BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
Süleyman Karagülle
2583 Okunma
BAKARA 283-284

 

 

ADİL DÜZEN 438

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 100. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَإِنْ كُنتُمْ عَلَى سَفَرٍ وَلَمْ تجِدُوا كَاتِبًا فَرِهَانٌ مَقْبُوضَةٌ فَإِنْ أَمِنَ بَعْضُكُمْ بَعْضًا فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ أَمَانَتَهُ وَلْيَتَّقِ اللَّهَ رَبَّهُ وَلَا تَكْتُمُوا الشَّهَادَةَ وَمَنْ يَكْتُمْهَا فَإِنَّهُ آثِمٌ قَلْبُهُ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ (283)

 

وَ (Va)  “Ve”

Buradaki “Ve” iki âyeti birbirine bağlamaktadır. “Ey iman edenler” diye başlayan emirler iki gruba ayrılmıştır. Biri borçlanma ile ilgilidir. Zimmetle ilgili kısımları içermektedir. Bu da iki şekilde olmaktadır. Ya borç olarak verilmektedir. Biri diğerinden mislini veya aynını alacaklı olmaktadır. Buna “deyn” denir. Yahut bir malın teslimi sözkonusu olmaktadır. Buna da “bey’” denmektedir. Bunu biz zimmet muhasebesi ile yazıyoruz. İkinci kısım ise eşyanın devridir. Bu da iki şekilde olmaktadır. Ya rehin gibi teminat olarak verilmektedir yahut emanet olarak muhafaza amacıyla verilmektedir. Yani mevcut olan mal emanet edilmektedir.

Bu âyet makbuz rehin ile emanetlerden bahsetmektedir. İnsanların yaşaması üretime bağlıdır. Üretim de ortak olarak yapılabilmektedir. İşbölümü içinde gerçekleşmektedir.

Elimize bir kâğıdı alalım ve bu kâğıdın buralara nerelerden geldiğini sıralayalım.  

a)      Önce bir tarla vardır. Bu tarla on bin seneden beri atalarımız tarafından kullanılmaktadır ve onlar tarafından tarla hâline getirilmiştir. On sene önce dikilmiş kavak ağaçları o sayede yetişmiştir. On bin senelik emekle hazırlanan o tarla olmasaydı o kavak yetişmezdi.

b)     Kişi bir yerden kavak çeliği/fidanı almış ve tarlasına ekmiştir. Burasını traktörle sürmüştür. O traktör ve o traktördeki mazot için ne kadar insan çalışmıştır. Böylece kavak fidanlarını dikmiş ve on sene boyunca her yıl sulamıştır. Belki ayrıca ilaçlamıştır.

c)      Sonra o kavakları kestiler ve fabrikaya kadar götürdüler. Parçaladılar ve kazanlara koydular.

d)     Birçok işlemlerden geçti. Birçok insanın emeği ile oluşmuş ilaçlarla ağartıldı. Kâğıt hâline geldi.

e)      Elimize ulaşıncaya kadar kaç elden ve kaç makineden geçti.

Görülüyor ki basit bir kâğıt parçası üzerinde tüm insanlık binlerce senedir çalışıyor. O sayede şimdi elimizdeki o kâğıt üzerine yazı yazabiliyoruz.

İşte bütün bunlar insanlar arasında işbölümü ile gerçekleşmektedir.  

Kişi bu işbölümünü bir mühendis olup planlayıp yapmıyor. Her insan kendisi katkıda bulunuyor. Maşeri bir planlama vardır. Ben bir iş yaptım, başkalarına yarayan iş yaptım. Karşılığında para aldım. Sonra o parayı vererek bu kâğıdı kırtasiyeciden satın aldım. Kâğıdı satan da kâr edeyim diye alıp satmıştır. Böylece herkes kendi çıkarını düşünüp hareket etmekte ama sonunda işte bugünkü uygarlık oluşmaktadır.

Kâinatı var eden öyle planlama yapmış ki herkes kendi çıkarını düşünürken sonunda insanlık uygarlıkları yaşamakta ve yaşatılmaktadır.

Başlangıçta birbirini tanıyan küçük topluluklardan ibaret olan kabileler, yazı bulunduktan sonra gittikçe büyük topluluklar hâline gelmişlerdir. Bugün yeryüzü tek ekonomik çevre hâline dönüşmüştür. Bu da yazı sayesinde olmaktadır. Bir de emanetlerle olmaktadır.

Bundan önceki âyet yazışmaları ve borçlanmaları anlattı, bu âyette bu borçlanmaların gayesi olan emanetleri anlatmaktadır. Önce borçla emanet arasında olan rehinden bahsetmektedir. Bu “ve” harfi emanetin borçlanmadan farklı olduğunu ama ikisi arasında sıkı ilişki olduğunu göstermektedir.

İki âyet arasında büyük üslup benzerliği vardır. Bu benzerliklere âyeti açıklarken işaret edeceğim. Ancak başlaması birinde “izâ” birinde “in” iledir. Bitirirken de her iki âyet “alîmün” ile bitmektedir. Arada “Rabbi olan Allah’tan ittika etsin” gibi aynı cümle bile yer almaktadır. Her iki âyette de şehadet yer almaktadır. Biri soruşturmacıları diğeri kontrolörleri ifade etmektedir.

Bu iki âyet III. bin yıl uygarlığının temel muharrikidir. İnsanlık bu iki âyetin uygulamasına henüz geçememiştir. Tarihî gelişmeye bir göz atalım ve bu iki âyetin bizi nereye götürmekte olduğunu görelim.

a)      İlk insanlar kendileri üretip tüketiyordu. Avcılık döneminde ortak çalışmak zorunda kaldılar, işyerleri ile yaşama yerlerini ayırdılar. Kadın-erkek arasındaki iş bölümü de o zaman doğdu.

b)     Sonra tarım döneminde ürettiklerini pazara götürüp sattılar ve karşılığında başka mallar aldılar. Böylece pazar dönemi başladı.

c)      Sonra tüccar döneminde tüccar devreye girdi, tüccar kapıda aldı ve kapıda sattı. Böylece altın ve gümüş para iyice yaygınlaştı.

d)     Altın ve gümüş para yeterli olmadığı için yerine banka parası ortaya çıktı. Bugün banka parası ekonomiyi yürütmektedir. Banka ekonominin kalbi, para da kanı olmaktadır. Faiz bu kan dolaşımını engellemektedir. İnsanlık faizsiz düzene geçememiştir. İşte bu âyetler bu kan ve kalb hastalığını tedavi edecek ve insanlığı sağlıklı kan dolaşımına ulaştıracak, bugünkü krizler ortadan kalkacaktır.

e)      Bugün çekilen sıkıntı nedir? Üretilen malların depolanması ve nakli zor olduğu için bunları ancak büyük sermaye yapabilmektedir. Böylece tekel oluşmakta, ayrıca indir-bindir ve oraya buraya taşıma külfeti hem malların heder olmasına hem de pahalıya mâl olmasına sebep olmaktadır.

Sovyetler yani sosyalistler buna çare olarak ortak kasa olan bankaların yanında ortak ambarları icat ettiler. Üretilen mallar ambarlara konmakta, devlet planlama teşkilatı bu malların nereden nereye gideceğini belirtmekte idi. Fiziki bakımdan çözüm bulunmuştu ama serbest piyasa ortadan kalkmıştı. Bundan dolayı sistem başarısızlığa uğradı ve çöktü. Ne var ki sorun ortak ambarla çözülecekti.

Kapitalistler o ambarları dağıttılar.

Birinci âyet bankalardan bahsetmekte, ikinci âyet ambarlardan bahsetmektedir.  

Bu sayede III. bin yılın ana sorunlarını çözmektedir.

İnsanda iki merkez vardır: Biri beyindir, bilgilerin hareket merkezdir; diğeri kalbdir, o da maddenin hareket merkezidir. İnsan nasıl beyinsiz yaşayamazsa, kalpsiz yaşayamazsa, gelişmiş ekonomi de ortak kasa olan bankasız yaşayamaz. Banka ekonominin beynidir. Ambarsız da yaşanamaz. Uygar topluluk ancak ortak ambarla yaşar.

Ortak ambar ne yapar? Kişiler ürettikleri malları kontrole götürürler ve kontrol ettirip damgalatırlar. Sonra o malı ortak ambara teslim ederler. Karşılığında bir belge alırlar. Artık bu belge o mal yerine geçer, piyasada o belge dolaşmaya başlar. Tüccarlar onu alıp satarlar. Belge hamiline yazılıdır. Kimin eline geçerse ambardaki mal onundur.

İşte bu belgenin tanzimi ve işleyişi bundan önceki âyette anlatılmıştı. Bu âyette de ambarlara ait hükümler konmaktadır. Sonunda o malı kullanacak olan kişi ambardan malı alıp tüketmektedir. Bu sayede piyasada mal yerine belge dolaşmaktadır.

Sovyetler bu belgeyi üretmeden yani mal senedi çıkarmadan ambarları kurdular. Sistem çalışmadı. Beyinsiz kalb işe yaramaz. Kur’an ise çok açık olarak bu sorunu birlikte çözmeyi emretmektedir. Kur’an’ın ilâhi söz olduğunu ispata sadece bu iki âyet bile yeterlidir.

إِنْ (EiN)  “Eğer.”

“Toplantıya gelirsen beni orada görürsün” dediğimiz zaman, kişinin gelip gelmeyeceği belli değildir. Gelirse görecek, gelmezse görmeyecektir. Bu “in/eğer” ile yapılır. “İn” cümlenin başına gelirse, görmek için gelmen yeterlidir. Gelme görmenin illetidir. “İn”i sonraya alırsan, görmen için gelmen şarttır ama geldiğinde göremeyebilirsin. Toplantıya gelirsen beni orada görebilirsin. Başka zaman göremezsin. Geldiğinde de göremeyebilirsin demek oluyor. “İn”i önce veya sonra söyleme arasında bu ifade farkı vardır.

Toplantıya geldiğinde beni orada göreceksin. Burada da “iza”daki mânâ vardır. Gelme ile görme arasındaki ilişki “in” gibidir. Mutlaka gelecektir demektir. Şart olan fiil muhtemel değil mukarrerdir. Olası değil, olması kararlaştırılmıştır. Yine “in” başa alınınca illet sona alınınca şart olur. “İza”daki hükmün aynıdır.

Tedayün âyetinde “iza ile başladı, burada “in” ile başladı, çünkü paranın çıkarılması, mal senetlerinin çıkarılması zorunludur. Memurün bihdir. Ama sefere çıkmak zorunlu değildir, çünkü misafirlik asıl değildir.

كُنتُمْ  (KuNTuM)  “İseniz.”

Küntüm” iseniz veya olursanız anlamlarına gelir. Burada iseniz anlamına  gelmektedir. Çünkü kastedilen sefere çıkmak değil seferde olmaktır. Burada çoğul getirilmiştir. Sefere tek başına çıkma asıl değildir. Yolculuk daima kafileler hâlinde olmalıdır.

Bugün ulaşım imkanlarının gelişmesi ile tek başına seyahat edilmektedir. Kur’an’ın teşri ettiği seyahat olması için daima kafileler hâlinde olması gerekir. Bugün garajlardan aynı zamanda otobüsler kalkmaktadır. Seyahatler de kafileler hâlinde olmalıdır. Konaklama yerleri ve güzergahlar ona göre düzenlenmelidir. Mutlaka gidiş-geliş hatları olmalıdır, çünkü atar damarlarla toplar damarlar hiçbir zaman aynı değildir. Sinirlerde de durum aynıdır. Trafik merkezi sistemle olmalıdır. Yani komşu bucağa gitmek isteyen ilçe merkezine gelmeli, oradan diğer bucağa gitmelidir. Çünkü insandaki damarlar öyledir. Karaciğerde üretilen bir malzeme kalpten geçerek her tarafı dolaşır.

