.
ADİL DÜZEN 406
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 68. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ هَاجَرُوا وَجَاهَدُوا فِي سَبِيلِ اللَّهِ أُوْلَئِكَ يَرْجُونَ رَحْمَةَ اللَّهِ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ(218) يَسْأَلُونَكَ عَنْ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ فِيهِمَا إِثْمٌ كَبِيرٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَإِثْمُهُمَا أَكْبَرُ مِنْ نَفْعِهِمَا وَيَسْأَلُونَكَ مَاذَا يُنفِقُونَ قُلْ الْعَفْوَ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ الْآيَاتِ لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ(219)
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا (EinNa elLaÜIyNa EAvMaNUv) “İman etmiş olan kimseler.”
Bundan önce savaş konusunda beyanlarda bulunmuş ve savaşmayanları mürtet olarak bildirmişti.
Bu âyette savaştan kaçınmayanları anlatmaktadır; bunlara “iman etmiş olan kimseler” demektedir; yani dayanışma ortaklığını kuranlar demektir. Dayanışma ortaklığı demek, birisinin başına bir kötülük gelirse ortakların hepsinin başına gelmiş gibi birlikte karşı koymak demektir.
Mekke döneminde karşı koyma anlaşması olmadığından bu adlandırma yapılmaz.
Burada bu adlandırma yapılmaktadır. Burada “iman etmiş kimseler” hicret etmiş olan kimselerle karşılaştırılmaktadır. “İman etmiş olan kimseler” ensar olanlardır, hicret edenler de muhacirlerdir. Buradan anlaşılıyor ki, İslâm uygarlıkları hemen her zaman muhacir ve ensardan oluşacaktır. Burada ensarın iman etmiş olarak zikredilmesi güvenliği sağlayanın ensar olmasıdır. Muhacirler onların emanına girmişlerdir.
وَالَّذِينَ هَاجَرُوا (Va elLaÜIyNa HAvCaRUv) “Ve hicret etmiş olan kimseler.”
“Hicret etmek” göç etmek demektir. “Muhaceret etmek” birbirine göç etmek demektir.
Mü’minler bir yere göç etmezler, birbirlerine göç ederler.
Biz Yenibosna’da birbirimize hicret etmiş bulunuyoruz. Bizim bu toplantılarımıza katılamamakla beraber bize maddî destekte bulunanlar da ensar olmaktadır. III. Bin Yıl Uygarlığı demek ki böyle kurulacak; kimi göç edecek ve “Adil Düzen” için ilmî çalışmalar yapacak, kimi de maddî olarak destekleyecektir.
İzmir Akevler çalışmaları da böyle olmuştur. Siyasi güç sonunda ensarın yani maddeten destekleyenlerin olacaktır. İlmî güç ise siz Adil Düzen Çalışanlarının olacaktır. İlmî çalışma Mekke’de geceleri başlamış, sonra sabah ve akşam yapılmıştır. Bizim de şimdilik akşamları bir araya gelerek hiç olmazsa günde iki saat ilmî çalışmaya devam etmemiz gerekmektedir. Hamdolsun, buna başlamış bulunuyoruz. Haftada bir katılanların da bir an önce Yenibosna’ya katılmaları gerekmektedir. Bunun için burada bir işyeri kurup gelenlere iş vermemiz gerekiyor. Bu amaçla market kurduk, şimdi muhasebe yapıyoruz. Sonra ahşap evleri de faaliyete geçirmek suretiyle bu sorunu çözeceğimizi ümit ediyoruz.
وَجَاهَدُوا (Va CAvHaDUv) “Ve cihat etmiş olanlar.”
“CEHD” gayret etmek, çaba göstermektir. Burada yalnız hicret edenler için cihad edenler diyor. İman edenleri katmıyor, çünkü onlar yalnız mal ile katılıyorlar. Medine döneminde bedenen katılmayanlara mü’minler demediği halde, burada mâlen katılanlara mü’min demektedir. Çünkü bu dönemde mâlen katılma da iman ile olur. Mekke dönemi ile Medine dönemi hükümleri farklıdır. Kelimelere vereceğimiz mânâlar da farklı olacaktır.
Bu âyet ilk Kur’an uygarlığı kurulurken gerçekleşmemiştir. Gerçi Hazreti Ebu Bekir gibi zengin sahabeler maddeten İslâmiyet’i desteklemişlerdir ama bunlar bedenen de katıldıkları için sadece maddî destekle yetinen olmamıştır. Hazreti Peygamber aleyhisselâmın amcası mâli destek yapmıştır ama iman etmemiştir. Bununla beraber Ebu Talib’i de bu âyete göre yarın cennette görmemiz mümkündür. Burada hicret edip bedenleri ile “Adil Düzen”e katılanlar kadar, bunları mâlen destekleyenler de cennette beraber olacaklardır.
فِي سَبِيلِ اللَّهِ (FIy SaBiLi elLAHi) “Allah’ın sebilinde, Allah’ın vakfında cihad edenler.”
“SEBİL” ağ şeklindeki şebekedir. Yani bir yere bağlanan yol yerine, birbirlerini birleştiren yol demektir. Burada imamı olan topluluk anlaşılmaktadır. İnsanları birbirlerine bağlayan yollar ifade edilmektedir.
Bu yollar nelerdir? Bunları şöyle sıralayalım.
Önce insanların birbirleriyle kurdukları yolların başında, bir başkanın çevresinde toplanmalarıdır.
Kur’an’da başkan yoktur, imam vardır. Birinin yaptığını yapmak suretiyle birlik sağlanmaktadır. Arada çıkan ihtilafları başkanın çözmesi ile “SEBİLULLAH” gerçekleşmiş olur. Başkanın geçici kararlarına hakemlerin nezdinde itiraz edilebilir ama baştan uyulur.
1- Her türlü konuşma ve yazışma imkânı sebilullahtır. Posta teşkilatı ve evrak kaydı sebilullahtır.
2- Her türlü borçlanma ve alacaklı olma sebilullahtır.
3- Emanetler alıp vermek sebilullahtır.
4- Taşınmaz mülkiyeti ve kiralama sistemleri sebilullahtır.
5- Basın sebilullahtır.
6- Yayın sebilullahtır.
7- Kara, deniz, hava ve demir yolları; katı, sıvı, gaz ve haber taşıma yolları sebilullahtır.
8- Telefon, internet ve posta gibi haberleşme araçları sebilullahtır.
9- Planlama ve haberleşme, sağlık evleri, tamir ve bakımhaneler, güvenlik kuruluşları sebilullahtır.
10 -Medreseler, mabetler, pazarlar ve kışlalar sebilullahtır. Takip, arşiv, ambar ve bankalar sebilullahtır. Sözleşmeler, kontroller, soruşturmalar ve hakem kararları sebilullahtır.
Görülüyor ki, tüm “Genel Hizmet” dediğimiz faaliyetler sebilullahtır.
İşte, “Genel Hizmetler”in tesisi için çalışmak, Allah yolunda cihat etmek demektir.
Denilebilir ki, bunları zaten bugünkü devlet yapıyor. O halde bugün Adil Düzen Çalışanları neden sebilullah içinde cihad etmektedir? Zaten anlatmaya çalıştığımız asıl mesele de budur.
Osmanlılarda Batı tipi hastahaneler gelmeden önce paralı tedavi müesseseleri yoktu, vakıf şifahaneler kurulmuştu. Bu şifahanelerin tedavi yerleri olduğu gibi, buradaki hastalara bakacak doktorların maaşları vakfın galliyesinden yani gelirliklerinden temin edilirdi. İlaçlar o gelirliklerden alınırdı. Hasta ücretsiz tedavi edilirdi.
Şimdiki hastahaneler ise tamamen kazanç merkezleri olmuştur. Hastahaneler şifahaneler olmaktan çıkmış, adına uygun olarak hasta eden ve cenaze kaldıran merkezler hâline gelmiştir.
O halde, hastahaneleri şifahanelere dönüştürmek elbette büyük cihattır. Savaştan daha zordur. Savaşta işimiz kolaydır. Düşman belli, karşı karşıya gelir, kılıçları veya bombaları çeker, birbirinizi öldürmeye kalkışırsınız. Galip ya da mağlup olur, sorun orada biter. Ama siz eğer şimdi hastahaneleri şifahanelere çevirmeye kalkışırsanız, devasa tıp fakültelerinin yetiştirdiği bir tabipler ordusu vardır. Bunlar büyük kazanç hayalleri içindedirler. Onlarla savaşmak zorundasınız. Onların tedavi ettiği hastalar vardır. Onların paraları vardır. Bedava tedavi yollarını aramazlar. Hastahaneler kurmuş sermaye sahipleri vardır, onlar buradan hastaları sömürmektedirler. Koskoca sigorta şirketleri ve kurumları oluşmuş, onlar ne olacak? Eczaneler, ilaç sanayii, en güçlü firmaların varlığı insanlığı hasta etme kaynağı olarak devam etmektedir. Karşınızdaki kim ile savaşacaksınız? Sizi tedavi eden doktorla mı savaşacaksınız? Yoksa ağrınızı kesen ilaçla mı savaşacaksınız?
Asıl sorun “Genel Hizmet Müesseselerini” kurmaktır. Asıl cihat buradadır. Bunun için Hazreti Peygamber aleyhisselâm Bedir’den dönerken; küçük savaşı kazandık, şimdi büyük savaşı, nefsimizle savaşı kazanmaya gidiyoruz demişti. Nitekim biz de siyasi savaşları kazandık, iktidar olduk, anayasa ekseriyeti ile iktidar olduk ama iç savaşı, genel hizmet savaşını kaybettik.
Örnek olarak yine hastahaneleri ele alalım. Adil Düzen Çalışanları, şifahaneler kurmalıdırlar. Bunu marketler zincirleri ile başaracaklardır. Marketler zincirini kurduğumuz zaman biz gelirden “Genel Hizmet” payını ayırmış olacağız; o “Genel Hizmet” payları ile şifahanelerimizi kurmuş olacağız. Bunun projesi için Doktor M. Lütfi Hocaoğlu ve Çorum Belediye Başkanı Arif Ersoy ile çalışma yapıldı. O zamanın iktidar baskı yaparak buna imkân vermedi. Başaramadık. Ama proje gelişti. Bin dolar veren ömrünün sonuna kadar tüm sağlığını sigortalamış olacaktır. Doğan her çocuk için yakınları bin dolar verirlerse sorun çözülmüş olacaktır.
O çalışma unutulmamalıdır. Marketler zincirinden sonra o çalışma gerçekleştirilecektir. Öyle bir hastahane kurmak sanıldığı kadar kolay değildir. Bugünkü tedavi tabipliğinden koruyucu sağlığa geçmek için herkesin eğitilmesi gerekmektedir. Kim eğitecektir? Eğitmen kim olacaktır? Eğiteni kim eğitecektir?
İlk bakışta burada zorluk, hattâ imkânsızlık görülmektedir.
İşte burada insanları eğitecek olan Kur’an’dır. Biz eğer insanlara Kur’an’ı okuma ve günlük olarak yorumlama eğitimini verirsek, Kur’an onlara kendi işlerinde yollarını gösterecektir. Onun dışında bir inkılâp sözkonusu olamamaktadır. Sermayenin bu sömürüsüne karşı bir asırdan beri savaş açılmıştır. Sovyetler bu savaşta kırk milyon insanın ölümüne sebep oldular. Faşizm, Nazizm, Kemalizm gibi sosyalizme yönelen ülkeler hep bu amaçla yönetildiler. Silah zoru ile bu inkılâpları yapacaklarını sandılar ama başaramadılar.
İşte bunu başaracak olan tek güç Kur’an gücüdür.
Biz ne zaman marketler zincirini kurar ve burada “Genel Hizmet” verenleri oradan elde ettiğimiz gelirlerle finanse ederiz, işte o zaman bu büyük cihadı kazanırız. Burada sağlık hizmetlerini örnek olarak verdim.
“25 Genel Hizmet” için durum budur. Faizli kredi müesseseleri insanları işsiz ve aç bırakıyor. Biz faizsiz kredileşmeli sistemi kurduğunuz zaman “SEBİLULLAH”ta adımımızı atmış oluruz. İman edenler mâlen bizi destekleyecekler, ortak olacaklar, biz de bu “25 Genel Hizmet”i kurmuş olacağız.
