonra varabiliriz. Demek ki bizim için imkan sınırsız demektir.
İnsanlar her zaman semerelerini artırabilir, yeni üretim yerleri üretebilirler. İnsanlardaki bu genişleme ve yayılma hırsı o kadar fazladır ki, aç kalmaktan daha çok bu konudaki başarısızlıklarına üzülürler. Allah da bunları bu duyguları ile imtihan eder. Bu arada başarı gösterenler sınıfı geçmiş olurlar.
İBTİLA |
Naks
| Açlık (Bedeni) | Korku (Ruhi) |
وَبَشِّرْ الصَّابِرِينَ(155) (Va BaşŞıRı eLÖAvBiRIyNa) “Sabredenleri tebşir et.”
Daha önceki bir âyette, “Sabır ve salâtla istiane edin. Allah sabredenlerle beraberdir.” demişti. Şimdi de “Sabredenleri müjdele” denmektedir. Böylece sabır üç defa teyid edilmiştir.
Her üç yerde de topluca sabırdan söz edilmektedir. En zor sabır arkadaşların birbirine sabretmesidir. Birbirimize yaklaştıkça dikenler daha çok batmaya başlar. Ancak o dikenleri söküp atabilmek için yakınlığımız devam etmelidir. Canımız sıkılınca hemen canımızı sıkanın çekip gitmesini isteriz. Onun gitmeyeceğini anladığımızda biz çekip gitmeye kalkışırız. İşte sabır burada biter. Oysa, öyle topluluk oluşturmalıyız ki, birbirimize sabretmeliyiz, sabırlı olmalıyız. Cemaatimiz sabır üzerine oturmalıdır. Arkadaşımızdan üzücü bir durumla karşılaştığımızda sevinmeliyiz. İmtihana alındık demektir. Sabredebiliyorsak, o zaman mü’minlerden olacağız demektir. Yenibosna’daki olaylar bizi bu konularda imtihan etmektedir. Sabredenler kazanacaktır.
***
الَّذِينَ إِذَا أَصَابَتْهُمْ مُصِيبَةٌ (elLaÜIyNa EıÜAv EaÖAvBaTHuM MUvÖIyBaTun)
“Onlara bir musibet isabet ettiğinde.”
Yukarıda sayılanlar bir musibet olarak belirtilmektedir. Ayrıca musibet nekire olduğundan başka musibetler de vardır demektir. Bu dünya geçici hayat için yaratılmıştır. Sonunda hepimiz öleceğiz. En büyük musibet ölümdür. Bir yakınımız öldüğü zaman üzülüyoruz. Oysa şimdi yaşayanların kiminin ölümünü biz göreceğiz, kimi de bizim ölümümüzü görecektir. Dolayısıyla musibetlerden dolayı fazla sıkılmamamız gerekir.
“MUSİBET” beklenmedik bir olayla karşılaşmadır. Nimetleri hatırlayıp şükretmemiz gerekir. Bizim için geçmişte cereyan eden pek çok olay bizi sıkmıştır. Ama sonunda hepsi hayır olmaktadır. Hedefimiz ne olmalıdır? Hedefimiz cennet olmalıdır. Cennete giden yol ise Allah’ın halifesi olan topluluğa ve diğer insanlara iyilik etmektir. Siz birine selam verdiğinizde, ona değil de Allah’a selam vermiş olursunuz. O da selamı aldığı zaman Allah almış olur. Çünkü Allah bize o pencereden görünür. Musibetlerin büyüğü hiç şüphesiz kötü yakınlındır, kötü komşundur. Ama o musibeti Allah’ın bir imtihanı olarak düşünürsek zulüm rahmete dönüşür.
قَالُوا إِنَّا لِلَّهِ (QAvLUv EınNAv LilLAHi) “‘Biz Allah’a aitiz’ derler.”
O bizi yaratmıştır. Biz bu dünyaya kendi isteğimizle gelmedik, kendi isteğimizle de gitmiyoruz. O bizi getirdi, O götürüyor. Bize zulmetmek için getirmemiştir elbette. O bize sıkıntı veriyorsa bizim için veriyor; sabredelim de derecemiz yükselsin, sabredelim de günahlarımız âhirete kalmasın. O’na boyun eğme dışında yapacağımız bir şey yoktur. Biz O’na aitiz, O’nun güvencesi içindeyiz. O’nun cehennemi bile rahmettir. Öyle demiyor mu? Rahmetim her şeyi içine almıştır, cehennemi de almıştır.
