BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
Süleyman Karagülle
2673 Okunma
bakara 106-112

 

ADİL DÜZEN 369

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 31. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

مَا نَنسَخْ مِنْ آيَةٍ أَوْ نُنسِهَا نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَا أَوْ مِثْلِهَا أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ(106)

أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ(107)

أَمْ تُرِيدُونَ أَنْ تَسْأَلُوا رَسُولَكُمْ كَمَا سُئِلَ مُوسَى مِنْ قَبْلُ وَمَنْ يَتَبَدَّلْ الْكُفْرَ بِالْإِيمَانِ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاءَ السَّبِيلِ(108) وَدَّ كَثِيرٌ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَوْ يَرُدُّونَكُمْ مِنْ بَعْدِ إِيمَانِكُمْ كُفَّارًا حَسَدًا مِنْ عِنْدِ أَنفُسِهِمْ مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ الْحَقُّ فَاعْفُوا وَاصْفَحُوا حَتَّى يَأْتِيَ اللَّهُ بِأَمْرِهِ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ(109)

 

مَا نَنسَخْ مِنْ آيَةٍ (MAv NaNSaP MiN EaYaTin)  “Âyetten birini nesh etmez.”

ÂYET” yollarda dikilen yol işaretleridir. Kabile başkanlarının tepelere diktirdiği bayraklardır.

Açıkça olanları gösteren delillere âyet denmektedir. Doğa kanunları Allah’ın âyetleridir. Kur’an’ın sözleri de Allah’ın âyetleridir. Doğa kanunları değişmez. Doğa kanunları ancak âhirette değişecektir ama hepsi değil. Mesela, entropinin büyümesi değişecektir. Periyodik titreşim yapacaktır.

Meclislerin icma ile çıkardığı kanunlar da âyettir. Şimdi bunların değişmesi sözkonusudur.

NÜSHA” kopya demektir. Yani, nüsha demek yeni kopya çıkarmadır. Eskinin yerine yenisini koymadır. Bazı hükümleri değiştirmedir.

NESH” eskisini iptal değildir. Değişen kanunlar gibidir. Kanunların eski hükümleri o zaman için bâki kalır. Ancak yeni olaylara yeni kanunlar uygulanır. Mesela, Medeni Kanun değişmiştir, ama daha önce ölenlerin mirasları Medeni Kanun ile değil, şer’î hükümlere göre taksim edilmektedir.

Bu kuralın her yerde uygulanması gerekir. Kurulmuş şirketlerin sözleşmeleri, kuruluş tarihindeki kanunlara tâbidir. Sonra kanun değiştirip ‘siz de buna uyun’ demek, hukuk kurallarına ve nesh kaidelerine aykırıdır. Ama Türkiye’de şirketleri ve kooperatifleri yıkmak, ülkeyi yabancı sermayeye peşkeş çekmek için sık sık Ticaret Kanunu ve Kooperatifler Kanunu değiştirilir. Evlenmelerde de Medeni Kanun gelmeden evlenmeler geçerli sayılmıştır. Mesela, iki evlilikler devam etmiştir. Ne var ki, diğer hükümler kanuna uydurulmuş ve evlilik geçerli sayılmıştır. Oysa o evlilikler ancak şer’î hükümler içinde geçerli olmalıdır.

Hâsılı, nesh eski hükümleri iptal etmek değildir. Yeni zamana yeni hükümler getirmedir. Bu husus usulcüler tarafından çok iyi bilinmektedir.

Allah insanları lazım olan hükümleri günü gelince bildiriyor. İnsanlara, kendilerine gerekli olmayan bilgiler yük olmasın diye, yeni hükümler yürürlüğe gireceği zaman bildirilir.

İslâmiyet’te nesh var mıdır gibi tartışmalar yapılmıştır. Hıristiyanlar neshi kabul etmemektedirler. Onlar dışında bütün dinler neshi kabul ediyorlar. Hıristiyanlar da şeriatı reddettikleri için neshi kabul etmiyorlar.

Kelamda nesh yoktur. Allah her zaman vardır ve birdir. Âhiret değişmemektedir.

Kur’an gelmeden önce yeni peygamberler gelir ve yeni peygamberlerle ve yeni kitaplarla nesh sözkonusu olurdu. Onlar bazı hükümleri değiştirirlerdi. Mesela, Hıristiyanlarda kurban kesme zorunluluğu kaldırılmıştır. Çünkü artık insanlar çobanlık döneminde yaşamıyorlardı. Vergileri kurban olarak vermek zorunda değildiler. Cumartesi günü toplantısı da kaldırılmıştır, çünkü artık canavarlardan korunmak için toplanarak haftanın bir gününü o işe ayırmaya gerek kalmamıştır.

Kur’an’dan sonra nesh içtihat ve icmalarla olmaktadır. Bir kişi içtihadını değiştirdiği zaman, kendisinin eski içtihadı nesh olur ve ona tâbi olanlar için de o içtihat değişmiş olur. İcmalarda da aksine icma olduğunda eski icmalar nesh olmuş olur.

Tartışılan diğer bir konu da, Kur’an’da mensuh âyetler var mıdır meselesidir?

Bu konunun açıklıkla anlaşılması için neyin nesh olduğunu açıklamak gerekir.

Birinci nesh tebdildir. Mesela, Hazreti Adem zamanında kardeşler evlenebildiği halde, Tevrat ve Kur’an’da kardeşlerin birbirleri ile evlenmeleri haram edilmiştir. Buna tebdil denmektedir.

Kur’an’da böyle nesh var mıdır? Böyle bir nesh Kur’an nâzil olurken vardı. Yeni hükümler geliyordu. Mekke âyetlerinin bir kısmı Medine’de nesh olmuştur. Mesela, Mekke’de savaş meşru değilken, Medine’de meşru olmuştur. Kur’an’ın nâzil olması tamamlandıktan sonra, artık Kur’an âyetlerinin hepsi eşit şekilde yürürlüğe girmiştir. Şimdi Kur’an’da herhangi mensuh âyet yoktur. İslâmî devletlerde Medine âyetleri geçerlidir. Kuvvet yönetimlerinde ise Mekke âyetleri geçerlidir. Kur’an’ın bazı âyetleri hukuk düzeninde uygulanır. ‘Size saldırdıklarının misli ile saldırın.’ âyeti böyle âyettir. Bazı âyetler ise askeri düzende uygulanır. Düşmanları bulduğunuz yerde öldürün âyeti böyle bir âyettir. Birçok âyetler her şartta uygulanır. Namaz kılın âyeti böyledir.

Neshin ikinci çeşidi ise tağyirdir, yani değişikliktir. Önce bir inek kesilmesi emredildiği halde, sonra sarı inek kesilsin denmiş. Hanefilere göre bu da neshtir. Şafiilere göre bu nesh değildir. Bunun hukukta uygulaması nesh ise gerisin geriye işlemez, nesh değil de beyan gerisin geriye işler.

أَوْ نُنسِهَا (EaV NuNSIyHAv)  “Ve insa etmeyiz.”

NESY etmek” unutmak demektir. Kervan konakladığı zaman oralarda bazı artıklar bırakır. Ona ‘NESY’ denir. Kervan kalkınca bazı kimseler gerisin geriye gelip unuttuğumuz bir şey var mı diye yoklarlar. Orada buldukları unutulan şeylerin adı “NESY”dir.

İnsanlar ve topluluklar unutkan varlıklardır. Yazılı metin bâki kalsa da, anlamlar değişir ve unutulur. Mesela, bugünkü Müslümanlar fıkhı ve usûlü fıkhı unutmuşlardır. Kitaplarda yazılı olsa da, artık insanlar ondan yararlanmıyor ve bilmiyorlar. Medreselerin kapanmasıyla hepten hafızalardan silinir olmuştur.

Batılılar Türk halkını İslâmiyet’ten koparmak için medreseleri kapattırmış, harfleri değiştirtmişlerdir. Böylece Allah onlara bu imkanı verince biz de unuttuk. Bu yalnız Türkiye’de değil, tüm dünyada olmuş, sosyalizm dinleri unutturmuştur. Ne Hıristiyanlar Hıristiyanlığı, ne Budistler Budistliği, ne de Hindular Hinduluğu bilmektedir. Müslümanlar da dinlerini unuttular. Bunlar hep Allah’ın iradesi ile olmuştur.

Demek ki, sosyalizmin kendisi şer olduğu halde, insanlık için hayır olmuştur.

III. bin yıl uygarlığı II. bin yıl uygarlığının üzerinde kurulamazdı. Bir meyve bahçesi yeterli zaman geçince yaşlanır ve artık meyve vermez olur. Orasını yeniden canlandırmak için gövde ve köklerin kaldırılması gerekir. Bu ya kendiliğinden çürümesiyle olur, ya da biz onları kökleyip söker ve atarız.

İşte, Allah da yaşlanmış II. bin yılın uygarlığındaki dinleri kökletmiştir. Sosyalizm budur. Şüphesiz bu sosyalistleri cennete götüren bir izah değildir. Şeytanın yaptığı işler kötüdür ama, sonu inananlar için hayırlıdır.

نَأْتِ بِخَيْرٍ مِنْهَا (NaETı Bi PaYRin MiNHAv)  “Daha hayırlısını getiririz.”

Daha hayırlısını getirmedikçe, bir âyeti ne unutturur, ne de değiştiririz.

Demek ki, değişiklik daha hayırlısı içindir. Sonbaharda yapraklar dökülür. Neden dökülür? İlkbaharda yenileri onlardan daha hayırlısı olsun diye bu yapılır. Ölüm daha iyilere yer açmak içindir. Evrim bu suretle olmuştur. Âhiretin en büyük delili budur. Kâinat ölüme doğru gitmektedir. Bunun böyle olduğu ilmen kesin olarak sabit olmuştur. Entropinin büyümesi budur. O halde daha hayırlı bir kâinata gideceğiz. Yoksa abesle meşgul olunmuş olur. Hazreti Adem, Nuh, Musa, Davut, İsa ve Muhammed’in -aleyhimüsselâm- getirdiği şeriatlar hep daha ileri şeriatlar olmuştur. Sizlere şunu söyleyebilirim ki; III. Bin Yıl II. Kur’an Uygarlığı da, II. Bin Yıl I. Kur’an Uygarlığı’ndan daha hayırlı olacaktır. Biz sahabeler kadar hayırlı değiliz ama, uygarlığımız daha ileri uygarlık olacaktır. Kur’an’ın birçok âyetleri ancak bu uygarlıkta uygulanacaktır. ‘Selem Senedi’ bu uygarlıkta devreye girecek, seçim bu uygarlıkta devreye girecek, borcun azı ve çoğu üşenmeden bu uygarlıkta yazılabilecektir. Çünkü bilgisayar şimdi bulundu, artık her şeyi yazmak ve hesaplamak çok kolaylaştı.

Demek ki, kapitalizm ve sosyalizmin yıktığı şeriat uygarlığından daha hayırlı uygarlığın geleceği, kesin dil ile bize haber verilmektedir.

Buna dayanarak diyoruz ki, AK Parti iktidarı başaramayacak, başarılı olamayacaktır. Çünkü daha hayırlısını getirmiyor. O da sadece sosyalistlerin ve kapitalistlerin yıkma faaliyetine katılıyor ve katkıda bulunuyor. Bunların galip gelmeleri demek, kıyamet demektir; çünkü mikroplar galip geldiği zaman kişi ölür.  

أَوْ مِثْلِهَا (EaV MiSLiHAv)  “Ya da mislini getirir.”

Bu ne demektir? Eskimiş çökmekte olan bir apartmanı yıkarsınız ve yerine yensini inşa edersiniz. Yeni apartmanda bazılarını değiştirirsiniz. Bu da daha hayırlı olanıdır. Ama eskinin hepsi kötü değildir. Bir kısmını aynen bırakırsınız. Bir şey bazen yenidir ama daha hayırlısı değildir. Allah şunu yapmamaktadır. Bazı iyi yenilikler için eski iyilikleri azaltma cihetine gitmemektedir. Eski iyiler aynen kalmaktadır. Yeni iyiler daha iyi olmaktadır. Evrim böyle sağlanmaktadır. Her daha iyi insanlığı biraz daha ileri götürmektedir.

Biz de yenilik yaparken bu evrim kanunlarına uymak zorundayız. Mesela, ahşap evler projemizi geliştirirken ona yeni iyilikler katmalıyız. Allah Yenibosna’dakilere imkan vermiştir. Bahşayış arazisini Camililer almış, su havzasında kaldığı için bugüne kadar değerlendirilememiş, orayı yağmalamak isteyen pek çok talipli çıkmış ama başaramamıştır. Ahşap evler denememiz şimdiye kadar başarılamamış, buraya kalmıştır…

Biz market açıp toplanmaya başlayınca, Allah Süleyman Akdemir ve arkadaşlarına imkan vermiştir. Onlara da Allah ilham etmiş, bizi desteklemişlerdir. Bunlar tesadüf değildir. Artık daha hayırlısını getirme zamanıdır. Market çalışmaları gevşememek şartı ile bunu da yapmak zorundayız. Her şey muhasebeye bağlıdır.