XX. yüzyılın çalışanları vardır. Ben onları Akevler’in bu çabasına destek vermelerine dâvet ediyorum.
1- Risale-i Nur şakirtlerini ve Fethullah Gülen’i, bu cihada hiç olmazsa mâlen destek vermelerine dâvet ediyorum.
2- Süleyman Tunahan ve diğer bütün tarikat cemaatlerini, Akevler’in bu “Genel Hizmet” çalışmalarına hiç olmazsa mâlen destek vermelerine dâvet ediyorum.
3- Sayın Erbakan’ı ve Millî Görüşçüleri artık “Adil Düzen” çalışmalarına hız vermelerine ve biz Akevler Adil Düzen çalışmalarını hiç olmazsa mâlen desteklemelerine dâvet ediyorum.
4- Nihayet, YİMPAŞ ve KOMBASSAN benzeri Anadolu holdinglerinin hiç olmazsa mâlen bizi desteklemelerine dâvet ediyorum.
“Biz” dediğimiz zaman, “Akevler Adil Düzen Çalışanları”nı kastediyorum.
Buradaki kişilerin çıkarları için bir kuruş istemiyorum. Bunlar kendi gelirleri ile çalışmalarına devam etmektedirler. Bizim istediğimiz “Genel Hizmet Müesseseleri”nin kuruluşu için destek vermeye dâvettir.
Bu destek yine sizleri zengin edecektir. Biz ise ücretimizi Allah’tan öbür dünyada istiyoruz.
Reşat Nuri Erol ile bir tarikat merkezine randevulu gittik. Bizden, ‘nasıl organize olacağız’ şeklinde talepte bulundular. Genç Şeyh, Millî Görüş sayesinde zengin olmuş bir tarikatın ekonomik sorumlusunu, tanıdığımız bir sorumluyu dâvet etmiş. Bu kişi ‘buralarda ne dileniyorsunuz’ diye bize hakaret etti!..
Adil Düzen Çalışanlarına hakaret edenlerin yarın sefalet içinde süründüklerini göreceksiniz.
Biz kendimiz için bir şey istemiyoruz; size “Genel Hizmet”lerle hizmet edelim istiyoruz.
أُوْلَئِكَ (EuLAvEıKa) “İşte onlar.”
Burada işaret edilenler kimlerdir? Yukarıdaki iki “ELLEZÎNE”yi iade etmiştir.
Bu şunu göstermektedir ki, iman edenler yani “ensar” ile “hicret edip cihat edenler” ayrı iki gruptur. Yani “mâlen destekleyenler” ile “hicret edip bedenen destekleyenler” ayrı ayrı sayılmıştır. Burada ise ikisine birden “ONLAR” diye işaret edilmiştir. Burada “ELLEZÎNE” iade edilmemiştir. Çünkü ikisine birden şâmildir. “ELLEZÂNİ” de dememiş, “ELLEZÎNE” de dememiştir. Çünkü kastedilen iki grup olmakla beraber, onlar bir grup sayılmışlardır. Her ikisinin sevabı bir addedilmiştir. Mâlen destekleyenler önce zikredildiğine göre rütbe olarak önce onlar sayılmıştır. Ama işaret zamiri ile de yakınlar ve daha çok kastedilmiş olma ihtimali ile ikisini bir seviyeye getirmiştir.
Benim şimdiye kadar Hasan Hacıbektaşoğlu’nun başını çektiği Kadıköy ve Hamidiye grubu için sorunum vardı; ‘Neden derslere devam etmiyorlar?’ diyordum. Bu âyetler sorunumuzu çözmüştür.
Onlar ensar, biz de muhacir; birlikte “Adil Düzen” için çalışmaktayız. Artık bu bilinç ve işbölümü içinde birbirimizle kenetlenip yolumuza devam etmeliyiz. İstanbul’a taşınmış bulunuyorum. Çalışmalarımızı artık hızlandırmalıyız. Allah’ın nusreti karibdir/yakındır. Biraz evvel geçen âyette bu müjde verilmiştir. Akevler’in “Adil Düzen”e yaptığı katkılar Allah tarafından zerresi zerresine kaydedilmektedir. Ama biz de muhasebemizde kaydedeceğiz. “Adil Düzen” tarihini yazacaklar o kayıtlardan yararlanacaklardır.
يَرْجُونَ رَحْمَةَ اللَّهِ (YarCUvNa RaXMaTa elLAHı) “Allah’ın rahmetini reca etmektedirler.”
“RECA” kelimesi “RACEA” kelimesi ile akrabadır; geri dönüş demektir. Bir şeyin geleceğini ümit etmek recadır. Mesela, bir dilekçe verip ona müsbet cevap geleceğini beklemek recadır. Adil Düzen Çalışanları Allah’ın rahmetini reca ediyorlar, bekliyorlar demektir. “AS” kelimesinde olup olmamakla eşitlik içindedir. “RECA”da ise daha fazla olma ihtimali vardır.
“RAHMET” ise annenin çocuğuna karşı yaptıklarına, yaptığı şeylere yani ondan bir karşılık beklemeden ona iyilik etmektir. Adil Düzen Çalışanları Allah’a bir yarar sağlamıyorlar, yine kendileri için çalışıyorlar. Adil Düzen Çalışanlarına bir tavsiyem olacaktır. Kendileri için kimseden bir kuruş istemesinler, yoksulluk ve sıkıntılar içinde yaşasınlar. Ama bugünkü tüm insanları “Genel Hizmet”e çağırsınlar; onlardan “Genel Hizmet” için dileneceğiz. Biz kendimiz için değil, yine kendileri için istemekteyiz.
Biliyorum, bunu yapmak bizim için ağırdır. Ama bu zor görevi başarmamız gerekir. Çünkü insanlar tebliğ aldıktan sonra yapmazlarsa, o takdirde Allah cezalarını verir ve “Adil Düzen” yeryüzüne gelir.
Yukarıda saydığım hak yolunda cihat yapıp zengin olanları “Adil Düzen”e çağırmalıyız. Şeriata göre kazanmaları gerektiğini tebliğ edeceğiz. Bunlar Adil Düzen Çalışanlarına yüklenen görevdir.
وَاللَّهُ غَفُورٌ رَحِيمٌ(218) (Va elLAHu ĞaFUvRun RaXIyMun) “Ve Allah gafurdur, rahimdir.”
Onlar Allah’ın rahmetini beklemektedir, çünkü Allah gafurdur, rahimdir. Burada önce gafurdur, sonra da rahimdir şeklinde tercüme edebiliriz, yani haberden sonra haber yaparız veya rahimi habere sıfat yapabiliriz. Rahim olan gafurdur diyebiliriz. İlk mânâda Allah mağfiret eder, bununla yetinmez, rahmet de eder demektir. İkincisinde ise Allah rahmet eden olduğu için mağfiret etmiştir demektir. Her iki mânâ da doğrudur.
Gerek ensar olarak, gerek cihad eden muhacir olarak çalışanlar Allah’ın rahmetini beklemektedirler. Gerek cihada başlamadan önce, gerekse cihad ve iman esnasında işledikleri günahları, yaptıkları hataları mağfiret edecek ve rahmet edecektir. Bu dünyada da rahmet edecek, âhirette de rahmet edecektir.
Bu Allah’ın büyük müjdesidir; affedilmek ve rahmet edilmek.
Burada mağfiret ve rahmet nekire olarak zikredilmiştir. O halde bizim de birbirimizin kusurlarını ve hatalarını affetmemiz, bizim de merhamet etmemiz gerekir. Biz kolay ve basit bir işe talip olmuş değiliz. Peygamberlerin yaptıklarını vahiysiz yapmaya çalışıyoruz. Kur’an’ı anlayarak ve uygulayarak yapmaya çalışıyoruz. İsrail oğullarının ıcli ittihaz ettiğini hatırlayalım. En büyük günahı yani şirki işledikleri halde affetmiştir. Birbirlerini de affetmişlerdir. Birbirimize karşı hatalar işleriz, düzene karşı hatalar işleriz. Eksikliklerimiz olur, işler kötüye gitmiş olabilir. Bunlar imtihandır.
Yapılacak iş, bir taraftan Allah’ın mağfireti ve rahmeti beklenecek, bir taraftan da birbirimize karşı gafur ve rahim olacağız. Biz bu derslere devam etmezsek, Kur’an’ın bu tavsiyelerini dinlemezsek, bu affı ve merhameti nasıl elde edebileceğiz? Onun ilk şartı “Kur’an ve Adil Düzen Yorum Dersleri”ne devam etmektir.
***
يَسْأَلُونَكَ (YaSEaLUvNaKa) “Senden sual ediyorlar.”
Kur’an’daki her ifadenin bir konuşma mânâsı vardır, bir de ıstılahi mânâsı, terminolojik mânâsı vardır. Bunu zamanla keşfedeceğiz. Mesela “ittika edin” dendiği zaman “içtihat yapın” demektir; yani burada sizin takdir yetkiniz vardır, bunu kötüye kullanmayın demektir. “İ’lamû” denirse, icma yapın demektir.
“YES’ELÛNEKE” denirse, istişarî kararlar alın demektir. İstişarî kararlar bucak içinde alınmaktadır. İstişarî kararlarla haramlar tesbit edilebilmektedir. İstişarî karar ne demektir?
Burada tekrar hatırlatarak, Kur’an’ın nasıl şeriat düzeni yani demokrasi getirdiğini aklımızda tutalım. Bu tanımları hep aklınızda tutacaksınız. Her yerde uygulayacak ve her yerde İslâmiyet’i ve “Adil Düzen”i bununla savunacaksınız.
İstişare aşiret içinde alınır, beş vakit namaz kılan cemaat içinde alınır. Bu eğer bucak merkezi aşireti ise, şura meclisi ise burada alınır. Bucak merkez aşireti dayanışma ortaklıklarının sorumlularından oluşur. Aşiret veya bucak başkanı temsilci olan şura üyelerinin ortak vekilidir. Üyelerle istişare ettikten sonra, onlara vekaleten karar alır. Kararı vekaleten olduğu için bütün şura üyeleri ittifak etmiş olur. Şura üyeleri de bütün bucak halkının vekilleri oldukları için bütün bucak halkı ittifak etmiştir. İşte, “sual edildiğinde” alınan karar başkanındır ama vekaleten alındığı için bütünün kararıdır. “Sual etmek” sadece sormak anlamında değildir. “Sual etmek” istemek demektir, yani bizim adımıza vekaleten karar almanı istiyorlar demektir.
İstişarî kararlarda da hakemlere gitme vardır. İcmaa aykırı istişarî karar alınamaz.
Bu âyete göre, istişarî kararlarla haramlar konabilir, o bucakta o mal sayılmaz. Yasaklar konabilir. Faillere ceza verilebilir. Nitekim Hazreti Peygamber sarhoşlara sopa attırmıştır.
عَنْ الْخَمْرِ (GaNı eLPaMRi) “Hamrdan sana sual ediyorlar.”
“HAMR” üzümden yapılan içkidir. %12’den fazla alkol ihtiva eder. Alkol da insanı sarhoş eder, başını döndürür. “HİMAR” ise başa sarılan sarıktır, başörtüsüdür. Kur’an bunu misal olarak alıp haram yapmaktadır. Burada illetinden bahsetmemektedir ama başka âyetlerde sükriyetten/sarhoşluktan bahsetmekte ve onun kötü olduğu bildirilmektedir. O halde biz illet olarak sükriyeti alıyoruz. Bunda icma vardır. Sarhoşken namaza yaklaşmayın âyetinin mefhumu muhalifi, başka zaman sarhoş olabilirsiniz demektir. Ama Ebu Hanife gibi biz mefhumu muhalifi delil kabul etmediğimiz için âyetlerde nesh yoktur demektir. Belki bunun zikri bir kimseye ceza verebilmemiz için en kısa vakit olan sabah veya akşam vakitleri kadar zamanda sarhoşluğu devam ediyorsa uygulayabiliriz demektir. Yani cezada sarhoşluğun uzunluğunu tayin etmek için öyle zikredilmiştir.
Asıl olarak seçilen örnek kelimeler birer etalondur, yani ölçü birimidir, metredir.