عَلَى سَفَرٍ (GaLAy SaFaRın)  “Sefer üzerinde iseniz.”

Burada “alâ” getirilmiştir, “fî” getirilmemiştir. Çünkü “sefer” herhangi bir hareket demek değildir. Kendi bucağından hattâ ilçesinden çıkma demektir. “Alâ” kelimesi bunu ifade eder.

“Sefer üzerinde oturuyorsanız” demektir, yani sizin durumunuz sefer üzerinde ise demektir. Ayrıca sefer sabahleyin ağarma anlamına da gelmektedir. Gecenizi dışarıda geçiriyorsanız demektir. Sefer için belli bir uzaklığa gidilmesi üzerinde ittifak vardır. Ancak mesafe hakkında ittifak yoktur.

Fıkıhçılar denizde iseniz gemi, ovada iseniz deve, dağda iseniz at veya yaya yolculuklarını esas almışlardır. Günde altı saat yolculuk kabul etmişler. Üç günlük mesafeyi esas almışlar. Bu hususta Hazreti Peygamber’den gelen bir rivayet yoktur. Sadece nerelere gittiği zaman namazları kısalttığı rivayetleri vardır. Fıkıhçılar seferdeki tahfifin illetini meşakkat olarak almışlardır.

Bugün bu anlayışlar anlamını kaybetmiştir. Amerika’ya gitmek için bile üç gün uçmuyorsun. Orada sefer yapmayacak mısın?

Bu bakımdan bu “sefer üzerinde olmayı” farklı bir şekilde yorumlamayı uygun buluyoruz.

Bir insan kendi il sınırları dışına çıkınca misafir olur. Çünkü ilk ekonomik çevre ildir. Genel hizmetler ilçelerde verilmektedir. Ancak il bir çevre kabul edilmektedir. Kişiler hesaplarını ilçe muhasiplerine tutturmaktadırlar. Bir il içindeki ilçe muhasipleri birbirine bağlı olup tek muamelede doğrudan kişilerden kişilere aktarılmaktadır. Yani sizin ilin neresinde olursanız olun sizin hesabınız size verilmektedir. Belli dayanışmaya bağlı muhasipler birbirlerinin kişilerine hizmet etmektedirler. Bu itibarla seferde olmak demek, yabancı olmak demek, aynı çevrede bulunmamak demektir. Bir kimse bucağından çıkınca sefere başlar, ancak ilin dışına çıkmak üzere olmalıdır. Başka türlü ifade edecek olursak, il içinde kişiler tek başlarına dolaşabilirler, kafile oluşturmaya gerek yoktur. Minibüsler ve özel otolarla seyahat yapılabilir. Misafir değildirler. Ama bölge merkezine gideceklerse, oradan başka ile gideceklerse, karayolları seferleri yapacaklardır demektir. Özel otolar da bu gruplara katılacaktır. Artık kilometre sözkonusu değildir demektir. Seferin illeti de meşakkat değildir.

Seferin illeti yabancılıktır, yani farklı hukuka tabi olmadır. Bugün de uluslararası yabancılık statüsü oluşmuştur. Eskiden yabancı insan bile sayılmıyordu. Dava etme hakkı yoktu. İslâmiyet’le bu mantık kalkmıştır. Ama seyahatler hâlâ vizeye dayanmaktadır. Bunlar kalkacaktır.

Kişi kendi ocağında evler dışında serbest dolaşır. İş yapar. Bucağın tüm işyerleri kendisine açıktır. İlin il merkez bucağı ile ilçe merkez bucaklarının bütün işyerlerinde çalışabilir. Devletin merkez ilinin ve bölge merkez illerinin bütün ilçe merkez bucaklarında istediği işyerlerinde çalışabilir. Bütün denizlerde ve Mekke ilinin bütün işyerlerinde, ayrıca kıta merkez illerinin bütün ilçe merkez bucaklarında seyahat edebilir ve iş kurabilir. Ne var ki her ilin hukuku farklıdır. Bu farklılık sebebi ile seyahat eden farklı işleme tâbidir. Bu sebeple “alâ seferin” denmektedir.

وَلَمْ تجِدُوا كَاتِبًا (Va Lam TaCyDUv KaTıBan)  “Kâtib bulamazsanız.”

“Kâtib bulamazsanız.” Buradaki kâtib ismi fail kalıbında ise de sıfatı müşebbehe anlamındadır. Noter bulamazsanız demektir. Buradaki kâtip hattat değildir, yani okuma yazma bilen kişi değildir; noterdir. Çünkü kitabet gelişigüzel yazma değil, kanun koyma demektir, fıkhı bilme demektir.

Seyahat edenler arasında her zaman noter bulunmaz, dolayısıyla kâtib bulunmamış olur.

Bir ildeki noterler değişik ilçelerde de olsalar birbirlerini bilirler ve tanırlar. Dolayısıyla aynı ilin başka ilçesinde bulunduğunuzda gittiğiniz noter sizin noteri tanımaktadır. Yapacağınız yazışmayı ona kolayca ulaştırabilir. Ama il değişince artık sizin noterinizi oranın noteri bilmez. O zaman siz o noterle bu anlaşmayı yapamazsınız. Kur’an bu hususa da işaret etmektedir, yani bulmanız zordur.

Bununla beraber oralarda yapılan işlemler de geçerlidir. Yolcu olmak ve kâtib bulamamak şartlarında rehin makbuz olacaktır. Bunun anlamı, seferde değilseniz veya kâtib bulursanız rehin vermezsiniz demek değildir. O zaman da verebilirsiniz ancak makbuz olmak şartı yoktur.

“Bulmak” demek muktedir olmak demektir, yani sizin muamelenizi yapmazsa demektir. Noterler bedava iş yaptıklarından ücreti kamudan ve sadece kendilerini hizmetli seçenlerden almaktadırlar. Başka yerde bu sistem çalışmayacaktır. O noter il dışında ise pay almayacaktır. Dolayısıyla sizin işinizi karşılıksız yapacağından sizin noter bulmaya gücünüz yetmez demektir.

“Kitabet” çok önemli bir müessesedir. Kitapta yazılanlar fıkıh hükümlerine uymalıdır. Bir kural eğer insanlığın tüm bucaklarında geçerli ise o kural icma ile sabittir. Ona muhalif içtihat olmaz. Sözleşme de olmaz. Uygulayanların hataya düşüp mağdur olmamaları için noterler çok iyi hukuk bilen kimseler olmalıdır. Ülkede ve insanlıkta rasih kâtipler, illerde fakih kâtipler, ilçelerde zâkir kâtipler olacaktır. Kitabet kurallarını rasihler tesbit ederler, tip mukaveleleri fakihler yaparlar, uygulama ise zakirler tarafından yapılır.

Katiplerin hukuk dili ile yazdıklarını muhasipler hesap diline çevirir ve bilgisayarlara geçerler. Böylece muhasebe tutulmakta ve tüm vecibeler orada kayda geçmektedir. Sonunda ödeme yapılınca aksi maddeler yazılarak hesaplar kapatılmaktadır.

فَرِهَانٌ مَقْبُوضَةٌ (FaRıHANun MaQBUZaTun)  “Rehin makbuz olacaktır.”

Buradaki “Fa” şarttan sonra gelen “Fa”dır. Seferde olunmasa da kâtib bulunmadığı zaman rehin makbuz olacaktır. Her türlü borç ve alacaklar yazılı olmalıdır. Yazılı olmayan borçlu ve alacaklı olma men edilmiştir. Ama rehinli olmak şartı ile yazılmadan da borçlanma caizdir demektir.

Genel olarak herkesin malı defterine kayıtlı ise onundur. Ticari olmayan malların başkasında bulunması kira veya rehin olmayı ifade eder. Mesela altın rehnedilebilir. Ceket rehnedilebilir. Bir şeyin başkasında bulunması onun rehin olduğunu ifade eder.  

Rihan” kelimesi irhan etmenin mastarı olur. Bir de rehn kelimesinin cibal ile aynı vezninde çoğulu olur. Yukarıda “küntüm” denmiş, burada da rehin çoğul gelmiştir. Herkes kendi alacağına rehin alır anlamındadır. Rehin eşya için de insan için de kullanılır. Bir şeyi yapmayı taahhüt eden o eşyayı teslim eder. Borcun edası beklenir. Gelince malı iade eder.

Çağımızda da rehin müessesesi fazlasıyla yaygındır ve ocakları söndürmektedir.

Rehin müessesesi meşru olarak ifade edilmiştir. Senet çıkarmada da rehin kelimesi geçmemekle beraber, küçüklerin de senet çıkarması sözkonusu olduğu için orada da meşru olarak ifade edilmiştir. Burada rehin kelimesi nekre olarak gelmiştir. Demek ki değişik rehin çeşitleri vardır. İlk ayırım burada yapılmıştır. Makbuz rehin, makbuz olmayan rehin söz konusudur. Fıkıhta rehinde kabz şartını koymuşlarsa da bu âyette rihanın nekre olması ve sefer şartı ile ifade etmesi bunu göstermektedir. Rehin makbuz olmak şartı ile kayda gerek yoktur. Ama makbuz olmayan rehin de vardır.

Şimdi buna göre rehinleri beş grupta toplayabiliriz.

a)      Makbuz olan emanet rehin. Borç ve alacak  rehin veren mal sahibine aittir.

b)     Makbuz olmayan deyn rehin. Borç ve alacak rehin alana aittir.

c)      Başkasında emanet rehin.

d)     Başkasında deyn rehin.  

e)      Bir de makbuz olmayan  rehin vardır.

Bunların hepsi caizdir.

Rehinin esas oynadığı rol bundan önceki âyette zımnen ifade edilen deyndir.

Mal senedi çıkarmak serbesttir. Mal senedi üzerinde resmi değeri yazılır. Bu değer teminat değeridir. Çıkarılan her senedin karşılığında bir taşınmaz rehnedilmiş olur. Dolayısıyla tüm senetlerin toplam resmi değeri ülke topraklarının değerine eşittir.

Şimdi senetleri tekrarlayalım.  

a)      Selem senetleri. Bunlar daha çok tarım ürünleri karşılığı çıkarılır. Taşınmazlar ipotek edilmelidir. Daha çok meskenler ipotek edilir.

b)     Mal senetleri. Bunlar da inşaat malzemesi karşılığı çıkarılır. Senetlere taşınmazlar ipotek edilmelidir. Daha çok iş yerleri ipotek edilir.

c)      Hisse senetleri çıkarılır, taşınmazlar da hisseyi ifade eder. İnşaatın arsası ve üzerindeki yapı ipotek edilmiş olur.

Bu senetler karşılığında ambarlara mal girer veya taahhüt edilir. İnşaat yapılır. Taşınmazların resmi değerleri vardır. Ancak resmi değerleri ile rehin verilebilir. Resmi değerlerin beşte bir eksiğine rehnedilebilir. Daha azına rehnedilemez, yani beşte bir değerinden azına rehnedilen satılamaz. Rehnedilen bugün olduğu gibi haraç mezat satılamaz. Rehinin resmi değerinden yüzde yirmi aşağısına kadar eksiltme yaparak satılır. Ondan aşağı alacaklı onu o fiyatla kabul etmek zorundadır. Yahut bekler. Bu hükmü rıza şartından çıkartıyoruz. Beşte bir zekât payıdır. Gabnı fahiş yoktur demektir.

Bir hususa daha işaret edelim. Tekaruz meşru olduğu için bir kimse bir taşınmazı deyn olarak birisine verse, buna mukabil de ondan deyn olarak nakit alsa bu caizdir. Yerden kira alınmamış, paradan da faiz alınmamış olur.