أَلَمْ تَعْلَمْ (Ea LaM TaGLaM)  “İlmin yok mu?”

İsrail oğullarına ait hikâyeyi anlattıktan sonra, bize hitap ederek nesh konusunu izah etmiştir.

Bundan 1400 yıl önce Araplara aynı sözleri söyledi ve söyledikleri bir bir gerçekleşti. Medine devleti kuruldu ve tüm Arabistan’da düzen sağlandı. Cahiliye döneminden şeriat dönemine geçildi.

Bugün de insanlık cahiliye dönemindedir. Görünürde devlet vardır ama, bu devlet sömürü sermayesinin bekçiliğini yapmaktadır. “Adil Düzen” geldiği zaman devlet sermayenin ve zulmün değil, adaletin bekçiliğini yapacaktır. Orada yargılama para ile olmayacaktır. Avukatlar çekişmeyecek, hakemler tartışacaktır.

1400 yıl önceki Müslümanlar, bugünkü Adil Düzen mü’minlerinden daha zayıf idiler. İsrail oğulları onlardan da zayıf idiler. Ama sonunda kimler başardı? O zayıflar başardı. Adil Düzen Çalışanları, siz de asla ümitsizliğe düşmeyin. Çünkü yapacak olan siz değilsiniz, biz değiliz. Yapacak O’dur. O da bize haber vermektedir. O halde her Adil Düzen Çalışanına diyor ki: ‘Bilmiyor musun?’ Sen ey Reşat, ey Fatma, ey Lütfi, ey Emine, ey Hasan, ey Meryem, Yasin, Yaşar, Hasan, Hakan, Taha, Zübeyr, Hikmet, Ayşenur, Kübra, …

أَنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ(106)  (EinNa elLAHa GaLAy KülLi ŞaYEin QaDIyRun)  “Allah her şeye kadirdir.”

Nesh ettikten veya unutturduktan sonra, daha hayırlısını veya benzerini getirmeye kadirdir. Gücü yetendir. Yahut her şeyi ölçülü yapmaktadır. Ne kadar zulüm yapılmasına izin verirse, o kadar zulüm oluyor. Sonra ortalık aydınlanır ve adalet hakim olmuş olur. Mutlaka daha hayırlısı gelecektir. En az misli gelecektir.

Bunu bilmiyor musun?

Bunun müfret olmasından anlıyoruz ki, bir kişi olsak bile, “Adil Düzen”in geleceğine inanarak çalışmamız gerekir. “Adil Düzen” İslâm düzenidir, Hak düzenidir, şeriat düzenidir.

Bir cetvel yapıyorum, aklınızda kalsın.

  Latince

  Yöneten düzen

Arapça

  Gözeten düzen

  Hukuk Düzeni

  Yalnız haklar

Ahkâm

  Haklar ve görevler

  Demokratik

  Ekseriyet

Şeriat

  İçtihat, ortak vekil

  Lâik düzen

  Din dışlanıyor

İslâm

  Dinler barışıyor, aktif

  Sosyal

  Primli sigorta

Hak

  Kira karşılığı yaşama

  Liberal

  Faizli tekelli denge

Adil

  Faizsiz sermaye vergisi

Anayasamızda değişmez maddeler arasında yer alan bu hükümler gelecek dünyanın daha hayırlı ahkamıdır. Bugünkü tekel sömürü düzeninden, gelecekteki halk düzeni daha hayırlıdır. Allah’ın halifesi olan insanlık bunu başaracaktır. “KADİRUN”un nekire gelmesinin hikmeti budur.

***

أَلَمْ تَعْلَمْ (Ea LaM TaGLaM)  “İlmetmedin mi?/ Yani, ilmettin.”

ELEM TA’LEM”i aynen tekrar etti. Mâzi sığası ile kullandı. Çünkü insanoğlu bunu doğuştan bilmektedir. Bu ilim vehbî değil kesbîdir. Herkes aklı ile bunu bilmektedir.

Burada “Ve” harfi getirilmemiştir. Çünkü her şeye kadir olmakla her şeyin O’na ait olması aynı mânâdadır. Müfret getirilmiştir, çünkü her insan bunu tek başına bilmektedir. Bunun için başkalarının öğretisine gerek yoktur.  

أَنَّ اللَّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ  (EanNa elLaHa LaHUu MuLKu elSaMAvATı Va eLEaRWı)  

“Allah, semavat ve arzın mülkü kendisinin olandır.”

Burada “SEMAVAT VE ARZ” marife gelmiştir. Beş boyut içinde dört boyutu süren üç boyutlu uzaydır demektir. Mülk marifeye izafe edildiği için diğer gezegenler de arza mülhaktır.

Geçmişte olanlar ve gelecekte olanların hepsi O’nun emriyle hareket eder. Bir yaprak bile O’nun izni olmadan kıpırdamaz. Dolayısıyla sosyalistlerin ve kapitalistlerin yaptıkları da O’nun takdiri ile olmaktadır. Gelecekte daha hayırlısının gelmesi için nesh olmaktadır.

وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ (Va MAv LaKuM MiN DUvNı elLAHı)  

“Allah’ın dûnunda sizin için yoktur.”

Allah’ın dışında sizin için bir veli ve nasır yoktur.

Burada “ALLAH” tekrar edilmiştir. Çünkü birinci Allah’ta O’nun zatı kastedilmişti. Burada ise kendisi ve halifesi birlikte kastedilmektedir.

Sizin için Allah’tan başka ve sizin Adil Düzen Cemaatinden başka bir veliniz ve nasırınız yoktur.

‘Ahmet geldi, onu yatırdım.’ dediğiniz zaman, gelmesi ile yatırılması arasında ilişki vardır demektir.

‘Ahmet geldi. Ahmet’i yatırdım.’ derseniz, gelme ile yatırma arasında ilişki yok demektir.

Zamir onu ayniyle ifade eder. İsmin tekrarı onun başka yanını ifade eder.

مِنْ وَلِيٍّ (Min VaLiyYin)  “Veliden birini bulamazsın.”

Kur’an’da veli ve nasır olarak iki kurumdan bahsetmektedir. Kişilerin topluluk içinde iki çeşit ortakları vardır. Biri dayanışma ortaklarıdır. Birine bir kötülük gelirse hepsine gelmiş kabul ederek birbirlerine dayanırlar.

Mesela, biri birine saldırırsa, hepsine saldırmış kabul edilir ve birlikte savunmaya geçerler. Biri bir suç işlerse hepsi birden diyetini öderler. Buna ‘VELAYET’ denir. Velayet bucakta başlar. Bucak başkanı oradaki herkesin ortak velisidir, Allah’ın halifesi olan topluluğun resulüdür. Burada dayanışma ortaklık sorumlusuna ‘VELİ’ denmektedir. Bunlar ayrı ayrı dayanışma ortaklıklarını kurmakta iseler de, sonunda hepsi topluluğun kurallarına yani şeriata uyarlar. Şeriat olmadan, başkan olmadan, hakemler olmadan velayet sözkonusu olamaz. İktidar bir bütündür, tecezzi etmez. Zaten tecezzi etmediği için muktedir olunmaktadır.

وَلَا نَصِيرٍ(107)  (Va Lav NaSIyRun)  “Nasır da bulunmaz.”

Veli” dayanışma ortaklığı sorumlusudur. Tevliye edenlerin ortak vekili olduğu için tevkil eden onu değiştirebilir, ama kararına karışamaz. İstişareden sonra kararı o verir. Oysa, genel hizmetli ise kişinin yardımcısıdır. Hasta iken yardım eder. Sağlam iken onun adına karar alamaz. Yardım edenlerin ehliyetini topluluk verir, dayanışma ortaklıkları verirler. Ancak çoklu sistem vardır.

NASIR”ı kendisi seçer. İstediği zaman değiştirir. Kişiler ücret ödemezler. İşletmelerden alınan kamu payı ile ödenir. Hâsılı, velayet kamu hukukunu, hilafeti; nusret ise özel hukuku, kıyamı ifade eder.

Evrime karşı gelinemez. Avrupa’da demokrasi gelmeye başlayınca krallar birleştiler ve demokrasiyi önlemek istediler. Demokratlar zalim oldukları halde galip geldiler. Bugün artık krallıkla idare edilen bağımsız devlet yoktur, sadece Batılıların sömürü aracı olan hanedanlar ve diktatörler vardır.

Şimdi de insanlar birleşmişler, “Adil Düzen”i durduracaklarını sanmaktadırlar. Kimilerini başbakan yapıp “Adil Düzen”den uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Anayasa çoğunluğunu veriyor ve “Adil Düzen”den uzaklaştırmaya çalışıyorlar. Başaramayacaklar, çünkü “Adil Düzen” isteseler de istemeseler de gelecektir. 1400 sene önce Allah böyle dedi ve öyle oldu. Allah bugün de vardır, lâ yemuttur.  Böyle diyor, yine böyle olacaktır.

***

أَمْ تُرِيدُونَ  “Yoksa şöyle mi murat ediyorsunuz?”

Bundan önce “Elem Ta’lem?” demiş, “Bilmiyor musun?” diye sormuştu. Orada mü’minlere teker teker muhatap aldı, burada topluca muhatap alındı. Yani, teker teker görevlendiriliyor ama, birlikte hareket edilmesi gerektiğine işaret ediyor. “YOKSA?” ile sorması, tam kabul ediyorsunuz demiyor ama muhtemel görüyor. Tam olmasa da benzer durumlarla karşılaşılabileceğine işaret ediyor. ‘Niçin böyle yapıyorsunuz?’ demiyor.

“Yoksa böyle mi yapmak istiyorsunuz?” Aynı duruma düşmeyin diyor.

أَنْ تَسْأَلُوا رَسُولَكُمْ (EaN TaSEaLUv RaSUvLaKuM)  “Resulünüze sormak mı istiyorsunuz?”

“Muhammed’e sormak mı istiyorsunuz?” demiyor. Çünkü buradaki resul Kur’an’ı ilk olarak almış olan resul değildir. Öyle olsaydı Kur’an yalnız ilk Müslümanları kastetmiş, bize hitap etmemiş olurdu. Çünkü şimdi bize soramayacaktı. O halde bugün burada muhatap olan cemaatinin başkanıdır. Aşiret cemaatinin başkanı imamdır, ama resul değildir. Resul, hükmeden ve aynı zamanda kadı olan kimsedir. O halde bir bucak oluşturmaya başladığımız zaman, başkanımıza böyle soru sorma durumunda olabiliriz.

RESUL” cuma cemaatinin imamıdır. Her bucağın öyle imamı vardır. İllerde merkez bucaklar vardır, bucakların imamı da muhataptır. Kavmin merkez bucaklarının imamı da muhataptır. Mekke imamı da muhataptır. Her birinin kendi cemaati vardır. Onlar ona muhatap olacak ve onlar ona soracaktır. Bir bucak halkı devlet başkanına soramayacağına göre, burada muhatap olan merkez imamlar olsa da, taşra halkı sail değildir.

كَمَا سُئِلَ مُوسَى (KaMAv SuEiLa MUvSAy)  “Musa’ya sual olunduğu gibi.”

Burada ismi tasrih ediyor. ‘İsrailliler resullerine sordular’ demiyor. Halbuki bize hitap ederken “Resulünüze sual etmek mi istiyorsunuz?” diyor. Bugün kastedilen Hazreti Muhammed değildir. İlk nâzil olduğu zaman kastedilen Hazreti Muhammed aleyhisselâm, cemaat de Medinelilerdir. O zaman onlar sağ idiler. Hazreti Muhammed’e sorabilirlerdi.

Adil Düzen”i tesis ederken elbette İsrail oğullarının karşılaştıkları sorunlarla karşılaşacağız, Hazreti Muhammed aleyhisselâm ve ashabının karşılaştıkları sorunlarla karşılaşacağız. Onun için gerek Tevrat’ı, gerek Kur’an’ı hadisler ile birlikte öğrenmemiz gerekmektedir. Onlar bize örnektirler.

مِنْ قَبْلُ (MiN QaBLu)  “Daha önce.”

Yani, Kur’an inmeden önce. Burada Kur’an inmeden önce meşru olan bir şey, artık meşru değildir. O da başkanlara sorup fetva alarak amel etmedir. Herkes kendi içtihadı ile amel edecektir. Başkanın içtihadı ile amel etmek yasaklanmıştır. İşte, daha önce Hazreti Musa’dan aldıkları fetva benzeri fetva istemeyin, kendi içtihadınızla amel edin denmiş olmaktadır. Demek ki bu ayet bize önemli iki hususu hatırlatmış oluyor.