Bir maddede eğer alkol miktarı %6’dan azsa veya etkisi bu miktar alkolden azsa, sarhoş etmemişse ve alışkanlık yapmamışsa, o madde haram değildir. Kur’an bunu bize ölçü birimi olarak bildirmiştir. Bu içilecekler için konmuştur. Ama zehirlenmelerde de bu birim esas alınacaktır. Bir gaz şarabın kokusundaki zehir kadar bir zehir ihtiva ediyorsa, o zaman öyle bir yerde oturmak da haramdır. O halde, sigara dumanının zararı üzüm şarabı kokusunun zararından fazla ise, sigara içilen yerlerde oturmak da haramdır demektir. Gaz satıcıları bundan daha zararlı olan gazlara kötü koku maddelerini katmak zorundadır demektir.
Kur’an bir kelime söyler, onunla bir âlemi anlatır. Uyuşturucular da buna kıyas edilecektir.
Şimdi, Orta Asya’da at sütünden yapılmış içkiyi yani kımızı sorabilirler; içilmesi haram mıdır, helal mıdır? Yahut Türkiye’de içilen bozadan sorabilirler; içilmesi helal mıdır, haram mıdır? Ne cevap vereceğiz?
Aklımıza geleni söyleyemeyiz. Üzüm şarabına kıyas yapacağız. Eğer alkol miktarı %6’dan azsa, alışkanlık yapmıyor ve sarhoş etmiyorsa, sarhoşluk birbuçuk saat sürmüyorsa, o zaman helaldir; değilse haramdır. Bira için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Ben bunların hiçbirisini içmiyorum. Ama Kur’an öyle söylediği için haramdır demiyorum. Bazı zavallı mü’minler vardır. İnsanların kafaları karışır diye Allah’ın şeriatını gizliyorlar. Bunlar derhal tevbe etsinler. Onlar Allah’tan ne daha alim ne de hakimdirler.
وَالْمَيْسِرِ (Va eLMaYSiRi) “Ve meysiri de soruyorlar.”
“YÜSR” sol el demektir. Kolaylık için söylenir. Çalışmadan kazanma yüsrdür.
Zar atacak, orada kazandığı ile zengin olacak. Piyango bileti ile milyarder olacak. Eğer bir yerde şans varsa, bu yalnız para kazanmak değil, kolay karar vermek olduğu için haramdır. İçtihat demek, gayret sarf etmek, araştırmak, deliller toplamak demektir. Üzerinde düşünüp ahsenini seçmek demektir.
“MEYSİR” ise zar atıp veya fal bakıp karar vermek demektir. İşte Allah bunu haram etmiştir. Dolayısıyla zarlı oyunlar, şans oyunları da haramdır. Para sözkonusu olmasa da haramdır. Çünkü insanı tesadüflere göre yaşamaya alıştırmaktadır. Oysa insan sünnetullaha göre yaşayacaktır. Büyücülük ve falcılık da bu sebeplerle haramdır. Aidat yatırıp emekli olmak da bir kumardır. Çünkü önce ölürseniz bir şey almazsınız; çok yaşarsanız ölenlerin haklarını siz alırsınız. Bunun yerine olması gereken herkesin sigortalanmasıdır. Herkesin yeryüzünde arazi payı vardır. Çalışmadığı zaman kirasını istihkak eder. Bir de dayanışma ortaklığı vardır. Bu yardımlaşmadır. Önce kimse para koymuyor. Eğer bir kaza olursa herkes bölüşerek katılıyor. Bu da sigorta gibi meysereye benziyorsa da, burada zarardan sonra ödeme olduğu için meysereye değil de seleme kıyas yapılır. Selemde de zaman farkından dolayı kazanma vardır ama haram değildir, istihsanen haram değildir. Dayanışma ortaklıkları da meysereye benziyorsa da, istihsanen ondan farklıdır.
Burada iki örnek verilmiştir. Bunların haramlığından bahsedilmektedir. Biri insanların yiyeceği ile ilgilidir, yani yaşamaları ile ilgilidir. Diğeri de kazançları ile ilgilidir. Yiyeceklerde haramlık için üzüm içkisi seçilmiştir. Kazançta ise kumar seçilmiştir. Bütün çalışma hayatımızı ve yaşama hayatımızı bu iki maddeye kıyas yaparak düzenleyebiliriz. Kumar ile faiz arasında da büyük bağ vardır. Kumarda parası çok olanlar diğerlerini yutar, tekele götürür. Faiz de ekonomide aynı şeyi yapar. İkisi de ihtimaliyat kanunlarına göre denge bozucudur. Faizli ticaret kumardan başka bir şey değildir. Bu iki maddeye kıyasla tüm haram ve helalleri düzenleyebiliriz; tüm çalışma ve yaşamamızı düzenleyebiliriz.
Bu iki kelime başka bakımdan da birbirinden farklıdır. Biri kişinin kendi bedenine ve ruhuna zararlıdır, diğeri ise topluluğa zararlıdır. İnsan her ikisinden de kaçınmalıdır. Çıkar paralelliği içinde yaşamalıdır, yani hem topluluğun hem kendisinin iyiliğine olan işleri yapmalıdır.
قُلْ (QuL) “Kavlet.”
“Kavlet/söyle” yani istişareden sonra kararını ver ve söyle.
“Kavletmek” bağlayıcı söz söylemedir, mukavele yapmadır, sözleşmedir, mevzuattır, yani şeriattır. “Kelam” ise sadece söylemedir. “Ecib/cevap ver” demiyor, “Kavlet/söyle” diyor, yani onları da bağlayan kural koy, hüküm ver demektir. Bu kural bilgiye de dayanabilir, içtihat da olabilir.
Buradan şunu öğreniyoruz ki, icmalar da başkanın ağzından çıkacaktır. İcmanın in’ikad ettiğini başkan ilan edecektir. Tabii ki bu ilana karşı da hakemlere gidilebilir. Başkan muhalifse, icma olmayacağından icma in’ikad etmiştir diye hakemlere gidilemez. Bu istişarî kararlarda da böyledir. Hakemler kararı ile mevzuat oluşmaz. Yargıtay bugün içtihatlarla kanunlar üretmektedir. Bu anayasamıza aykırıdır. Yasamaya müdahaledir. Şeriata da aykırıdır.
فِيهِمَا إِثْمٌ كَبِيرٌ (FIyHiMAv EiÇMun KaBIyRun) “İkisinde büyük ism vardır.”
“İSM” hurmadan yapılmış içkidir. Sonraları günah olarak adlandırılmıştır. İnsanın bedenine ve ruhuna karşı işlenmiş suçlardır, yani günahlardır.
İnsan kendi bedenini kendisi yaratmamıştır, kendi kendini yetiştirmemiştir. Dolayısıyla o Allah’ın ve topluluğun ona emanetidir. İnsanın kendi bedenine veya aklına zarar vermesi emanete ihanettir. Hiçbir erkek ve kadın beden benimdir diyerek istediği gibi cinsi ilişkilerde bulunamaz. Onun değildir, ona emanettir. Bu sebepledir ki zararlı şeyler başkasına zarar olmasa da yasaklanabilir.
“İSM” burada müfret getirilmiştir. O halde ism tektir. “ZENB” sosyal suçları, “İSM” ferdî suçları oluşturur ama “İSM” aynı zamanda her ikisini de içerir, yani müşterek bir isimdir. Burada buna işaret edilmiştir. Çünkü kumarı da içkiyi de tek isim içinde toplamıştır.
İsm yalnız bunlardan ibaret değildir. Başka ismler de vardır, çünkü nekiredir. Başkana karşı çıkma yahut zina, bunlara kıyas edilemeyen veya nass içine girmeyen ismlerden olur.
وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ (Va MaNAFiGu Li elNAvSi) “Ve nâs için menfaatler vardır.”
“İSM” müfret geldiği halde, “MENFAAT” çoğul gelmiştir, “NÂS”a izafe edilmiştir, izafet “LAM”la yapılmıştır. “MENFAAT” nekiredir, “NÂS” marifedir, bunun için “LAM”la yapılmıştır.
Menfaatlerin çoğul olması, nâsın da çoğul hükmünde olması, her menfaatin her kişiye ait olduğunu ifade eder, yani bunlarda kişiler için menfaat vardır.
Üzüm şarabında ne menfaatler vardır?
Her şeyden önce üzüm şarabında yalnız alkol yoktur, diğer besleyici maddeler vardır. Ayrıca vitaminler vardır. Bazı ilaçlar ancak alkolde eriyebilmektedir. Alkolün kendisi de enerji kaynağıdır. Bazı hallerde alkol da ilaç olabilir. O halde alkol sigara gibi değildir. Sigarada hiçbir fayda yoktur, sadece zarar vardır. “İSM”i zarar olarak anlıyoruz. Ancak bu sosyal zarar veya ekonomik zarar değil, insanın bedenine ve aklına olan zarardır.
Üzüm şarabı için fayda sözkonusu olmaktadır. Acaba kumarda ne gibi zarar/fayda vardır. Ben ilk olarak 1960’lı yıllarda Yeşilay dergisine bir yazı yazmıştım. O yılların Yeşilay arşivlerinde veya devlet kütüphanelerinde o yazıyı bulabilirsiniz. Orada içki, kumar ve fuhşun sosyal yararlarını anlatmıştım.
Kumar ne yapıyor? Zekât vermeyenlerin, hayır işlemeyenlerin servetlerini eritiyor, para tekrar ekonomi sirkülasyonuna giriyor. İkincisi, kumar oynayanlar oyalanıyor, cemiyete zarar veren işleri yapmıyorlar. Birbirlerine saldırarak vakit ve enerji kaybediyor, böylelikle bizimle savaşmalarına zaman ve imkânları kalmıyor. Nihayet bu sayede erken ölüyorlar, insanlar onlardan ve yaptıklarından kurtuluyor.
وَإِثْمُهُمَا أَكْبَرُ مِنْ نَفْعِهِمَا (Va EiÇMuHuMAv EaKBaRu MiN NaFGıHıMAv)
“İsmi ise nef’inden ekberdir.”
“İSM”in şiddetlisine “EKSER” yerine “EKBER” demektedir. “KİBER” yaşlı, daha çok yaşamış demektir. Uzun manasında büyük demek değildir. Çok günah demek, değişik günahlar demektir.
“Ekber günah” demek, büyük günah demektir. Burada hem “ism” hem de “nef’” tekil kullanılmıştır. Yukarıdaki menfaatler yerine burada “nef’” kullanılmıştır. Gerek “ism”in gerekse “nef’”in ortak ölçü birimi var demektir. İkisinin ölçü birimleri aynıdır. Bu miktarlar kıyas yoluyla tesbit edilirler.
Bizim cezaları düzenlerken her suçun karşılığını bir birimle ölçmemiz gerekir. Kısasta uzva ve cana bir diyet takdir ediyoruz. Böylece uzva karşı diyetin miktarını belirliyoruz. Ama bunun dışında da cezalar vardır, bu da dayak cezasıdır. Acaba bir dayak kaç liraya tekabül eder. Bunun için bir günlük hapse tekabül eden sopa miktarını ele alıyoruz. Biz bire bir miktar mantıkidir diyoruz.. Bilekten kesilen bir kol sekizde bir diyettir, yani dört yıl hapse tekabül eder. Hırsızın hapis olarak cezası budur demektir. Her günü bir sopa olarak alırsak, kol ile celd yani zina hırsızlıktan on beşte bir daha hafif yapılmıştır. On altı olarak alırsak, dört defa hafifletilmiştir.
Bunlar nelerdir?
a) Mal güvenliği soy güvenliğinden daha önemli sayılmıştır.
b) Hırsızlıkta tam gizlilik vardır, zinada ise hiç olmazsa birleşenler biliyor.
c) Zinanın ağırı vardır, hırsızlığın ağırı yoktur.
d) Zinada nefse hakimiyet daha zordur.
Demek ki, biz böyle denkleştirme yapıyoruz. Sopa, bir gün çalışmadan daha az eziyettir. Ancak, sopada rezil edici özellik vardır, çalışmada böyle bir şey yoktur.
İstihsan ile yaptığımız içtihatlarımıza Kur’an’la meşgul olunca onda delil buluyoruz.
Burada getirilen önemli bir kural vardır, o da şudur; meclislerde ekseriyet kararı yoktur. Ancak eşyada fayda ve zarar arasında kıyas yapılınca, hangi taraf daha ağırsa o hükmü taşıyor. Zarar fazla ise o haramdır, fayda fazla ise o helaldir. Bu genel kural illetlerin tesbitinde işe yaramaktadır.