Bir kimse bir taşınmazı deynen rehin alsa, kiraya verse, kendi parasını da karşı tarafa verse, bu faiz olmaz mı? Olmaz. Hatta sahibine de kiralayabilir. Ancak binanın sorumluluğu kendisinde olmuş olur.

Her türlü vadeli veresiye satışlar haramdır. Ama rehinli veresiye meşrudur. Ancak alınan miktar binanın resmi değerini geçmemelidir. Sonra vadesiz cari hesapla alış ve satış meşrudur. Tekaruz meşrudur. Cari hesapta para hemen talep edilebileceği için yeni satın alma gücü üretmiş olur.

Tedayün âyetinde “Fe”den sonra yazınız emri gelmiştir. Burada da rehin makbuz olacaktır denmektedir. Birisinde emir, burada isim cümlesi gelmiştir. Ama ikisi de vücubu ifade eder.

فَإِنْ أَمِنَ بَعْضُكُمْ بَعْضً (Fa EiN EaMiNa BaGWuKuM BaDWan)  

“Birbirinize emanet ederseniz.”

Burada “Fa” gelmiştir. Bu tafsil “Fa”sıdır ve tamim “Fa”sıdır. Yani ister rehin olarak ister ambarda muhafaza olarak bir şeyi emanet ederseniz denmiş olmaktadır. Burada çoğul emri verilmemiş, kişilere ayrı ayrı emredilmiştir.

Bazı” kelimesi bir anlamına da gelir, biriniz diğer birinize anlamında da olmuş olur.

Emanet vermek” demek, yapının sorumluluğu alacaklıya ait demektir. Emanet alanın kusuru olmaması şartı ile malda meydana gelecek hasar alacaklıya aittir. Ortak ambarlara emanet edilen mallarda meydana gelecek hasar ancak ambar sahibinin kusuru varsa ambar sahibine ait olur, yoksa mal sahibinin malı gitmiş olur. Mal sahibinin bundan kurtulması için malını resmi kontrolörün kontrol etmiş olması gerekir. Ayrıca ambar sahibinin kusuru olmaksızın mala bir şey olursa dayanışma içinde ödenmesi gerekir. Bu sebepledir ki selem senetleri veya mal senetleri dayanışma ortaklığınca güvenceye alınmadıkça çıkarılamaz.

Şimdi bu âyet bize yeni bir hüküm getirmektedir. Ortak ambarlar, resmi ambarlar nasıl işleyecektir? Bunun  için önce o malları bozulmadan saklayabilecek ambarlar yapılacaktır. Mesela bir buzhane tesis edilecektir, yahut buğday silosu yapılacaktır. Bunlar normal kiralık tesislerdir. Bunların kirası ambara giren mallardan alınacaktır. Burası diğer işletmeler gibi çalışacaktır. Birisi cirodan kiralayacaktır. Yani ambar tesislerine kira cirodan verilecektir. Oraya giren mallar üzerinden ambar sahibi emanet ücreti alacaktır. Yalnız bunun faize dönüşmemesi için zamanla artan kira olmayacaktır. Sadece girişte bir ücret alacaktır. Ondan sonra ambarda ne kadar kalırsa kalsın fark istemeyecektir. Ambarcı aldığı mala karşılık bir belge verecek, sonra da o belgeyi getirene malı teslim edecektir. Kimi uzun zaman kalacak, kimi kısa zaman kalacaktır ama onlar birbirini sübvanse edecektir.

Emanet alınan mallar kalaid olmuş olabilir. Yani etiket yapıştırılır ve doğrudan o mal aynen iade edilir veya hedy olabilir. O zaman misli verilir.  Kalaidde bedel daha fazla olabilir. Hedyde daha ucuz olabilir. Hedyde tekaruz sistemi de uygulanabilir, yani bıraktığı zaman kadar kendisinin kredi alma hakkı doğar. Bu kredinin aynı maldan olması gerekmez. Başka mallardan da istikraz caizdir. Bunun için kredileşme değerleri vardır. Bu değer cari değerden ve resmi değerden farklıdır.

Şimdi İstanbul halkı devleti beklemeden ambar işletmeleri kurabilir. Belediye başkanları bunları organize edebilir. Türkler asker bir millettir. Her şey merkezden gelecek emir ile yapılır. Oysa askerlikte merkezi komuta ne kadar gerekliyse, uygarlık için de yerinden yönetim o kadar gereklidir. Türkiye’yi bunun için azınlıklar yönetiyor. Çünkü asker mantığı ile ekonomi yürümez. Ekonomi mantığı ile de askerlik yürümez. Türk milleti bu sorunu çözmelidir. Bunu ancak Türk ırkından olmayan halkları barındırmakla çözebilir. Türkiye Cumhuriyeti bu bakımdan şanslı bir devlettir. Ama yeterli değildir. Türkiye daha fazla göç almalı, askeri mantık dışında düşünen halklar Türkiye’ye gelmelidir. Yoksa azınlıklar artık Türk ekonomisini götürecek durumda değildirler.

Akevler’in başarısız olmasının nedeni merkezi yönetimin olmayışıdır. Ortakları da müteşebbis değildirler, her şeyi merkezden beklemektedirler. Askerlik yapmayıp bedel veren halka da ihtiyacımız vardır. Osmanlı İmparatorluğu altı yüzyıl onlar sayesinde yaşadı. Herkesi askere alırsanız hem askeri mantık bozulur hem de siviller arasında müteşebbisler bulunmaz.

فَلْيُؤَدِّ الَّذِي اؤْتُمِنَ (Fa elYuEadDıy elLaÜIy EuETuMiNa)  

“Emanet edilen kimse eda etsin.”

“Eda etsin. Ödesin.” Kişiye emrediyor.

Ambarcılık, emanetçilik serbest girişim olarak ele alınmıştır. Depolama ve nakliye genel hizmetlerdendir. Bunlardan vergi alınmaz. Zekâta tâbi değildirler. Ama serbest teşebbüs içinde yürütülecektir. Ticaretten farkı, ticarette mal satılmış olmaktadır. Kişi bir daha malını geri almamaktadır. Burada ise mal sadece muhafaza edilmektedir. Sabit, zamanla artmayan kira alınmaktadır. Dolayısıyla mallar ticaret malları olmadığı için zekâtı da bulunmamaktadır. Bazı mallar için bir yıldan fazlası için zekâtı mal sahibi vermektedir.

Tedayün âyetinde “ellezi aleyhi’l-hakku” geçmişti. Burada “emanet edilen kimse” anlamında aynı kalıp kullanılmıştır. Orada “imza etsin” emri vardı. Burada ise “emaneti ödesin” emri vardır. İftial bâbı emaneti kabul eden anlamındadır.

أَمَانَتَهُ (EaMANaTaHUv)  “Emanetini eda etsin”

Buradaki zamir emanet edene gider. Bu da sorumluluğun emanet edende olduğunu ifade etmiş olur. Halbuki yetimlerin mallarında sorumluluk vaside olduğu için “malınız” denmektedir. Emanet mal olur, taşınmaz da olabilir.

 “Emanet” kelimesi Kur’an’da geniş anlamda kullanılmaktadır. Güvence anlamını vermektedir. “Emanetleri ehline veriniz” denerek, seçimde oyunuzu ehil olan partiye kullanınız denmiş olur. “Biz kâinatın emanetini insana yükledik” diyor. Böylece emanet demek yönetmek demektir. Çünkü yöneticiler sadece güvenlik sağlarlar, işleri ise halk yapar.

Burada da emanetçinin görevi onu muhafaza etmektir, işletme değildir.

Bankaya tevdi edilen para nedir? Emanettir. Riziko kime aittir? Parayı tevdi edene aittir.

Bankacı sadece onu muhafaza eder, muhafaza bedelini alabilir.

Bugünkü bankalarda ise bankaya tevdi edilen mevduat deyndir, borçtur. Faiz almaktadır. Riziko ise bankada bulunmaktadır. Zarar olduğu zaman bankanın onu ödeyecek sermayesi yoktur. Böylece karşılıksız para basmanın benzeri olmaktadır. İslâmî bankada banka kredi verirken kâr-zarara iştirak etmektedir. Sadece kredi hakkı doğmaktadır. Yani yolda para hukuki durumunu değiştirmektedir. Bu sebepledir ki finans bankaları da faizli işlem yapmakta, çünkü sonunda cebri icraya gitmektedirler. Zararı göstermeyerek suni kârlarla idare etmektedirler. Hattâ kâr olarak piyasadaki rayiç faizi gösteriyorlar. Çünkü daha fazla kâr göstermelerine diğer bankalar izin vermiyor. Az göstermelerine de müşteriler izin vermiyor. Bir kandırmaca almış başını gidiyor. Bakalım nereye kadar gidebilecek? Türkiye’de kandırmacası olmayan ne var ki?!.

وَلْيَتَّقِ اللَّهَ رَبَّهُ (Va eL YatTaQı elLAHa RabBaHu)  “Rabbi olan Allah’a ittika etsin.”

Emanetlerde ispat külfeti kime düşmektedir? Malda meydana gelen hasarın kusurundan mı yoksa dışarıdan mı oluştuğunu nasıl ispat edeceğiz? Kimin dediğini kabul edeceğiz? Burada bu ifadenin kullanılmasından takdir yetkisinin emanet alana ait olduğu ortaya çıkar. Dolayısıyla emanetçinin beyanı asıldır. Emanet verenin emanetçinin kusurlu olduğunu ispat etmesi gerekir. Bu hükümlerin dışında emanet müessesesi çalışmaz. Nitekim bugün ticari müesseseler pek çok olduğu halde emanet müesseseleri hemen hemen hiç yoktur. Bunun sebebi budur. Bunu hafifletmek için emanetçinin yükünü hafifletmek gerekir. Bu hüküm onu ifade eder.

Roma’da da, Batı hukukunda da, fıkıhta da hüküm buna yakındır. Ancak bu müessesenin çalışması için dayanışma ortaklığının tesis edilmesi gerekir. İlmî, meslekî, siyasî ve ahlâkî dayanışma ortaklıkları kurmadıkça bu müesseseler çalışmaz.

O halde ambar işletmeleri kurmadan önce dayanışma ortaklıkları kurmalıyız…

İstanbulluları buna götürmeliyiz...

Bunun için bu hususlarda “bilgiye” sahip olmamız gerekir. Çalışıp kendimizi yetiştirmeliyiz. Önce bir “aşiret/ocak” olmalıyız. Sonra bir “kabile/bucak” kurmalıyız. Burada kendimizi yetiştirmeliyiz...

Ondan sonra İstanbullulara hitap etmeliyiz...

Bunun için bir “dergi” ile işe başlamalıyız...

Sonra bir “televizyonumuz” olmalıdır...

Bu arada “mala-mal marketler zincirini” kurmalıyız...

Hâsılı, yapılacak çok işlerimiz vardır; ama daha başlayamadık bile...

İşte, mallarda meydana gelen hasarlar dayanışmaca karşılanmalıdır. Beceriksiz emanetçinin elinden dayanışma ortaklığı yetkisini alacak, böylece bu işletmelerde ayıklama olacaktır.