Artık nebilik bitmiştir. Her kabile kendi başkanını kendisi atar, sonra onun nezaretinde yaşar. Herkes kendi içtihadı ile amel eder. İçtihat edemezse müçtehidine sorar. Başkandan emir almaz ve istemez. Başkana karşı da sorumlu değildir. Şeriat düzeninde herkes topluluğa karşı sorumludur ve bu sorumluluk da hakemlere karşıdır. Başkanın içtihadı ile amel edilmeyeceği hususunda alimler arasında ittifak vardır. Ne var ki, bu husus içtihadın kapatılmasından sonra değişmiş, Türk hükümdarlar emirnameler çıkarmış ve ülkelerini cahiliye dönemiyle yönetmişlerdir. III. Bin Yıl Uygarlığı, II. Bin Yıl Uygarlığı’ndan daha hayırlı olacaktır.

وَمَنْ يَتَبَدَّلْ الْكُفْرَ بِالْإِيمَانِ (Va MaN YaTaBadDaLi eLKuFRa Bi eLIyMANı)  

“Kim küfrü imanla tebdil ederse.”

Yani, imanın yerine küfrü koyarsa. Tafa’ul bâbı lâzım yapar. Sonra “Ba” ile müteaddi olur. İmanı verip küfrü almak anlamındadır. “Ba” bedeliyet içindir.

Burada çok önemli bir hususa işaret etmektedir. Kur’an nâzil olduktan sonra tekrar fetva ile amel etmek küfürdür. İşte ‘içtihad bâbı seddedilmiştir’ diyenler küfretmiş demektir. Evrimden geri dönüş irticadır.

Kimse saltanatın geri gelmesini isteyemez, yahut hanedana dayalı bir hilafet talep edemez. Kimse Osmanlı harflerine dönemez. Kimse Mecelle’yi isteyemez. Ama daha ileri bir işleyişi herkes ister. Mesela, Sünnilerin bir seçilmiş siyaset dışı halifesi olsun diyebilir. Şiilerin de olur. Buna zaten bugün mâni olan hiçbir şey yoktur. Mesela, Türklerin şeyhleri toplanır ve kendilerine bir halife nasbedebilirler. Yahut, tarikatların liderleri bir dini halife nasbedebilirler. Ama kimse Osmanlı hanedanını halife yapamaz. Bunu istemek küfürdür. ‘Osmanlıların mucibine göre amel edile’ fermanlarını kimse kanun yapayım diyemez. Diyen kâfir olur.

فَقَدْ ضَلَّ سَوَاءَ السَّبِيلِ(108)  (FaQaD WalLa SaVAyEa elSaBIYLi)  

“Dalâlet etmiş olur, yolun ortasını kaybetmiş olur.”

Burada önemli bir hususa işaret etmektedir. Cehenneme gider demiyor, yolun ortasını kaybeder diyor.

Eskide ısrar küfürdür ama, zulüm değildir. Dolayısıyla zulmedilmedikçe kimse suçlu olmaz.

***

وَدَّ كَثِيرٌ مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ (VadDa KaÇIyRun MiN EaHLi elKiTAvBi)  

“Kitab ehli olanlardan ekserisi meveddet etti.”

İnsanlık tarih boyunca iki aşama geçirmiştir. Yazı icat edilmeden önce insanlar kabile hayatı yaşıyordu. Yazılı kuralları yoktu. Bundan beş bin yıl önce insanlar yazılı kurallarla tanıştılar, bu Hazreti Nuh’un şeriatı idi.

Dicle ile Fırat arasında başlayan ilk uygarlık önce Mısır’a, sonra İran ve Anadolu’ya, daha sonra Hindistan ve Çin’e yayıldı. Yirminci yüzyılın sonunda yazılı hukuka geçmeyen bir ülke kalmadı. Yazılı hukuku kabul eden herkese kitap ehli denir. Kendilerine kitap verilenler de ehli kitaptır. Kur’an ehli de ehli kitaptır. Kur’an bize yani Adil Düzen Çalışanlarına hitap ediyor. Kitap ehli olanlardan çoğu diyor. Yani, insanların çoğu diyor. Sizleri “Adil Düzen”den vazgeçirmek isterler diyor. Öyle yapmadılar mı? Hâlâ ne çabalar gösteriyorlar…

لَوْ يَرُدُّونَكُمْ (LaV YaRudDUvNaKUm)  

“Bir reddetseler. Reddolmanızı isterler.”

REDDETMEK” gerisin geriye çevirmek, kabul etmemektir.

İnsanlık tarihinde iki kuvvet daima dengededir; ilericilik ve gericilik. Ama ilericilik her zaman galip gelmekte ve ileri gidilmektedir. Fizikte sürtünme kuvveti vardır, bir şeyi ileri götürmenize engel olur. Toplulukta da böyle durdurucu güç vardır, sizin ilerlemenize mâni olmaya çalışır. Nasıl frensiz araba olmazsa, gericileri olmayan ülkeler de olamaz. Başka türlü ilerleme olmaz. Doğada bir taraftan evrim vardır, diğer taraftan bozulma vardır. Evrim bozulmayı yenmekte ise de, sonunda enerji bitecektir. Kıyamet kopacak ve Kâinat yeniden düzenlenecek, daha ileri kâinat gelecektir. Kitleler tutucudur. Çoğu direnir.

Nitekim, “Adil Düzen”e karşı da herkes direniyor. Dayanamayanlar elenip gidiyor, “Adil Düzen”i ağızlarına bile alamıyorlar. Kur’an, İslâm düzeninin gelmesine direnenlerin daha çok kimselerden ibaret olduğu durumdan bahsetmektedir. Şimdi Adil Düzen Çalışanları İstanbul’da, İzmir’de ve Ankara’da çalışmalarına devam etmektedirler. Herkes karşı, herkes direniyor. www.akevler.org tebliğ için yeterlidir. Biz yazdıklarımızı oraya girdiğimizde, bizim tebliğ görevimiz yeterli olur. Artık okuyup okumamak onlara ait olur.

Kitap ehlinin çoğu böyledir. Gözlerimizle görüyor, kulaklarımızla duyuyoruz...

Kur’an bize bunları bildiriyor ki ümitsizlik içine düşmeyelim.

مِنْ بَعْدِ إِيمَانِكُمْ كُفَّارًا (Min BaGDi IyMAvNıKuM  

“İmanınızdan sonra küffar olarak reddetsinler.”

Adil Düzen”i ortaya koyduktan sonra ondan irtidat etmelerini istemek demek ki doğaldır.

Saadet’teki ajanlar mahkeme kararlarını bahane ederek “Adil Düzen”i bıraktırma faaliyetinde bulundular. Tansu Çiller kendisi “Adil Düzen”i kopya etmeye çalıştı ama, başaramayınca karşı faaliyete geçti.

Şimdi iktidarda olanlar ise ‘hiç Adil Düzenci olmadıkları’ ile öğünüyorlar!..

Burada evrime iman denmekte, tutuculuğa da küfür denmektedir. Yukarıdaki beyanı burası teyit etmektedir. Neshe uymamak küfür kabul edilmiştir.

Biz “Adil Düzen” dediğimizde neyi kastediyoruz?

a)      Her söze kulak verilecek. Doğu peygamberlerinin söyledikleri ve fakihlerin ilimleri öğrenilecek. Batı filozofları ve ilim adamlarının getirdikleri öğrenilecek.

b)      Müsbet ilme dayanılarak bunlar arasında düzenleme yapılacak. Bu bilgilere dayanılarak yeni dünya düzeni oluşturulacak.

c)       Yeni dünya düzeni kuvveti üstün tutan düzen değil, haklıyı kuvvetli kılan düzen olacaktır. Hak müsbet ilimle ortaya konacak. Son söz hakemlerin olacak.

d)      Her şeye kendi küçük topluluğumuzdan başlayacağız. Yapamayacağımız şeyleri başkalarının yapmasını istemeyeceğiz. Kimseye zorla bir şeyi dayatmayacağız. Herkesin dini düzeni kendisinin olacaktır.

Aslında bu ilkeleri Batı da kabul etmiştir. Ne var ki, Batı bunların yapılmasını istemekte ama nasıl yapılacağını bilmemekte, suçu yöneticilere atmakta, böylece istikrar bozulmaktadır.

Peki, biz onların istediklerini yapıyoruz da, bize neden hasım oluyor, bizi neden reddediyorlar?!.  

حَسَدًا مِنْ عِنْدِ أَنفُسِهِمْ (XaSaDan Min GiNDi EaNFuSiHiM)  

“Kendi indlerindeki hasetlerinden bunu yapmaktadırlar.”

HASED” ‘HASAD’ kelimesi ile akrabadır. Tıraşlamak üzere ekini biçmek demektir. İnsanlar arasında yarışma vazedilmiştir. Herkes daha iyisini yapmayı isteyecek, yarışacak, başardığına şükredecek. Bu Allah’ın emrettiği bir şeydir. İbadettir. “HASED” ise kendini ileri götürmek değil de, başkalarını geri çekmektir.

Ne beklenirdi?

Akevler İzmir Ekibi Erbakan’la birlikte çalıştı ve “Adil Düzen”i ortaya koydu. Millî Görüş camiasındaki muhaliflerimiz ne yapacaklardı? Onlar da çalışıp daha iyisini ortaya koymalı idiler. Erbakan bu imkanları onların değişik gruplarına verdi, biz de destekledik. Onlar ise “Adil Düzen”i dışlamaya çalıştılar. İmandan sonra küfrettiler. Neden? Hasetlerinden. Kendileri yapamayınca bizim de yapmamızı istemediler!..

Diğer taraftan ANAP, DYP, DSP, MHP dahil hepsi, “Adil Düzen”den daha iyisini getirmeli idiler. Biz onları desteklerdik Ama onlar öyle yapmadılar, Millî Görüşçüleri “Adil Düzen”den vazgeçirmek istediler!..

Tansu Çiller “Adil Düzen” düşmanlığının şampiyonluğunu yaptı ama, şimdi nerelerdedir?!.

İsrail oğullarından da bunu beklerdik. Onlar da dönsünler ve bizim çalışmamıza benzer çalışma yapsınlar, “Adil Düzen”in ileri versiyonunu üretsinler. Ama öyle yapmadılar da, otel odalarında toplanıp Refah-Yol’u nasıl iktidardan indireceklerini planladılar!

28 Şubat’ta ne oldu? Sivil kuruluşlar, yargı, bürokratlar, ordu hep onların yanlarına geçtiler. Burada olanların hepsi doğrudur. “Adil Düzen”e inanan Refahlılar da sindi. Kötü olan bu olmuştur. Maalesef onlar da o tarafa geçtiler. “Akevler” ise her zamanki duruşunu korumuştur; inşaallah bundan sonra da koruyacaktır…

Onlar korku yaratarak vazgeçirmek isterler. Çocukları korkuturlar... Kadınları korkuturlar... Yaşlıları korkuturlar... Onlar da onlarla bir olup “Adil Düzen”e cephe alırlar... “Adil Düzen” Kur’an okumadan bu sebeple kurulamaz. Kur’an yorumlanarak okunmalıdır ki, bu olaylara karşı direnebilelim. Kur’an olmazsa, bizim bu gücümüzü nasıl bileceğiz. Biz galip geleceğiz. Çünkü biz Allah’ın hizbiyiz ve O güçlüdür. Sürtünmeler kuvvetleri yense hayat olmaz. Zaten sürtünmenin gücü kuvvet yoksa sıfırdır.

مِنْ بَعْدِ مَا تَبَيَّنَ لَهُمْ الْحَقُّ (MiN BaGDi MAv TaBayYaNa LaHUM eLXAqQu)  

“Hak kendilerine tebeyyün ettikten sonra. Sizi imandan sonra küfre çevirmek isterler.”

Burada önemli bir hususla karşı karşıyayız. O da hak tebeyyün etmelidir. Gerçek anlaşılmalıdır.

Peki, gerçek nasıl tebeyyün eder? İşte bu da Adil Düzen Çalışanlarına düşmektedir. Gerçekleri anlatmalıyız. Göstermeliyiz. Her şey açıkça ortaya çıkmalıdır. Akevler MİLAD Market faaliyete geçmelidir. Bahşayış Sitesi kurulmalıdır. Artık Ahşap Evler üreten fabrikayı kurmamız gerekir. Bunları yapacak güçteyiz. Allah’a hamd olsun ki Özket Ailesi bunu canla başla yürütmektedir. Hocaoğlu Ailesi de bu sebeple Yenibosna’ya taşınmaktadır. Süleyman Akdemir ve ortakları desteklemektedir. Kur’an okumayı başlatanlar Erol Ailesi olmuştur. Şimdi Hakan ile Selim Ahşap Evleri başlatmıştır. Görülüyor ki, kendiliğinden işbölümü olmaktadır. Yavaş yavaş eklenmektedir. İşte biz şimdi hakkı tebyin görevini yapıyoruz. Çok sıkıntılı günlerdeyiz. Doğum sancıları içindeyiz. Anne olacak gibi sevinçli olmalıyız, ama onun gibi dayanıklı da...