Ekseriyet sisteminin bir yararı vardır, çabuk karar alınabilmektedir.
Ama zararları nelerdir?
-Karar çabuk alındığında zarar olma ihtimali çoğalır.
-Başka bir zararı ise kararsızlıktır, kararlarda devamlılığın olmayışıdır.
-Üçüncü zararı ise bir grubun diğer gruba tahakkümüdür.
-Dördüncü zararı, kuvvetin hakimiyeti ve merkezin yönetimidir.
Kur’an kanun değildir, kanunların nasıl yapılacağını öğreten bir ilim kitabıdır demiştik. Örnekler sadece derslerin iyi anlaşılması içindir. Jüstinyen son kitabını emirname şeklinde değil, öğrencilere birer ders kitabı olarak yazmıştır. Kur’an da emirname değildir, ders kitabıdır; isteyenler yararlanırlar.
وَيَسْأَلُونَكَ (Va YaSEaLUvNaKa) “Ve sana sual ediyorlar.”
Bundan önce sual edilen şey yasaklar veya haramlar idi. Şimdi ise vecibeler yani yükümlülükler anlatılmaktadır. Demek ki, istişarî kararlar haramları içerdiği gibi, ibadetleri yani yükümlülükleri de içerir. İstişarî kararlarla bucak bütçeleri tanzim edilir, yani vergiler konur.
Burada tesbit ettiğimiz husus, istişarî kararlarla bütçe oluşturulur. Kur’an zekâttan bahsetmektedir, hükümler koymaktadır. Bucak başkanlarının da alacakları pek çok kararlar vardır.
İşte bu âyet oradaki hükümlerden bahsedecektir.
مَاذَا يُنفِقُونَ (MaVÜAv YuNFıQUvNa) “Neyi infak etsinler?”
“MÂZÂ YUNFİKÛNE” tâbiri Kur’an’da iki yerde geçmektedir. Bundan önce geçen nerelere harcanacağı hususunda idi. Burada da nelerin verileceğini anlatmaktadır. Neler elimizle mallarımızdan ayrılacak ve onlar nerelere harcanacaktır? Kur’an’da önce harcama yerleri anlatılmış, sonra gelirler üzerinde durulmuştur.
Bunun hikmeti şudur ki, topladığımız paralar kadar harcama yapmayacağız, gerektiği kadar harcama yapacağız. O kadar toplayacağız. Halife Hazreti Osman ihtiyaç kalmayınca altın ve gümüşten zekât almaktan vazgeçmiş, kendiniz verin demiştir.
“İnfak ettikleri” diyecek olursak, “Zâ”yı getirmez, “Mâ Yunfikûne” deriz. Ama soru sorulacağı zaman “Zâ” getirilmesi uygun olur. Hele soru fiile değil de mef’ule yönelikse, “Zâ”nın getirilmesi zorunlu olur. Gaye harcama olduğu için burada “Mâzâ Yu’tûne” denmemiş, “Mâzâ Yunfikûne” denmiştir.
Buradaki infak da zekât dönemi infakı değil, Adil Düzen Çalışanlarının verdiği sürelerdir. Yukarıda “Adil Düzen”de iman var, cihat var demiştik. Daha evvel de infak âyetleri geçmişti. Bunlar hep henüz devlet aşamasına gelmeden uygulanacak âyetlerdir. Adil Düzende çalışmayanlar da maddeten katılacaklar demektir.
O halde bizim bütün Adil Düzencilere ulaşmamız ve onlara bedenen katılamıyorsanız maddeten katılın dememiz gerekmektedir. Bize düşen dâvettir, tebliğdir; kimseyi zorlama değildir.
Bu âyetlerin benim İstanbul’a gelmemin yani yerleşmemin arkasından gelmesi sadece rastlantı değildir. Bizim şimdi faaliyete geçme zamanımızdır. Biraz sıkılacağız ama, Allah için, cennet için bu sıkıntılara katlanmamız gerekir. Gerek marketi gerekse ahşap evleri başarmamız Allah’ın takdirine bağlıdır. Biz tebliğde bulunacağız. Allah isterse onların kalplerine bize destek vermelerini ilham edecektir. Biz de başarmış olacağız. Günü gelmişse olur. Bize düşen sabırdır.
قُلْ الْعَفْوَ (QUvLi eLGaFVa) “Afvu diye kavlet.”
“Afv verin” denmektedir. “AFV” sakalından kesilip atılan kısımdır. Serbest bırakmak, azat etmek mânâsına geldiği gibi; uzantıları, fazlalıkları atmak demek olur. “Ğufretmek” demek, günahların üstünü örtmektir. “Affetmek” ise kökünden söküp atmak demektir.
Bir kimseye ceza verildiğinde onun infazını ertelersiniz. Bu mağfirettir. Ama infazdan sonra artık onda günah kalmamış, hiç günah işlememiş hâle gelmiştir. Kur’an infak edeceklerden bahsederken afvı kullanıyor.
“Adil Düzen”e katılanlar, maddeten katılanlar artık ondan bir şey beklemeyecekler, affedip atacaklar. ‘Biz bunu verdik, niçin başaramadınız?’ demeyecekler. Bizim ise onu değerlendirmemiz gerekir, kâr ettirmemiz gerekir, zarar ettirmememiz gerekir. Bu bakımdan çok dikkatli olmamız gerekir. Ama Allah takdir etmezse olmaz; olmayınca da biz emeğimizi, mal sahipleri de paralarını kaybedeceklerdir.
Market çalışmamız bunun en iyi örneğidir. Markete kimileri emeklerini, kimileri de paralarını kattılar. Bir yıllık denemede kâr ettiremedik, zarar oldu. O zaman ne oluyor? Çalışanlar emeklerini zarar ettiler, para verenler de sermayelerini zarar ettiler. Bu da son derece normaldir. Bizim faaliyete geçtiğimiz yerde o şartlar altında sermayeye kazanç temin etmemiz mümkün olmazdı; olmadı. Burada en büyük sorumlunun ben olduğumu biliyorum. Çünkü arkadaşları bu işe doğru götürdüm ama ben gelmedim. Ama her şey güzeldir.
Bu çalışmalarımız bize neler kazandırdı?
a) Her şeyden önce market çalışmalarına başladık. Azimle devam ediyoruz. Eksiklerimizi ve yanlışlarımızı görebiliyoruz.
b) Muhasebe çalışmalarımız bu market sayesinde çok ileri safhalara ulaştı. Yeniden başladığımız zaman o muhasebe ile başlayacağız.
c) Yenibosna’daki dersler bu sayede aksamadan devam etti. Üsküdar’dakiler aynı devamlılığı gösteremediler. Çünkü orada -zarar da etse- bir meşgaleleri yoktu.
d) Hasan Özket, M. Lütfi Hocaoğlu ve Süleyman Karagülle aileleri buraya taşınmışlardır. Bu taşınmalar Market olmasaydı zor olurdu.
e) İki yazıhanenin (büro ve marketin) tapuları bu market sebebiyle kooperatife geçmiştir. Böylece kooperatif kapanma tehlikesinden kurtulmuştur.
f) Ahşap evlere 75 bin dolardan fazla harcama yapılmıştır. Marketin de 30 bin dolar masrafı sözkonusu olabilir. Henüz hesapları çıkaramadık. Demek ki, on senelik denemelerimiz bize 100 bin dolara ve çalışanların emeklerine mâl olmuştur. Bu denemelerde kazançlı olduğumuz iş de vardır, o da Çatalca’daki yerimizdir. Bu zararları oradan telafi edeceğimize inancım tamdır.
İşte, buradaki “AFV” kelimesi bize neyi ifade ediyor?
Gerek çalışanlar gerekse maddeten destekleyenler buradan bir karşılık beklemeden bu katkılarda bulunacaklardır. Biz ise onu değerlendirip hesap verebilmeliyiz. İzmir Akevler’deki durum da budur.
Ben şimdi “AFV” kelimesine bu mânâyı veriyorum. Kimseyi ‘sen şununla katıl’ diye zorlamayacağız. İsteyen katılacaktır. Ancak bizim muhasebemizi yapıp kendilerine nerelerde olduğumuzu bildirmemiz gerekir. Hafta içinde hangi işte ne yaptık, ne kazandık, ne kaybettik, sonra neler yaptık?
Tabii ki, yaptığımız en iyi iş “www.akevler.org” sitesini şimdiye kadar devam ettirmemizdir.
İkinci önemli iş de, maddeten katılanlar buradan bir şey beklemeyecekler ama biz hesabı kuruşu kuruşuna vermeliyiz; biz zarar vermemeliyiz.
Burada “AFV” in başka mânâsına sadece işaret edeceğim, o da “Adil Düzen” faaliyete geçtikten sonrası içindir. Bu âyet nisab âyetidir. Nisabdan sonrasının zekâtı vardır. O afvdır. Nisabın altında olanların zekâtı yoktur. Nisabın da istişarî kararlarla tesbit edileceğini bu âyet bize öğretmektedir.
Bunun dışında vergi üretimden ve bir yerde alınacak, o yerin tesbiti de istişarî kararlarla olacaktır. Sonra zekât faizsiz kredi karşılığı alınacak, bu karşılık da istişarî kararlarla tesbit edilecektir.
Kredi verilmeyen yerden zekât alınmayacaktır. Zekât su ve elektrik harcamalarına karşılık alınacak. Bedeli tesbit de yine istişarî kararlarla olur. Bu hususta bilgilenmek isteyenler diğer yazılara müracaat etsinler.
كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ (Ka ÜAvLiKa YuBayYiNU elLAHu LaKum)
“Allah size böylece açıklamaktadır.”
Sorusu olmayan, çalışması olmayan yani Kur’an’la yaşamasını eşleştirmeyen kimse, bu âyetleri okuduğu zaman ‘bunun neresi açık’ der, ‘AFV kelimesinin neresi beyyin/açık’ der. Ama ilgili olanlar ‘biz ne kadar açık ve doğru anlıyoruz’ der. Bir taraftan zekât yüzdelerini koyuyor, diğer taraftan fazlasını verin diyor.
Bu çelişki değil mi?
Değil, çünkü biri kuruluş zamanı hükümleridir, diğeri kurulduktan sonraki hükümlerdir. Biri vergi yüzdeleri ile ilgilidir, diğeri vergi nisabı ile ilgilidir. Birini Allah Kur’an’da tesbit etmiş, diğerini ise istişarî karara bırakmıştır. Her şey gerçekten ne kadar açık. Ama bu açıklığı insanlık ancak 1400 sene sonra anlayabildi.
Burada “size” kelimesi gelmiştir. Burada kişi olarak muhatap olanlar kimlerdir?
İşte, burada muhatap olanlar Adil Düzen Çalışanlarıdır, yani biziz; bize açıklamaktadır.
“Adil Düzen” geldiğinde muhatap her bucak başkanı olacaktır. Onlar bunu okudukları zaman kendi bucaklarının sorunlarının nasıl çözüldüğünü anlayacaklardır. “LEKÜM”le siz Yenibosna’da, İzmir’de ve Ankara’da toplanan insanlara, “Adil Düzen”e hizmet veren kimselere, size hitap ediyorum, böyle yapın diyor.
الْآيَاتِ (EaLEaYATı) “Âyetleri size beyan eder.”
“El-ÂYÂT/ÂYETLER” dişi kurallı çoğul olarak gelmiştir.
“ÂYET” dediğimiz zaman ilk anlayacağımız doğada bulunan âyetlerdir. Yıldızlar, ay, güneş, yer, ağaç, dağ gibi varlıkların her biri birer âyettir. Çünkü onları incelediğiniz zaman orada Allah’ı görürsünüz, Kur’an’ın anlattıklarının doğruluğunu görürsünüz.
İkinci “ÂYETLER” ise şeriat âyetleridir. Şeriata uygun olarak kurulmuş topluluklar başarıya ulaşırlar, şeriattan ayrılanlar helâk olurlar. O halde insanları başarıya götüren “Adil Düzen” hükümleri de âyettir. Bugün âyet değildir ama yarın âyet olacaktır. Çünkü uygulandığı zaman başarısı görülecektir. Bugün ise ilmen açıklanmaktadır. İlmî olması dolayısıyla âyettir.