وَإِنَّا إِلَيْهِ رَاجِعُونَ(156) (Va EınNAv EiLaYHi RACıGUvNa) “Ve biz O’na rücu edeceğiz.”
Bu dünyada çektiğimiz sıkıntılar eğer bu dünya ile iş bitse belki zulüm olur, isyan etmeye hakkımız olabilir. Ama Allah Kur’an’da bildiriyor; öldükten sonra sura üfürülecek, bu dünya değişecek ve yeni dünya kurulacak. Mezarlarımızdan kalkıp bir meydanda toplanacağız. Kaç trilyon insan bir yere gelecek. Yanlarında üç kişi var; biri savcı, biri avukat, biri de adil hakim. Savcı tüm kötülükleri dökerek cezalandırılmasını isteyecek. Avukat tüm belgeleri dökerek yaptığı iyilikleri sayacak. Bir sevap on günahı silecek. Mahkeme bittikten sonra karar alınacak ama son yargıç Allah olacak, son kararı o verecek. Zulmetmeyecek. Zerre kadar haksızlık yapmayacak. İhsanı çok olacak. Kapıya varıldığında defterin ya sağ taraftadır, adın orada okunacak, oradan cennete gideceksin; yahut sol taraftadır, o tarafa geçecek, defteri alıp cehennem yolunu tutacaksın. O defterde kaç yıl kalacağın, hangi hücrelerde cezanı çekeceğin yazılı. Cezanı çektikten sonra cennete gidebilirsin. Arafta kalabilirsin. Yahut cehennem ehli olup hep orada kalabilirsin. Ama sana zulmedilmeyecektir.
Demek ki bizim üzüleceğimiz şey bize gelen musibetler değildir. Çünkü musibet yaranın sarılması demektir. Asıl üzüleceğimiz, asıl korkacağımız şey, yaptığımız günahlardır. Allah bize göz verdi, görmemiz gerekenleri görüyor muyuz, kulak verdi, işitmemiz gerekenleri işitiyor muyuz? En önemlisi, bize zaman verdi, onu gerektiği yerde kullanabiliyor muyuz? Verdiği maddi imkanları onun istediği yerlerde harcıyor muyuz?
İşte bunun hesabını veremeyeceksek ondan korkalım. Paramız olmadığı için değil, olduğu için üzülelim. Çünkü biz olmayanın değil, olanın hesabını vereceğiz. Bunu sağlığımız için de söyleyebiliriz, aklımız için de söyleyebiliriz, ilmimiz için de söyleyebiliriz. Şükretmeliyiz ki milletvekili değiliz, bakan değiliz. Olunca hakkını verebilecek miydik? Bizi kurtaracak şey, toplantılara katılmak ve musibetlere sabretmektir.
***
أُوْلَئِكَ عَلَيْهِمْ صَلَوَاتٌ (EuLAvEıKa GaLaYHıM ÖaLaVAvTun) “Onların üzerinde salavat vardır.”
“SALÂT” olgunlaştırmak demektir. Ham meyve yenmez, olgunlaşınca yenir hâle gelir. Ham atlara binilmez, ham öküzler koşulmaz. Yorga atların yürüyüşüne agaj denmektedir. Onların üzerinde Allah’ın eğitimi vardır, hamlıktan çıkarılışı vardır. Musibetler bunun için isabet etmektedir. Musibetlere ne kadar dayanırlarsa onlar için hamlıktan çıkma o kadar kolay olur. Şoförlüğü öğrenen kimseler bilirler. İlkin insan kaideleri bilse bile kullanamaz. Sıkıntı zorlar. Ama zamanla alışır ve arabayı sürerken artık bilinçsiz hareket eder. Yani, başka şeyleri konuşurken de arabayı sürebilir. İnsan da musibetlere dayandıkça usta şoför olur ve arabayı sürer, hayatı sürdürür. Kamu görevi yapıyorsa başarı ile yapar. “Aleyhim” öne alınmış. “Salavât” yalnız bunların üzerinde var demektir. Yani, bu sıkıntıları çekmeyenler, böyle imtihana tâbi tutulmayanlar, hamlıktan çıkmazlar, eğitilmiş olmazlar. Yani, bunlar sınıf geçme şöyle dursun, giriş imtihanlarına bile alınmayanlardır.