III. Bin Yıl Uygarlığı”nı kurmaya talip Adil Düzen Cemaati şu yolları takip edecek, Allah’a güvenecek ve korkmadan hareket edecektir.

a)      Ne yapıp yapacak Yenibosna’ya taşınacaktır. Kirada ise buraya gelip kirada oturacaktır. Kendi evinde ise evini kiraya verecek veya satacaktır. Yenibosna’da en az on aile oluşmadıkça bu çalışmalar sadece ilmî çalışma sonuçları verir.

b)     Her Adil Düzen Çalışanı artan zamanlarını ilme ayıracak, ayrıca Yenibosna’daki faaliyetlere katılacaktır. Ondan kazanç beklemeyecek, ona zamanını verecektir. Gelemeyenler de maddeten katılacaklar ve zararları telafi edeceklerdir. Burada şimdilik market, inşaat, ahşap ev ve dergi işlerimiz vardır.

c)      Eğer buna niyet eden cemaat bulunursa, Allah oraya taşınmayan mü’minlere ilham edecek ve bizi destekleyeceklerdir. Nitekim şimdiye kadar hep desteklediler. Biz ilmimizi genişletmiş ve işlerimizi kurmuş olacağız. Bu arada inşaatı bitirmiş ve kendi apartmanımıza da taşınmış olacağız. İzmir Akevler’de önce evler yaptık, sonra taşındık. Sonuç alamadık. Burada ise önce taşınacağız, sonra evler yapacağız. Taşınanlar olursa Allah daireleri verecektir.

d)     Sonra bin hanelik bir site kuracağız, bunun için yirmi dönümlük yer yetecektir. Allah onu da verecektir. Oraya da bin aile taşınacaktır. Yahut Yenibosna’yı organize edecek ve Medine yapacağız. Muhtar da bizimle beraber olacaktır.

وَلَا تَكْتُمُوا الشَّهَادَةَ  (Va LAv TaKTuMUv elŞaHaDaTa)  “Şehadeti ketmetmeyiniz.”

Emanetin iadesini kişiye emretmiştir. İttikayı da ona vermiştir. Arkasından şehadet müessesesini ortaya koymuştur. Şehadet masdardır. Burada şehadet marife gelmiştir. Bildiklerinizi gizlemeyin demektir. Şehadet müessesesi İslâmiyet’te çok önemli bir yer alır. Çünkü hakemler hep şehadet üzerinde karar vereceklerdir.

“Şehadeti ketmetme” ne demektir? Sıra ile başlayalım.

a)      Olayı görenler ve bilenler ilgiliye doğru bilgi verirler. Emanet verene gerçekleri söylerler. Kişiler çoğu zaman bildiklerini söylemek istemezler. Ortaklar çekinirler. Taraflardan birini kendilerine düşman yapmak istemezler, yahut dostlarını kırmak istemezler. Yalan da söylemezler ama ses de çıkarmazlar. Bugün böyle yaşıyoruz. İşte Allah bizi bundan men etmektedir. Bildiklerimizi ve gördüklerimizi kendimizin aleyhinde de olsa söylemeliyiz. Demek ki ilk emir hepimizedir. Gerçekleri söylemekten kaçınmamalıyız. Kaçınmaktan bizi nehy ediyor. Eğer sorana doğru bilgi vermezsek biz Allah’a karşı suç işlemiş oluruz. Bu sokakta yol sorana verilecek cevabı da içermektedir. Bilgi de böyledir. Bunu ben keşfettim diye gizleyemezsin. Bildiğini sorana söylemek zorundasın.

b)     İkinci şehadet ise soruşturmacıların sorularına verilecek cevaptır. Soruşturmacılar sonunda hakemlerin karşısında şehadet edeceklerdir. Ancak sizin verdiğiniz bilgilere göre bunu yapacaklardır. O halde soruşturmacılar ne sorarlarsa onlara doğru cevap vereceksiniz. Bununla da yükümlüsünüz. Yapmazsanız nehye muhalefet etmiş olursunuz.

c)      Soruşturmacı topladığı bilgilere ve belgelere dayanarak sonunda hakemlerin yanında beyanda bulunacaktır. İşte orada da doğru olarak ne kanaat getirmişse onu beyan edeceklerdir.

d)     Hakemlerin hakemlikleri de şehadettir. Onlar da şahitlerin şehadetiyle sabit olan olaylara verilecek hükmü, fıkhi hükmü doğru beyan edeceklerdir.

O halde düzen doğru şehadete dayanmaktadır.

Burada “Fa” değil de “Va” getirilmiştir. O halde bazı ketm edilecek yerler de vardır demektir. Kıyas yoluyla istisna edilir. Mesela zinada ketm etme evladır. Her yerde söyleyemezsin. Söylesen cezalanırsın. O sebeple “Fa” harfi getirilmemiştir.  

وَمَنْ يَكْتُمْهَا (Va MaN YaKTuMHAv)  “Kim onu ketmederse.”

Burada da “Va” harfi getirilmiştir, yani olaylar iki çeşittir. Bir kısmının söylenmesi gerekir. Gizlemek günahtır, suçtur. Bir kısmının söylenmesi günahtır, suçtur.

Bunların açık olanı şudur. Emanetlerle ilgili yani ekonomik haklarla ilgili ne biliniyorsa gizlenmemeli, her yerde ve her şartta söylenmelidir.

Zina ile ilgili hususlarda insan gördüğünü ancak soruşturmacılara ve o da yalnızken söyleyebilir. Söylemekle mükellef değildir. Onun dışında dışarıda söyleyemez. Söylerse suçlu olur.

İşte bu iki emir ve yasak çift kıyas yoluyla genişletilerek uygulanacaktır.

Ve” harfiyle aslında söylemenin asıl olduğunu, sadece bazı istisnai hallerinde söylenmemesi gerektiği ortaya çıkmaktadır.

Topluluk hayatı doğru bilgilere dayanır. Doğru bilgiler de şehadet müessesesini oluşturur. Yazışma ve emanetleri sahiplerine verme yanında; şahit tutma, soruşturma, hakemlerin yanında şahitlerin şehadeti, hakimlerin adil karar vermesi hep şehadet müessesesidir.

İslâm topluluğu buna dayanır.

Nasıl olacak da böyle bir topluluk yetişecektir?

Bunun temeli namazdır. Topluca namaz kılan ailelerce namaza katılanlar bu ahlâki eğitimi alacaklardır. İnsanların denetim altına alınması ancak birbirlerini günde beş defa görmeleri ile mümkündür. Günde beş defa namazlara gelenler birbirlerini kontrol ederler. Yalan söylemezler. Doğru söyleme onların beyinlerine girer ve yerleşir. İşte bu da şehadetin ketm edilmemesini sağlar. Namaz kılmayan topluluklar zincirden koparılmış canavarlara benzerler, onları durduracak ve kontrol edecek yoktur. Namaz insanın bekçisidir. Onu muhafaza eder. Âyetlerde “namaz üzerinde birbirlerini muhafaza ederler” diyor.

Şüphesiz öyle topluluklar oluşturmalıyız ki yalan söylemeyelim. Bu çok kolay değildir. Mesela vergi beyannamesini verirken doğru söylersen iflas edersin. Yalan söylemek zorunda kalırsın.

Ve” harfi burada bize şunu da bildiriyor. Zaruret halinde yalana da izin veriliyor demektir. Ama bu yalanı meşrulaştırma anlamında değildir. Mesela enflasyondan dolayı vergi alıyorlarsa onu göstermeyip vergi ödeyemeyebilirsin. Demek oluyor ki, öyle bucak kurmamız gerekir ki orada yalan söylemek zorunda kalmayalım. Akevler bu amaçla kurulmuştur. Çok büyük sıkıntılar çektik...

فَإِنَّهُ آثِمٌ قَلْبُهُ (Fa EinNAHUv AÇiMun QaLBuHUv)  “Onun kalbi asim olur.”

Bu ifadenin mânâsını anlamamız yukarıdaki izahlardan dolayı açıktır. Biri anlatıyordu. Hazreti Peygamber’e sormuşlar; “Ne günahı işlemeyeyim?” demişler. O da cevap vermiş; “Yalan söyleme.”

İnsan yalan söylemezse onun kalbi tertemiz olur. Çünkü her yerde herkese hesap vermek zorunda kalmamış olur. Yalan söylememek yeterli değildir, doğru söylemek gerekir.

Batı’da yalancılık asıl olduğu içindir ki seçimleri gizli yapmaktadırlar. Yani insanlar görüşlerini gizlemektedirler. İçleri başka dışları başkadır. Bunların içleri kararmıştır. Sıkıntı içindedirler. Yalancı daima sıkıntıdadır. Her zaman yalanının ortaya çıkacağından korkmaktadır. Ortaya çıkınca da yüzsüzleşmekte, içi büsbütün kararmaktadır.

Halkın uygulamayacağı kanunlar ve kurallar, dikta rejimleri, halkı bildiklerini gizlemeye, söylediklerine yalan katmak zorunda bırakmaktadır. Bu da sonunda o topluluğu huzursuz ve ahlâksız yapmaktadır. Bu sebeple insanlar sözlerinden dolayı çok az suçlanmalıdır.

Bundan önceki âyette yapmazsanız o sizin için fısktır denmiştir. Burada ona muvazi bir ifade kullanılmaktadır.

وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ عَلِيمٌ (283) (Va elLAHU Bi MAv TaGMaLUVNa GaLIyMun)  

“Allah sizin amel ettiklerinizi bilmektedir.”

Şehadet etmeyi burada amel olarak ifade etmiştir. Yani gerektirdiği yerde gerekeni yapmazsanız onun hükmü yapanın hükmü gibidir. Dolayısıyla salih amel işlemek demek sadece yapma şeklinde değil, yapmama şeklinde de ortaya çıkmaktadır. Evet, gizlemekle salih ameli yapmamış olursunuz.

Alîm” nekre gelmiştir. Devlet her yapılanı bilmelidir demektir.

“Adil Düzen”in dayandığı temel muhasebedir. Herkes her türlü yaptığı işi yazacaktır. Müsveddeye yazacak ve bunu muhasibine verecektir. Böylece her türlü amel kayda geçecektir. Burada artık gizleme mümkün olmayacaktır. İnsan yalan söyleyemeyecektir, gördüklerini gizleyemeyecektir.

Şüphesiz böyle bir topluluğa herkes katılmak zorunda değildir. Kimse de bu toplulukta kalmak zorunda değildir. Ama gelecekteki uygarlığı kuracak kimseler bunlardır. Bunları bugün yazıyoruz. Biz böyle bir siteyi kuramadık, başaramadık. Bunun sebepleri vardır. Şimdi sizlere yazıyoruz ki sizler bu hataları yapmayınız. Bunları şöyle sıralayabiliriz.

a)      İnanmayan insanlarla yola çıkmayın. İnanmayanlar “Adil Düzen”i kuramazlar. İnanmak veya inananlar demek, “Adil Düzen” için canını vermeye hazır kimseler demektir. Böyle insanları aramak için teşebbüslerde bulununuz ama o seviyede “Adil Düzen”e bağlanmayan arkadaşlar bulmadıkça sonuç alamayacağınızı bilin. Devam edin ama ümitsizliğe kapılmayın.

b)     Bilmeden hareket etmeyin. Önce yapacağınız işin fıkhını öğrenin, yani şeriata göre nasıl yapılacağını öğrenin. Ondan sonra işe girişin. Öğrenmek için giriştiğiniz işler müstesnadır. Biz öyle yaptık, öğrenmek için işler yaptık, bu ilmimiz öyle oluştu. Ama sonuçlar alınamadı. Akevler kurulamadı. Siyasette zirveye çıkılmıştır ama sonu serap olmuştur. Bununla beraber yapılanlar “Adil Düzen” için hazırlık olmuştur. Arkadaşlarınız da o işin fıkhını öğrenmezse başarıya ulaşamazsınız. Zarar edersiniz. Ama bu sizi üzmesin. Bu sebepledir ki kuracağınız ortaklıklar küçük sermayelerden oluşmalıdır. Zarar ettikleri zaman onlar sıkıntıya düşmemelidir. Ortaklara bir şey vaat etmeyin ama siz de kazanmayın. Onlar paralarını, siz de emeğinizi yitirin. Asgari şartlarda yaşayın. İsraf yapmayın. Âhirete vardığınız zaman size söyleyecekleri sözleri olmasın.

c)      Siz size düşeni yapın, sonucu Allah’a bırakın. Sonuçlardan dolayı rahatsız olmayın. Acaba Allah’ın dediğini yaptım mı yapmadım mı, onu düşününüz. Hatanız varsa tevbe ediniz. Yoksa başarmış veya başarmamış olmanız sizin sorununuz değildir.

d)     Yaptıklarınızı mümkünse yazın, neler olduğunu yazın, doğru yazın. Eksiklerinizi, yanlışlarınızı, hattâ günahlarınızı bile yazın. Böylece sizden sonra gelenlere bilgi olsun. Herkes kendi hatalarını, yaptıklarını okusun ve onu devam ettirsin. Başkalarının okuması için değil, Akevler Adil Düzen Çalışanları okusun diye yazın.