Kur’an için üçüncü olarak diyebiliriz ki, âyetlerden kasıt Kur’an âyetleridir. Bütün Kur’an bir bütündür. Âyetler birbirini açıklamaktadır. Bu bakımdan da âyettir.
Dördüncü mânâsı ise topluluğun koyduğu kanunlardır. Topluluğun kendi içtihat ve icmalarının da âyet gibi kesin ve açık olması gerekmektedir. Bunlara bugün ‘vergide kanunilik ilkesi’ diyorlar. Krallıklar döneminde bu ilke getirilmiş ve bugünkü uygarlık doğmuştur.
Şimdi kanunilik ilkesi kanunlarda var ama pratikte uygulanamıyor. Dolayısıyla sözde kalmaktadır.
Oysa, “Adil Düzen”de kanunilik ilkesi vardır, hem de uygulanabilir tarzda vardır.
لَعَلَّكُمْ تَتَفَكَّرُونَ(219) (LaGalLaKuM TaTaFakKaRUNa)
“Tefekkür edersiniz diye âyetleri beyan ediyoruz.”
Burada “tefekkür edersiniz” diyor.
Başka yerde “ta’kilûn/akledersiniz” diyor, başka yerlerde “tetezekkerûn” diyor, “tefkahûn” diyor.
Bunları karşılaştırarak ne gibi anlamları olduğunu çıkarmamız gerekir. Burada niçin bu fiili getirdiğini de belirtmemiz gerekir.
“FİKR”in “BİKR” ile akrabalığı vardır. BİKR, yaşta ilk çağlardır, bir de erken zaman demektir; yani fecirden sonra gelen, sabahtan sonra gelen vakittir.
“Fikretmek” demek, o yaştaki insanın aynı baliğ olan insanın mantığı ile düşünmesi demektir. Acaba çocuk aklı ile baliğ olanın aklı arasında ne gibi farklılıklar vardır? Bunları ortaya koyarsak “fikretmeyi” de anlamış oluruz. 15 yaşından önce insanda daha çok tâbi olma ve büyüklerini dinleme azmi vardır. Baliğ olmaya başlayınca kendi sorumluluğunu idrak eder ve anne-baba hakimiyetinden kurtulmaya çalışır. Kendi başına aile kurmaya ve eşini bulmaya çalışır. Bu duygu o kadar baskındır ki, kızların kocaya kaçması 15 ile 20 yaşları arasında olur. “Fikretmek” demek, bağımsız düşünmek demek, bir otoritenin emrinde olmaksızın içtihat yapmak demektir, tüme gitmek demektir. “Akletmek” ise tümden gelmektir. Çocuklarda tümden gelme muhakemesi vardır. Matematiği öğrenebilmektedir. Oysa tümevarım zordur. Kendisi kararlar verecektir.
O halde fikir ile akıl arasında şöyle bir ayırım yapabiliriz.
“Fikir” tümevarımı, “akıl” da tümdengelimi ifade eder. Tümdengelimde halkalar vardır. Bir muhakeme zinciri ile bir yere varırsınız. Tümevarımda ise dallanma vardır ve halkalar kadar sağlam olmayan kıyaslarla tüme varılır. Zikr, fıkıh ve rusuh her ikisini birden kullanarak içtihat yapma demektir. Fikirde içtihat yoktur. Genel kuralı bulma demektir. Akılda genel kuraldan gelme demektir. İçtihat ise ikisini birden yapmadır. Tümevarımda âyetlere dayanmak gerekiyor. Değişik âyetleri birlikte düşünüyorsunuz ve bir genel kural koyuyorsunuz. O genel kurallara götüren delillere âyet denir. Kâinattaki deneylerle sabit olanlar da âyetlerdir.
ADİL DÜZEN 407
***
BAKARA SÛRESİ TEFSİRİ - 69. Hafta
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَانِ الرَّحِيمِ
فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَيَسْأَلُونَكَ عَنْ الْيَتَامَى قُلْ إِصْلَاحٌ لَهُمْ خَيْرٌ وَإِنْ تُخَالِطُوهُمْ فَإِخْوَانُكُمْ وَاللَّهُ يَعْلَمُ الْمُفْسِدَ مِنْ الْمُصْلِحِ وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَأَعْنَتَكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ(220) وَلَا تَنكِحُوا الْمُشْرِكَاتِ حَتَّى يُؤْمِنَّ وَلَأَمَةٌ مُؤْمِنَةٌ خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكَةٍ وَلَوْ أَعْجَبَتْكُمْ وَلَا تُنكِحُوا الْمُشْرِكِينَ حَتَّى يُؤْمِنُوا وَلَعَبْدٌ مُؤْمِنٌ خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكٍ وَلَوْ أَعْجَبَكُمْ أُوْلَئِكَ يَدْعُونَ إِلَى النَّارِ وَاللَّهُ يَدْعُو إِلَى الْجَنَّةِ وَالْمَغْفِرَةِ بِإِذْنِهِ وَيُبَيِّنُ آيَاتِهِ لِلنَّاسِ لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ(221)
فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ (FIy elDuNYAv Va eLEaPıRaTı) “Dünyada ve âhirette.”
Burada besmelede olduğu gibi cümlenin kendisi ortadan kalkmış, yalnız “dünya ve âhirette” denmiştir.
Ankara’da bir barış mitingi yapsak; Irak’ta savaş dursun, Türkiye Irak’a saldırmasın diye pankartlar tutsak, afişler assak, üstünde “YURTTA ve CİHANDA” yazsak; herkes bunu “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” diye anlar. Kürsüye çıkan herkes “YURTTA ve CİHANDA” diyor ve susuyor! Herkes düşünüyor ve onu kendi beyninde yoğuruyor.
İşte, burada da “dünyada ve âhirette saadet istiyor musunuz, ona göre amel ediniz” demek olur. “Dünyada ve âhirette saadete ulaşmak için düşünmeniz gerekmektedir” gibi uzun uzun cümleleri beyninizde kurarsınız.
Bununla beraber âyet her zaman cümlelere bölünmez. Âyetin bittiğini gösteren cümle orta yerde olabilir. O zaman dünya ve âhiret üzerinde tefekkür ediniz demek olur.
“Fi’l-Dünya ve’l-Âhireti” denmiştir; “Ve Fi’l-Âhireti” denmemiştir. İkisi üzerinde birlikte düşününüz anlamı çıkar. Âhiret ile dünya bir kumaşın iki yüzü gibidir. Tamamen simetridir. Dünyada kötü olan âhirette de kötü olacaktır. Âhiret dünyada kazanılacaktır. İbadetler hem dünya için yararlıdır, hem âhiret için. Kişi çıkarları dünya, topluluk çıkarları âhiret olarak alınırsa, çıkar paralelliğini esas alın demek olur.
O zaman âyet iadeli okunur. “Lealleküm Tetefekerûn” denir, durulur. Tekrar edilir. “Tetefekerûne Fi’l-Dünya ve’l-Âhireti” denmiş olur.
Bu takdirde dünya ve âhiret üzerinde düşünürsünüz demek olur. Yahut dünyada ve âhirette düşünürsünüz denmiş olur. “Fi” getirilmediğine göre bu ikinci mânâ uzaktır. Eğer bu uzak mânâyı kabul edecek olursak o zaman âhirette de düşünme vardır demektir. O zaman bu bizi âhirette de amel vardır anlamına götürür. Çünkü düşünmek yapmak içindir.
Burada lafzî mucize vardır. Bu âyet sahifenin sonunda gelmektedir. Eğer âyet cümleyi bölmeseydi satır sonu olmayacak, sayfa sonu âyetle bitmeyecekti. Cümle bunun için iki âyet arasında bölünmüştür. Ama aynı zamanda iki ayrı mânâ yüklenmiştir. Tek cümle veya iki cümle olarak düşünebilmekteyiz.
Demek ki, burada hem lafzî hem de manevi bedaat vardır.
وَيَسْأَلُونَكَ (Va YaSEaLUvNaKa) “Ve senden sual ediyorlar.”
“Yes’elûneke Ani’l-Cibali”, “Yes’elûneke Ani’r-Ruhi”, “Yes’elûneke Ani’s-Saati” gibi ilmî soruları soruyorlar denmektedir.
Bu bize şunu anlatıyor ki, her bucak çocuklarına ne öğreteceğini istişare ile tesbit edecektir. Okunacak ilimlerin resmî kitapları olacaktır. O kitaplardan imtihan yapılarak diplomalar verilecektir. Öğrenim serbesttir ama imtihanlar ve diploma tektir. İlk öğrenim bucaklarda, orta öğrenim illerde, yüksek öğrenim ülkelerde ve akademik öğrenim insanlıkta yapılacaktır.
Bunu nereden biliyoruz?
Biliyoruz, çünkü Kur’an rasih, fakih ve ehli zikr diyor. Merkez bucakların derecelerini veriyor.
“Yes’elûneke” bunun dışında istişare ile tesbit edilecek hükümler için getirilmektedir, yani istişare ile konabilecek hükümler “Yes’elûneke” ile ifade edilmektedir. Kıyasla bunlara yeniler ilave edilebilir.
عَنْ الْيَتَامَى (GaNı elYaTAvMAv) “Yetimlerden sual ediyorlar.”
İnsanlar anne karnında oluşurlar, doğarlar, büyürler ve on beş yaşına gelinceye kadar anne babalarına muhtaç durumdadırlar. Allah’a yani topluluğa borçlanarak yaşarlar. Kişi kişiye borçlanmaz, herkes topluluğa yani Allah’a borçlanır.
Anne babası olmayanları kim büyütecektir. İşte Kur’an’da bu hususta hükümler konmuştur.
a) Bir çocuğa bedenî hizmeti verecek olan annesidir. Çocuğa hizmet verdiği gibi onu büyütmek için uygulayacağı metodu tesbit etmek de anneye aittir. Sorumlu olan da annedir. Bu sorumlunun felsefesi, kendi borcunu ödemekte olduğu için borcunu tam olarak yerine getirmek zorundadır. İnsan olgunluk çağında iken çalışır, fazla kazanır ve borcunu öder. Babası onun nafakasını temin etmekle yükümlüdür. Velayet hakkı yani çocuğu dışarıda temsil etme görevi onundur. Bu borcunu kendisi çocuklarını yetiştirmekle öder. Evlenmeyen ve çocuk yapmayan kimseler âhirete borçlu olarak giderler.
b) İnsan olgun yaşta iken kazanır ve borcunu öder. Hizmet eder ve borcunu öder ama anne-babası yaşlanmışlarsa, onlara karşı da hizmet verir, onlara bakar. Kızlar hizmet eder, erkekler maddi şeyleri temin eder. Yaşlandıkları zaman Allah’tan ve topluluktan alacaklı hâle gelirler. Onlara çocukları bakar. Böylece yetim ve yaşlılar toplulukta çalışmadan yaşama imkanına ererler. İşte bu hususları düzenleme görevi bucak yönetimine verilmiştir. İstişarî kararlarla bunlar düzenlenmelidir.
قُلْ (QuL) “Kavlet”
“Söyle” istişare esnasında istişarenin sonunda ağzdan çıkan sözler kanun olur, kural olur.
Bugün yürürlüğe girmesi için imzalanıp yayınlanması gerekir. Bize göre yazılmalı ama yazıldığı tarihte değil, imam hutbede irat ettiği zaman yürürlüğe girmiş olur. “Yaz” denmemiş, “Kellim” denmemiştir. Resmi yerde resmen söylenmesi gerekir. Önce yazılıp sonra söylenmesi daha sıhhatlidir. “Fa Kul” denmemiş, sadece fasletmiştir. İstişare ederken istişarenin sonunda söyleyecek ve istişare sonunda söylenenler yazılacak, sonra o yazılan hutbede okunacaktır. Okunduğu cumadan sonra yürürlüğe girmiş olacaktır.
إِصْلَاحٌ لَهُمْ (IÖLAPun LaHuM) “Onlar için ıslah”
“Sulh” Türkçeye yanlış anlamda geçmiştir. “Silm” yani barış anlamında kullanılmaktadır. Oysa “İslâm” barışta olmak, savaşta olmamaktır.
“Sulh” ise insanların organize olmaları, işbölümü yapmaları demektir. Bir satıcı değişik araba parçalarını mağazaya koyar; bunlar birbirini ezmiyor ve kırmıyorlarsa barış içindedirler, sulh içindedirler. Sulh içinde olmaları için parçaların monte olması ve birbirine uyması gereklidir. Başka arabanın parçası bu araba içinde sulhta/uygunlukta değildir ama barıştadır.