Onların bu hasetlerine karşı ne yapmalıyız? Onlara nasıl davranmalıyız? Kur’an olmazsa nasıl bileceğiz? Allah’a hamd olsun ki Kur’an vardır, bize ne yapacağımızı söylemektedir.

فَاعْفُوا (FaGFuv)  “Affet.”

Evet, affet. Biz de “Akevler”de hep bunu yaptık. Kimseye kin beslemedik. Kimseye düşman olmadık.

Tansu Çiller bizi “Adil Düzen”den vazgeçirmek istedi. Biz yine de onun yanında olduk. Saadet Partililerin de yanındayız. Ben AK Parti’ye oy verdim. Onları savunuyoruz... Yanlışlarını söylüyoruz... Onlara bir kırgınlığımız bile yok... Kendilerine bir şey olsa, biz onlardan daha çok üzülüyoruz… Demek ki, Adil Düzencilerin işi, ‘dost acı söyler’ deyip onların yanında yer almak, yani, yine de dost kalmaktır…

وَاصْفَحُوا  “Safh ediniz. Musafaha ediniz.”

Yani, afv ile kalmayın, yine de onları destekleyin, başarıları için çalışın.

Adil Düzen Çalışanlarının karakteri işte budur.

Onlar hasetlerinden dolayı “Adil Düzen”den vazgeçirmek istiyor, Adil Düzenciler ise sevdikleri için onları affediyor ve onlarla musafaha ediyorlar.

SAFAHA” buluşma demektir. “MUSAFAHA etme” hoş geldin demek, tokalaşmak demektir.

Biz de onlara gerektiğinde destek vereceğiz. Adil Düzen Partimiz yoksa, onlara oy vereceğiz.

Saadet Partisi bir AK Parti olacaksa niye değişsin ki? AK Parti kalsın. Saadet Partililer haset edip AK Parti’nin başarısızlığını değil, çalışıp “Adil Düzen”i halka anlatmalıdırlar. Akevler’in “Adil Düzen”inden daha güçlüsünü ortaya koymalıdırlar. İktidar oldular, hâlâ milyar dolarlık imkanları var ama...

Üç-beş kişilik Akevler Ekibi on binlerce sayfalık çalışmaları ortaya koyuyorlar da, sizin neden Erbakan’ın Akevler ile birlikte hazırladığı birkaç çalışmasından başkası yok!..

Neredesin Arif Ersoy, neredesin Numan, neredesin … ?!.  Siz Adil Düzenci değilsiniz, bunu iyice bilin!

حَتَّى يَأْتِيَ اللَّهُ بِأَمْرِهِ (XatTAy YaETiYa elLAHU Bi EaMriHIy)  

“Allah emri ile gelinceye dek böyle yapın.”

Evet, Allah emri ile gelecektir. Nedir bu emir? “Adil Düzen”dir. Adil Düzen Çalışanları “Adil Düzen”i öğrenir, uygular, onlara anlatır ve gösterirlerse, artık Allah emri ile gelecektir. Ya bu ulus demokratik kurallar içinde “Adil Düzen”i kabul edecek ve Allah onları yüceltecektir, ya da demokratik kurallara uymayacaklar ve Allah onları başka yerden helâk edecektir. Adil Düzencilerin görevi onlarla çatışmak, onlarla savaşmak değildir. Adil Düzen Çalışanlarının görevi “Adil Düzen”i ortaya koymak, ilim ve tebliğdir. Siyasi işler siyasilere aittir.

Yani, Allah emri ile gelecektir. “Adil Düzen” kurulacaktır. Ama Allah bunu tatlılıkla yapacak, yahut acıtarak yapacaktır. Bu iş bizim işimiz değildir, Allah’ın işidir. Bizim işimiz ise sabretmek ve onların cefalarına dayanıp “Adil Düzen”i onlara tebliğ etmektir. Sizden başka “Adil Düzen”i benimseyen ve ellerinde birikimi olan kimse var mı; yeryüzünde var mı? Hem sabredeceksiniz, hem de onlarla iyi geçineceksiniz...

إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قدِيرٌ(109) (EinNa EalLAvHa GaLAy KulLi ŞaYEin QaDIyRun)  

“Allah her şeye kadirdir.”

Allah her şeyi ölçümlendirmiştir. Günü gelince her şey olacaktır. O’nun her şeye gücü yetmektedir.

Burada “KADİR” kelimesi gelmiştir. Topluluğu ifade eder. Bir topluluk aşireti içinde kendisini olgunlaştırır. Kendi başına bir şey yapılamaz. Mutlaka topluluklar oluşturulmalı, o topluluk sorunları çözmelidir.

a)      Yaklaşık 10 aileden müteşekkil aşiret/ocak/apartman oluşturulmalıdır. Burada Kur’an nazari olarak öğrenilmelidir. Deneme uygulamaları yapılmalıdır. Tek başına çalışmaya başlamalı ama, mutlaka diğerleri ile birleşmelidir.

b)      Sonra, yaklaşık 1000 hanelik site kurulmalı, burada artık şeriat hükümleri konmalıdır. Ceza hukuku dışında Türkiye’de her şey uygulanır. Cezada suç işleyen kooperatiften çıkarılır ve devlete bırakılır. Siteye sokulmaz.

c)       Sistemin tam olarak çalışması için “25 Genel Hizmet”in yapıldığı hizmet müesseseleri oluşturulmalıdır. Bu sayede Adil Düzenciler ekonomide başarılı olmalıdırlar, ülkenin dış borçlarını hükümeti destekleyerek tasfiye etmelidirler.

d)      Nihayet, “Adil Düzen Partisi”ni kurarak, diğer partilerle koalisyon yaparak millî anayasa oluşturulmalı, “İnsanlık Anayasası” oluşturulmalıdır.

İşte, Allah’ın emri o zaman gelmiş olacaktır. Derin güçler buna izin verirlerse sorun biter, “Adil Düzen” tatlılıkla gelmiş olur. Ya izin vermezlerse, bundan önce olduğu gibi dış güçlerin talimatı ile hareket edip “Adil Düzen”i iktidar etmezlerse, demokrasiyi askıya alırlarsa, Adil Düzen Çalışanları bir şey yapmazlar...

Allah o iktidarı Osmanlı İmparatorluğu’nu yok ettiği gibi yok eder ve yeniden istiklâl mücadelesini yapar, “Adil Düzen”i kurarız. Unutmayın ki, imparatorluğu Anadolu hükümeti yıkmadı. Düşmanların yıktığı imparatorluğun kaybedilen varlığı istirdad edilerek cumhuriyet kuruldu. Hanedan sadece dışarıya gönderildi, onlara dokunulmadı. Biz bu cumhuriyetin yıkılmaması için çalışacağız. İç savaşa katılmayacağız. Dışa karşı ise gerektiğinde canımızı vereceğiz. Çünkü “Adil Düzen” bu topraklarda kurulacaktır. Ama cumhuriyeti yıkarlarsa, bilsinler ki biz daha güçlü cumhuriyeti kuracağız.

ADİL DÜZEN 370

***

BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 32. Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيم

وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ وَآتُوا الزَّكَاةَ وَمَا تُقَدِّمُوا لِأَنفُسِكُمْ مِنْ خَيْرٍ تَجِدُوهُ عِنْدَ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ(110)

وَقَالُوا لَنْ يَدْخُلَ الْجَنَّةَ إِلَّا مَنْ كَانَ هُودًا أَوْ نَصَارَى تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ قُلْ هَاتُوا بُرْهَانَكُمْ إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ(111)

بَلَى مَنْ أَسْلَمَ وَجْهَهُ لِلَّهِ وَهُوَ مُحْسِنٌ فَلَهُ أَجْرُهُ عِنْدَ رَبِّهِ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ(112)

وَأَقِيمُوا الصَّلَاةَ (Va EQIyMUv elöÖaLAvTa)  “Ve salâtı ikame ediniz.”

Kitap ehlinin çoğu sizi imanınızdan geri çevirmek isterler. Yahudiler, Hıristiyanlar, Budistler ve Hindu dininde olanların hepsi veya çoğu sizi imanınızdan geri çevirmek isterler.  Kapitalist ve sosyalistler de, faşistler de sizi imanınızdan döndürmek isterler. Çünkü hepsi Kur’an’ın getirdiği nizamın kendilerinin yaşadıkları nizamın çok çok üstünde olduğunu bilmektedirler. Size haset etmekte ve sizi yolunuzdan çevirmek istemektedirler. İslâmî mezheplerin ve tarikatların çoğu da sizi “Adil Düzen”den vazgeçirmek isterler.

Niçin vazgeçirmek isterler? Haset ettiklerinden dolayı vazgeçirmek isterler.

Kur’an’ın bu söylediklerini hepimiz günlük hayatımızda yaşamıyor muyuz? Demek ki bunlar olağan davranışlardır. Buna karşılık Allah bize; Allah emri ile gelinceye kadar onları affetmemizi ve onlarla iyi geçinmemizi emretmiştir. Bundan önceki âyette bu emri tebliğ etmiştir. Burada Adil Düzen Cemaatinin diğer cemaatlerle nasıl geçineceğini anlatmış oluyor: Affetmek ve musafaha etmek.

Ayrıca, “Adil Düzen”i yeryüzüne getirmekle görevli kılınan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin diğer tüm din ve doktrinlere, kavim ve gruplara karşı nasıl davranacağını anlatmaktadır. Affetmek ve iyi geçinmek. Başınız çuval geçirseler de, günü gelinceye kadar ses çıkarmamak! Mustafa Kemal’in ‘yurtta sulh cihanda sulh’ ilkesi bunu dile getirmiştir. Türkiye bu siyaseti nedeniyle II. Cihan Savaşı’na girmemiştir. Saldırgan bir gücün yanında yer almamız bize yasaklanmış bulunmaktadır.

Dış ilişkilerde affetmek ve musafaha etmekle emrolunduktan sonra, şimdi iç düzenlememizi nasıl yapacağımız emrolunmaktadır: “SALÂTI İKAME EDİNİZ” deniyor.

Bu sûrenin başında “Onlar salâtı ikame ederler ve rızıklandırdığımızı infak ederler.” denmişti. İşte burada o ilk cümleler hatırlatılmaktadır. “İmanınızdan sonra” diyerek, gayba iman edenlerin bir şeyi yapması, birlikte cemaat olarak yapmaları ile olur. O ahde kitap ehlinin bu hasetlerine karşılık bizim birlikte salâtı ikame etmemiz gerekmektedir. Sonra “Sallû/namaz kılın” denmemiş de, “Ekîmû’s-salâte/namazı ikame ediniz” denmiştir. Namaz bir müessesedir. Onu birlikte ayakta tutacağız. Bize emredilen budur.

Türkiye’de medreseler kapatılmış, tarikatlar yasaklanmış, Arap harfleri Latinceye çevrilmiş, şeriat hükümleri kaldırılmıştır. Ancak mescitler kapanmamış, serbestçe herkes her zaman namaz kılabilmiştir.

Üst kademe bürokratlar kendi kendilerine yasaklamış ama zamanla o engellerin hepsi aşılmıştır.

Ne var ki salât ikame edilmemektedir. Şimdi salâtı nasıl ikame etmemiz gerektiğine bakalım.

Allah’ın emrettiği namazı ikame etmemiz için önce bir aşiretimiz olmalıdır. Bir mahallede toplanmalıyız. Hattâ kendimize bir apartman yapmalıyız. Orada Allah’ın emrettiği gibi namaz kılmalıyız. Bizim ortak bir dairemiz olmalı, onu mescit olarak kullanmalıyız. Akevler’de bu imkanları sağaldık, ancak içinde bunları uygulayan mü’minler bulamadık. Bununla beraber her akşam Kur’an’ın tercümesini yapan bir cemaat oluşmaktadır. İnşallah bunun mânâsını idrak ederler. Yenibosna’da bu amaçla toplanılmaya başlanmıştır.

Sabah kalkılacak, vitir kılınacak, kahvaltı yapılacak, mescide gelinecek. Sabah namazı kılındıktan sonra erkekler uzak işyerlerine, kadınlar yakın işyerlerine gidecekler. Çalışmayanlar, çocuklar ve çok yaşlılar hastalarla birlikte kalacaklardır. Öğle vakti kadınlar ve çalışmayanlar bir araya gelecek ve öğle namazı kılacaklar. Erkekler ise işyerlerinde öğle tatili yapacaklar, ikindiye kadar istirahat edeceklerdir. İkindiden sonra erkekler isterlerse özel işlerle meşgul olurlar. İsteyen kadın ve erkekler öğleden sonra ilim yaparlar. Akşamı birlikte kılarlar. Yatsıya gelirler. Ahşam sohbeti yaparlar. Kur’an okurlar. Birlikte dağılırlar.