Devamlı Kur’an okumanın dışında bizi selamete götürecek herhangi bir şey yoktur. Kur’an bunun böyle olduğunu söylüyor ama biz de Kur’an okudukça bunu çok daha iyi anlıyoruz.

 

ADİL DÜZEN 439

***

 

Hâsılı;

Batı düzeninde esas olan “devlet”tir; yahut “sermaye”dir; yahut karma ekonomide “ikisinin ortaklığı”dır; ama bu düzende halk yoktur, halk onların sadece işçisidir.

İslâmiyet’te ise esas olan halktır, insandır, insanın yaşamasıdır; insanın kendisinin yaşaması yanında neslinin de yaşamasıdır. Bu doğa kanunudur, sünnetullahtır. Bütün canlılar yaşamaya ve nesillerini yaşatmaya çalışırlar; hattâ gerektiğinde yavruları için kendilerini feda ederler.

O halde devlet ne için vardır?

Devlet “kişi”yi ve “aile”yi desteklemek için vardır.

Kişiler birleşiyorlar “aşiret”i oluşturuyorlar, buna “ocak” diyoruz. İnsanlar burada günlük yaşam hayatlarını sürdürüyorlar. Ocaklar birleşiyor ve “kabile”yi oluşturuyorlar, biz buna “bucak” diyoruz. İnsanlar burada birlikte üretim yapıyorlar. “İl”de iç güvenliği sağlıyorlar, “ülke”de dış savunmayı sağlıyorlar, “insanlık”ta uygarlığı oluşturuyorlar. Böylece kendilerinin ve ailelerinin yaşamasını garanti altına alıyorlar.

Devletin görevi “kişiler”e ve “aile”ye hizmet vermekten ibarettir.

 

***

 

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 101. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَإِنْ تُبْدُوا مَا فِي أَنفُسِكُمْ أَوْ تُخْفُوهُ يُحَاسِبْكُمْ بِهِ اللَّهُ فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (284)

 

لِلَّهِ (Lı elLAHı)  “Allah’ındır.”  

Bu sûre büyük Kur’an’ın ilk sûresidir. Sûre insanları gruplara ayırarak ve muttakilere hidayettir diyerek takdim etti. Sonra Hazreti Âdem’in yaratılışını anlattı, sonra İsrail oğullarının görevlerini tadat etti; o görevlerin mü’minlere intikal ettiğini bildirdi ve arada İslâm’ın hükümlerini tadat etti. Bu hükümler eski kitaplarda da vardır. Son olarak insanlığı en çok ilgilendiren para ve yazışma konusu ile hüküm âyetlerini sona erdirdi.

Sûrenin ilk âyetlerinde yeryüzünde ne varsa Allah sizin için yarattı diyerek insanın değerini ortaya koymuş ve insanı yeryüzünde halife kılmıştır. Hüküm âyetlerinden sonra tekrar yaratılış hikmetine dönülmüştür. Yerlerde ve göklerde ne varsa hepsinin Allah’a ait olduğunu ve insanın gizli veya aşikâre olarak ne yapmışsa hepsinden hesap vereceğini ifade etmiştir.

Burada şu soruya cevap verilmiştir.

Allah kâinatı şuurlu varlıklar için yaratmıştır. Şuurlu varlıklar dört çeşittir; insan, melek, ruh ve cin. Allah bunları kendisine kul yani işçi yapmıştır; daha doğrusu yine kendilerine kul yapmıştır. Çabaları nisbetinde onları taltif etmekte ve onların derecelerini yükseltmektedir. Başta insanlar olmak üzere daha çok ona yaklaşmaktadırlar. Kötü işlerin cezasını çekerek, iyi işlerin de mükâfatını alarak Rablerine yaklaşmaktadırlar. Rabbe yaklaşmak demek, daha çok Allah’ın halifesi olmak demektir, daha çok güç kazanarak işler yapabilmek demektir.

Burada konu değiştiği için fasl yapmamıştır, “ve” harfi koymamıştır. Ayrıca bu âyet tüm sûrenin özeti olduğu için de “ve” koymamıştır.

İnsanlar tek tanrıya inanmaktadırlar.

a) Allah’ın verdiği işleri yapan insanı tanrılaştırarak yaratana değil de yaratılana tapmışlardır.

b) Değişik işleri yaptıklarını ve bunlar arasında da tezat bulunduğunu görünce bunları başka başka varlıkların yaptığına inanmışlardır.  

c) Yılana kurbağayı yakalama gücünü vermiştir. Kurbağaya da savunma ve gizlenme imkânlarını sağlamıştır. O halde kurbağanın tanrısı ile yılanın tanrısı aynı olamaz. Peygamberlerin tanrısı ile şeytanın tanrısı aynı olamaz. Bunun için değişik tanrılara taptılar, ikili tanrıya taptılar.

d) Tek Tanrı’nın değişik dillerde farklı adlarının olması ve her topluluğun kendilerini Tanrı’ya başkalarından daha yakın bulması sebebiyle, farklı tanrılar varmış gibi ihtilafa düştüler.

Gelen peygamberler ve kitaplar insanlığı bu hatalardan kurtarmak için cihat yaptılar.  Bunların hepsi Allah’ın takdiri ile olmuştur. Kâinat tek Tanrı’nın eseridir. Farklılıklar ve zıtlıklar O’nun var ettiği düzen gereğidir. İnsan ancak orada kendi iradesini kullanabilmektedir. Bu sayede insan Tanrı’sına yaklaşabilmekte ve kıymetli varlık olmaktadır. Eğer bu farklı zıtlarla dolu âlem olmasaydı insan iradesini kullanamaz, insan yücelemezdi.

Li” harfi temlik içindir. Her şey O’na aittir demektir.

Şimdi besmelenin mânâsını hatırlayalım.

“Hu” O demektir. Tanrı var, başka bir şey yok, yani yalnız O var.

Hiçbir şey yapmayan, kimseyi yaratmayan bir tanrı, tanrı sayılmaz. Tanrı demek mahlûku olan varlık demektir. Buradan şu çıkar, haliksız mahlûk olamayacağı gibi mahlûksuz da halik olmaz. O zaman halik ile mahlûk arasında bir kumaşın iki yüzü gibi bir ilişki vardır.

Halik yüzünün özellikleri şunlardır.

a)      Halik tektir. Ve başka tek de yoktur. Mahlûk ise çoktur.

b)      Halik vacibu’l-vücuttur. Kimse onu yaratmamıştır. Onda değişme olmaz. Mahlûk ise yaratılmıştır. Mümkünu’l-vücuttur. Mahlûkun çokluğundan gelir.

c)      Halik mahlûka muhtaç değildir. Oysa mahlûk halikın lütfü ile varlığını sürdürmektedir.

d)      Halik istediğini yoktan var eder, yok eder de. Mahlûk ise ancak O’nun var ettiklerinden yararlanır. Onları kullanır.

İşte buradaki “Li” harfi Allah’ın dışındaki her şeyin mahlûk olduğunu, O’nun mahlûku olduğunu, dolayısıyla O’na ait olduğunu ifade etmiş olur. Bir fabrikanın sahibi var, işvereni var, işçileri vardır. Fabrikada işveren vekili de fabrika sahibidir, işçi de. Ama işçiler işveren vekilinin emriyle hareket ederler. İnsan Allah’ın işveren vekilidir. Kâinattaki diğer bütün canlılar (melek, cin, ruh hariç) Allah’ın işçileridir. İnsanın yönetimine verilmişlerdir. İnsanın yetkisi işveren vekilinin yetkisi kadardır. İnsan yeryüzünün mâliki değil kayyumudur, kâinatın patronu olan Allah’ın halifesidir, vekilidir.

مَا فِي السَّمَاوَاتِ (MAv FIy elSaMAvVATı)  “Semavatta olanlar.”

” zarftır. Her yeri kaplaması gerekmez; kaplayabilir de.

Semavatta olan her şey. Yani semavatta başkasının herhangi bir ortaklığıdır.

Semavatta neler vardır? a) Mekân vardır. b) Zaman vardır. c) Parçalanmaz atomlar vardır. d) Bir de enerji parçacıkları vardır. Bunlar bir araya gelmiştir. Yıldız yığınları oluşmuştur. Her kümede yüz milyarlarca yıldız vardır. Bu yıldızların çevresinde gezegenler dolaşmaktadır. Güneşimiz de bir yıldızdır, biz yıldızımızın canlı gezegeniyiz. İşte bütün bunlar göklerde olanlardır.

Semavat” kurallı dişi çoğuldur, sistemi ifade eder. Yedi tabaka gök vardır.

a) Yağmur tabakası yaklaşık 10 000 metre yüksekliktedir. Uçaklar bunun üstünde uçar. b) Hava tabakası. Sulu tabakanın katıdır. c) Işıklı tabakadır. Bu tabaka gökten gelen kötü ışıkları yutar. Yerin yarıçapı atmosferle birlikte bunun 7 katıdır. d) Ay yerin atmosferli yarıçapının ellinci katında durmaktadır. e) Güneş yer uzaklığı birim alınırsa, güneşe en yakın gezegen 4, ikinci gezegen 7 mesafededir. Ondan yer uzaklığının onda biri esas alınır. (10+6) (10+12) (10+24)  300,  (10+48) (10+96)  mesafelerde yerleşmiştir. f) Ondan sonra yıldızlar seması gelir.  g) Ondan sonra galaksiler seması gelir. “Semavat” işte bu gökleri ifade eder.

“Men”  akıllı olanları, “Mâ” ise akıllı olmayanları içerir. Ama ortak olarak “Mâ” kullanılır. Dolayısıyla buradaki “” insanları, melekleri, cinleri ve ruhları da içermektedir.

Kâinatın büyüklüğünü anlamamız için şunu bilelim ki, ışık yeri saniyede 7.5 defa dolaşır. Aya 1.2 saniyede gider. Güneşe sekiz dakikada, en yakın yıldıza dört senede, galaksiye 2 milyon yıl sonra varır. Biz 2 milyon yıl önceki kümeyi görebiliyoruz. Kâinatın yarıçapı ise 13.7 milyar ışık yılı büyüklüğündedir.

İşte buradaki her şey O’nun mülkündedir.

وَمَا فِي الْأَرْضِ (Va MAv FIy elEaRWı)  “Yerde olan her şey de O’nundur.”

Yer” soğuk cisimdir. “Gök” ise sıcak cisimleri içerir. Başka bir ifade ile gök boşluklardan ibarettir yıldızlar ve gezegenler vardır. Güneş de bir bakıma yerdir, cinlerin yeridir.

Kur’an bize bizim bulunduğumuz yeri anlatmaktadır.

Yer” yuvarlaktır. Çevresi kırk milyon metredir. Kendi ekseni etrafında döner. Üstü semalarla örtülüdür. Yer de döşek gibi toprak ve su ile döşenmiştir. Canlıların yaşaması için gerekli özellikler sağlanmıştır. Bunun için şunlar gerekmektedir. a) Sıcaklığı soğukluğu 0 ile 50 derece arasında değişmelidir. b) Hava tabakası yeter kalınlıkta olmalıdır. c) Su tabakası yeter kalınlıkta olmalıdır. d) Elementlerin ve birleşiklerin miktarı uygun olmalıdır. e) Gece ve gündüzün uzunluğu bu miktarda olmalıdır. f) Yaz ve kış arasındaki farklar bu kadar olmalıdır. Dağların ve karaların yerleşmesi bugünküne uygun olmalıdır. İşte bu âlemde canlılar yaşarlar.