“Salavât” kelimesi dişi kurallı çoğuldur. Tek bir hareketle değil, ancak sistematik eğitimle hamlıktan çıkar ve cennete girmeye hak kazanır.
مِنْ رَبِّهِمْ (MıN RabBıHim) “Rablerinden salavât vardır.”
Yetiştiricileri tarafından salavât vardır. Tıp fakültesine gidip okursun, bilgi alırsın, doktor olmazsın. Doktor olman için staj yapman gerekir. Yetiştiren kimdir; Allah. Staj yaptıran kimdir, yine Allah’tır.
Yani, öğretmen teorik derslerin yanında bir de pratik eğitim vermektedir. İbadetler teorik derslerdir. İnsan orada bilgiler alır. Ama asıl uygulama eğitimi ibtiladır, ibtilaya sabırdır. Dolayısıyla gelen belalar eğitimimizi tamamlama safhasıdır. Şükretmemiz gerekir.
وَرَحْمَةٌ (Va RaXMaTun) “Ve rahmettir.”
“Va” harfi ile atfedildiği için Rablerinden rahmettir demek olur. Annenin çocuğu eğitmesine benzer eğitimdir. Nasıl aşı insanı sağlıklı kılarsa, bu belalar da insanı sağlıklı hâle getirir, rahmet olur.
وَأُوْلَئِكَ هُمْ الْمُهْتَدُونَ(157) (Va EUvLAvEıKa HuM eLMuHTaDUvNa) “Ve işte onlar muhtedidirler.”
“MUHTEDİ” yol bulan demektir. “MUTTAKİ” ise korunan demektir.
Yani, bu eğitimi almayan kimseler hidayete ermezler, yol bulmazlar.
Akevler’de sıkıntılar içinde kaldık. Yeni şeyler keşfettik. Para değerini korumak için demir-çimentoyu sözleşmeye koymuş, herkesin para değerini koruyorduk. Çıkmak isteyenin demir-çimento hesabı ile parasını ödüyorduk. Yeni girenlerin parası ile inşaat yapmıyor, çıkanların parasını veriyorduk. İnşaatı belli tarihte bitireceğiz diye taahhüdümüz yoktu. Çıkanlar kendi hisselerini istedikleri kimseye devredebilirlerdi. Yahut yeni giren varsa biz o devri yaptırıyorduk. Kastelli’nin banker olayları çıkınca kimse bize para yatırmadı, herkes çıkmak istedi. Çünkü bir daire parası ile iki daire alabiliyorlardı. Bizim taahhüdümüz yoktu ama herkes öyle alışmıştı. Para vermediğimiz zaman bekledikleri olmayınca üzülüyor, biz de sıkıntıya giriyorduk. İşte bu bir musibetti. Bunu çözmek için yeni bir sistem geliştirdik. Sözleşmemizde yer alan hisse, iştirak, emanet ve karz demir-çimentoları devreye soktuk. Böylece Adil Düzende para politikası keşfedildi. Burada sizlere arz etmemde yarar vardır. Eğer ülke içinde ve ülke dışında refah varsa inşaat malzemesi de kıymetlidir, inşaat da kıymetlidir. Ama ülke içinde kriz varsa, ülke dışında kriz yoksa, o zaman ülke içinde taşınmazlar ucuz ama malzeme pahalıdır. Siz taahhüdünüzü yerine getiremezsiniz. Çünkü maliyetin altında onlara vermek zorundasınız. İşte buna dayanarak demir-çimentoyu çoğalttık, karz demir-çimento yaptık. Bununla malzeme alınıp satıldı. Diğerini de hisse demir-çimento yaptık. Onunla yapılar alınıp satıldı. Bunların arası zamanla açıldı ve kapandı, ama dengeyi bulduk. Ne sayesinde bulduk? Kastelli musibeti sayesinde.