“Salâtı ikame etmek” demek bu demektir. Mesai saatlerini ve yaşama saatlerini tanzim etme demektir. Her namazda mutlaka Kur’an’ın meali okunacak, Kur’an da namazda okunacaktır. Ayrıca yatsıya kadar yapılan sohbette Kur’an’ın günlük tefsiri okunacaktır. Kur’an her konuyu içerdiği için tüm ilimler orada sohbette öğrenilir. Ders ise ikindi ile akşam arasında, alimler arasında veya ilim ocakları arasında yapılır.

İleride bir belde tesis edip 1000 hanelik siteyi kurarsak, o zaman da haftalık Cuma namazlarını kılarız.

Namaz yalnız öğrenim toplantısı değildir. Aynı zamanda bedeni eğitim müessesesidir.

Ezanla davet edilir. Namaza kadar Kur’an meali ile okunur. Kamet getirilir. Tekbirle namaza girilir. Selamla çıkılır. Namazdan önce temizlenmek, giyinmek, vaktinde toplanmak, belli yerde toplanmak gerekmektedir. Kıbleye yönelinir. Başkan önde cemaate dönük oturur. Saf yapılarak sıraya girilir. Maksat ortaya konur. Namaza girildiğinde ayakta, rükuda, secdede ve tahiyyatta tesbih ve dualar yapılır. Kur’an okunur, mânâsı tezekkür edilir, tahiyyatta dua yapılır. Kur’an okunurken baş kalkık ileriye bakılarak kulak verilir. Diğer zamanlarda gözler secdeye bakar ve iç huzura girilir. Rüku ve secdeler de tesbih edilir, hamd edilir. Secde ve rükudan doğrulduğunda istiğfar edilir. Rükünden rükne geçerken tekbir edilir.

Bu hareketlerin ve tesbihlerin bedenimize etkileri olduğu gibi; mânâlarının ve tezekkürün de durumumuza etkileri vardır. Namazda ruh il beden karşılıklı titreşime girer ve insanın hem ruhu hem bedeni sağlığa ulaşır. Birlikte yapılınca bu etkileşme çok daha güçlü hâle gelir. İşte dünyaya karşı Türklere, kitap ehline karşı Adil Düzen Çalışanlarına emredilen budur. Onların hasetlerini def edecek bizim namazımızdır; ama emredildiği şekilde cemaatçe kılınan namazdır. Namaza beşikten mezara kadar herkes katılır. Küçükler namaz kılmazlar ama toplantılarda bulunurlar. Orada gözlerini açar, oranın dilini öğrenir, oranın musikisi ile büyürler.

وَآتُوا الزَّكَاةَ (Va EAvTUv elZaKaTa)  “Zekâtı ita ediniz.”

Namaz, insanların vakitlerinin bir kısmını birleştirerek birlikte kullanmalarıdır.

ZEKAT” ise malların bir kısmını bir araya getirerek birlikte kullanmalarıdır. Kitap ehlinin hasetlerinden korunmak için toplantılar yapılacak, bir de ortak bir fon oluşturulacaktır. Bugün sizlere bu farz değildir. Çünkü bir araya gelmediniz, henüz zekât müessesesi kurulmadı.

ZEKÂT MÜESSESESİNİ NASIL KURACAĞIZ?

a)      Kooperatifin bankada ortak hesabı olacaktır. Herkes nakdini oraya yatıracak ve oradan çekecektir. Bu karzı hasen müessesesidir. Bankayla yapılacak anlaşma ile para değeri altın üzerinden korunacaktır. Yani, banka nakdi altın değeri ile kabul etmiş olacak ve altın değeri ile ödeyecektir. Faizsiz olacaktır. Bankalar bunu yapmazsa, o zaman güvenilir kuyumcularla bu işlem yapılabilir. Böylece faizli işlemlerden kendimizi kurtarmış oluruz. Herkesin mevduat hacmi kadar istikraz hakkı olacaktır.

b)      Bugünkü bütün işlemler faizli işlemlerdir. Orada şeriata uygun kazanmak mümkün değildir. Tamamı haramdır. Ama zarureten bunları yapma zorunluluğu vardır. Faiz ve vergi konularında insan kendisini koruyamaz. Çünkü başka türlü iş yapma mümkün değildir. Alınan maaşlar da böyledir. Bunun için herkes cari düzende kazandıklarının beşte birini yani humusu bu ortak fona yatıracaktır. Bu zekât olacaktır. Zekât aslında artıktır, malı temizleyen artığın bir yerde toplanmasıdır.

c)       Kendimiz Adil Düzen müesseselerini kurmalıyız. Bu müesseselerin vergileri kanunlara göre tam ödenmelidir. Biz bunu dayanışma içinde ödemeliyiz. Ama işletmelerden Kur’an’ın emrettiği şekilde kamu payını almalıyız. Bunlar beşte birdir. İnşaattan ve sanayiden beşte birler alınır. Bu da onda birdir. Toprak mahsullerinden onda bir alınır. Sermayeden yıllık kırkta bir alınır. Bir de dışarıdaki kazançlardan elde edilenlerin beşte biri vardır. Bunlar bir hesapta toplanır. Önce bu işletmelerin vergileri ödenir. Kalan ise bölüştürülür.

d)      Ortak fonda toplananlar fakirlere, yoksullara, kamu görevlilerine, dayanışma sorumlularına, borçlulara, muhacirlere, ulaşım ve haberleşmeye, yaşlı ve yetimlere verilir. Kanunen mecbur olduğumuz için herkes sosyal sigortalara sigortalanacaktır. Ancak bizim işletmelerde çalışanlar ile onların bakmakla mükellef oldukları kimselerin sigorta primleri ortak fondan yatırılacaktır. İşletmeler bu yükten kurtarılmalıdır.

Bizim zekât müessesemizi kurabilmemiz için birkaç işletmeye ihtiyacımız vardır. Oradan gelen gelirle bu sistem kurulabilir. Acaba bu sistem nedir?

a)      İstanbul’da 200 kadar marketten oluşan zinciri kurduğumuz gün, zekât müessesemizi kurmuş olacağız. Çünkü burada bütün mallar pazarlanacaktır. Satışa koyacağımız fark ile zekât müessesemizi kurmuş oluruz. Adil Düzenci oldum diyen; ya Adil Düzen işletmelerinde Adil Düzen kuralları içinde çalışacak veya dışarıda iş yapıp kazanıyorsa, beşte birini Adil Düzen ortak fonuna verecektir.

b)      Market tüketim mallarını düzenler. Yatırımları da düzenlememiz gerekir. Bunun için ahşap evler üreten fabrika kurmalıyız. Kişiler tasarruflarını buralarda yatıracaklardır. Ucuz evler yapacağız. 100 hanelik siteler kuracağız. Önce birer oda koyacağız. Bir odayı 2000 dolarla koyabilsek, 200 000 dolarlık bir sermaye gerekir demektir. 200 000 dolarla da altyapı temin edilir. 200 000 dolarla arazi alınabilir. Hâsılı, bir milyon dolarlık sermaye ile biz yüzer hanelik dinlenme evleri kurabiliriz. Satar, yenilerini kurarız. Bu evlerin satışından da ortak fona para gelecektir. Bu büyük bir meblağ değildir. Yirmi Adil Düzenci bu meblağı rahatlıkla bulabilir. Oturmadıkları evleri satar, buraya sermaye olarak koyabilirler. Bunu isteyebilmemiz için bu işin olacağına inandırmamız gerekir. Bahşayış bunun imtihanıdır.

c)       Zekât müessesesini kurmak demek, muhasebeyi kurmak demektir. Herkes aldığını ve verdiğini yazıp verecek, bunlar muhasebede işlenecektir. Herkese bir kredi limiti tanınacaktır. O limit içinde kim ne verirse ortaklığa vermiş olacak, ne alırsa da ortaklıktan alacaktır. İstanbul’da kurmakta olduğumuz muhasebe bunun muhasebesidir. Zekâtı ikame etme emri içindedir.

d)      Zekât müessesesinin tamamlanması için bir de ulaşım vakfını kurmamız gerekir. İstanbul’u ele alalım. 200 kadar market kurduk. Vatandaşın biri memleketinden nohut getirdi ve çuvallarla satmamızı istedi. Biz bunu para ile almıyoruz. Sattıkça para vereceğiz, yahut mala mal ile yapacağız. Önce bunların ayıklanıp paketlenmesi gerekiyor. Bunu çuvalla Yenibosna müşterilerine veriyor, kendilerinden paketlenmiş olarak alıyoruz. Makineden geçirilecekse onu da öyle yapıyoruz. Bunu yapana nohuttan pay veriyoruz. Şimdi bunun marketlerimize dağıtılması gerekir. İşte bunun için de nohuttan pay alıyoruz. Ondan sonra bizim dağıtım işletmemiz bunları bedava götürüyor ve getiriyor. Dolayısıyla malların hareketi bedava yapılmış oluyor. Bu da tüm İstanbul’da tek fiyatın oluşmasını sağlıyor.

Burada gerek zekâta gerek salâta özel geniş mânâ verdik. İlk bakışta biz bunu kendi heva ve hevesimizle yapmış görünürüz. Öyle değil. Gerek salât, gerekse zekât marifedir. Tekildir. O halde bunlar gelişigüzel salât veya zekât değildir, malum salât ve zekâttır. Kur’an’ın diğer ayetlerine, sünnete, içtihat ve icmalara dayanarak biz bunu böylece marife hâline getiriyoruz. Muhalefet edenler başka bir tanım getirebilirler. Ne var ki, bu kitap ehlinin hasedini önlemelidir. Haset edenler bugün bizi ekonomik baskılarla sömürmekte, hattâ işkence etmektedirler. Nasıl kurtulacağımızı Allah öğretiyor; salât ve zekâtla. O halde bu müesseselerin bizi faizin zulmünden koruması gerekir. Evet, biraz düşünürseniz, bu müesseselerin bizi bu sömürülerden kurtaracağını bilebilirisiniz. Bunun için ekonomi ilmine ihtiyaç vardır. Genel kültüre ihtiyaç vardır. Ankara’daki arkadaşların bu tefsirleri okuyup salâtın ve zekâtın hasetleri nasıl söndüreceğini açıklamaları gerekir.

وَمَا تُقَدِّمُوا لِأَنفُسِكُمْ (Va MAv TuQadDiMUv Li EaNFuSiKuM)  

“Nefisleriniz için neyi takdim ederseniz.”

Evet, salâtı ikame etmek, zekâtı ita etmek nefisler için takdimdir. Bugün veriyorsunuz, ama yarın alıyorsunuz. Bir araya gelip birbirlerini tanıyan, birbirlerinin sorunlarını çözmeye çalışan, birbirine hakkı tavsiye eden, birbirine sabrı tavsiye edenler kendilerini yetiştirirler. Nefislerini terbiye ederler. Seviyeleri yükselir.

Sonra toplulukları oluşur. O topluluk sonra dünyaya hakim olur. Hazreti Musa’nın cemaati, Hazreti İsa’nın cemaati, Hazreti Muhammed’in cemaati böyle oldu. Yakın tarihimizde Bediüzzaman’ın cemaati böyle oldu. Yine “Adil Düzen”i kısmen tedris eden Saadetçiler, Ak partililer şimdi iktidardadırlar. Onlar bu işi parmak uçları ile tuttukları halde bu kadar başarıya ulaştılar. İlmî çalışmalara dayanmayan bu başarı ancak bu kadar olmaktadır. Adil Düzen Çalışanları ise Kur’an’a dayalı olarak cemaatleşecektir. Müsbet ilim ile kendi içtihat ve icmalarını teyid edeceklerdir. Hakemlik sistemi onların bel kemiğidir.

مِنْ خَيْرٍ (Min PaYRin)  “Hayırdan nefsiniz için ne takdim ederseniz.”

Demek ki salât ve zekât nefisler için işlenen hayırdır. Affetmek, musafaha etmek de böyledir. Nefsimiz için takdimdir. Yani, kendi geleceğimizi, çocuklarımızın geleceğini hazırlıyoruz demektir. Topluluk bu dünyada bu hayrı görecektir. Yaşayanlar bu hayırdan yararlanacaklardır. Bediüzzaman gibi zaferini görmeden ölmüş olabilir. Hazreti İsa için de böyle oldu. Hazreti Musa ve Hazreti Muhammed ise cemaatlerinin başarılarını gördüler. Onlar da âhirette karşılıklarını göreceklerdir. Görenler de bu dünyayı bırakıp gideceklerdir.