Canlılar ikiye ayrılır, bitkiler ve hayvanlar. Bitkiler yeşil, hayvanlar kırmızı kan taşırlar. Bitkiler üretir, hayvanlar tüketirler. Ayrıca bakteriler vardır. Bunlar çekirdeksiz varlıklardır. Görevleri canlıların artıklarını parçalamaktır. Bunları da virüsler parçalar. Virüs canlı değildir ama canlının parçasıdır. İşte insan da bunlar arasında yaratılan hayvanlar sınıfından bir canlıdır. Bunların hepsi yeryüzünde olanlardır. Bunların hepsi O’nundur, yani insanlar da Allah’ındır.

Allah kâinatı yaratmıştır. Kendi düzenini kurmuştur. Melekleri var, onlarla kâinatı idare ediyor. İnsanları da yeryüzüne göndermiş ve yeryüzünde halife yapmıştır. İnsanların şeriat düzeni kâinatın düzeni gibidir. Aynı kanunlara tabidir. Kâinat kendi kanunları içinde ikili sisteme göre var edilmiştir. Matematikle düzenlenmiştir. Bu âyetle her şeyin O’na ait olduğunu belirleyerek buna işaret etmektedir. Kâinatta her şey Allah’a aittir. Ama Allah bunları kendisi için değil insan, melek, cin ve ruh için var etmiştir. Yoksa Allah’ın bunlardan bir yararı yoktur, bunlara da ihtiyacı yoktur.

İnsanlara döndüğümüz zaman diyoruz ki; yeryüzündeki Allah’ın halifesi insanlıktır, topluluktur. Her şey topluluğa aittir. Kişilerin mutlak olarak mâlik oldukları bir şey yoktur ama topluluk bunlara kişiler için mâliktir. Bunların kişilerin yararına ve çıkarına göre düzenlenmesi gerekmektedir. İşte böylece bu âyet bize devlet felsefesini de getirmiştir. Her şeye devlet hâkimdir. Ancak devleti temsil eden de kişilerdir. Hâsılı, Allah nasıl kendi kendine bir iş yapmamakta, yarattığı kulları aracılığı ile işleri yürütmekteyse, devlet de işleri vatandaşları ile yürütecektir. Başkan kendi işlerini yapacaktır. Kapıcı da kendi işini yapacaktır. Herkes Allah’a karşı, topluluğa karşı sorumlu olacaktır. Topluluğa karşı sorumlu olma ise hakemlere teslim olma demektir. Hakemler neye karar verirlerse ona razı olma demektir. Kişilerin birbirine tahakküm etmesi, kişinin topluluk yerine geçip ‘devlet demek ben demektir’ demesi büyük günahtır, Hınsı azimdir.

وَإِنْ تُبْدُوا (Va EiN TuBDUv)  “İbda ederseniz.”

Badiye” açık alan, çöl demektir. “İbda etmek” açıkta yapmak demektir.

Kur’an’da amellerin açık veya gizli olmasından bahsedilmektedir. “İbda” kelimesine karşılık “ihfa” ve “ketm” getirilmekte, “ısrar” etmeyi de zikretmektedir. Bunlardan birinin iyi olması veya kötü olması dışında bu iki olayın varlığından haberdar etmektedir. Bunlardan herhangi birisini yapmanız Allah için fark etmemektedir. Şimdi ibda nedir, ihfa nedir, ketm nedir, ısrar nedir?

Kur’an’da geçen kelimeleri ne kadar tahlil edersek ilmimiz o nisbette artar.

Ketm, sağılamayan süt demektir. Hayvanlar yavrularına saklamak için süt vermezler. Ama yavrusu emince o zaman süt verirler. Ketum meme denir. Sır kelimesi serirden yani sedirden gelir, altına koyup saklamak demektir. Kadının dış elbisesidir.

Bunlar arasında şu sıralama yapılabilir.

a)      İbda etmek, bir şeyi herkesin gözü önünde yapmaktır.

b)      İhfa, olduğunu bildiğimiz bir şeyin sadece görünüşünü önlemedir.

c)      Ketm etmek, olduğunu herkesin bildiği bir şeyi inkâr edip yanıtlamaktır.

d)      Israr ise kimseyi varlığından haberdar etmemektir.

Yazılı düzende “ibda etmek” ise, bütün tasarruflarınızı yazıya geçirmek ve bunu herkese açık tutmaktır. İsteyen senin tasarruflarını internete girerek öğrenebilir, çünkü bunlar açık olanlardır.

İkincisi ise yazılı ve açık değildir. İnternete girip öğrenemezsin. İsteyenlere özel olarak yaygara yapmamak şartı ile gösterirsiniz. Hakemlere ve şahitlere açık olan yazılardır. Göstermek zorundasınız. Ama onlar da bunu sır olarak saklamalıdırlar.

Üçüncü olarak yazılı hâle getirirsiniz ama istediğinize gösterirsiniz, istediğinize göstermezsiniz.

Dördüncü olarak kayda geçirmeyip gizlersiniz veya kaydı kimseye göstermezsiniz.

“Her şeyi yazın” emrinden sonra bu âyetin gelmesi bize yazıda iki grup olacağını göstermektedir. Biri herkese açık olan yazılardır. Diğeri ise ancak yetkililerin göreceği yazılardır. Genel hizmet muhasebesini tutarken bu kurala uyulacaktır. Buna göre, ibdanın, ihfanın, ketmin ve ısrarın hükümleri Kur’an’da tesbit edilmelidir.

مَا فِي أَنفُسِكُمْ  (MAv FIy EanFuSiKuM)  “Nefislerinizde olanı”

“Nefislerinizde olanları ibda etseniz de” yani sizde olanı ibda etseniz de, ihfa etseniz de Allah onun hesabını yapar. “Enfüs” şahsiyetler demektir. Kâinat, bilen ve yapan şuurlu varlıklar ile bilinen ve yapılan şuursuz varlıklardan oluşur. Her iki tarafın görüneni var, görünmeyeni var. İnsan da küçük kâinattır, ruh ve bedenden oluşur. Beden görünen, ruh görünmeyendir. Görünen bedenin ruhla ilişki kurma özelliği vardır, buna hayat diyoruz. Görünmeyen ruhun da bir özelliği vardır. Bununla bedenle ilişki kurar. Onunla bilir ve yapar. Ona da nefis diyoruz. Nefis demek, insandaki bilme ve yapma kabiliyeti demektir. Ruhsal olaydır ama bedenle beraber olduğu zaman bu gerçekleşir.

İnsanın nefsi neyi sağlamaktadır?   

a)      İnsanın hisleri var, üzülüp sevinmektedir. Acı çekmekte veya zevk almaktadır. Bu melekesi ile iyiyi kötüden ayırt etmektedir. Hayvanlarda da hisler olduğunu zannediyoruz.

b)      İnsanda fikir vardır, bilinçlidir. Kendi varlığından haberdar olmaktadır. Kendi çocukluğundan beri ben varım demektedir. Doğruyu yanlıştan ayırt etmektedir. Yani dışarıda olan olaylarla beyinde oluşan fikirlerin uyumluluğunu bilmektedir.

c)      İnsanda irade vardır. Zekâsı ile kararlar vermekte ve sorunları çözmektedir.  

d)      Nihayet insanda ünsiyet vardır. Diğer insanlarla diyalog içindedir. Onlarla anlaşmakta, işbirliğine girmektedir.

İnsan bütün bunları bedeni ile gerçekleştirmektedir. Beden ile ruh arasında ilişki kurduran varlık da nefis olmaktadır. Burada “enfüs” çoğuldur, “siz” de çoğuldur, yani herkesin kendi nefsi vardır. Sizde olan her şey demektir.

Nefis” kelimesinin iki mânâsı vardır. Biri ruhtaki bedenle ilişki sağlayan melekedir. Ruh tek olduğu halde nefis değişik cihetleri olan bir varlıktır. Zevk, şuur, zeka ve diyalog, Kur’an’daki ifadesiyle muhavere bunlardandır. Bir de nefsin geniş mânâsı vardır. Bu takdirde insan kastedilir. Ruhu, nefsi, hayatı ve bedeni içerir. Buradaki mânâsı geniş mânâsıdır, yani sizin kendinizde insan olarak neyiniz varsa demektir.

” zarftır, “” tamim içindir. Tüm hayatımızı ifade etmektedir. Yukarıda yer ve göklerden bahsetmekte, burada ise insandan yani bizden bahsetmektedir. Yukarıda her şey O’nundur denmiş, burada ise sizi de onlardan açık olarak veya gizli olarak yaptıklarınız ile muhasebe edecektir demektir.  

Karşılaştırma yaparsak:

a)      Her şey Allah’ındır. O’nundur deniyor, “Li” harfi kullanılıyor. Burada onun yerine “Fî” harfini kullanıyor, sizde ne varsa diyor. Böylece bizde olanların O’nun mülkünden bir parça olduğunu ifade ediyor. Bizde olanların bir kısmı bizim emrimizde değildir. Bizim emrimizde olan nefsimizin hâkim olduğu şeylerdir. Parmağımı ben var etmem ama onu ben kullanırım. İşte bizde olan onu kullanmadır. Onun için “Fîküm” denmemiş de “Fî Enfüsiküm” denmiştir. Kâinat, insan ve insanda da insanın emrine verilen imkânlar. Beden ve bedenin hâkim olduğu çevremiz, mülkümüz, eşyamız.

b)      Gök ve yerden bahsedilmiştir. Burada da ibda ve ihfadan bahsedilmiştir. Gök ve yer ile açık ve kapalı karşılaştırılmıştır. Gök ibdaya yer ihfaya tekabül etmiştir. Görünürde aksidir. Bunun üzerinde fazlaca durulmalıdır.

c)      Kâinatı ve insanı böyle tanımladıktan sonra, insanın muhakeme edileceği, hesabının görüleceği ifade edilmiş, mağfiret edeceği veya azab edeceği bildirilmiştir. Ondan sonra da Allah’ın her şeye kadir olduğu ifade edilmiştir.

أَوْ تُخْفُوهُ (EaV TuPFUvHUv)  “Veya ihfa etseniz.”

Burada yaptığımız fiilleri topluluktan saklamamız veya açıkça yapmamız ifade edilmiştir. Yoksa Allah’tan saklamamız veya aşikâr yapmamız kastedilmiyor. Çünkü Allah’tan hiçbir şeyin saklanamayacağı açıktır. O halde burada Allah için önemli olan nedir?

Bizim yaptıklarımızı insanlardan saklayıp saklamamamızdır. İnsanlardan bir şeyi gizlememiz derece derecedir. Biri, kendimizden başka kimse bilmez. Diğeri, sadece kendisi ile ilişki kurduğumuz kimseler bilir. Bir de muhasebeye geçer ama o kayıtlar kapalı olur.

Burada bir hususu belirtelim.

Kur’an’da her insanın yaptıklarını kaydeden iki görevli vardır. Ne yaparlarsa onu deftere geçiriyorlar, daha doğrusu onun filmi çekiliyor. Melekler burada olayları kaydetmiyor, sadece olaylara sevap ve günah bakımından değer biçiyor ve muhasebeye geçiriyor. Günahları bir melek takdir ediyor. Sevapları başka bir melek değerlendirip kaydediyor. Birine şehid, diğerine saik denmektedir. Âhirette insan dirilir dirilmez bu iki melekle beraber mahkemeye getirilecektir. Bir de üçüncü melek vardır. Bunlar arasında niza çıkarsa o da hakemlik yapmaktadır.