Kişiyi de doğduğu zamandan itibaren öyle yetiştiriyorsunuz ki, o onbeş yaşına geldiği zaman topluluğun içinde yalnız barışta değil, aynı zamanda sulhta olması gerekir. Büyüdüğü zaman önce o toplulukta kendisine eş bulmalıdır. Ondan sonra o toplulukta iş bulmalıdır. İşinde kazandıklarına harcayabilmelidir. Aş bulabilmelidir. Eğer çocuk bunları yapacak şekilde eğitilmişse, işte o sulhtadır.
Çocuk o topluluğun dilini öğrenmek zorundadır, o topluluğun tekniğini öğrenmek zorundadır, o topluluğun örfünü öğrenmek zorundadır, o topluluğun estetik anlayışını da kavramak zorundadır. İşte, eğitim bu dört konuda olmaktadır.
Nasıl insanın vücuduna yabancı maddeler girmiyorsa, hattâ kan bile uyuşmuyorsa, bucaklarda da ananeler değişiktir. Herkes kendi bucağının kültürünü alacak, kendi ilinin kültürünü alacak, böylece çocuk o topluluğun bir parçası hâline gelecektir. Anne babası olmayan çocukların da topluluk içinde bir makine parçası gibi uyarlanması gerekmektedir. Buna “ıslah” denmektedir.
“Islah etmek” eğitmek anlamına gelir. Eğitme işi de ibadetlerle yapılmaktadır.
Anne yoksa, annenin yerine diğer kadın akrabaları yer almaktadır. Bunlar usul ve fürudur. Annenin annesi ve kızın kızı yer alır. Baba yoksa onun yerine erkeğin erkek akrabaları yer alır, yani babanın babası ve oğulun oğlu. Buradaki kural şudur. Yakını varsa uzaktaki yer almaz. Oğullar ve kızlar birlikte iseler, yaşta atalar için yaşta büyük olanlar, çocuklar için baliğ olup yaşta küçük olanlar yer alırlar.
Usul ve füru yoksa kardeşler, onlar da yoksa usulün kardeşleri ve kardeşlerin füruu yer alırlar. Yetimlere usul bakar, yaşlılara füru bakar. Bunlar da yoksa, değişik usuller ittihaz edilebilir.
a) Eğer azatlı varsa yakınlık onlara intikal eder. Evlatlık yoktur ama azatlık vardır. Onlar da birbirleriyle evlenememektedirler.
b) Sıhri akrabalar yer alır. Gelinin kayın validesine bakması bu tür bir ilişkidir. Yahut damadın kayın validesine nafaka temini bu tür ilişkilerdir.
c) Süt akrabaları da devreye girebilir. Bunlar da birbirleriyle evlenemiyor.
d) Aynı aşirette olan diğer mahrem olmayan akrabalar da bu görevleri yüklenirler.
Burada Kur’an’ın kabul ettiği çok önemli bir husus vardır. Çocuk aşiret reisinin veya kabile reisinin sorumluluğuna bırakılmamıştır. Mutlaka doğal yakınları onu himayeye çağırılmaktadır. Bu sorumluluk devlet aşamasından da öncedir. Bir sorumlu çocuğa karşı görevi yerine getirmezse, diğer sorumlular hakemlere giderek ondan sorumluluk yetkisini alabilirler. Bu hak komşularına bile verilmiştir. Görevleridir de.
Demek ki, “ıslah” yani çocuğu topluluğun bir parçası hâline getirip topluluğa monte etme görevi en yakınları olan kadın ve erkeğe aittir. Onu denetleme görevi de aynı derecede olan diğer yakınlarına aittir, yani kardeşler denetlemek için dava edip velayeti kendilerine alma yetkisine sahiptirler. Bu sebeple onlar da aynı derecede mirasçı olmaktadırlar.
خَيْرٌ (PaYRun) “Hayırdır.”
Yetimler için iki yol vardır.
Biri, onları topluluğun bir parçası hâline getirip topluluğa monte etmek ve onları ayrı aile hâlinde yaşatmaktır. Ancak bütün ihtiyaçlar giderilmektedir. Buna ıslah denmektedir. Islahta parça varlığını kaybetmemekte, sadece diğerlerine uygun hâle gelmiş bulunmaktadır. Bunun iyi bir şey olduğu buyurulmaktadır. Çünkü sonraları onlara mallarını iade etmek kolay olmaktadır. Bağımsız yetiştirildikleri için herhangi bir sıkıntı olmamaktadır.
İkinci çözüm ise, monte değil de karıştırmadır. Karışımı sonradan ayırmak zordur. Parçayı değiştirirsiniz ama karışımı değiştirmezsiniz, parçalar birleşmiştir. Birlikte helâk veya gelişme vardır. Teknolojide de montaj ve karışım vardır. O halde topluluk da bir makine gibidir. Kişiler monte edilmektedir veya karıştırılmaktadır.
وَإِنْ تُخَالِطُوهُمْ (Va EıN TuPAvLiOUvHuM) “Onlarla muhalata ederseniz.”
Islahta ayrı sofra kurulur, onlar birlikte yerler, bir evde otururlar. Ayrı şartlarla yaşarlar. Oysa aynı sofrada ve aynı evde oturanlar eşit şartlarla yaşar ve aynı haklara sahiptirler. Aile içinde ferdi tüketim yoktur. İhtiyaca göre ortak bütçeden yararlanırlar, ortak hizmet alırlar.
Islah daha iyi olmakla beraber, muhalata da meşrudur. Muhalatada yetimlerin malları karz-ı hasen olarak vasiye verilir. Artıp eksilme vasiye aittir. Mallar kendi malları ile karıştırılır ve çocuklar kardeş olmuş olurlar. Gelir-gider ortaktır. Çocuklar büyüdükleri zaman malları kendilerine teslim ederiz.
فَإِخْوَانُكُمْ (Fa EiPVAvNuKuM) “Ehlerinizdir. Kardeşlerinizdir.”
Burada “çocuklarınızdır” denmiyor, “kardeşlerinizdir” deniyor. Birlikte büyüyen bu kimseler birbirleriyle evlenemezler. Evlat edinme yoktur ama kardeş edinme vardır demektir. Birbirlerine vâris olamazlar. Nitekim kardeşler usul ve füru’ varsa miras alamazlar. Onların eşleri ile evlenilebilir demektir. “Evladukum” denseydi, dul kalan gelin gibi kardeş eşiyle sonradan evlenmek mümkün olmazdı.
Burada “kardeşlerinizdir” derken, bize birçok hükümleri ortaya koymaktadır. Büyüyünceye kadar kardeşler gibi birlikte yaşayacaklar ama büyüdüklerinde birbirlerine vâris olmayacaklardır. Bu hususlar Nisa Sûresi’nde de anlatılmış idi. Burada “Fi’d-Dini” denmemiştir. Dolayısıyla buradaki kardeşlik beşeridir. Din ayrılığı bu mükellefiyetlikleri ortadan kaldırmaz.
وَاللَّهُ يَعْلَمُ (Va elLAHu YaGLaMu) “Allah ilmetmektedir.”
“Bilmek” kelimesi öğrenmeden bilmek ve öğrenerek bilmek anlamlarına geldiği gibi, ayırmak anlamına da gelir. Eğer iki kelime “MİN” ile bağlı olarak gelirse bilir değil de ayırır anlamındadır. Müfsidi muslihten ayırır anlamındadır.
Toplulukta bu nasıl sağlanacaktır? Muslihi müfsidden kim ayıracaktır? Hakemler ayıracaktır. Ama hakemlere gitmeden diğer kardeşler ayıracaktır. Yani yukarıda istihsan ile söylediğimiz burada nassla ifade edilmiştir.
Eğer bir veli yetimlere kendi çocukları gibi bakmıyor veya önem vermiyorsa, diğer vârisler Allah’ın halifesi olarak devreye girer ve hakemler nezdinde dava açarlar. Hakemler de muslihi müfsitten ayırır, yahut uzlaşarak görevi yerine getirene devreder; yani ben bu işi yapamıyorum, sen al diyebilir. Onun için burada sadece “Allah bilir” dedi de, “Allah ve resul bilir” demedi. Çünkü hakemlere gitmeden de çözüm vardır.
الْمُفْسِدَ مِنْ الْمُصْلِحِ (eLMuFSiDe MiNa eL MusLıHı) “Müfsidi muslihten.”
Asıl olan muslihtir, yani aksi sabit oluncaya kadar herkes muslihtir. Muslih olmak için delil ikame etmek gerekmiyor. Müfsidin hakemlerce tesbiti ve muslih olmadığı kanıtlanmalıdır. Bu sebeple “Min” “Muslih”in başına gelmiştir.
وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَأَعْنَتَكُمْ (Va LaV ŞAvEa elLAHu La EaGNaTaKuM)
“Allah’ın meşieti olsaydı sizi i’nât ederdi.”
Müfsidi muslihten ayırmazdı. Bunun anlamı nedir? Yetimler bir velinin vesayetine verilmiştir. Onu yetiştirmek yetkisi velisine aittir. Veli veya vasi muslih olmalıdır. Müfsit olursa velayet yetkisi alınmalıdır.
Allah bu hükümleri koydu, size kolaylık sağladı. O kolaylık nedir?
Eğer veli kötü idare eder de yetimler zarar görürlerse, onu kabile dayanışması öder. Dolayısıyla tazminata iştirakle sıkıntıya girerdiniz. Yani veli veya vasi küçüğe gerekli ihtimamı göstermezse, hakemler onları görevden alır. Âkilesine gidilmez. Hukuk düzeninde kişiye ceza verilir, önlem alınmaz. Ama burada yetimlerin korunması için tedbiren velayet eden kimseler görevden alınmaktadır. Demek ki böylece polisiye davranışlar da hukukta geçerli olmaktadır. Buna kıyas yapılarak polisin müdahale edeceği sahalar belirlenir.
إِنَّ اللَّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ(220) (EinNa elLAHa GaZIyZun XaKIyMun) “Allah azizdir hakimdir.”
“Azizdir” demek, söz geçirendir, güçlüdür demektir. “Hakimdir” demek, hakemlerin denetimindedir demektir. Yani istişarî kararlarla yetimler hakkında mevzuat geliştirilecektir. Bu mevzuat hakemler yoluyla denetlenecektir. Mevzuata uymayanlar da hakemler yoluyla cezalandırılacaklardır.
Burada “aziz” ve “hakim” kelimeleri nekire gelmiştir. Demek ki bu işler yönetimce de ele alınmalıdır.
***
وَلَا تَنكِحُوا الْمُشْرِكَاتِ (Va LAv TaNKıXUv elMuŞRiKAvTı) “Müşrik kadınları nikâhlamayın.”
Mü’min, müslim, kâfir ve müşrik vardır. Mü’min, savaşa bedenen katılan erkeklerle bunlarla velayette olan kadınlardır. Bunlar hakem kararlarını teyid ederler. Müslim ise bedenen savaşa katılmamakla beraber, onun yerine bedel veren, cizye veren erkekler ile onlarla velayette olan kadınlardır. Bunlar hakem kararlarını mâlen desteklerler. Kâfirler ise hakem kararlarına uyan ama cizye de vermeyen erkek ve onlarla beraber yaşayan kadınlardır. Biz bunlarla savaşmayız ama bunların güvenliğini de sağlamayız. Müşrikler ise hakem kararlarını kabul etmeyen kimselerdir. Onları aramıza alıp birlikte yaşamayız. Ama onlar saldırmadıkça biz de onlara saldırmayız. Kâfirlerle sosyal ilişkiler kurarız. Bunlarla sosyal ilişkiler de kuramayız.
Burada kadınlar kurallı dişi çoğulla çoğaltılmıştır. Onlarla beraber yaşıyorsa, onlardan hicret etmemişse, bununla evlenmek yasaklanmıştır. Ama onlardan ayrılır, bizim topluluğumuza katılır da yine şirke devam ederlerse, onunla evlenmede meşruiyet vardır. Haram olsa da hukuken geçerlidir.
Bir erkek onlardan ülkemize gelse, bizimle yaşamaya başlasa, ona da kız verilebilir mi?