Demek ki, mü’minler Kur’an’daki böyle vaad âyetlerini bu kuralla anlayacaklardır. Cemaatleri bu dünyada hayrını göreceklerdir. Kişiler ise hayrı âhirette göreceklerdir. Çünkü onlar mallarını ve canlarını cennet karşılığı Allah’a satmışlardır. “Neyi takdim ederseniz” ifadesiyle anlıyoruz ki, hiçbir  takdim boşa gitmeyecektir.

تَجِدُوهُ عِنْدَ اللَّهِ (TaCıDUvHUv GıNDa elLAHi)  “Onu Allah’ın indinde bulursunuz.”

“Allah’ın indinde” dendiği zaman, kişiler bütün yaptıkları hayrın karşılığını âhirette bulacaklardır. Yeryüzündeki halifesi olan toplulukta kişiler bu dünyada onu bulurlar. Bu nasıl olacaktır?

İşte bunu sağlayan muhasebe olacaktı. Şimdi topluluk için karşılık beklemeden fedakârlık yapanlar mutlaka muhasebeye girmelidir. Kaydedilmelidir.

Mesela, Yaşar Gönül arabasıyla ve çalışmasıyla İstanbul Adil Düzen ekonomik çalışmalarına katılmış, karşılığında bir şey istememiştir. Marketin kurulmasında katkısı fazla verimli olmamıştır. Ama Bahşayış çalışmaları son derece başarılı olmuştur. Elektriğin getirilmesinde ve suyun çıkarılmasında bir derecede hizmet vermiştir. Bahşayış’ta Akdemir ve arkadaşlarının maddi iştirakleri, Yaşar Gönül’ün fahri gayretleri ile sonuç elde edilmiştir. Allah elbette âhirette bunun sevabını verecektir. Ama bu dünyada da ileride Adil Düzen işletmeleri kurulduğunda, herkesin ne kattığı yazılı olmalı, onu topluluğun yanında bulmalıdır.

İzmir’deki Akevler’de bunu yapamadık. Ona katkıda bulunanlar unutuldu. Tabii ki Allah unutmadı.

İstanbul Akevler’de bu gaflete düşülmemelidir. Bunu sağlamak da ancak kesin muhasebeyi kurmamızla mümkün olacaktır. Özket Ailesi de çalışmakta, bir şey almamaktadır. Ama saatlerini yazmalıdırlar. Yarın bu maketin bize kaç saate mal olduğunu bilmeliyiz. Onların kuracağımız marketler zincirinde payları olmalıdır.

Reşat Nuri Erol her hafta tashih edip hazırlamaktadır. Sonra bunlar birlikte değerlendirilmelidir.

Ahşap evelere katkıda bulunanlar ve çalışanlar olmuştur. Saatlerinizi yazın ısrarımıza mukabil, yazanlar çok az oldu. Onlar âhirette bulacaklarıyla yetindiler demektir.

إِنَّ اللَّهَ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ(110)  (EinNa elLAHa Bi MAv TaGMaLŞUvNa BaÖIyRun)  

“Allah amel ettiklerinizi basirdir.”

Evet, affetmemizi, musafaha etmemizi, salâtı ikame etmemizi ve zekâtı ita etmemizi Allah gözetlemektedir. Melekler yaptıklarımızı teker teker kaydetmektedir. Âhirette onlar bize refakat edecek ve hesabı verirken onlar muhasibimiz olacaktır. Sa’ik yani tutuklayan, şehid yani koruyan, hakkınızı koruyan, işkence etmelerini önleyen melekler arasında duruşmaya getirileceğiz. Kur’an bunları açıkça bildirmektedir.

Ama burada “BASÎRUN” kelimesi nekire kullanılmıştır. Bu dünyada onun halifesi olan topluluklara da insanların amel ettiklerinin görmesi ve gözetlemesi gerekir. İşte bu da ancak tutulacak kesin muhasebe ile sağlanacaktır. Herkes yaptığını, aldığını ve verdiğini yazacak, bunlar muhasebeye geçecek, topluluk onları kayıtlar içinde görecektir.

Burada “ALLAH” kelimesi tekrar edilmiştir. Çünkü birincisinde Allah’ın zâtı kastedilmiştir. O’nun yanında her şey bulunacaktır. İkincisinde ise O’nun halefi olan topluluk kastedilmektedir. Ameller kaydedilecektir. Kur’an’ın ‘az olsun, çok olsun, yazın’ âyetinin emrine uymak gerekiyor. “Adil Düzen Anayasası”ndaki 25 Genel Hizmetten dördü kayıt ile ilgilidir; evrak, zimmet, envanter ve demirbaş kayıtları. İşte bu kayıtlarla topluluk kişilerin amellerini görmüş olacaktır.

Örnek kavim olarak İsrail oğullarını anlattıktan sonra, bütün kitaplıları ele alarak onların bizim için neler düşündüklerini bildirdi. Bizim onlara karşı nasıl davranacağımızı öğretti. Bir de onların hasetlerinden kurtulmak için salât ve zekât müesseselerini tesis etmemiz gerektiğini anlattı.

Nimetullah Hoca anlattı: Japonya’ya gittim. Türk iş adamları vardı. Onlarla görüşmek istedim. Onlar gece on ikiden sonra toplanırlar, işleri içki ve kumardır dediler. Olur dedim. Ben de şeyh kıyafetiyle gece yarısı onlara vardım. İçeri girdim. Selam verdim. Onlara dedim ki: Sizin bu işiniz peygamberin yaptıklarına bir noktada uyuyor. O da Hazreti Peygamberin de gece yarısı kalkıp arkadaşları ile namaz kılmasıdır. Sonra onlarla tanıştık. Çoğu namaza başladılar ve Japonya’da cemaatleşmeye yardım ettiler.

İşte, toplanma en kötü bir şekilde olsa bile, hiç olmazsa bu dünyada yararlıdır. Adil Düzen Çalışanları ise bunu âhiretteki cennet karşılığı yapacaklardır. Oraya yükselmek için İsrail oğlu olmak gerekmez. Herkese mü’min olma yolu açıktır. Allah mü’minlerden verdiği malı ve canı gerektiğinde vermelerini istemektedir.  

***

وَقَالُوا (Va QAvLUv)  “Ve kavlettiler.”

Bundan önce 91’inciş âyette “Biz sadece bize indirilene iman ederiz” demişlerdi.

Şimdi işi daha ileri götürüyor, zaten bizden başkası cennete giremez diyorlar!

Bu sözleri Hıristiyanlar söylediler. Burada da söyleyenler Hıristiyanlardır. Yani, Yahudiler ile Hıristiyanlar birleşerek söylemiyorlar, Hıristiyanlar söylüyor. Çünkü Hıristiyanlar Tevrat’ın kendilerine de nâzil olduğunu söylüyorlar. Cennete girmeyi Yahudilere ve Hıristiyanlara hasrediyorlar.

KÂLÛ” kelimesini iade ederek oraya atfettiğini göstermektedir. Kur’an’da böyle uzaklara atıf çoktur. Sinir sistemi gibi âyetler birbirine uzaktan bağlanmaktadır.

لَنْ يَدْخُلَ الْجَنَّةَ (LaN YaDPuLa elCanNaTa)  “Cennete dahil olmayacaklardır.”

Şuurlu varlıklar insanlar, ruhlar, cinler ve meleklerdir. Allah bunları yaratmış, Kâinatı da bunlar için yaratmıştır. Kendilerine düşen görevleri yerine getirenlere Allah mükâfat verecektir. Bunun adı cennettir.

Görevlerini yerine getirmeyenleri eğitmek amacıyla Allah onları sıkıntıya sokmaktadır. O sıkıntılı yerin adı “CEHENNEM”dir. Cennet ve cehennemin vasıfları değişik olabilir. Ama iki kavramın esası bundan ibarettir. İyilerin gideceği yer ve kötülerin gideceği yerlerdir.

إِلَّا مَنْ كَانَ هُودًا أَوْ نَصَارَى (EilLAv MaN KAvNa HuvDan EaV NAÖaRAv)

“Hûd yahut Nasara olanlar dışında cennete gidecek yoktur!”

Bu sözleri söyleyenler Hıristiyanlardır. Hıristiyanlar Yahudilerin cennete gideceklerine inanmaktadır. Çünkü onlar Tevrat’ı kendi kitapları olarak kabul ediyorlar.

Kur’an Yahudileri “Ellezîne Hâdû/Yahudi” olarak adlandırmakta, burada da “HÛD” demektedir. Hûd aynı zamanda bir peygamberin ismidir.

Cennete yalnız Yahudi ve Hıristiyanlar gidecektir diyorlar!

İnsanlık Hazreti Adem ile başlar. Yeryüzünü dolduran beşer, insan olarak cenneti ve cehennemi istihkak eder. İlk insan tek Allah’a inandı ve O’na ibadet etmeye başladı. Anne babasız kimse doğmadığına göre, herkes anne babasından tek tanrıyı ve âhireti bilmektedir. Bütün insanlar yalnız akıl yoluyla değil, nakil yoluyla muhatap olmuşlardır. Gerçekten, en ilkel kabilelerde de tek tanrı fikri ve âhiret inancı vardır.

Hazreti Nuh ve ondan sonra gelen peygamberler şeriatı yerine getirdiler. Ondan önce kişi yönetimi vardı. Kabile reisi bir baba nasıl ailesini yönetiyorsa, o da onun gibi kabilesini yönetiyordu. Hazreti Nuh peygamberden sonra peygamberler ve krallar kurallar koydular ve o kurallarla topluluğu yönetmeye başladılar. Çünkü artık başkanlar halka doğrudan ulaşamıyorlardı. Ancak bu dine girip gelişen çok az kimse oldu.

Ondan sonra Hazreti Musa Tevrat’ı getirdi ve kendisi de ona uydu. Kuralları peygamber değil de, Allah koyuyordu. Kur’an’dan yararlanarak halk içtihat ve icmaları ile şeriatı oluşturuyor, hükümetler onu uyguluyordu.

Bütün bunlar topluluğum dünyadaki düzeni ile ilgilidir. Kişilerin Allah ile olan hak ve vecibeleri ise her zaman herkes için her yerde var olmuştur. Cennete gidip gitmeme işi doğrudan kendileri ve kendilerini yetiştirenlere aittir. O halde şeriat dünyevi hükümleri düzenler. Bu bakımdan Yahudi olmak, Hıristiyan olmak, mü’min olmak önemlidir. Ama cennete gidip gitmeme ise tamamen Allah ile kulu arasındaki ilişkidir.

İnsanlar eşit yaratılmamıştır. Varlıklar da eşit yaratılmamıştır. Eşitlik varlık olamaya mânidir. Eşit olsaydık, çocuklarla büyükler arasında fark olmazdı. Başkanların bir ayrılığı olmazdı. Er ile orgeneral arasında fark olmazdı. Herkesin görevi ayrıdır, yetkileri ayrıdır, sorumlulukları ayrıdır, hakları ayrıdır.

Kişiler arasında böyle bir ayırım sözkonusu olduğu gibi, topluluklar arasında da böyle bir ayırım olmuştur. İsrail oğulları yeryüzünde ilk olarak şeriatı tedvin eden bir kavimdir. Hıristiyanlar bu şeriatı beşerileştirdiler. Bu bakımdan insanlık tarihinde özel yerleri vardır Ancak bu cennete yalnız onlar gidecektir anlamına gelmez. Bu üstünlük uygarlaşma yönündeki imtiyazdır. Kişisel imtiyaz değil, topluluk imtiyazıdır. Uhrevi imtiyaz değil, dünyevi imtiyazdır. Başkalarına zarar veren değil, başkalarına yararlı olan imtiyazdır. Yalnız onlara değil, tüm insanlığa Allah’ın rahmeti ve nimetidir.

Kur’an Romalılara veya Perslere değil, ilkel çöl topluluğu bedevi Araplara gelmiştir. Tevrat Mısırlı kölelere gelmiştir. Bugün yeryüzündeki nüfusları insanlığın binde biri veya ikisi civarındadır. Bunlar bugün dünya ekonomisini ellerinde tutuyorlar, çalışma ve gayretleri, ilme verdikleri önemle tutuyorlar. Bir Yahudi bir tez ortaya atsa dünyada görüşülmeli, saçma da olsa ele alınmalıdır. Mesela, Marx’ın tezleri böyledir. Yahudiler ona sahip çıkar ve onu bir asır boyunca dünyanın başına musalla ederler. Bizimkiler ise biri başarı elde ederse ona saldırır ve onu yok etmeye çalışırlar. Bir doktoru kanser ilacı buldum dediği için nerede ise linç ediyorlardı. Akıllı ve profesör bir başbakan “Adil Düzeni körelttim’ diye caka satıyordu. Oysa o “Adil Düzen”den daha iyisini buldum diye ortaya çıkmalıydı. Bizden bir santim ileri giden olursa, biz ona uyarız.