Burada şu soru sorulabilir: Sevap ve günah insanın kastına göredir. Yazıcı melekler acaba insanın ne kastettiğini bilmekte midirler ki ona göre onun hakkında karar verip sevap veya günahı değerlendirsinler. İnsan beyninde oluşan kayıtları melekler görmekte ve ona göre takdir etmekte, ama insanın ruhunda olanları bilmemektedirler. Bunu yalnız Allah bilmektedir. Bu sebeple sonunda muhasebe defteri Allah’a arz edilir, son kararı O verir.

İki meleğin yazdıkları, bir meleğin hakemlik yaptığı başka âyetlerde anlatılmaktadır.

Biz buraya bunu niçin aldık?

Allah âhirette ne yapacaksa, bizim de bu dünyada benzerini yapmamız gerekir. Bizim borç ve alacaklarımızı yazan muhasiplerimiz olacaktır. Borçlunun muhasibi, alacaklının muhasibi, bir de yevmiye muhasibimiz olacaktır. Sonunda hesaplar ona göre tutulacaktır. Ayrıca yılsonuna kadar hakemler nizalı konuları çözeceklerdir.

Adil Düzene göre muhasebeyi kurduğumuz zaman birtakım sorunlarla karşılaşacağız.

Bu âyetlerde o sorunlar çözülmektedir.

Hesaplarımızda iki türlü kayıtlarımız olacaktır. Biri, ‘bu gizli olsun’ diyeceğiz, muhasibimiz onu ‘gizli’ maddesinde yazacaktır. Diğeri, ‘bu açık olsun’ diyeceğiz, muhasibimiz onu ‘açık’ maddesinde yazacaktır. Yani, bizim isteğimize göre maddeler açık veya kapalı olacaktır. Biz istediğimiz zaman bizim gizli maddelerimize gireceğiz. Muhasibimize de biz izin verdiğimiz zaman girebilecektir.

Burada önemli bir hususu öğrenmiş oluyoruz. “Siz nefislerinizde olanı ibda ederseniz veya ihfa ederseniz” deniyor. O halde her hesap sahibi kendi hesaplarından istediğini gizli yapar, istediğini açık yapar demektir. Bir hastayı düşünelim. Hastalığını açıklarsa onun mükellefiyetliği o kadar azalır, haklarında da o kadar fazlalaşma olur. Mesela verem hastası şu şu görevlerden muaftır. Ayrıca o hastanın tedavisi için daha fazla imkânlar ayrılır. Bu açık bütçede olacağı için bu hizmetler gizli olana yapılmaz. Ama diğer taraftan da çevreye hastalığını duyurmak istemez. O onun tercihidir.

Bunun gibi; bankadaki hesabında ne kadar çok parası varsa insanlar onunla o kadar ilişkiye girerler, kredi limitleri o kadar çok olur. Ama bunu gizlerlerse bundan yararlanamaz, çünkü krediler buna göre verilmektedir. Hâsılı, her iki taraf açısından ibdanın veya ihfanın yararları ve mahzurları vardır. Kişi kendisi karar versin.

Kişi kayıtları isterse açık yaptırır, isterse kapalı yaptırır. Sonra bazı maddeleri kapalı hâle getirir, bazı maddeleri açık yapar. Ancak eski kayıtları değiştiremez. Yeni madde olarak yazılır ve ibda edilir veya ihfa edilir.

Adil Düzen muhasebesi niçin farklıdır? Neden bu kadar zamandır uğraştığımız halde kolay çözemiyoruz? İşte bunun gibi bugünkü muhasebe ile çözülemeyen problemlerle karşılaşıyoruz.

يُحَاسِبْكُمْ بِهِ (YuXASiBKuM BiHi)  “Sizinle onu hesaplaşır.”

“Tedayün” âyetinde kayıtlardan ve yazılmasından bahsedilmiştir. Sonra gelen âyette ise eşyanın hareketinden bahis yapılmaktadır. Bu âyette de muhasebeden bahsetmektedir.

Kayıtlar sonunda muhasebe için vardır. Borç ve alacakların belirlenmesi içindir. Muhasebe yazılmadan farklıdır. Yazılma fıkıh içindir.

Adil Düzen muhasebesinde ne yapıyoruz, şimdi de onları sıra ile ele alalım.

a)      Önce herkes yaptığı anlaşmaları bir kâğıtta yazar ve karşılıklı imzalar. Bu hukuki ilişkilerin başlangıcıdır. Esas olan budur. Çünkü bunlara dayanılarak tüm kayıtlar yürütülecektir. Ne var ki bu muhasebeye girmeye yeterli değildir. Çünkü muamele yapan kişiler fıkıh bilmezler. Dolayısıyla bunun fıkhî mânâsı yoktur. Onlar kendi günlük dilleri ile yazarlar.

b)      Fıkıhçılar bu yazılanı alıp içtihatları ile fıkıh diline çevirirler. Tip sözleşmeler vardır. O sözleşmelerde, o muamelelerde geçen kelimelerin mânâları bellidir. O yazılır. Mesela, kadınla erkek sözleşme yapıp biz hayatımızı birleştirdik deseler, bu muhasebeye geçmez. Çünkü bunun hukuku yoktur. İslâm nikâhı ile veya muta nikâhı ile birleştirdik diyeceklerdir. Bu kavramlar hukukta tarif edilmiştir. O zaman bunların fıkıh danışmanları olsa, siz nasıl birleştirdiniz, onlara izah ederler. İşte o izaha göre fıkıh diline çevrilerek hangisi ise o yazılır.

c)      Şimdi eşler nikâhlanmak suretiyle karşılıklı borçlu ve alacaklı hâle gelirler. Muta nikâhında erkek kadına her ay veya hafta sözleşmede belirtilen ücreti borçlanmış olur. Bu süreli veya süresiz olur. İslâm nikâhında ise karı koca ortaklık kurmuş olur, ev harcamalarını birlikte yaparlar. Koca beyan eder ve onu ortaklığa borçlu olur. Muhasipler buna göre maddeleri işlerler. Sonra maddeler buna göre yapılır.

d)      Önce anlaşma, sonra fıkıh diline çevirme, sonra muhasebe diline çevirme işlemleri hep yazışma işlemleri ve ödeme hizmetleridir. Bir de bunun sonunda yine sözleşmelere dayanarak muhasebe yapmadır. Kâr ve zarar hesapları yapma, vergi ve kredi hesapları yapma, sosyal hakların muhasebesini yapma. İşte bu da tarafların yazdıkları belgelerle değil, kayıt muhasiplerinin girdiği maddelerle değil, fıkha göre yazılmış sözleşmelere dayanarak genel muhasiplerin hesap yapıp girdikleri maddelerle belirlenir. Bu maddeler açıktır. Bunu kamu muhasipleri yaparlar. Bu hesaplara ilgili herkes itiraz edip hakemlere gider.

İşte, buradaki âyette genel muhasebenin kamu muhasiplerince yapılacağı ve bu muhasebede ilgililerin hakemlere gitme hakkının olduğunu ifade etmiş olur. Çünkü “yahsibuküm” denmemiş de “yuhasibuküm” denmiştir. Yani karşılıklı hesaplaşma vardır. Kişi bunu ancak kendi muhasipleri ile hakemlere gitmek suretiyle yapar.

اللَّهُ (elLAHu)  “Allah muhasebe eder.”

Âhirette Allah sonunda hesapları teker teker kontrol edecek ve son hükmü O verecektir. İnsanın kalbinde olan kasıtları O değerlendirecektir. Son söz O’nundur; cehenneme veya cennete diyecektir. Dünyada da son hesaplar kamu muhasiplerince yapılıp herkesin ekstresini çıkararak kişilere verecektir. Nizalar da hakemler kararı ile çözülmüş olacaktır.

Böyle bir bucakta yaşıyorsunuz. Sizin yirmi beş genel hizmetiniz bedava görülüyor. İşsizlik korkunuz yok, çünkü krediniz cebinizde. Hangi işverene gidiyorsanız sermayenizle gidiyorsunuz. İşverenlerin sermaye dertleri yoktur. Sadece işi bilip bilmemeleri sözkonusudur. Serbest rekabet var. Sermayesiz de iş yapabildikleri için herkes işveren; işi bildiği kadar işveren. Dolayısıyla işsiz kalmanız sözkonusu değildir.

İş bulamasanız da, iş yapmasanız da açlık korkunuz yoktur. Çünkü kimse kira vermediniz diye sizi evden çıkaramıyor. Ayrıca sosyal hakkınızı alıp kullanıyorsunuz. Çalıştığınız kadar refah içinde değilsiniz. Ama aç da değilsiniz, çıplak da değilsiniz. Isınma gibi birçok hizmetler bedavadır. Su ve elektrik bedavadır. Seyahat bedavadır. Adil Düzen Sitesi cennet benzeri bir sitedir. Farkı, bunu kurmak ve korumak için sizin çabanız gerekmektedir.

Bir gün gelecek, yaptığımız tefsirleri birleştirecek ve siz de katkılarda bulunup güncelleştireceksiniz. Değişik mezhepler oluşacak. Herkes Kur’an’ı kendi mezhebine göre güncel olarak yorumlamaya başlayacak. Bizim yaptıklarımızı yapacak.

Müslümanlar eskiden yalnız Arapça Kur’an okuyorlardı. Kur’an’ı mealle birlikte okumaya başladığımızda herkes karşı çıkıyordu. Bugün mealsiz Kur’an okuma yerine mealli Kur’an okuma revaçta. İşte yarın da mealler değil, günlük yorumları yapan tefsirler okunacak ve yazılacaktır. Bir gün gelecek, herkes Kur’an’ı yorumlamakla yetinmeyecek, zalim düzenin yanında Kur’an düzeni işletmelerini ve sitelerini kurmaya başlayacak, bunlar arasında yarış başlayacak... Herkes Kur’an’ı kendi anladığı gibi uygulayacak... İslâmî gruplar arasında Kur’an’ı uygulama yarışı başlayacak...

Bu yarış birçok seneleri içerecektir.

Yarışlarda elemeler olacak, sonunda birkaç mezhep kalacaktır. Birkaç asır o mezheplerin uygulamaları olacaktır. Sonunda uygarlık yaşlanacak ve çökecektir. İnsanlar yeniden Kur’an’a sarılacak ve yeni uygarlık kuracaklardır. Bin yıl sonra böyle olacaktır.

Bunları ben söylemiyorum; Kur’an söylüyor, ilim teyit ediyor.

Bizim görevimiz nedir?

Bizim görevimiz işte bunları yazıp internette yayınlamaktır... Bilgisayarlara geçirmektir… CD’lere yükleyip isteyenlere vermektir...

فَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ (Fa YaĞFıRu LıMaN YaŞAEu)  “Meşieti olanı mağfiret eder.”

Mağfiret etmek” demek, yapılan hataların düzeltilmesi demektir. “Afv etmek” demek, hatayı yapılmamış kabul etmek demektir. Allah’la hesaplaşır. Sizin hatalarınızı kapatır. Yaptığınız kötülüklerin yerine kendisi iyilikler yaparak sizi kurtarır demektir.

Mesela, siz birisine haksızlık yaptınız, onun parasını çaldınız veya gasbettiniz. Haksızlığa uğrayan kimseye âhirette hakkını verir ve sizi günahtan kurtarır. Demek ki Allah yapılan zulümleri âhirette böylece düzeltecektir. Haksızlığa uğrayanlar ‘âh daha fazla haksızlıklara uğrasaydım da şimdi benim derecem daha fazla yükselseydi’ diyeceklerdir.

Adil Düzen Çalışanları bu dünyada ne kadar çok sıkıntı çekerlerse, ne kadar zulme uğrarlarsa, bundan üzülmesinler, aksine sevinsinler. Âhirette onun mükâfatını göreceklerdir. Belki de bu dünyada olduğu gibi ya kısas ya da diyet demeyecek, size zulmeden kimseyi bağışlayacaksınız, sizin günahlarınız silinecek, dereceleriniz yükselecek. İsterseniz; hayır, ben derecemin yükselmesini istemiyorum, cehennemde yansın diyeceksiniz. Ben âhirette hasat etmeyeceğim demek, bunu yapacağım demektir.