Geçmişteki uygarlıklar da hep böyle musibetlerle doğdu.
a) İnsanlar toplayıcılıkla yaşarken soğuklar geldi ve meyve kalmadı. Bunun üzerine insanlar avcılığı keşfettiler.
b) Sonra buzlar eridi. Avlanacak hayvan kalmadı. Bu sefer çobanlığa başladılar. Bela rahmet oldu, insanlar için hidayet oldu.
c) Kuraklıklar oldu, ot kalmadı, hayvanlar otlayacak ot bulamadı, insanlar tarımı keşfettiler.
d) Sümerler Irak’ı işgal ettiler. Bu büyük beladır ama bu sayede Sümer uygarlığı doğdu. Onlar sayesinde biz bugün bilgisayarın başında yazı yazabiliyoruz, internet ile yazı ve bilgi gönderebiliyoruz.
e) Yunanistan’ı Dorlar istila etti. Bu belanın sonunda Yunanlılar Batı Anadolu’ya geldiler, İbranilerle ve Perslerle tanıştılar, bu sayede Yunan uygarlığı doğdu.
f) Haçlı seferleri sayesinde Avrupa uygarlığı doğdu.
g) Avrupa İstanbul’u kaybettikten sonra rönesansa girdi.
h) Sosyalistlerin dünyayı kasıp kavurması olmasaydı “Adil Düzen” ortaya çıkmaz, III. bin yıl uygarlığı doğmazdı.
Görülüyor ki belâlar salavattır, rahmettir ve ihtidaya vesiledir. Evrim böyle oluşmaktadır.
Ateist meşrutiyet gelmeseydi içtihat kapısı açılmayacaktı.
I. Cihan Savaşı mağlubiyeti olmasaydı Kuvva-yı Milliye doğmayacaktı.
Dinsizlik anlayışında bir lâiklik gelmeseydi biz bugün “Adil Düzen”i savunamayacaktık.
1930’larda Müslümanlar yönetim dışına itilmeseydi, şimdi anayasa ekseriyeti ile iktidar olamazdık.
On yılda bir gelen askeri darbeler bugün bizi anayasa ekseriyeti ile iktidara taşıdı.
Sizlere şimdi yeni belanın nasıl rahmet olduğunu anlatacağım. Başörtülüler kamu yönetiminden uzak tutuluyorlar. Hanımları örtülü olanlar ordudan atılıyorlar. Bu beladır, değil mi? Halbuki bu rahmettir. 19. ve 20. yüzyıllarda devletçilik moda idi. Her okuyan kamu görevlisi olurdu. 1950’de başlayan liberal faaliyetler halk sektörünü oluşturmaya başladı. Ne var ki herkes memur olduğu için bu iş hayatı okumamışların elindedir. Hâlâ böyledir. Allah şimdi ne yapıyor? Başörtülü olanların kendilerini ve eşlerini kamuda istihdam ettirmiyor; ettirmiyor ki serbest işe atılsınlar ve iş hayatı okumuş mü’minlerin eline geçsin. Yani, “Adil Düzen” için hazırlık yaptırmaktadır. Saadet Partisi’nin oy kaybetmesinin sebebi de budur. Allah diyor ki; devletçiliği bırak, teşkilatınla halk ekonomisine yönel. Parti bunu anlamıyor. Onun için bir şansı da görülmüyor.
***
إِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ (EnNa elÖaFAv Va eLMaRVaTa) “Safa ve Merve.”
Kur’an’da Mekke’ye ait yerlerden özel adları ile bahsetmektedir.
Kabe : Dört duvar içine alınmış bir mekandır. El-Beyt olarak da geçer.
Mescidi Haram : Kabe’nin çevresinde oluşan mescittir. Tavaf burada yapılır.
Safa ve Merve : Mescidi Haram’a 300 metre mesafede iki tepedir. Biri sert kayalık, diğeri yumuşak taştır.
Arafat : Mescidi Haram’dan uzak bir dağdır, toplantı yeridir. Orada durmak haccın rüknüdür.
Ma’şeri Haram : Haram ma’şer. Mekke ile Medine arasında bir vadidir. Hacılar Arafat’tan dönerken bir geceyi orada geçirirler. Arafat tarafı Müzdelife’dir, Mekke tarafı Mina’dır. Bu kelimeler Kur’an’da geçmez ama “ifaze” kelimesiyle bu yerlere işaret edilir.
Bekke : Kabe’nin bulunduğu kenttir.
Mekke : Kabe’nin bulunduğu ildir. Yesrib ile araziyi bölüşür.