Eğer İsrail oğulları olmasaydı, Avrupa hâlâ ortaçağda yaşıyor olacaktı. Biz de bugün onlardan daha geri olacaktık. Ben bu yazılarımı yazamayacak, siz okuyamayacaktınız. O halde Allah’ın onlara verdiği nimetten biz de yararlanıyoruz. Onları kıskanmak değil, Allah’a şükretmek gerekir. Onlar da Allah’ın onlara verdiği bu nimetlerin şükrünü eda etmelidirler.

Âhirette sorumluluk kollektif değildir. Herkes kendi yaptığının hesabını verecektir. Onların ‘biz cennetliğiz’ demeleri insan mantığına da çok aykırıdır. Müslümanlar da bundan farklı düşünmüyorlar. Oysa dünya imtihan içindir. Allah kendi istediği gibi insanları cennetlik veya cehennemlik olarak yaratsaydı, dünyaya getirmeden onları oralara koyardı.

تِلْكَ أَمَانِيُّهُمْ (TiLKa EaMANıyYuHuM)  “Bu onların emanileridir.”

EMANİY” gelenek demektir.

Topluluklar kendi siyasi emellerine ulaşmak için kendilerini diğerlerinden üstün kılan bir taraf yakalarlar. Sonra o üstünlük tarafını bütün yönleri ile görmek isterler. Onunla kişiler arasında çatışma, topluluklar arasında savaşlar olur.

Allah İsrail oğullarına ticarette ve ilimde üstünlük vermişse, başka kavimlere de başka üstünlükler vermiştir. Mesela Çinlileri alın. Allah onlara öyle bir yazı dili vermiş ki, bir milyar insan bir devlet olarak yönetilebiliyor. Dünyada bu imtiyaza sahip başka bir ulus var mı? Japonlar öyle bir yaratılışa sahipler ki, yenilmiş oldukları halde yine dünya ekonomisinde etkindirler. Türkler askerlikte ve yönetmekte diğer kavimlerden üstündürler. Bunlar dünyevi farklardır.

Uhreviye gelinirse, Allah’ın indinde bütün insanlar eşit olarak dünyaya gelmiş ve kendi çalışmaları ile âhirette yerlerini alacaklardır. Bizden başkası cennete gitmeyecek iddiası söylentiden ibarettir.

قُلْ (QuL)  “Söyle”

Burada emredilen kimdir? Bunların üzerinde her seferinde durmazsanız, âyetleri kavramada zorluk çekilir. Söyleme gücü ancak yaşayan insanda olabilir. ‘Yaz, vasiyet et, öğret’ gibi kelimelerle emir olsaydı, yaşamış olması gerekmez. Biz eğer klasik müfessirlerin anladığı gibi muhatabı Hazreti Muhammed anlasaydık, bugün yapacağımız iş olmazdı. Çünkü o yaşamıyor. O zaman bize de bir şey emredilmemiş olmaktadır.

Halbuki biz Kur’an’ı şimdi bize, hattâ bana nâzil olmuş gibi anlamağa çalışacağız Allah telefonda bizimle konuşuyor gibi okuyacağız. Telefonda biri sana ‘söyle’ derse ne anlıyorsan, sen öylece muhatapsın.

Allah kimlere hitap etmektedir?

a)      Her mü’mine hitap etmektedir. Her mü’mine farzdır. Bütün sakat düşüncelere sahip olanlara hepimiz ayrı ayrı fırsat bulduğumuz yerde söylemeliyiz.

b)      Kur’an’dan sonra artık kimse Allah’tan bir vahiy almamaktadır. Nebilerin yerini âlimler almıştır. Vahyin yerini içtihat ve icmalar almıştır. İçtihat ehli olanlara emretmektedir. Onlara söyle demektedir. ‘Kim müçtehittir?’ sorusunun cevabını ameli olarak şöyle verebilirim. Benim bu yazdıklarımı anlayacak kadar İslâmî ilimlere ve müsbet ilimlere sahip olan müçtehittir. Burada anlatılanları Kur’an’dan takip edecek kadar Arapça bilmesi de gerekir. İşte onlara özel olarak bu emir verilmiş ve söylemeleri emrolunmuştur.

c)       Kur’an’dan sonra nebi resul de gelmeyecektir. Resullük yani başkanlık devam edecektir. Hakemlerin kararlarını infaz edebilen başkan resulün yerindedir. Yahut nebi olmayan resuldür. Kur’an’dan önce nebiler gelir, nebilerin bir kısmı resul olurdu. Kur’an’dan sonra nebi gelmeyecek ama, nebi olmayan resullük yani risalet devam etmektedir. Kur’an nebiliğin son bulduğunu söylüyor, resullüğün değil.

d)      Şüphesiz Kur’an ilk olarak Hazreti Muhammed aleyhisselâma nâzil oldu. Bu emri ilk alan kişi Hazreti Muhammed’dir. Dolayısıyla o gün bunları söylemek ona da farz kılınmıştır . Örnek muhatap odur.

هَاتُوا (HAvTUv)  “Getirin.”

Arapçada bazı kelimeler vardır. Bunlar fiildir ama kendilerinin mastarları yoktur. Bütün kip çekimleri de yoktur. Bunlardan “Taal” ve “Hâti” kelimeleri böyle kelimelerdir. “Taal” gel demektir. Yüksel anlamına gelir. Türkçedeki buyur anlamındadır. “HÂTİ” kelimesi ise ati kelimesinden değişmiştir. Ver mânasında olduğu gibi, getir mânâsına da gelmektedir. Hemze “H”ye dönüşmüştür. İddiaya delil istenmektedir.

بُرْهَانَكُمْ (BuRHANaKuM)  “Burhanınızı”

Burada “BERH” “BARQ” yani yıldırım kelimesi ile akrabadır. Nasıl karanlıkta şimşek çaktığı zaman her şey nasıl görülürse, insan zihninde bazı deliller böyle şimşek gibi çakar, onu hemen çok net olarak kavrar ve artık itiraz edemezsiniz. Mesela, elimize metre alsak ve bir masanın enini ölçsek, bu masa 98 santimdir deriz. Kimse gelip bize itiraz edemez. İşte bu kadar açık ve kesin olan delillere ‘burhan’ denir.

Tevillerle değil, doğrudan delilinizi getirin diyor. Allah her şeye muktedirdir. Elbette söylenebilen her şeyi gerçekleştirebilir Ama gerçek olan neyse, bizim onu öğrenmemiz ve iddia etmemiz gerekir. Dinimize göre emanilerle değil, delilleri ile öğrenmemiz gerekir. Delil de Kur’an’dır. Diğer deliller Kur’an’ı anlamak için kaynaktır. Sünnet Kur’an’ı fiilen açıklamıştır. İcma Kur’an’ın kesin yorumlarıdır. Kıyas da Kur’an hükümlerinin kendi öğretileri içinde genişletilmesidir. Bunların hepsi delil olabilir.

إِنْ كُنتُمْ صَادِقِينَ(111)  (EiN KuNTuM ÖavDıQIyNa)  “Eğer sadık iseniz.”

SADAKAT” sandık kelimesi ile alakadardır. Kişiler bir başkana bağlanır ve topluluk oluştururlar. Başkan kendisine biat edenlerden bir sadakat payı alır. Yani, başkanı tanıdıklarını onunla belirtmiş olurlar. Başkan bu sadakalarla topluluğun işlerini görür. Bunun bugünkü uygulaması vergidir.

Kocanın karısına verdiği mihir de bu sadakat belgesidir.

Ondan sonra sadık olmak, söylenen sözde doğru olmak demektir. Bu doğruluğun dört çeşidi vardır.

a)      Biri dese ki, ayda hayat yoktur. Söyleyen buna inanarak söylese sözü de doğrudur, kendisi de doğrudur.

b)      Biri ay yıldızdan daha büyüktür dese, kişi buna inanmış olsa, bunun sözü yanlıştır, kendisi sadıktır. Çünkü onun kanaati öyledir. Müçtehitlerin içtihatlarının bir kısmı böyledir.

c)       Biri Kur’an’ın Allah sözü olduğuna inanmıyor ama çevresine inandığını söylüyorsa, Kur’an Allah’ın sözüdür diyorsa, burada sözü doğrudur, ama kendisi yalancıdır. Buna münafıklık diyoruz.

d)      Birisi Mustafa Kemal’in tanrı olmadığını bildiği halde, Mustafa Kemal tanrıdır diyorsa, sözü yanlıştır. Kendisi de yalancıdır.

Burada “siz sadık iseniz” diyor, sözünüz sadıksa demiyor. O halde bunlar kendileri de buna inanmamakta, işlerine öyle geldiği için iddia etmektedirler. Mü’minlerin böyle yanlış iddialardan kaçınmaları gerekir. İsabet edemedikleri görüşleri açıklamalıdırlar, ama asla iddia etmemelidirler.

İşte bize emredilen bunları söylemektir.

Bizden de iyi olanlar cennete gidecekler, sizden kötüler de sizden olsa da bizden olsa da cehenneme gideceklerdir. İşte bu eşitlik anlayışı ile insanlara yaklaştığımız zaman diyalog kurmuş oluruz.

***

بَلَى (BaLAy)  “Bela, değil”

Arapçadaki cer harfleri ve atıf harfleri “BEYN” kelimesinden geliştirilmiştir. Beyn, yarık demektir. Baştaki “B” “V”ye dönüşmüş, diğerleri atılmış ve “V” “F”ye dönüşmüş. “BEL”da ise “Y” düşmüş, “L” “B”ye dönüşmüş. “BEL” “BEL L” şeklinde oluşmuştur.

“BeL”, kendine iyi bak, senden önce gelen cümleyi ne reddeder ne de tasdik eder, doğrusu budur der.

BeL”da ise kendisinden önce gelen cümleyi tekzib eder, sonra geleni teyit eder.

Burada diyor ki; öyle değil, onların dedikleri yanlıştır. Cennete yalnız Yahudi veya Hıristiyanlar girmeyecektir. Müslimler girecektir. Bundan sonra bildirilen doğrudur, sizin söylediğiniz yanlıştır.

مَنْ أَسْلَمَ (Man EaSLaMa)  “Kim silmederse.”

Buradaki iki kelimeye dikkat etmemiz gerekmektedir. “MEN” Men-i umumidir. Kim silmederse, kim İslâm ederse; kim olursa olsun, ister küçük ister büyük olsun, ister hasta  ister sağlam olsun, ister siyah ister beyaz olsun, ister Türk ister Fransız olsun, ister Kürt ister Laz olsun, ister Yahudi iste Hıristiyan olsun, ister komünist ister faşist olsun, ister kapitalist ister sosyalist kim olursa olsun; insan olan herkes İslâm ederse...

Bu mutlak ifadesine iyice dikkat etmemiz gerekmektedir.

İkincisi de “İSLÂM” kelimesine dikkat etmemiz gerekir. Çünkü bugün Kur’an ehline herkes İslâm gözü ile bakmakta ve adlandırmaktadır. Oysa İslâm’ı bu mânâda anlama ne Kur’an’a ne de kelama dayanmaktadır. Selem, üstüne çıkıp oturulan kaya demektir. Hayvanlar oraya ulaşıp gerek insanlara gerekse yiyeceklere zarar veremezler. Oraya merdivenle çıkılır. Merdivenin adı “süllem”dir. Oraya çıkmaya islâm, orada bulunmaya selâmet yahut silm denmektedir “SİLM” barış demek, “İSLÂM” barışı istemek demektir. Türkler barış karşılığı “SULH” kelimesini kullanmaktadır. Sulh etmek, iki kişi arasını bulmak, fiili çekişmeyi ortadan kaldırmak, birlikte yaşayacak hâle getirmektir. “İSLÂM” ise kavlen ve sözle, sözleşmelerle barış istemektir.

Tarihte iki uygarlık vardır. Biri barış uygarlığıdır. Buna hak uygarlığı da diyoruz. Çıkar paralelliğine dayanır. Diğeri ise kuvvet uygarlığıdır. Çıkar çatışmasına ve kuvvete dayanan uygarlıktır.

İşte bu barış uygarlığına İslâm uygarlığı, kuvvet uygarlığına da küfür uygarlığı denir.

Tarihte Sümer, Babil, İbrani, Hıristiyanlık ve Kur’an uygarlıkları İslâm uygarlıklarıdır. Mısır’da melikler ve firavunlar dönmemi, Yunan, Roma, Bizans ile bugünkü Batı uygarlığı kuvvet uygarlıklarıdır.

Hâsılı, “İSLÂM” kelime olarak barışı isteme, barışa girme demektir.

وَجْهَهُ لِلَّهِ  (VaCHaHUv LilLAHi)  “Vechini Allah’a kim İslâm ederse.”