Kıyasla verilebilir. Ancak onun lâik anlayışlı olması gerekir, yani dini baskı yapmaması gerekir. Burada da dinde baskı var mı yok mu, ona bakılır; baskı varsa verilmez.
حَتَّى يُؤْمِنَّ (XatTAv YuEMınNa) “İman edesiye kadar.”
Burada kadınların birlikte iman etmeleri söz konusudur. Bu da hakemlerin kararlarına uymalarını kabul etmeleridir. Burada bir sorun çıkıyor. Müşrikler arasındaki kadın taifesi birlikte mü’min erkekleri kendilerine veli yaparlarsa ve kadınlar hakemliklerini kabul ederlerse, kocaları müşrik olarak kalsalar, yani hakem kararlarını kabul etmeseler de kadınların mü’min olmaları kabul edilmektedir. Ama bunların müslim olmaları kabul edilmemektedir. Bu bize başka bir hükmü de ortaya koymaktadır.
PKK’nın erkekleri dağlara çıksa ve bize saldırsa, eşkıyalık yapsa, biz onların kadınlarına, çocuklarına, yaşlılarına, dağa çıkmayanlara dokunamayız.
Erkeklerin şirki kadınlara, çocuklara, yaşlılara sirayet etmez. Yeter ki ya toptan iman etsinler, yahut onlardan ayrılsınlar. Hakem kararlarını dinlemeyen erkeklerin malları müsadere edilir. Ancak bu onların eşleri ile çocuklarının topluluk içinde salih olarak yaşamalarına mâni değildir.
Yukarıda yetimlerin ıslahından yani topluluğa uymalarından bahsedilmiştir. Burada da müşriklerden bahsediliyor. O halde ıslah etmek, hakem kararlarını kabul etme anlamına gelmektedir. Onun için burada müşriklerden bahsetmektedir.
Mü’minât, müşrikât ve diğer bu kalıptaki çoğullar bize göstermektedir ki, toplulukta erkekler organize olabildikleri gibi, kadınlar da organize olmaktadır. Kadınlar cemiyetler kurar ve örgütlenirler. Onların erkekler cemiyetine katılıp haklarını kullanmaları ayrı şeydir, kendilerinin kadın olarak örgütlenmeleri ayrı şeydir. Silahlı güçleri erkekler oluşturur. Dolayısıyla devlet erkeklerin cemiyetidir. Kadınlar bu örgüte katılma hakkına sahiptirler ama katılmak zorunda değildirler. Oysa kadın örgütlerine erkekler katılamazlar. Bugün kadınlara verilen haklar arasında erkekler gibi kamuda görev alma şeklindedir. Bu yanlıştır. Asıl kadınlar toplulukta etkin olacaklarsa, kadınların olduğu örgütler kurulmalıdır ve bunlara bütçeden pay verilmelidir.
Kadınların kuracakları örgütler neler olabilir?
Bunlar şimdiye kadar uygulanmadığı için izahı zor konulardır. Biz bazı prensipleri koyabiliriz.
1- Dinde kadın-erkek ayırımı yoktur. Dini toplantılarda erkek ve kadınlar aynı mabette toplanmalıdırlar. Bu aynı zamanda kadın ve erkeklerin birbirlerini tanımaları ve eşlerini seçmeleri için gereklidir. Bugün ise en çok burada ayrımcılık yapılmaktadır.
2- İlimde de ayrımcılık yoktur. Kız-erkeklerin ayrı olduğu okulları Kur’an teşri etmemiştir. Aynı okullarda kızlarla erkeklerin beraber okumaları son derece normaldir. Bunun için karışık oturmaları gerekmez.
3- Ekonomide ise kadınlarla erkekler arasında büyük farklar vardır. Önce erkekler çalışıp kazanmak ve aileyi geçindirmekle yükümlüdürler. Bu bakımdan kadınlarla erkekler aynı örgütlerde yer almazlar. Kadınlar kendi işlerini kendileri tesis etmelidirler. Kur’an böyle emrediyor. Erkeklerin işyerlerini açma zorunluluğu vardır. Çünkü salihat üretim ancak böyle olabilir.
Kadınlar ise isterlerse çalışacaklardır. Dolayısıyla işyerlerini her zaman açık bulundurma mükellefiyetleri yoktur. Kadınlar ağır işler yapamazlar, hafif işler yapmalıdırlar. Kadınlar evlerinden uzak işler yapmazlar, ancak evlerine yakın işyerlerinde çalışabilirler. Bu sebepledir ki kadınlar mesleki örgütler kurmalıdırlar. Esnaf dernekleri veya kooperatifleri oluşturmalıdırlar.
Kadınlar ne gibi işler yapabilirler.
a) Üretim erkeklere aittir, tüketim ise kadınlara aittir. Erkekler kazanmaktan, kadınlar harcamaktan hoşlanırlar. Erkekler kazanmak için harcarlar, kadınlar harcamak için kazanırlar.
b) Demek ki, kadınlar ambalajlanıp halka ulaştırılacak işlerle uğraşırlar. Toptan elde edilen maddelerin ve malların ambalajlanıp perakende sunulabilmesi işlerini kadınlar yaparlar.
c) Tarımla erkekler meşgul olurlar. Ancak tarım ürünleri sanayisi ile yani yiyecek sanayisi ile kadınlar meşgul olurlar. Temizlik işleri de kadınlara ait olduğu için bu husustaki üretim de onlarca yapılabilir.
d) Kadınlar daha dikkatli ve sabırlıdırlar. Evrak ve muhasebe kayıtları, dosyalama, büro hizmetleri gibi işler de kadınlar tarafından yapılır.
İşte, kadınlar bu işlerle ilgili örgütleri kurabilirler ve kurmalıdırlar.
Bakkalları da emekliler ve kadınlar işletmelidirler.
4- Siyaset de tamamen erkeklerin işidir. Kadınlar askere alınmamakta, diyet tazminatına katılmamaktadırlar. Bununla beraber silah taşımakta, gerektiğinde polis görevini yapabilmektedirler. Bununla ilgili teşkilat kurabilirler.
وَلَأَمَةٌ مُؤْمِنَةٌ (VaLaEaMaTun Mu’MiNaTun) “Mü’min emet”
“EMV” kök olarak gelmektedir. “EMH” veye “EMM” kelimeleri hep birbirine akrabadır. Kadın köleye “EMET” denmektedir, erkek köleye “ABD” denmektedir. “EMV”nin cemi “ÎMA’” gelmektedir.
Savaşta esir alınanlar köleleştirilmeden bırakılırlar. Hürdürler. Esirler köle değildir. Ganimette taksim edildikleri zaman köle olurlar. Kölelerden erkek olanlar aile içine alınırlar, o zaman erkekler ailenin akrabası olurlar. Kadın kölesi ile evlenemez, mahremdir. Kardeşi gibi veya süt kardeşi gibi akraba olmuştur. Kadın için eğer sahibi erkekse, onu kendisine mamelek yapabilir, eşi hâline getirir. Onu çalıştırır, hizmet ettirir. İsterse onu kendine akraba yapar ve artık bir daha onunla evlenemez. Bunlara “emet” denir. Emetler kölelerle ve başka hürlerle evlenebilirler. Bunlar sahiplerine hizmet ederler. Nafakaları sahipleri tarafından görülür. Kocaları ile aile hayatı yaşar, evlat yetiştirirler. Bunlara mihir verilmesi de gerekmez. Sadece çocuk yetiştirmek ve baba olmak için evlenirler. Karı koca hayatı yaşarlar.
İşte, müşrik kadınla evleneceğine, böyle emet kadınla evlenmek daha hayırlıdır. Kölelerin diğer kısmı ise aile dışında tutulur. Onlar çalışıp kazanırlar ve geçimlerini kendileri temin ederler. Efendilerine belirlenmiş değer öderler. Bunlar akraba mıdır, yani böyle biri yani kadın kölesini azad edip evlenebilir mi? Yahut mukatep olur, o da belli parayı ödeyince hür olur. Bunlarda azatlık bağları doğar mı?
Bütün bunları Kur’an’ın âyetlerini okuyarak ve yorumlayarak öğreneceğiz.
خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكَةٍ (PaYRun MıN MuŞRiKaTin) “Müşrikeden daha hayırlıdır.”
Burada müşrik kadın ile köle mü’min kadın karşılaştırılmaktadır. Mü’min erkeklerle evlenebilmesi için veliyi mü’minlerden seçmelidir, yani kendisi mü’min olmalıdır. Müslim kölelerle evlenme yasaklanmıyor ama hayır olduğu da ifade edilmiyor.
Şeriat düzeninin ne olduğunu beynimizde iyice yerleştirmeliyiz. Kur’an’ı yorumlarken kendi sorunumuzu sorarak yorumlamalıyız. Allah’a şirk etmeyi sadece ibadetlerde bir Allah’tan başka Allah vardır diyerek yorumlayıp ondan sonra lâik hayat yaşamak şirktir. Lâik düzen başkadır, lâik hayat başkadır.
Lâik düzen, dinde baskı yapmamak, insanlarla uzlaşırken onun hayat anlayışına saygı göstermektir; onun da senin hayat anlayışına saygı göstermesidir. Birbirimize hayat anlayışlarımızı dayatmamaktır.
Lâik hayat yaşamak ise kuralsız yaşamak, bir hayat düzenini kabul etmemek, düalist bir yaşam yaşamaktır. İşte bu anarşidir ve şirktir. Çünkü insan kendisini tanrı kabul ederek keyfî bir şekilde yaşıyor. Tanrı bile böyle yapmıyor. Onun da kuralları var, sünnetleri var. Ona göre hükmediyor.
Lâik düzeni bırakmak küfür ise, lâik hayatı yaşamak da şirktir. İşte böyle bir kadınla evlenerek onunla hayatı zehir etmek vardır. Bunun yanında bir hayat anlayışına inanmış, ona göre yaşayan ve başkalarının inançlarına baskı yapmayan düzenin laik insanı mü’mindir. Onun belli hayat anlayışı olduğu için siz onunla barış içinde yaşayabilirsiniz, ama kuralsız kimselerle barış içinde yaşamak zor, hatta imkansızdır.
وَلَوْ أَعْجَبَتْكُمْ (Va LaV EaGCaBaTKuM) “Sizi i’cab etse de.”
“ACİBE” hoş oldu, güzel oldu demektir. “İ’CAB” ise hoşa gitti demektir. “Acaba” kelimesi “acem” kelimesi ile akrabadır. Acem, Arapça bilmeyen kişi, yabancı demektir. Bunun iki mânâsı vardır. Biri, Araba benzemediği için davranışları tuhafınıza gider. Bir de insanın hep yabancılara meyli vardır. Onlarla olmak hoşuna gider. Müşrikler serbest davrandıkları için size kendilerini beğendirirler, yalan söyleyip sizi kandırırlar. Bugün böyle söyleyip yarın vazgeçerler. Çünkü onları bağlayan bir inançları yoktur.
وَلَا تُنكِحُوا الْمُشْرِكِينَ (Va LAv TuNKıXUv eLMuŞRıKIyNa) “Müşrikleri inkâh etmeyiniz.”
Yukarıda “müşrik kadınları nikâhlamayın” demiştir; burada “müşrik erkekleri nikâh etmeyiniz” demektedir. Kadınlarla evlenmeyiniz, erkekleri evlendirmeyiniz denmektedir. Oysa kadınları evlendirmeyiniz, erkekler olarak evlenmeyiniz olması gerekmektedir. Burada şuna işaret etmektedir ki, evlilik müessesesi sosyal müessesedir. Başka yerde de “eyamayı nikâh ediniz”, evlendiriniz diyor.