Kıbleden sonra birden Allah yolunda katl olunanlardan, musibetlerle iptilalardan bahsetmiş, Safa ve Merve’nin tavafına gelmiştir. Ondan sonra Allah’ın inzal ettiğini ketm edenlere geçmiştir.
Bu âyetin buraya girmiş olmasının hikmetini kavramak zor görülmektedir. Teşabüh vardır. Kur’an’da böyle ilgisini bulamadığımız âyetler mevcuttur. Müsteşrikler bu konuda Kur’an toplanırken hata edildiği görüşündedirler ve kendilerine göre düzeltmektedirler. Biz ise icmayı da vahiy gibi kati kabul ettiğimiz için böyle âyetlerdeki anlayamama eksiğini kitapta değil kendimizde ararız, müteşabihtir deriz.
Biz buraya bu âyetin gelmesini birkaç yönden yorumlamaya çalışacağız, yine de teşabüh kalacaktır.
a) Safa ve Merve Hacer’in su aramak için gidip geldiği tepelerdir. Çölde kalmıştır ve su bulamazsa çocuğu ile ölmesi mukadder olan bir sıkıntı içinde gidip gelmektedir. Allah zemzem suyunu bulduruyor. İbtila âyetinden sonra buna işaret etmektedir ve burada gidip gelerek suretiyle sabrı tavsiye etmektedir. Bu âyetin buraya konması ile Hacer’in su arama kıssası teyid edilmektedir.
b) Burası Mescidi Haram’a bakan bir yerdir. Bu tepede gidip gelerek tavafı seyretmek, böylece milyonları aşan insanların Allah için dalgalanmalarını görmek, Allah’ı görmek gibidir. Safa ve Merve budur.
c) Kabe’nin etrafını dolaşırken nereye kadar genişletilebilir? Safa ve Merve dahil içinde kalmak şartıyla tavaf tamam olmuş olabilir.
d) Tüm insanlar hacca gelebilir. Ziyaret sıraya bağlanabilir. Safa ve Merve’nin dışında uygun alan varsa, tavaf edecekler orada beklerler. Safa’dan ziyarete girenler Merve’den çıkarlar, dağılma oradan olabilir. Mekke’de ulusların ilçeleri kurulduğu zaman bu ilçelerin geldiği demiryollarının merkezi Safa ve Merve’nin dışında olabilir. Safa ve Merve’nin hukuku o zaman ortaya çıkar.
مِنْ شَعَائِرِ اللَّهِ (MiN ŞaGAEıRı elLAHı) “Allah’ın şearindendir.”
“ŞEAİR” şuur kelimesindendir. Allah’ın düşünüldüğü, görüldüğü yerdir. Allah insanı yaratmış ve yeryüzüne onu kendisine halife yapmıştır. Tüm insanlık da Allah’ın halifesi olmuştur. Kişiler topluluğun ferdi olarak kamu adına içtihat eder ve amel ederler. Topluluğa ait haklar Allah’ın hakları kabul edilir; kavimler vardır, şa’blar vardır, kabileler vardır, aşiretler vardır. Bunlar Allah’ın halifesidirler. Birer ümmettirler. İnsanlık ise tek bir millet olarak, İbrahim’in imam olduğu millet olarak birleşmiştir. Hıristiyanlar, Müslümanlar, Budistler, Hindular ve Yahudiler bir ümmet olmuşlardır. Bu iki tepe arasında tavafta bulunan kimse bu birliği görür ve Allah’ı orada müşahede eder. Bu dünyada yaşayanların temsilcileri burada toplanmıştır. Âhirette ise tüm insanlar, Adem’den kıyamete kadar gelen tüm insanlar Allah’ın huzurunda böyle toplanacaktır.
İşte bu tepede duran insan sağına soluna baktığı zaman bunları görür olur. Ziyaret ederken veya başka yerlerde böyle kuş bakışı görmek mümkün olmaz. Bu iki tepe arasında katları yükseltip halkın oralardan tavafı seyretmelerine imkan vermek meşrudur. Bu anlayışa göre tavaf yerinin üstünü kapatmak meşru değildir.
فَمَنْ حَجَّ الْبَيْتَ (FaMaN XacCa eLBaYTa) “Kim beyti hac ederse.”