VECH” yüz demektir. İnsan bir canlıdır. Dışarıdan haberler alır, bilgiler alır, onu işler, sonra projeler yaparak iş yapar. Bu esnada diğer insanlarla da görüşür. Görme, işitme, koklama ve tatma merkezi algılama organlarıdır. Bunlar bir yerde toplanmıştır. Türkçede buna “yüz” denmektedir. Ayrıca konuşma da yüzdeki organla yapılmaktadır. “Yüzünü Allah’a doğrultmak” demek, gerek algı ve gerekse konuşma organlarını Allah’a yöneltmek demektir.

ALLAH” kelimesi, bizi ve kâinatı yaratan tek mutlak gücün ve ilmin sahibi Allah’ın adıdır. Yeryüzünde insanı kendisine halife yapmış, kendi hak ve görevlerini topluluğa devretmiştir. Topluluk Allah’ın halifesidir. “Vechi Allah’a tevcih etmek demek; gözünü, kulağını, burnunu, ağzını Allah’ın emrine yani topluluğun emrine vermek demek, yani toplulukla barış içinde olmak demektir. Kelamcılar bir insanın nasıl müslim olacağı hususunda araştırma yapmışlar ve dört mezhep ortaya çıkmıştır.

a)      Ehli akıl yoluyla müslim olmuşlardır. Yeryüzünde hiç tebliğ almamış insan yoktur. Çünkü ilk yaratılan Hazreti Adem peygamberdi, Allah’tan vahiy almıştı. Ondan sonra da bütün insanlar bir ailede büyümüştür. Dolayısıyla herkes vahiy almıştır. Anne ve baba tanrının tekliğini ve insanın sorumlu olacağını, öldükten sonra yaşayacağını öğretmiştir. Dolayısıyla herkese tebliğ ulaşmıştır. Ulaşmamış olsa bile, insan aklı Kâinatın bir tek varlığın eseri olduğuna daima inanmış, ölülerin yok olmadığına kani olmuş, kendisini daima sorumlu hissetmiştir. Bunlara akıl yoluyla iman edenler diyoruz.

b)      İkincisi ise herhangi bir peygamber yoluyla iman etmektir. Nebi mucize göstermiş, böylece halk onun Allah’ın resulü olduğuna inanmıştır. Sonra gelen nesil de babalarının şehadetine uyarak İslâm olmuşlardır. Bugün yeryüzünde bunlar dört gruptur; Yahudiler, Hıristiyanlar, Hindu dininde olanlar ve Budistler. Bunlara kendilerine kitap verilenler deniyor.

c)       Üçüncü grup ise Kur’an ehli olanlardır. Bunlar Kur’an’ın Allah sözü olduğunu gördüler, o sebeple önce kitaba, sonra onu getiren peygambere inandılar. Yani, bunlar diğer dinlerin aksine önce kitaba, sonra onun yoluyla resule inandılar. Bunlar bugün Müslüman denen halklardır. Daima Kur’an mucizesine dayanarak, müslim olmuşlar, atalarının rivayetleri ile yetinmemişlerdir.

d)      Ehl-i Sünnet de ehli Kur’an’dır. Bunların diğer mezheplerden farkı, bunlar Kur’an’ı müsbet ilme dayalı olarak, içtihat ve icmalarla, yani kurallarla anlarlar. Kişilerin yorumları ameli olarak kendilerini bağlarsa da, imani olarak bir kişi kesin sonuçlara varamaz. Kesin sonuca ulaşmak için ehil olanların o hususta icmaları gerekmektedir. Son resulden sonra artık gerçekleri kesin olarak ifade edecek kimse yoktur. Herkesin söylediği zannidir. Kesin bilgiye ancak icma ile ulaşılabilir. Bu bugünkü insanlığın ulaştığı bir mertebedir. İlim, birçok aklın kesin olarak doğru kabul ettiklerini bugün tesbit etmiştir. Mesela, zaman ve mekan değişmez değildir. Pisagor teoremi gerçekte doğru değildir. Ancak küçük uzunluklar için doğrudur.

İşte bu dört yoldan biri ile İslâm olunabilir.

“Vechi Allah’a teslim olmak” ne demektir? Yüzünü kâinatı var eden varlığa yöneltme anlamına gelebileceği gibi, aynı zamanda vechini topluluğa yöneltme demektir.

Toplulukta iki şekilde dayanışma oluşmaktadır; biri velayet, diğeri İslâm yoluyla dayanışma.

Velayette topluluk sırtlarını birbirine çevirirler ve herkes çevresini gözetler. Herkes dışarıdan gelen saldırıyı kendisi savar, dolayısıyla topluluğunu da korumuş olur. Bu daha çok savunma dayanışmasıdır. İman, eman, güven altına alma bu dayanışmaya dayanır.

İslâm ise insanların sırtlarını değil yüzlerini birbirine dönüp halka yaparlar. Herkes hem karşısındaki ile görüşme yapar, hem de karşısındakinin arkasını gözetler. Gelecek düşman olursa haberdar eder. İşte dayanışma tipi Kur’an tarafından yüzünü topluluğa dönme ve Allah’a dönme ile ifade edilir. Çünkü Allah kendi hak ve vecibelerini topluluğa devretmiştir.

وَهُوَ مُحْسِنٌ (Va HUVa MuXSiNun)  “O muhsin iken.”

O muhsin iken veya muhsin olarak vechini Allah’a islâm ederse, yüzünü topluluğa teslim ederse, o cennete gidecektir. Kim olursa olsun, ne olursa olsun, o cennete gidecektir.

İHSAN” iyilik etmek demektir. Hasaneyn, iki yan yana duran dağ demektir. Onların duruşlarındaki güzellik ve duruşlarındaki dayanışma ihsanı çağrıştırmaktadır.

“KUBH” çirkinlik demek, dağılmak demektir.

HÜSN” ise düzenlemek demektir. Her şeyin yerli yerinde oturması demektir.

Latincede hüsne tropi, kubha entropi denir.

İHSAN ETMEK” demek, topuluğun işlerini düzenlemek, topluluktaki dağınıklığı ortadan kaldırmak, çirkinliklerini yok etmek demektir. İslâm olmak demek cizye ödemektir. Bu insanı dünyada saldırıdan korur.

İHSAN EDEN” ise İslâmiyet’in içinde iyilikler yapan demek, yanı ameli salih işleyen demektir. İşte cennete bu görecektir. Yoksa ben Hıristiyanım, ben Yahudiyim, yahut ben Müslümanım demek insanı cennete götürmez. Cennete girmek için muhsin olmak gerekir.

فَلَهُ أَجْرُهُ عِنْدَ رَبِّهِ (Fa LaHUv EaCRuHUv GıNDa RabBiHi)  

“Onun ecri Rabbinin indindedir.”

Bunlar için yalnız azaptan kurtulma değil, cehenneme gitmeme değil, amellerinin ecirleri vardır. Bu ecir Rabbinin indindedir. Burada “RAB” denmiş olmasının sebebi, bu ecrin dünyaya değil de âhirete ait olması nedeniyledir. Yoksa ‘indehu’ derdi Ama o zaman ecirleri topluluk yanında olduğu anlaşılırdı. Şimdi ise Allah sözünden Rabb sözüne udul edilerek Allah’ı başka yönüyle ifade etmiştir. Âhiretteki o ecir de cennettir.

Kim olursa olsun, din ve ırk ayrılıkları, sosyal ve ekonomik farkları gözetilmeksizin muhsin olarak vechini Allah’a tevcih edenle için Allah âhirette cennet hazırlamıştır.  

وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ (VaLAv PaVFun GaLaYHiM)  “Onlara havf yoktur.”

Onlara havf yoktur, yani cehennem azabından emindirler.

HAFET” balcıların giydiği deriden elbisedir. Arıcıların bir kısmı arılarla haldeş olmuştur. Onlar arılardan korkmazlar. Ama arılardan korkanlar ise deriden bir çuha giyip kendilerini korumaya çalışırlar.

HAVFETMEK” demek, bu elbiseyi giymek demektir. Aynı zamanda gelecekte olanlara karşı tedbirli olmak demektir. Onlara korku yoktur, yani onların artık cehennem azabından endişeleri yoktur.

وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ(112) (VaLAv HuM YaXZaNUvNa)  

“Onlar mahzun da olmazlar, üzülmezler, eziyet çekmezler.”

HÜZN” çakıllı ve dikenli yoldur. Geçildiği zaman insan acı duyar, sıkıntı duyar. Bir şeye ulaşamayacağından veya ulaşamamış olmasından sıkıntılı olmak demektir. “HAVF” gelecek bir kötülüğe karşı sıkıntı duymadır. “HÜZN” ise gelmesi gereken bir şeyden mahrumiyettir. Yani, cennete gidememiş olmasından dolayı üzüntü duymaktır. Yani, onlar cehennemden azat olacakları gibi, cenneti de istihkak ederler. Böylece Hıristiyanların ve diğer kavimlerin, bu arada Müslümanların kendilerini mümtaz kavim kabul etmelerinin yanlışlığı bir kere daha teyit edilmiştir. Bununla beraber hiç kimse herkes cennete gidebilir rahatlığı içinde olmamalıdır. Herkes cehenneme de gidebilir. Bazı hususlara dikkat etmemiz gerekmektedir.

a)      İslâmiyet’te bilememek mazerettir, ama bilmemek mazeret değildir. Herkes her zaman araştırıcı olmalıdır. Her söze kulak vermeli ve en iyisine uymalıdır.

b)      Bir Yahudi cennete gidebilir, ama bir Hıristiyan Yahudileşirse cennete gidemez. Çünkü daha ilerisine ulaşmış iken daha geriye gitmiştir. Bir Kur’an ehli de artık Hıristiyan olamaz, Yahudi olursa cennete gidemez. Çünkü o daha iyisine ulaştığı halde geri dönmüştür.

c)       Amelde insan kendi dininde ve mezhebinde olur, bu salih amel etmek şartı ile makbuldür. Ama bir kimse imanda bile bile bir hakkı kabul etmezse o kâfirdir, cehenneme gider. İlmi olarak Kur’an’ın Allah sözü olduğu hususunda kendisine kanıt gelmişse, o Kur’an Allah sözü değil derse, kâfir olur, cennetin yüzünü görmeyebilir.

d)      Hep iyilik yapıyor ama bunu kendi gücünü artırmak ve onlara hakim olup ezmek için yapıyor. Bu muhsin değildir. Muhsin olmadan da cennete gidilemez.

Bu hususlarda dikkatli olmak gerekir.

 

 


BAKARA SURESİ TEFSİRİ(2.sure)
1-BAKARA SURESİ16/01/2006-12/01/2008
3345 Okunma
2-bakara11-20
2368 Okunma
3-bakara21-30
2523 Okunma
4-bakara30-37
2253 Okunma
5-bakara37-48
2480 Okunma
6-bakara 49-57
3100 Okunma
7-bakara 59-61
3122 Okunma
8-bakara 62-69
2476 Okunma
9-bakara 70-76
3467 Okunma
10-bakara 77-83
2749 Okunma
11-bakara 84-88
2312 Okunma
12-bakara 89-93
2436 Okunma
13-bakara 94-101
2628 Okunma
14-bakara 102-105
3480 Okunma
15-bakara 106-112
2673 Okunma
16-bakara 113-119
2732 Okunma
17-bakara 120-123
2630 Okunma
18-bakara 124-130
2329 Okunma
19-bakara 132-138
2201 Okunma
20-bakara 139-143
2107 Okunma
21-bakara 144-149
2571 Okunma
22-bakara 150-158
2492 Okunma
23-bakara 159-165
2086 Okunma
24-bakara 166-173
2482 Okunma
25-bakara 174-177
2601 Okunma
26-bakara 178-182
2320 Okunma
27-bakara 185-187
6377 Okunma
28-bakara 188-194
2478 Okunma
29-bakara 195-198
2831 Okunma
30-bakara 199-206
2373 Okunma
31-bakara 207-213
2776 Okunma
32-bakara 215-217
2215 Okunma
33-bakara 218-221
2705 Okunma
34-bakara 222-228
3001 Okunma
35-bakara 229-232
3560 Okunma
36-bakara 233-235
2279 Okunma
37-bakara 236-242
2488 Okunma
38-bakara 243-246
2610 Okunma
39-bakara 247-248
2846 Okunma
40-bakara 249-252
3140 Okunma
41-BAKARA 253-256
2694 Okunma
42-BAKARA 257-259
2515 Okunma
43-BAKARA 260-264
3082 Okunma
44-BAKARA 265-269
2251 Okunma
45-BAKARA 270-274
2633 Okunma
46-BAKARA 275-277
2356 Okunma
47-BAKARA 278-281
2387 Okunma
48-BAKARA 282 TEDAYÜN(BORÇLAŞMA)
2793 Okunma
49-BAKARA 283-284
2493 Okunma
50-BAKARA 285-286 (AMENER RASULÜ)
3711 Okunma