Yani, evli olmayanları evlendirme işi topluluğa yüklenmiş bir vecibedir. Bunu nasıl sağlayacağız? Evlenecek çiftin oturacakları evlerini topluluk sağlamalıdır. Evlenecek çiftler çalışabiliyorlarsa onlara iş vermeliyiz, çalışamıyorlarsa fakirlik, yoksulluk faslından destek vermeliyiz. Bunu nasıl yapıyoruz? Bir çocuk doğduğu zaman 15 sene sonra evleneceğini hesap edip onun için bir ev yapmalıyız. Oğlan ve kız için yarımşar evler yapılır. Bugünkü değeri 100 bin YTL’dir. Bunun % 30 - % 45’i de vergidir. Kalan % 25 daire maliyetidir. Yarısı olacağına göre her çocuk için senede 1000 lira yatırırsak, 15 sene sonra daire sahibi olunur. Bu da doğduğunda 10 000 lira yardımla olur. Babası, asıl akrabaları ve devlet bu yardımı yapmalıdır. Büyüdüğü zaman ev evlenmiş erkeğe verilir. Senede bin lira kira öder gibi bunun taksitlerini ödeyebilirse öder. Ev çocuklarına kalır. Ödeyemezse ev vakfa kalır. Bunun gibi doğan çocuğa 15 sene sonra bir işyeri açmamız gerekecektir. Bunları artan nüfusa göre planlayacağız. İşte sosyal devlet budur. Adil düzen bunu yapacaktır. Bunları yapmak için sanıldığı gibi IMF’den dolarları borç almak gerekmez. YTL kredisi yeterlidir. Bu da devlet için bedavadır.
حَتَّى يُؤْمِنُوا (XatTAy YuEMiNUv) “İman etmedikçe.”
Burada bize verilen vazife vardır. Böyle nikah yapmak istedikleri zaman nikah reddedilmez. İman ediniz, tasdik edelim denir. Yani hakem kararlarını kabul ediyorum diye beyanatta bulununca nikahı da sahih sayıyoruz. Müşriklerle nikah yapmak yasaklanmıyor. İman etmemelerinden dolayı yasaklanıyor. Sonra burada yine çoğul getirilmiştir. Kişi onlardan ayrılır bize katılırsa veya onlar toptan iman ederlerse kabul edilir. Onların arasında kalıp da ben iman ettim demelerini biz kabul etmemekteyiz.
Kur’an topluluğun ıslahını istemektedir. Düzeltemiyorsanız oradan hicret edilmesini istemektedir. Tek başına şirk içinde yaşamamıza müsaade etmemektedir. Eğer hakem kararlarına uyuyorlarsa, bize cizye vermeseler bile biz onların ülkelerinde yaşayabilir, onlara tebliğimizi yapabiliriz. Ama hakem kararlarını kabul etmeyen müşrikler arasında tebliğ için ancak geçici olarak kalabiliriz.
وَلَعَبْدٌ مُؤْمِنٌ (Va La GaBdun MUMiNun) “Mü’min abd.”
“ABD” kelimesi “AMD” ile akrabadır. Amud, cümle kapılarını durduran direklerdir. Burada bekleyen kapıcılara da “abd” denmektedir. Bütün vaktini efendisine satmış kimse demektir.
Kölelik önce insanlar arasında meşrulaştırılmıştır. Oysa şeriat köleliği yalnız savaş esirleri için meşru görmüştür. Savaşı kazanan komutan esirleri bedelsiz bırakabilir, bedelli serbest bırakabilir. Cizye alarak kendi topraklarını kendilerine bırakabilir. Yahut esirleri köleleştirebilir. Komutan bunları geleceği düşünerek yapar.
Böylece “abd” ve “emet” hâline gelen köleler çeşitli şartlarla kölelikten kurtulurlar.
a) Bir hürün yakın akrabası hür olur da o hür onun bir payına varis olursa köle tamamen hür olur, köle diğer vârislere borçlanır. b) Kefaret cezaları karşılığı köleler azat edilmektedir. Köle böylece hür olmaktadır.c) Taksitlerini ödeyip hür hâle gelebilir. Köle dava ederek bu hakkı efendisinden alabilir. d) Çeşitli sebeplerle sahiplerinin kendi istekleri ile hür hâle getirilmesi de azat olmaya sebeptir.
Azat edilen azat edenin ailesinin soyunda hür kimsedir. Diğer hürlerden hiçbir farkı yoktur. Böylece kölelik, köle olan kişileri vatandaşlığa ıslahtır. Yani, nasıl yetimlerin ıslahı söz konusu ise kölelerin de ıslahı söz konusudur. Bu hususta yine aile müessesesinden yararlanırız.
خَيْرٌ مِنْ مُشْرِكٍ (PaYRun MiN MuŞRiKin) “Müşrikten daha hayırlıdır.”
Evlenme yasağı meşruiyet için konmuştur, yani müşrikle nikahlanırlarsa sosyal yardım almamaktadırlar. Nikâh yine de meşrudur. Doğan çocuk nesebi sahihtir. Böyle bir nikâh zina cezasına çarptırılmamaktadır. Onun için burada “daha hayırlıdır” denmektedir. Bunun anlamı nedir?
Öyle bir nikâh bile nikâhsızlardan iyidir. Dolayısıyla zaruret hâlinde böyle bir nikâh geçerli olduğu gibi, nikâh yapmışlarsa artık biz onu muteber addederiz. Hakem kararlarına uyması için sosyal baskı yaparız.
وَلَوْ أَعْجَبَكُمْ (Va LaV EaGCaBaKuM) “Sizi i’cab etse de”
“Hoşunuza gitse de” köle müşrikten iyidir. Burada da yine şunu öğreniyoruz ki, müşriklere dini baskı yapılamaz, müşrikler köleleştirilemez. Suçu ne olursa olsun ceza olarak köleleştirme yoktur. Kısas vardır ama savaş dışında köleleştirme yoktur. Müşrik köleden daha aşağıdır ama yine de hürdür. İslâm ettiği zaman hemen hür müslim olur. Oysa köle iman etse bile hiç bir zaman hür olmaz.
Savaşı önlemek, gereksiz savaşları ortadan kaldırmak için kölelik müessesesi konmuştur. Eşkıyalar bile ayaklandıkları zaman köleleştirilemezler. Öldürülürler ama köle yapılmazlar. Demek ki kölelik bir nimettir, bir lütuftur. Savaştık, bir beldeyi istila ettik; halkını ne yapacağız? Onları serbest bıraksak yarın yeniden başımıza dert olacaklar. Kendilerini dağıtıyoruz ama insanlar onları öldürmüyor, asimile ediyoruz. Böylece ırklar dinamizm kazanıyor, dejenerasyondan kurtuluyor. Buna biyolojik olarak zaruret vardır. Kölelik lütuftur. O sayede katliam yani soykırımlar kalkıyor. Köleliği kaldırdık diyorlar, ondan sonra insanları kırıp geçiriyorlar.
أُوْلَئِكَ يَدْعُونَ إِلَى النَّارِ (EuLAvEıKa YaDGUvNa EiLAy elNARı) “Onlar ateşe dâvet ediyorlar.”
Burada ateş marifedir. Cehennem ateşi kastedilmektedir. Canlılar atomlardan oluşur. Atomlar Hidrojen atomundan oluşur. Onlar ateşe dâvet ediyorlar.
وَاللَّهُ يَدْعُو إِلَى الْجَنَّةِ (Va elLAHu YaDGUv EiLay eLCanNatı) “Allah cennete dâvet ediyor.”
Yüz kadar element vardır. Bütün yer yuvarlağı bunlardan oluşmuştur. Cinler ve cehennemlikler bu atomların çekirdekleri arasındaki ilişkilerle oluşmaktadır. Bu ateşteki canlılardır. Cennettekiler bu dünyada insanların hayatı ile cennet ehlinin hayatıdır. Birileri bir tarafa, diğerleri diğer tarafa gideceklerdir.
Allah insanları oraya dâvet ediyor. Çünkü Allah oradakilerle dost olacaktır, onlarla sohbet edecektir. Cennet yüksek hayattır, saadet hayatıdır. Cehennem ise dünyadan daha kötü hayattır. Bu dünyaya gelip sınıfta kalanlar daha kötü hayata gitmektedirler. Sınıfı geçenler daha üstün hayata gitmektedirler.
Allah buraya dâvet ediyor. İnsanlar kendi emekleri ile buraya geleceklerdir.
وَالْمَغْفِرَةِ (Va eLMaĞFıRaTi) “Ve mağfirete dâvet etmektedir.”
“Mağfiret” demek, eksik olan işlerin tamamlanması demektir. “Hamd etmek” demek, Allah’ın nimetlerinden yararlanarak iş yapmak demektir. Gözün hamdı görmektir. Kulağın hamdı işitmektir. Ayağın hamdı yürümektir. Bunları Allah’ın işlerinde, topluluğun yararlarında kullanırsanız şükretmiş olursunuz.
Tesbih etmek demek, Allah’ın nimetlerinden yararlanıp O’nun emrettiği işleri yapmak, görevleri yerine getirmek demektir. Bu arada yapamadıklarımız olursa eksiklikleri Allah’a yani topluluğa arz ederek onları tamamlamak, böylece yeniden huşua geçip gelecekte yapacaklarının talimatını almaktır. Baştan da başlayabiliriz.
Huşu, emirleri telakki etmek, hamd imkanları kullanmak, tesbih görevleri yapmak, mağfiret ise eksik kalanı tamamlamak, yapılan işlerden doğan zararların giderilmesi istiğfardır. Cennette amel ederek eksik bıraktığımız işler tamamlanacak ve eksik bir şey kalmayacaktır. Cennette de ameli salih vardır. Orada ceza yoktur, eziyet yoktur, sadece mağfiret vardır.
“Mağfiret” burada cennete atfedilmiş demektir ki, bu da cennette olacaktır. Önce “mağfiret” sonra “cennet” zikredilseydi, cennete girmeden önce mağfiret söz konusu olabilirdi. “Mağfiret” sonra getirilince, âhiret hayatında yani cennette mağfiret söz konusudur demektir.
بِإِذْنِهِ (Bi EiÜNıHİy) “İzni ile”
“İzin” kelimesini kullanmakla, mağfiretin yani eksiklikleri giderme işinin yine bizim tarafımızdan olacağını anlatmaktadır. Biz amel edeceğiz, eksiklikleri biz tamamlayacağız, dünyada kazanamadığımız sevapları orada kazanma şansına ulaşacağız demektir.
“Allah izin verecek” demek, yapabilmemiz için bütün imkânları sağlayacak demektir. Ama oluşması bizim irademizle olacak demektir. Burada zamir getirilmiştir. Dâvet eden bunun için cennete dâvet etmektedir.
وَيُبَيِّنُ آيَاتِهِ (VaYuBayYıNu EaYAvTiHi) “Ve âyetlerini beyan etmektedir.”
“Âyetler” deliller demektir. Bu beyanları âyet olarak saymaktadır. Müşrik ile mü’mini ayırmaktadır. Köleden daha kötü olduklarını ifade etmektedir. Burada beyan edilen müşriklere, aynı hakem kararlarına rıza göstermeyenlere olduğu gibi şiddetle tavır almamız gerektiğini ifade etmektedir.
Bir topluluğun en kötü tarafı o kimselerle evlenmemektir. Sosyal baskının başında bu güç gelmektedir. Çocuğumuz olunca önce onu büyütme derdine düşeriz. Evlenecek çağa gelince en büyük sorun evlendirme sorunu olur. Baliğ olan kimsenin temel sorunu evlenme sorunudur. Kız erkek hayatın ilk yıllarını evlenme işiyle işgal ederler. Evlenemeyenler de sonraları aynı derde düşerler. Böylece müşriklerle evlenme gerçekleşmeyince tecrit edilmiş olurlar, bunun için şirkten vazgeçerler. İlkel toplulukların tek ceza sistemi vardır, o da tecrit. Tecridin başı da evlenmemeleridir.
لِلنَّاسِ (Li elNaSı) “İnsanlar için”
Bütün insanlara tavsiye ediyor, yani müşriklerle kimse evlenmemelidir. Bunların kimler olduğu hususu mahkemece sabit olması gerekiyor. Yani bir topluluğun müşrik olması mahkeme kararı ile sabit olur.
PKK terör örgütüdür. Onlara verilecek ceza onları tecrittir. Onların yemeklerini yemiyor, onlarla evlenmiyoruz. PKK’yi destekleyenlere vereceğimiz ceza bu olabilir; yoksa onlara başka cezalar uygulayamayız.
لَعَلَّهُمْ يَتَذَكَّرُونَ(221) (LaGalLaHuM YaTaÜakKaRUvNa) “Tezekkür etsinler diye.”
Zikretmekle, anmakla, tezekkür etmekle; anlamadıkları âyetleri Allah beyan ediyor, insanlar bunları çok kolay şekilde anlayabilirler. Böylece müşriklerle ilgili hükümleri beyan etmiş olmaktadır.
Yetimlerle olan ilişkiler de böylece açıklanmış bulunmaktadır.