“HAC” girinti çıkıntı demektir. “HICEC” eğri büğrü demektir. “HAC” kelimesi gidip gelme demektir. Bir tür ziyarettir. Hac için dünyanın değişik yerlerinden insanlar kalkar, bir şeyler getirirler, sonra da ülkelerine dönerek bir şeyler götürürler. O sebepledir ki hac yalnız gidiş değil, aynı zamanda dönüştür. Ziyaret edip ülkesine dönmeyen kişi hacılığını eksik bırakmış olur. Hacca gelen kimse neler götürecektir?
a) Ülkesinde üretilip dünyaya pazarlanacak malları götürecek ve dünya ülkelerinden gelen mallarla değiştirecektir. Böylece dünyada şeffaf pazarın oluşması sağlanacaktır.
b) Ülkesindeki hayvanları götürüp orada kesecek, etleri karıştıracak, eti alıp ülkesine getirecek, böylece dünyadaki tüm vitaminler insanlığa yayılmış olacaktır.
c) Ülkesindeki suları pınarlardan toplayıp götürecek, zemzeme karıştıracak, teneke ile zemzem suyunu getirip halkına dağıtacak, böylece insanlık tüm dünyanın minerallerinden yararlanacaktır.
d) Ülkesindeki çakılları toplayacak, götürecek, karıştıracak ve alıp getirerek dünyadaki radyoaktiften insanlar yıkanacaklar. Bunlar maddi birliktir.
Bunun dışında hacca giden kişi orada değişik ülkelerden gelen hacılarla sohbet edecek, ülkesinin haberlerini götürecek ve onlardan aldıklarını getirecek. İşte bu sebepledir ki Kur’an ziyaret değil de hac demektedir; yani gidilecek ve gelinecek. Beyti hedef göstermektedir. Burada beytin tavafından bahsetmektedir.
أَوْ اعْتَمَرَ “Veya umre yaparsa.”
“UMRE” kelimesi ömürden, imardan gelmektedir. “İ’TİMAR” canlanmak demektir.
Hac, hac aylarında yapılır. Belli gün Arafat’ta durulacak, Kâbe tavaf edilecektir, Arafat’tan Mina’ya kadar gelinecektir. Umre ise vakfeyi içermez, sadece ziyareti içerir. Hac aylarının dışında yapılır. Dört haram aylardan biri Recep kopmuş olarak umre için ayrılır. Hac esnasında umre meşru değildir. Yapanlarınki kabul olunur ama ceza olarak kurban kesmeleri gerekir. Umre hac mevsiminin provasıdır. O gün insanlar acemilik çekmesin diye hac ayları dışında umre yapılır, yahut dinlenmek için umre yapılır.
Her iki durumda Safa ve Merve’nin ziyareti sözkonusudur. “MEN/KİM” kelimesi kullanılmıştır. Her dine mensup olanlara açıktır. Mine’l-müslimine” denmemiş, “mine’l-mü’minine” denmemiş; “kim olursa olsun” denmiştir. Zaten başka yerde de haccın bütün insanlara farz olduğu belirtilmiştir.
Kur’an, eski kitaplarda belirtilmeyen hükümleri kendi kitaplarına eklemek üzere hükümler getirmiştir. İsrail oğullarına sûrenin büyükçe kısmında doğrudan hitap ederek tahsis etmiş, ayrıca mü’minlerin onların yemeklerini yiyebileceklerini ve evlenebileceklerini de bildirmiştir. Bu ne demektir? Onları tanımak ve onların kitaplarında bulunmayan hükümleri Kur’an’da tanımlamak demektir.
İşte, Kur’an tüm insanlara Kâbe’yi ziyaret etmeyi emretmiştir. Ehli Kitap ve herkes ziyaret edecektir. Cizye vermeyen kimseler de ziyaret edebilir. Ama hakem kararlarını kabul etmeyen müşrikler ziyaret edemez, çünkü onlarla barışık değiliz. Mümin, savaşa katılandır. Müslim, cizye verendir. Kâfir, hakem kararlarını kabul edendir. Müşrik, hakem kararlarını tanımayandır.
فَلَا جُنَاحَ عَلَيْهِ (Fa LAv CuNAXa GaLaYHı) “Ona cunah yoktur.”
“CENAH” kanat demektir. “CUNAH” yanlamak demektir. Türkçede “yan çizmek” tâbiri kullanılır.