Bu âyette çok önemli bir haber verilmektedir.

Sizinle hesaplaşacaktır, suçlarınızı bağışlayacak veya azap edecektir diyor. Bizim sevaplarımız ne oldu? Yaptığımız iyiliklerin karşılıkları ne oldu? Ondan bahsetmiyor. Çünkü biz iyilik yapmamış olsak da, günahımız yoksa cennete gideceğiz. O zaten bize Allah’ın lütfüdür, onun hesabını sürmeyecektir. Onu hesapsız bize lütfedecektir. On misli, yirmi misli verecektir. Orada hesap yok, ihsan vardır. Onun için burada ondan bahsetmedi.

Burada çok önemli şeyler öğreniyoruz.

Peki, daha baliğ olmadan ölmüş veya akıl hastası olarak ölmüş veya kendisine tebliğ ulaşmadan bilmeyerek iyi işler yapamamış olanların durumu ne olacaktır? Bunların hepsi eksiksiz cennette olacaklardır. Bir kâfirin çocuğu ölmüş veya baliğ olmuş ama kötü işler yapmamış herkes, iman etmemiş ama kâfir de olmamış herkes cennettedir: Bu âyetin delâlet ettiği mânâ odur. Çünkü insanın cennette olması asıldır. İnsan cehenneme gitmek için yaratılmamıştır, insan cennete gitsin diye yaratılmıştır. Günahı yoksa cennettedir. Bu âyetten çıkan mânâ budur.

وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ (Va YuGaüÜiBu MaN YaŞAEu)  “Meşieti olana azab eder.”

Muhasebesini yaptı, hesaplaştı. Sonunda borçlu çıkarsanız, isterse azab eder, isterse muhasebe eder. Eğer günahınız fazla değilse siz cennettesiniz. Müjdeler olsun.

Günahları kapatacak çalışmalara devam etmeliyiz...

Şimdi, burada ‘âhirette de af ve diyet müessesesi var mıdır’ diye sormuştuk ve ‘vardır’ diye cevap vermiştik. Zorunlu diyete geçme var mıdır? Evet, Allah uygun görürse, mağdur olan kısas istese de, Allah, hayır bu diyete dönüşecektir diyecek ve mağfiret edecek. İsteyene azab edecektir. Kararı Allah verecektir. Buna mukabil kişi affetse de bazı cezaların affını Allah kabul etmeyecek ve cehenneme gönderecektir. Nitekim bu dünyada da böyledir. Hırsızın cezası affedilmemektedir.

Bunlar bize şunu anlatmaktadır ki âhirette olacaklar bu dünyada olanların benzeridir. Sonunda, yılsonunda muhasebe yapılınca insanlar borçlu veya alacaklı çıkarlar. Alacaklı iseler sorun yoktur, normal faaliyetlere devam ederler. Borçlu iseler o zaman onların borçlanma ehliyetleri iptal edilir. Artık onlar işveren kredisini alamazlar. Önce alacaklı olurlar. Sonra ödeme yaparlar. Devlet isterse bunlardan bir kısmının borçlarını kapatarak iflas durumuna sokmaz.

Dünya hayatında tazip borçlanma ehliyetinin kaldırılmasıdır. Cebri icra yapılmaz, çalışma kredisine dokunulmaz, yeryüzündeki kira payı hakkına dokunulmaz. Ancak devlet bunların borçlarını kapatarak onları bu borçlanma ehliyetinden kurtarır. Bunu garimin faslından yapar.

Bu âyet başka bir şeye daha delâlet ediyor. İnsanların iflas durumuna düşmeleri geçici olabilir. O yıl hastalanmıştır, çalışamamıştır. Yahut kamu görevi almıştır, iş yapamamıştır. Yahut yangın geçirmiştir. Sele uğramıştır. Bu tür geçici durumlarda da iflas eden kişi hakemlere başvurarak borçlanma ehliyetinin kaldırılmasını isteyebilir. O halde dünyada Allah’ın meşieti, Allah’ın dilemesi hakem kararları ile ortaya çıkacaktır.

Bu âyetin yukarıdaki tedayün ve emanet âyetleri ile ne kadar iç içe olduğu bu yorumlardan çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Kur’an ormandaki ağaçlara benzer. İçeriye girdiğiniz zaman değişik ağaçlar ve otlar bir aradadır. Hayvanların yuvaları iç içedir. Bunların birbirleriyle ilgisi ne ki Allah böyle yarattı dersiniz. Ama eğer biyolojiyi okursanız, bunların böyle olmasının doğal denge gereği olduğunu çok kolay anlarsınız.

Kur’an’ın âyetleri de böyledir. Birbirleriyle ilgisi olmayan âyetler yan yana gelir. Baştan, bu ne, burada yeri ne dersiniz. Sonra araştırma yapınca, burada bu olmasa Kur’an eksiktir dersiniz.

Biz borçlanma ve emanet âyetlerini okurken muhasebeyi istihsanla koyuyorduk. Şimdi ise Kur’an nass ile bunu ifade etti. Daha pek çok şeyleri ifade ediyor. Hakemler uygun görürlerse iflas kararlarının kaldırılacağı belirtilmiş oluyor. Bugün buna benzer konkordato müessesesi var. Hâkim uygun görürse zor durumda olan firmayı faizden kurtarır. Borçları taksitlere bağlar, borçlarını öderse firma yeniden faaliyete geçer. Kur’an’a göre ise; önce firmasına el konmaz, borçlanmaksızın faaliyetine devam eder. İkincisi, devlet isterse borçlarını kapatır, iflastan da korur. Bunu konkordatoda olduğu gibi mahkeme kararı ile yapar. Faiz zaten yoktur.

Adil Düzen ekonomisini anlayabilmek için bugünkü faizli düzen ekonomisini de bilmek gerekmektedir. Muhasebesi ile sistematik bir ekonomi ilmi gelişmemiştir. Bizim onları öğrenmemiz, anlamamız ve anlatmamız gerekiyor.

وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (284) (VaelLAHu GaLaY KülLİ ŞaYEiN QADIyRun)  

“Allah her şeye kadirdir.”

Bu ifade Kur’an’da çokça geçer. Ya “İnnellahe” olarak ya da “Vallahu” olarak geçmektedir.

Buradaki “Va” va-i haliyedir. Allah her şeye muktedir olarak bunu yapar.

Allah zulmetmektedir ama zulüm yapmaz. O halde zulüm yapmada muktedir olma gerekmektedir. Allah suçluları affettiği halde mağdurlara da zulüm yapmaz demektir. Yani Allah zalim değildir ama affa da muktedirdir.

Şimdi yine af meselesine geçelim.

a)      Biri diğerine zulmetmiştir. Mazlum zalimi affetmiştir. Bu aftan dolayı sevabını kat kat almıştır. Âhirette derecesi yükselecektir. Ama âhirette artık onun cezalandırılmasını isteyemez. Bu dünyadaki aftan geri dönemez.

b)      Affetmeyeceğini beyan etmiştir. Affetme sevabından mahrum olmuştur. Âhirette de artık affettim diyemez. Affedip etmeyeceği artık ona sorulmaz. Ondan o yetki alınmıştır. Kısası talep ettikten sonra dönemez. Allah isterse onu affedebilir. Yine ona sevabını verebilir, çünkü o adildir.

c)      Bu dünyada affetmemiş, affetmeyeceğini bildirmiştir. Âhirete geldiği zaman affedebilir. O zaman yine sevap almış olur. Affetme yetkisi vardır. Affederse; hayır, kabul etmiyorum, onu cehennemde yakarım demez, Allah.

d)      Âhirete geldiği zaman dünyada affetmediği gibi orada da affetmiyor ve tazibini istiyor. O zaman Allah isterse azab eder, isterse affedip affetmeyenin cennetteki yerini yükseltir veya cehennemdeki azabını tahfif eder.

Kadir” kelimesi nekre olarak kullanılmıştır. Yani Allah’ın yerine devletler de, kamu da affetme yetkisine sahiptirler demektir. Mağdur daha muhasebe esnasında aynı hayatta iken olduğu gibi borçluyu temerrüde geçirmez, alacağını erteler veya bağışlayabilir. Yahut mahkemeden hemen iflas kararının çıkmasını ister. Mahkeme durumu değerlendirir; ya yılsonuna bırakır yahut hemen iflasına karar verir. Bu, bu dünyadaki muhasebedir. Yılsonuna geldiğinde iflasını isteyen artık erteleyemez. Hakemler isterlerse erteler. Ertelemişse iflasını talep etmez. Yıl içinde hakemlere gitmemiş ve iflasını talep etmemişse, yılsonunda muhasebesi yapılır. Kendisine sorulur. İflasını talep ederse, iflasına karar verilir. Yahut devlet öder ve durdurur. Veyahut hakemlere gider ve iflası durdurabilir.

“Allah her şeye kadirdir” ifadesinden bunlar anlaşılmaktadır.

Bu âyetten bu mânâları anlayabilmemiz için tedayün âyetini doğru anlamamız gerekmektedir. Bunun için de on dört asrı beklememiz gerekmiştir. Muhkem ve müteşabihin mânâsı budur.

 

 

 


BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
1-BAKARA SURESİ16/01/2006-12/01/2008
3448 Okunma
2-bakara11-20
2466 Okunma
3-bakara21-30
2601 Okunma
4-bakara30-37
2324 Okunma
5-bakara37-48
2583 Okunma
6-bakara 49-57
3189 Okunma
7-bakara 59-61
3187 Okunma
8-bakara 62-69
2554 Okunma
9-bakara 70-76
3587 Okunma
10-bakara 77-83
2825 Okunma
11-bakara 84-88
2366 Okunma
12-bakara 89-93
2492 Okunma
13-bakara 94-101
2692 Okunma
14-bakara 102-105
3564 Okunma
15-bakara 106-112
2736 Okunma
16-bakara 113-119
2816 Okunma
17-bakara 120-123
2707 Okunma
18-bakara 124-130
2389 Okunma
19-bakara 132-138
2256 Okunma
20-bakara 139-143
2175 Okunma
21-bakara 144-149
2653 Okunma
22-bakara 150-158
2552 Okunma
23-bakara 159-165
2152 Okunma
24-bakara 166-173
2564 Okunma
25-bakara 174-177
2666 Okunma
26-bakara 178-182
2400 Okunma
27-bakara 185-187
6460 Okunma
28-bakara 188-194
2541 Okunma
29-bakara 195-198
2914 Okunma
30-bakara 199-206
2443 Okunma
31-bakara 207-213
2848 Okunma
32-bakara 215-217
2279 Okunma
33-bakara 218-221
2777 Okunma
34-bakara 222-228
3087 Okunma
35-bakara 229-232
3682 Okunma
36-bakara 233-235
2357 Okunma
37-bakara 236-242
2566 Okunma
38-bakara 243-246
2689 Okunma
39-bakara 247-248
2933 Okunma
40-bakara 249-252
3235 Okunma
41-BAKARA 253-256
2774 Okunma
42-BAKARA 257-259
2616 Okunma
43-BAKARA 260-264
3179 Okunma
44-BAKARA 265-269
2359 Okunma
45-BAKARA 270-274
2710 Okunma
46-BAKARA 275-277
2416 Okunma
47-BAKARA 278-281
2445 Okunma
48-BAKARA 282 TEDAYÜN(BORÇLAŞMA)
2873 Okunma
49-BAKARA 283-284
2583 Okunma
50-BAKARA 285-286 (AMENER RASULÜ)
3799 Okunma

© 2024 - Akevler