“Ona cunah yoktur” demek, onu yanlamak yoktur, yani onu terk etmek yoktur. Bunu da yapmalıdır demektir. Bu sebepledir ki fıkıhçılar Safa ve Merve tavafını vacip saymışlardır. Yapmayanların hacılığı bâtıl olmaz ama eksik kalır, kurbanla giderilmesi icap eder. Etimolojiye bunun için gerek vardır.
أَنْ يَطَّوَّفَ بِهِمَا (EaN YaoOavVaFa BiHiMAv) “Onları tavaf etmekten kaçınma yoktur.”
Hadislerde “SAY” geçtiği halde, burada “TAVAF” olarak geçmektedir.
Tavaf, taife kelimesinden gelmektedir, grup demektir. Halka olmuş oturum demektir. Sonra dolaşma anlamı verilmiştir. Ama yürüyüş anlamı da çıkar. Buradaki tavaf teksir sigası ile gelmiştir. Tefa’uldaki gaynın teşdidi teksiri içerir. O halde bunun en az üç defa yapılması gerekir. Mümtaz sayılarda çoğul 3, 7, 15’tir. Demek ki 3 defa dolaşmak vacip, 7 defa yapmak sünnettir.
وَمَنْ تَطَوَّعَ خَيْرًا (Va MaN TaOavVAGa PaYRan) “Hayrı kim tetavvu’ ederse.”
“TAV’” taat kelimesinden gelmektedir. Kim hayrı kendisine taat yaparsa, Safa ve Merve ziyaretinin hayır olduğu ifade edilmektedir. Vacib olmasa bile sünnettir demektir. Ama “TATAVU’” itaat anlamına gelir. Zorlanmadan uyar demektir. Burada emir yoktur. Emirin hacıları belli fiilleri işlemeye zorlama yetkisi yoktur. Askeri zorlama ile herhangi bir hareket yaptırılamaz. Herkes kendi içtihadı ve kendi isteği ile uyar. Kimsenin suç işlemesine mâni olunmaz, ama suç işlerse cezası verilir.
فَإِنَّ اللَّهَ شَاكِرٌ عَلِيمٌ(158) (Fa EınNa elLAHa ŞaKıRun GaLIyMun) “Allah şâkir ve alîmdir.”
Burada şâkir ve alîm nekire gelmiştir. Safa ve Merve’nin ziyareti örnek alınmıştır. Topluluğun bunu görmesi ve bilmesi gerekir. Zenginler kendi paraları ile ömürlerinde bir defa ziyaret etme durumundadırlar. Ama her bucak her yıl asgari bir kişiyi hacca gönderecektir demektir.
Yeryüzünde 100 devlet var, her devlette 100 il var, her ilde 100 bucak vardır. Demek ki bir milyon insan Mekke’ye mutlaka girmelidir. Bucak halkı bunu mâlen karşılayacaktır. Bu şöyle olmaktadır.
1- Zengindir, sağlığı müsaittir. Bucaktan hacca gitmektedir. Farzı kifayedir, diğerlerinden sakıt olur.
2- Zengindir, sağlığı müsait değildir. Bucaktan bir bedelli olarak gönderilir. Bunun masrafları karşılanır. Diğerlerinden sakıt olur.
3- Bir zenginin parası ile hacca gitme imkanı yoktur. Karz-ı hasen talep eden varsa ona verilir ve o hac yapar. Döndüğünde zengin olursa kendisi öder, olmazsa başka biri bedelli hac için para verirse o borç onunla kapatılabilir.
4- Kimse karz da istemiyorsa o zaman zekattan sebilullah faslından masrafları karşılanır ve her bucaktan mutlaka her yıl bir hacı gönderilir. Kişinin hacılığı da kabul edilmiş olur. Bir daha hacca gitmesi farz olmaz. Zengin olursa bedel koyar.
Bu hükümler “ŞAKİRUN ALİMUN” kelimelerinin nekire olmasından belirlenir.
Ayrıca bucaktan hacca gidenlerin bucakta kaydı yapılır ve Mekke bucağına bildirilir. Hangi bucaklardan kimlerin geldiği bilinmiş olur. “Alimun”un nekire olmasından da bunu istidlâl ediyoruz. Hac için izin yoktur, vize yoktur ama bildirme vardır.